9 Ocak 2011 Pazar

Güneş

GÜNEŞ ÇOK ÖZEL BİR IŞIK KAYNAĞIDIR
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\HAKİKATLER\evren9.jpgBiz uyurken, otururken, yürürken, aklımızın ucundan bile geçirmezken Allah evrende var olan tüm sistemleri tek tek çalıştırıp idare eder. Varlığımızın devamı için meydana gelen işlemlerin her biri Allah'ın kontrolündedir.

Siz şu anda bu cümleyi okurken Güneş 564 milyon ton hidrojeni 560 milyon ton helyuma dönüştürdü, arta kalan 4 milyon ton hidrojeni de enerjiye çevirdi. Bu olay sonucu milyonlarca atom bombasının patlamasıyla ortaya çıkabilecek enerjiye eş, korkunç bir ışık ve radyasyon yumağı oluştu. Bize sadece güzel bir sıcaklıkla aydınlık ileten Güneş, aslında şu anda kıpkırmızı gaz bulutlarından oluşan derin bir kuyu. Kaynayan yüzeyinden milyonlarca kilometre öteye fışkıran dev alev girdapları, dipten yüzeye doğru yükselen dev hortumlardan oluşuyor ve bir saniyede insanlığın medeniyetin başlangıcından beri kullandığından bile daha fazla enerji üretiyor. Biz ise bu enerjinin 2 milyarda birini kullanıyoruz.

Saniyeler, saatler geçiyor, Güneş hiç durmadan enerji üretiyor. Güneş'in büt ün zararlı, öldürücü ışınları bize ulaşmadan önce atmosfer ve Dünyanın manyetik alanı tarafından süzülüyor. Güneş, Allah'ın bizim yaşamımız için özel olarak yarattığı bir ışık kaynağıdır. (Evrenin Yaratılışı)
Dev bir nükleer reaktör olan Güneş'in içindeki reaksiyonlarda büyük bir enerji açığa çıkmaktadır. İnsan hayatının devamı için temel kaynak olan Güneş'te meydana gelen bu reaksiyonlarda oluşabilecek en ufak bir sapma Güneş'in sönmesine ya da birkaç saniye içinde havaya uçmasına neden olacaktır. Böyle bir tehlikenin meydana gelmemesi Güneş'teki bu işlemlerin mucizevi bir hassasiyetle tasarlanmış olmasından kaynaklanmaktadır.

Güneş'i ve Güneş Sistemi'nin yapısını incelediğimizde, büyük bir denge ile karşılaşırız. Gezegenleri dondurucu soğukluktaki uzaya savrulmaktan koruyan etki, Güneş'in "çekim gücü" ile gezegenin "merkez-kaç kuvveti" arasındaki dengede saklıdır. Güneş büyük çekim gücü ile tüm gezegenleri çeker, gezegenlerin dönmesinden kaynaklanan merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimin etkisi azalır ve muhteşem bir denge oluşur. Eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş'e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı. Ama bunların hiçbiri olmaz ve tüm gezegenler kendi yörüngelerinde yol alırlar. Çünkü Allah'ın ayette bildirdiği gibi,

"Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedirler." (Yasin Suresi, 40)

DEV NÜKLEER REAKTÖR

Güneş, dev bir nükleer reaktördür. Güneş'in içinde sürekli olarak hidrojen atomları helyuma dönüştürülür ve bu işlemler neticesinde ısı ve ışık açığa çıkar. Güneş'teki bu nükleer reaksiyon, insan hayatı için zorunludur. Dünya'ya ulaşan ısı ve ışığın açığa çıkması içinse, dört hidrojenin birleşip bir hidrojene dönüşmesi gerekir.

Atom çekirdeğinin içindeki protonları ve nötronları birarada tutan kuvvetin, "Güçlü Nükleer Kuvvet" olduğunu ifade etmiştik. İşte nükleer enerji denilen muazzam güç, çekirdekteki bu kuvvetin serbest bırakılmasıyla ortaya çıkar. Bu enerjinin büyüklüğü elementin cinsine göre değişir. Çünkü, her elementin çekirdeğindeki proton ve nötron sayıları farklıdır. Çekirdek büyüdükçe nötron-proton sayıları ile bunları birarada tutan kuvvetin büyüklüğü de artar. Büyük bir çekirdekte, protonların ve nötronların birlikteliğini sağlayan bu kuvveti serbest bırakmak son derece zordur.
Parçacıklar, birbirlerinden ayrıldıkça, tıpkı bir yay gibi, daha büyük bir kuvvetle bir araya gelmeye çalışırlar.
Bu kuvveti ayrıntıları ile incelemeden önce, özellikle üzerinde durulması gereken bir konu vardır: Bu kadar küçük bir yere nasıl olup da bu kadar büyük bir kuvvet sığmaktadır. Bu öyle bir kuvvettir ki binlerce insanın yıllarca yaptığı araştırmalar sonucunda bulunmuştur. Üzerinde bir oynama yapılmadığı zaman kimseye bir zararı yoktur, ama insan müdahalesiyle milyonları öldüren bir güç haline gelebilmektedir.

Atomun çekirdeğinde bulunan ve milyonlarca kişinin hayatını tehlikeye sokabilecek olan bu olağanüstü kuvveti, "fisyon" (nükleer parçalanma) ve "füzyon" (nükleer kaynaşma) tepkimeleri diye adlandırılan iki teknik işlem açığa çıkarmaktadır. Fisyon adıyla bilinen reaksiyon atom çekirdeğinin bölünmesi, füzyon isimli reaksiyon ise iki çekirdeğin büyük bir güçle bir araya getirilip birleştirilmesi olayıdır. Her iki reaksiyonda da çok fazla miktarda enerji açığa çıkmaktadır.

NÜKLEER KAYNAŞMA (FÜZYON)

Nükleer kaynaşma (füzyon), parçalanmanın tersine çok hafif iki çekirdeği birleştirerek daha ağır bir çekirdek oluşturmak ve bu şekilde açığa çıkan bağ enerjisini kullanmaktır. Ama bunu denetim altında oluşturmak oldukça zor bir iştir. Çünkü çekirdekler pozitif elektrik yükü taşır ve birbirlerine yaklaştırmak istenildiğinde çok şiddetli bir şekilde birbirlerini iterler. Bunların kaynaşmasını sağlamak için aralarındaki itme kuvvetini yenebilecek büyüklükte bir kuvvetin kullanılması gerekmektedir. Gereken bu kinetik enerji (hareket enerjisi), 20-30 milyon derecelik bir sıcaklığa eşdeğerdir.

Bu olağanüstü yüksek bir derecedir. Araştırmacılar senelerdir, tükettiğinden daha fazla güç üreten sabit bir füzyon üretmek için çalışmalarına rağmen, bugüne kadar başarılı olamamışlardır.

Füzyon tepkimeleri Güneş'te her an doğal olarak gerçekleşmektedir. Güneş'ten gelen ısı ve ışık, hidrojen çekirdeklerinin birleşerek helyuma dönüşmesi ve bu dönüşüm sırasında kaybolan maddenin yerine enerji ortaya çıkması sayesinde meydana gelmektedir. Güneş saniyede 564 milyon ton hidrojeni 560 milyon ton helyuma çevirir. Kalan 4 milyon ton gaz maddesi de enerjiye dönüşür. Dünyamızdaki canlılık için son derece hayati öneme sahip güneş enerjisini meydana getiren bu müthiş olay milyonlarca yıldır, hiç durmadan devam etmektedir. Bu noktada, şöyle bir soru aklımıza gelebilir. Eğer Güneş'te, saniyede 4 milyon ton kadar büyük bir miktar madde kaybediliyorsa, Güneş'in sonu ne zaman gelecektir?

Güneş saniyede 4 milyon ton, dakikada ise 240 milyon ton madde kaybetmektedir. Güneş'in, 3 milyar yıldan beri bu hızla enerji ürettiğini varsayarsak, bu süre içinde kaybetmiş olduğu kütle 400.000 milyon kere milyon ton olacaktır ki, bu değer, yine de Güneş'in şimdiki toplam kütlesinin 5000’de biri kadardır. Bu miktar, 3 milyar yılda 5 kg’lık bir taş yığınından 1 gram kum eksilmesi gibidir. Bundan da anlaşılacağı gibi Güneş'in kütlesi öyle büyüktür ki, bu kütlenin tükenmesi çok uzun bir zaman gerektirir.

İnsanoğlu, Güneş'in yapısını ve içinde meydana gelen olayları ancak bu yüzyılda keşfetmiştir. Bundan önce kimsenin nükleer patlama, fisyon, füzyon türü olaylardan haberi dahi yoktu. Güneş'in nasıl enerji ürettiğini kimse bilmiyordu. Ancak insanoğlu daha bunlardan habersizken Güneş, milyonlarca yıldır bu akıl almaz mekanizmasıyla yeryüzünün ve hayatın enerji kaynağı olmaya devam ediyordu.

İşte bu noktada şu gerçeğe dikkat çekmek gerekir: Dünyamız muazzam büyüklükte bir kütleye sahip ve enerji kaynağı olan Güneş'ten o kadar hesaplı bir uzaklığa yerleştirilmiştir ki ne onun yakıcı, yok edici etkisine maruz kalır, ne de onun sağlayacağı faydalı enerjiden yoksun kalır. Aynı şekilde bu derece korkunç bir güce ve enerjiye sahip olan Güneş de başta insan olmak üzere yeryüzündeki tüm canlılığa en faydalı olacağı mesafe, güç ve büyüklükte yaratılmıştır.

Bu devasa kütle ve içinde gerçekleşen akıl almaz nükleer reaksiyonlar milyonlarca yıldır yeryüzüyle mükemmel bir uyum içinde ve en kontrollü biçimde faaliyetini sürdürmektedir. Bunun ne kadar olağanüstü, kontrollü ve dengeli bir sistem olduğunu anlamak için, insanın kendi ürettiği basit bir nükleer santrali bile kontrol altında tutmaktan aciz kaldığını hatırlamak yeterlidir. Örneğin, 1986 yılında Rusya’daki Çernobil reaktöründe meydana gelen nükleer kazayı hiçbir bilim adamı, hiçbir teknolojik alet engelleyememiştir. Öyle ki bu nükleer kazanın etkisinin 30-40 yıl süreceği söylenmektedir. Bilim adamları bu etkiyi engellemek için bölgeyi dev kalınlıkta betonlarla kapattıkları halde, ilerleyen günlerde betonlardan sızıntı olduğu haberleri alınmıştır. Değil nükleer patlama, nükleer bir sızıntı bile insan yaşamı için son derece tehlikelidir ve bilim bu tehlike karşısında çaresiz kalmaktadır.

İşte bu noktada Allah’ın sonsuz gücü ve evrendeki her bir zerre (atom) ve bu zerrenin içindeki tanecikler (proton, nötron...) üzerindeki hakimiyeti ile karşı karşıya kalmaktayız. Allah'ın, yarattıkları üzerindeki bu gücü ve hakimiyeti bir ayette şöyle haber verilir:

Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur'an'dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, Biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61)
 
GÜNEŞ’TEKİ ENERJİ NASIL AÇIĞA ÇIKIYOR?

Çekirdeğinde sadece tek bir proton yer alan hidrojen, evrendeki en basit elementtir. Helyumun çekirdeğinde ise, iki proton ve iki nötron bulunur. Güneş'te gerçekleşen işlem, dört hidrojenin birleşmesiyle bir helyum elementinin oluşmasıdır. Bu işlem sırasında çok büyük bir enerji açığa çıkar. Dünya'ya gelen ısı ve ışık enerjisinin neredeyse tamamı, Güneş'in içindeki bu nükleer reaksiyonla oluşmaktadır.
http://fotogaleri.hurriyet.com.tr/LiveImages%5CFoto%20Haber%5CGüneş%20patlamaları%5C1.jpg

Ancak, dört hidrojen atomunun biraraya gelip bir anda helyuma dönüşmesi mümkün değildir. Bunun için, iki aşamalı bir işlem gerçekleşir. Önce iki hidrojen birleşir ve bir proton ve bir nötrona sahip bir "ara formül" meydana gelir. Bu ara formüle "dötron" adı verilir. Sonra da iki dötronun birleşmesiyle bir helyum çekirdeği oluşur.

İki Ayrı Atom Çekirdeğini Birbirine Yapıştıran Kuvvet Nedir?

Bu kuvvete "güçlü nükleer kuvvet" denir. Güçlü nükleer kuvvet;
  • Evrendeki en büyük nükleer kuvvettir.
  • Yerçekiminden milyar kere milyar kere milyar kere milyar kat daha güçlüdür. Bu güç sayesinde iki hidrojen çekirdeği birbirine yapışabilmektedir.

Ancak araştırmalar göstermiştir ki, güçlü nükleer kuvvet, bu işi yapmak için tam gereken miktardadır. Güçlü nükleer kuvvet, eğer şu anda sahip olduğu değerinden biraz bile daha zayıf olsaydı, iki hidrojen çekirdeği birleşemezdi. Yan yana gelen iki proton, hemen birbirlerini iter, böylece Güneş'teki nükleer reaksiyon başlamadan biterdi. Yani Güneş hiç var olmazdı. Ünlü bilim adamı George Greenstein, bu gerçeği "Eğer güçlü nükleer kuvvet birazcık bile daha zayıf olsaydı, o zaman Dünya'nın ışığı hiçbir zaman yanmayacaktı" diye açıklar.


DENGELİ REAKSİYONUN SIRRI

Acaba güçlü nükleer kuvvet birazcık daha güçlü olsa ne olurdu? O zaman da bir proton ve bir nötrondan oluşan dötron değil, iki protonlu di-proton meydana gelirdi. Ve bu durumda Güneş'in yakıtı aniden çok çok etkili bir yakıt haline gelirdi. Bu öyle bir yakıt olurdu ki, Güneş ve ona benzer diğer tüm yıldızlar, birkaç saniye içinde havaya uçardı. Güneş'in havaya uçması ise, birkaç dakika sonra tüm Dünya'yı ve üzerindeki tüm canlıları alevlere boğar birkaç saniye içinde kömür haline gelirdi. Ama Yüce Yaratıcımız olan Allah'ın rahmeti sayesinde güçlü nükleer kuvvetin gücü, tam olması gereken düzeydedir ve Güneş dengeli bir reaksiyon gerçekleştirir yani "yavaş yavaş" yanar.


GÜNEŞ’İ AYDINLIK KILAN YÜCE RABBİMİZ’DİR

Tüm bunlar, güçlü nükleer kuvvetin gücünün, tam insan yaşamına imkan verecek biçimde ayarlanmış olduğunu göstermektedir. Eğer bu ayarlamada bir sapma olsaydı, Güneş gibi yıldızlar ya hiç var olmazlar, ya da oluştukları andan çok kısa bir süre sonra korkunç birer patlamayla yok olurlardı. Allah, Güneş'i insanın yaşamı için özel bir şekilde yaratmıştır ve bunu Kuran'daki "Güneş ve Ay, belli bir hesap iledir"(Rahman Suresi, 5) ayetiyle bizlere bildirmiştir.

Tüm evreni yoktan var edip, sonra da onu dilediği biçimde düzenleyen tek güç alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Allah, gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratmış sonra da ona belli bir düzen vermiştir. Evrendeki cisimlerin mucizevi dengeler sayesinde kararlı bir şekilde durmaları, Allah'ın yaratışındaki kusursuzluğu gösteren delillerden sadece biridir. Yüce Allah'ın buyurduğu gibi, "Göğün ve yerin O'nun emriyle durması da, O'nun ayetlerindendir." (Rum Suresi, 25)

İnsan hayatının devamlılığı için temel kaynak olan Güneş’te oluşan reaksiyonlarda büyük bir enerji açığa çıkar. Bu enerji, nasıl olur da Güneş’in kendisine zarar vermez? Güneş’te meydana gelen reaksiyonlarda en ufak bir sapma olsaydı, Güneş ve Dünya bundan nasıl etkilenirdi?


DEVASA ATEŞ TOPU

Güneş’ten kopmuş, kocaman bir ateş topu. 60.000 derece sıcaklıkta, iyonize edilmiş gaz parçacıklarıyla doludur.

"Güneşi bir aydınlık, ayı bir nur kılan ve yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona duraklar tesbit eden O'dur. Allah, bunları ancak hak ile yaratmıştır. O, bilen bir topluluk için ayetleri böyle birer birer açıklamaktadır." (Yunus Suresi, 5)


UZAYDA NELER OLUYOR?

Her 11 yılda bir Güneş’teki aktivite zirveye varır. Solar maksimum diye anılan bu dönemde Güneş Dünya’ya yüksek enerjili parçacıklar ve radyasyon yağdırır.

8 dakikada olanlar Işık hızında ilerleyen ultraviyole ve X ışınları radyo iletilerini engelleyebilir...

30 dakikada olanlar Yüksek enerji yüklü parçacıklar Dünya’ya ulaşır, bunlar uyduların ve çok yüksekten uçan jetlerin güvenliğini tehdit edebilir.

48 – 96 saat arasında olanlar Dünya’nın manyetik alanı solar parçacık yığınları tarafından sarsılır, güç şebekeleri bundan zarar görebilir.

Manyetosfer, Dünya’nın manyetik alanı tarafından işgal edilen uzay bölgesi. Genellikle Güneş yönünde dışarı doğru 64 bin kilometreye kadar yayılır ama şiddetli Güneş fırtınaları manyetosferi 42 bin kilometre kalacak kadar daraltır. (TIME, 2000 Şubat)

"Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, güneşe, aya ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O'nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir." (Araf Suresi, 54)
GÜNEŞ SİSTEMİNDEKİ MUCİZEVİ DENGELER
Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır. (Nahl suresi, 12)
GÜNEŞ SİSTEMİNİN GALAKSİDEKİ YERİ

Güneş sistemi içerdiği muhteşem denge ve ölçülerin yanı sıra, Güneş Sistemi'nin Samanyolu Galaksisi'ndeki konumu da, kusursuz bir tasarımın ürünüdür. Yörünge, galaksinin merkezinden çok uzakta ve spiral kolların dışında bulunmaktadır.

Bilindiği gibi, Samanyolu galaksisi spiral şeklinde bir yapıya sahiptir. Spiral galaksilerdeki yıldızlar ve gök cisimleri, şişkin yuvarlak bir merkezi ve bu merkezden dışarı doğru aynı düzlemde ve aynı açıda kıvrılan kolları oluşturacak biçimde konumlanmışlardır. Merkezden çıkan bu spiral kolların arasında kalan uzay boşluğunda da bazı yıldız sistemleri bulunur, fakat bunların sayısı yok denecek kadar azdır. İşte bizim Güneş sistemi miz de bahsettiğimiz bu spiral kolların arasında yer alan ender yıldız sistemlerinden biridir.

PEKİ GÜNEŞ SİSTEMİ'NİN SPİRAL KOLLARIN ARASINDA OLMASI NEDEN BU KADAR ÖNEMLİDİR?

Güneş sistemi bulunduğu nokta itibariyle, spiral kollardaki gazlar ve artıklardan uzak temiz ve net bir uzay görüntüsüne sahibiz. Eğer spiral kollardan birinin içinde olsaydık, görüntümüz dikkate değer ölçüde bozulacaktı. Prof. Michael Denton, Nature's Destiny (Doğanın Kaderi) adlı kitabında bu konuda şunları söylemektedir:

Son derece çarpıcı olan bir başka gerçek, evrenin sadece bizim varlığımıza ve biyolojik ihtiyaçlarımıza olağanüstü derecede uygun olması değil, aynı zamanda bizim onu anlamamıza da son derece uygun olmasıdır... Güneş Sistemi'mizin bir galaktik kolun kıyısında bulunması, bizim geceleri gökyüzünü inceleyerek uzak galaksileri görebilmemizi ve evrenin genel yapısı hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlamaktadır. Eğer bir galaksinin merkezinde yer alsaydık, hiçbir zaman bir spiral galaksinin yapısını gözlemleyemez ya da evrenin yapısı hakkında bir fikir sahibi olamazdık. (Michael Denton, Nature's Destiny, s. 262.)

Spiral kollar arasında yer alan yıldızlar normalde yerlerinde uzun süre tutunamaz, sonunda bu kolların içerisine çekilirler. Ancak, Güneş Sistemi'miz son 4.5 milyar yıldır galaksinin spiral kolları arasındaki sabit yörüngesinde konumunu devam ettirmektedir.

Konumumuzun sabitliği, Güneş'in "galactic co-rotation radius" (galaktik ortak dönüş yarı çapı) adı verilen bir hat üzerinde yer alan ender yıldızlardan biri olmasından kaynaklanır.

Bir yıldızın iki spiral kol arasında sabit kalabilmesi için sadece galaksi merkezinden belli bir mesafede, yani "co-rotation radius" üzerinde olması ve tam olarak galaksi kollarının merkez çevresinde döndüğü hızda yol alması gerekmektedir. (Mishurov, Y.N. and L.A. Zenina. 1999. Yes, The Sun is Located Near the Corotation Circle. Astronomy & Astrophsica 341: s. 81-85) İşte galaksideki milyarlarca yıldız arasında yalnızca Güneşimiz, bu çok özel ve ayrıcalıklı konuma ve hıza sahip bir yıldızdır.

Bunun yanısıra, spiral kolların dışında olduğumuz için evrenin en güvenli yerinde bulunuyoruz. Çünkü yıldızların yoğun olarak bulunduğu ve bu nedenle çekim güçlerinin gezegen yörüngelerinde aksamalara yol açabileceği bölgelerin dışındayız.

Ayrıca, supernova patlamalarının öldürücü etkilerinden de çok uzağız. Aksi takdirde, Dünya'nın 4 milyar yılı aşkın uzun yaşamı (gezegenin insan yaşamına elverişli hale getirilmesi için gerekli olan süre) içinde bulunduğumuz galaksinin başka bölgelerinde mümkün olmazdı.

C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\HAKİKATLER\gunes_sistemi.jpg
İşte ancak Güneş Sistemi'mizin bu özel ve ayrıcalıklı konumda yaratılması sonucunda canlılık ve tabii ki insanlık Dünya üzerinde varlığını sürdürebilmektedir; insanlar ancak bu sayede içlerinde bulundukları evreni inceleyebilmekte ve Allah'ın yaratmasındaki eşsiz, üstün ve muazzam sanatı ve hikmetleri gözlemleyebilmektedirler.

Bir başka deyişle, evrenin fiziksel yasaları gibi Güneş Sistemi'nin uzaydaki konumu da, bu evrenin insan yaşamı için tasarlanmış olduğunu gösteren apaçık kanıtlar içermektedir.

GÜNEŞ SİSTEMİNDEKİ HASSAS DENGELER

Evrendeki hassas denge ve düzeni en açık biçimde gözlemlediğimiz alanlardan biri de, Dünyamızın içinde bulunduğu Güneş Sistemi'dir. Güneş Sistemi'ndeki büyüklü küçüklü gezegenlerin eşsiz düzenleri, sistemin 4 milyar yılı aşkın bir süredir kararlı bir yapıya sahip olmasını sağlamıştır.

Güneş Sistemi'nde 9 ayrı gezegen ve bu gezegenlere bağlı 54 ayrı uydu yer alır. Bu gezegenler, Güneş'e olan yakınlıklarına göre; Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Neptün, Uranüs ve Pluton'dur. Bu gezegenlerin ve 54 uydunun içinde yaşama uygun bir yüzey ve atmosfere sahip olan yegane gök cismi ise Dünya'dır.

Gezegenleri dış uzaya savrulmaktan koruyan etki, Güneş'in "çekim gücü" ile gezegenin "merkez-kaç kuvveti" arasındaki dengedir. Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü nedeniyle tüm gezegenleri çeker, onlar da dönmelerinin verdiği merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimden kurtulurlar. Ama eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş'e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı.

Bunun tersi de mümkündür. Eğer gezegenler daha hızlı dönseler, bu sefer de Güneş'in gücü onları tutmaya yetmeyecek ve gezegenler dış uzaya savrulacaklardı. Oysa çok hassas olan bu denge kurulmuştur ve sistem bu dengeyi koruduğu için devam etmektedir.

Bu arada söz konusu dengenin her gezegen için ayrı ayrı kurulmuş olduğuna da dikkat etmek gerekir. Çünkü gezegenlerin Güneş'e olan uzaklıkları çok farklıdır. Dahası, kütleleri çok farklıdır. Bu nedenle, hepsi için ayrı dönüş hızlarının belirlenmesi lazımdır ki, Güneş'e yapışmaktan ya da Güneş'ten uzaklaşıp uzaya savrulmaktan kurtulsunlar. Elbette tüm bu dengeler Güneş Sistemi'ndeki gezegenlerden biri olan Dünya için de geçerlidir.

Bunların yanısıra, son astronomik bulgular, sistemdeki diğer gezegenlerin varlığının, Dünya'nın güvenliği ve yörüngesi için büyük önem taşıdığını göstermiştir. Jüpiter'in konumu buna bir örnektir. Güneş Sistemi'nin en büyük gezegeni olan Jüpiter, varlığıyla aslında Dünya'nın dengesini sağlamaktadır. Astrofizik hesaplamalar, Jüpiter'in bulunduğu yörüngedeki varlığının, Güneş Sistemi'ndeki Dünya gibi diğer gezegenlerin yörüngelerinin istikrarlı olmasını sağladığını ortaya çıkarmıştır.

Diğer pek çok yıldız sisteminde Jüpiter benzeri gezegenler vardır. Fakat bunlar bulundukları sistemi kararlı hale getirmek ya da sistemlerindeki diğer gezegenleri korumaktan çok uzaktırlar. Washington Üniversitesi'nden Dr. Peter D. Ward'a göre, "Bugün gözlemlenebilen bütün Jüpiterler kötüdür. Tek iyi olan yalnızca bizimkidir. Ve öyle de olmak zorundadır, aksi takdirde ya karanlık uzaya ya da Güneşiniz'e doğru fırlardınız." (Peter D. Ward and Donald Brownlee, "Rare Earth: Why Complex Life is Uncommon in the Universe".)

Jüpiter açısından bir diğer önemli nokta da şudur: Jüpiter olmasaydı yüksek sayıdaki kuyruklu yıldız çarpmaları nedeniyle yeryüzünde hayat olamazdı. Fakat Jüpiter devasa kütlesinin oluşturduğu manyetik alan sayesinde Güneş Sistemi'ne giren meteor ve kuyruklu yıldızların yörüngesini saptırarak Dünya'ya yönelmelerini engeller. Böylece, Dünya'ya bir kalkan görevi gören dev bir manyetik koruyucu şemsiye oluşturur.

Jüpiter'in Dünya'yı koruyucu bu ikinci işlevini gezegen bilimci George Wetherill, "Jüpiter Ne Kadar Özel" adlı bir makalede şöyle açıklar:

Jüpiter'in bulunduğu yerde eğer bu büyüklükte bir gezegen var olmasaydı, Dünya, gezegenler arası boşlukta gezinen meteorlara ve kuyruklu yıldızlara yaklaşık bin kat daha fazla hedef olurdu... Eğer Jüpiter olduğu yerde olmasaydı, şu anda biz de Güneş Sistemi'nin kökenini araştırmak için var olamazdık. (G.W. Wetherill, "How Special is Jupiter?", Nature, vol. 373, 1995, s. 470)

Dünya-ay ikili gezegen siteminin de Güneş Sistemi'ndeki dengenin korunmasında çok önemli bir etken olduğu hesaplanmıştır. Dünya-ay sisteminin yokluğunda, Jüpiter'in muazzam kütlesi Merk ür, Venüs gibi iç gezegenlerde çok büyük bir istikrarsızlığa sebep olacaktı. Bu da belli bir zaman sonra Merkür ve Venüs gezegenlerinin yörüngelerinin çok fazla yakınlaşmasına yol açacaktı. Böyle bir yakınlaşma ise Merkür'ün sistemden dışarı atılmasına, Venüs'ün de yörüngesinin değişmesine neden olurdu. Güneş Sistemi'nin bir bilgisayar simülasyonunu yapan bilim adamları sistemde milyarlarca yıldır süre gelen denge ve kararlılığın, ancak bu gezegenlerin sahip oldukları ideal kütle ve konumları sayesinde mümkün olabileceğini, bu dengeden en ufak bir sapmanın dahi Güneş Sistemi'nin, dolayısıyla insanlığın var olmaması anlamına geleceğini belirlemişlerdir.

Kasım 1998'de dünyaca ünlü astronomi dergisi "The Astronomical Journal"da yayınlanan son astronomik çalışmalardan birinde de Güneş Sistemimiz'deki olağanüstü tasarım, "temel bulgularımız Güneş Sistemi'ndeki uzun süreli kararlılık ve dengenin sağlanması için bir tür "temel dizayn"a ihtiyaç olduğunu göstermektedir" (Innanen, Kimmo, S. Mikkola, and P.Wiegert. 1998. The Earth-Moon System and the Dynamical Stability of the Inner Solar System. The Astronomical Journal 116: s. 2055-2057.) ifadesiyle vurgulanmaktadır:

Kısacası Güneş Sistemi'nin yapısı da insan yaşamı için olağanüstü özel bir tasarımla düzenlenmiştir. Allah'ın bu üstün yaratışı, Kuran'da birçok ayetle haber verilmiş ve insanlara bu mucizevi yaratılış üzerinde düşünmeleri emredilmiştir:

Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesizbunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır. (Nahl Suresi, 12)
GÜNEŞ İLE DÜNYA ARASINDAKİ İDEAL UZAKLIK
Güneş de, Dünya da tam olması gerektiği gibi yaratılmıştır. Nitekim Allah’ın her şeyi bir hesap ile yaratışı Kuran’da şöyle haber verilmiştir:

"O sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi bir sükun (dinlenme), Güneş ve Ay'ı bir hesap (ile) kıldı. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen Allah'ın takdiridir." (Enam Suresi, 96)

Dünya Güneş'e ideal bir uzaklıktadır. Bunun en önemli sonuçlarından biri ise yaşam için gerekli olan ısı aralığının sadece Dünya'da bulunmasıdır. Jüpiter, Satürn ya da Pluton gibi uzak gezegenler aşırı derecede soğuk; Merkür, Venüs gibi yakın gezegenler aşırı derecede sıcak bir yüzeye sahiptiler.
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\HAKİKATLER\dünya- güneş.jpg

Dünya ile Güneş arasındaki uzaklığın özel bir tasarım olduğu gerçeğini kabul etmek istemeyenler şöyle bir mantık kurarlar: "Evrende Güneş'ten çok daha büyük ya da daha küçük yıldızlar vardır. Bunların da pekala kendi gezegen sistemleri olabilir. Bu yıldızlar eğer Güneş'ten daha büyükse, o zaman yaşam için ideal gezegen, Dünya ile Güneş arasındaki mesafeden çok daha uzakta olacaktır. Örneğin bir kırmızı devin etrafında Pluton'un mesafesinde dönen bir gezegen, bizim Dünyamız gibi ılık bir atmosfere sahip olabilir. Böyle bir gezegen, hayat için Dünya kadar uygun olacaktır."

Bu iddia çok önemli bir yönden geçersizdir: Farklı kütlelerdeki yıldızların farklı ışınlar yayacağı hesaba katılmamaktadır.

Yıldızların yaydıkları ışınların hangi dalga boylarında olacağını belirleyen etken, bu yıldızların kütleleri ve kütleleri ile doğru orantılı olan yüzey sıcaklıklarıdır. Örneğin Güneş'in yakın mor ötesi, görülebilir ışık ve yakın kızılötesi ışınlar yaymasının nedeni, 6000oC civarında olan yüzey ısısıdır. Eğer Güneş'in kütlesi biraz daha büyük olsaydı, yüzey ısısı daha yüksek olurdu. Bu durumda da Güneş'in yaydığı ışınların enerji seviyeleri artar ve Güneş, öldürücü etkiye sahip morötesi ışınları çok daha fazla yaymaya başlardı.

Bu durum bizlere, hayatı destekleyecek ışınları yayabilecek olan yıldızların, mutlaka bizim Güneşimize çok yakın bir kütleye sahip olması gerektiğini göstermektedir. Bu yıldızların bir gezegende hayatı destekleyebilmeleri için de, bu gezegenin tam şu anda Güneş ile Dünya arasındaki mesafe kadar uzakta olması şarttır.

Bir başka deyişle, bir kırmızı devin, mavi devin, ya da kütlesi Güneş'ten belirgin olarak farklı başka herhangi bir yıldızın etrafında dönen herhangi bir gezegen, hayat için bir barınak oluşturamaz. Hayatı destekleyecek tek enerji kaynağı Güneş gibi bir yıldızdır. Şu an bilinen hayat için uygun tek gezegen mesafesi ise Dünya-Güneş mesafesidir. Bu mesafe, Allah'ın özel bir tasarımla yaratmasının sonucunda ortaya çıkmıştır.

http://www.harunyahya.org/bilim/hy_evrenin_yaratilisi/res/gokkusak1.jpgGÜNEŞ IŞIĞINDAKİ İHTİYACA UYGUN TASARIM

Güneş'ten yayılan ışınların, Dünya üzerindeki yaşamı desteklemek için gereken çok dar aralığa sıkıştırılmış olması, gerçekten çok olağanüstü bir durumdur.
Ian Campbell, İngiliz fizikçi -Ian M. Campbell, Energy and the Atmosphere, London: Wiley, 1977, s. 1-2


Yaşadığımız hayat boyunca en çok gördüğümüz gök cismi Güneş'tir. Gündüzleri ne zaman kafamızı kaldırıp göğe baksak, onun göz kamaştıran ışığı ile karşı karşıya geliriz. Bize birisi gelip de "Güneş ne işe yarar" diye sorduğunda ise, fazla düşünmeden cevap veririz: Güneş bize ısı ve ışık sağlar. Bu cevap, biraz yüzeysel de olsa, doğrudur.


Ama acaba Güneş'in bize ısı ve ışık vermesi, tesadüfi ve amaçsız bir olay mıdır? Yoksa Güneş bizim için özel olarak mı tasarlanmıştır? Acaba bu gökteki ateş topu, sırf bizim ihtiyaçlarımıza uygun bir biçimde yaratılan dev bir "lamba" mıdır?
Son yıllardaki bilimsel bulgular, ikinci seçeneğin doğruluğunu göstermektedir. Çünkü, Güneş'in ışığında hayranlık uyandırıcı bir tasarım vardır.

DOĞRU DALGA BOYU

Hem ışık hem de ısı, elektromanyetik ışınım olarak bilinen enerjinin farklı şekilleridir. Elektromanyetik ışınımın tüm farklı şekilleri, uzayda enerji dalgaları şeklinde hareket ederler. Bu, bir gölün üzerine atılan taşların oluşturduğu dalgalara benzetilebilir. Ve nasıl bir göldeki dalgaların farklı boyları olabiliyorsa, elektromanyetik ışınımın da farklı dalga boyları olur.


Ancak elektromanyetik ışınımın dalga boyları arasında çok büyük farklar vardır. Bazı dalga boyları kilometrelerce genişlikte olabilir. Başka dalga boyları ise, bir santimetrenin trilyonda birinden daha ufaktır. Bilimadamları, bu farklı dalga boylarını sınıflara ayırırlar. Örneğin santimetrenin trilyonda biri kadar küçük dalga boylarına sahip olan ışınlar, gama ışınları olarak bilinir. Bunlar çok yüksek enerji taşırlar. Dalga boyları kilometrelerce genişlikte olan ışınlara ise "radyo dalgaları" adını veririz ve bunlar çok zayıf bir enerjiye sahiptir. Bu nedenle gama ışınları bizim için öldürücü iken, radyo dalgalarının bize hiçbir etkisi olmaz.


Burada dikkat edilmesi gereken nokta, dalga boylarının olağanüstü derecede geniş bir yelpazede dağılmış olmalarıdır. En kısa dalga boyu, en uzun dalga boyundan tam 1025 kat daha küçüktür. 1025, 1 rakamının yanına 25 tane sıfır eklenmesiyle oluşan bir sayıdır. 10, 000, 000, 000, 000, 000, 000, 000, 000 şeklinde yazabileceğimiz bu sayının büyüklüğünü daha iyi kavramak için bazı karşılaştırmalar yapmak yerinde olur. Örneğin Dünya'nın dört milyar yıllık ömrü boyunca geçen saniyelerin toplam sayısı, sadece 1017'dir. Eğer 1025 sayısını saymak istersek, gece gündüz hiç durmadan saymamız ve bu işi Dünya'nın yaşından 100 milyon kez daha uzun bir zaman boyunca sürdürmemiz gerekir! Eğer 1025 tane iskambil kağıdını üstüste dizmeye kalksak, samanyolu galaksisinin çok dışına çıkmamız ve gözlemlenebilir evrenin yaklaşık yarısı kadar bir mesafe gitmemiz icap eder.


http://www.harunyahya.org/bilim/hy_evrenin_yaratilisi/res/dalgaboyu.jpg 
IŞIĞIN FARKLI DALGA BOYLARI

Evrendeki yıldızların ve diğer ışık kaynaklarının hepsi aynı türde ışın yaymazlar. Bu farklı ışınlar, dalga boyuna göre sınıflandırılır. Farklı dalga boylarının oluşturduğu yelpaze ise çok geniştir. En küçük dalga boyuna sahip olan gama ışınları ile, en büyük dalga boyuna sahip olan radyo dalgaları arasında 10'lik (milyar kere milyar kere milyarlık) bir fark vardır.  Konunun ilginç yanı ise, Güneş’in yaydığı ışınların tamamına yakınının, bu 10 'lik yelpazenin tek bir birimine sıkıştırılmış olmasıdır. Çünkü bu daracık alanda, yaşam için gerekli olan yegane ışınlar bulunmaktadır.
Evrendeki farklı dalga boyları, işte bu kadar geniş bir yelpaze içine dağılmıştır. Ama ne ilginçtir ki, bizim Güneşimiz, bu geniş yelpazenin çok dar bir aralığına sıkıştırılmıştır. Güneş'ten yayılan farklı dalga boylarının % 70'i, 0.3 mikronla 1.50 mikron arasındaki daracık bir sınırın içindedir. Bu aralıkta üç tür ışık vardır: Görülebilir ışık, yakın kızılötesi ışınlar ve biraz da yakın morötesi ışınlar.

Bu üç tür ışık sayıca çok gibi durabilir. Ama gerçekte üçünün toplamı, elektromanyetik yelpazenin içinde tek bir birim yer kaplamaktadır! Bir başka deyişle, Güneş'in ışığının tümü, üstüste dizdiğimiz 1025 tane iskambil kağıdının tek bir tanesine karşılık gelmektedir.


Peki acaba neden Güneş'in ışınları bu daracık aralığa sıkıştırılmıştır?


Cevap son derece önemlidir: Güneş ışığı bu daracık aralığa sıkıştırılmıştır, çünkü Dünya üzerindeki yaşamı destekleyecek olan ışınlar, sadece bu ışınlardır.


İngiliz fizikçi Ian Campbell, Energy and the Atmosphere (Enerji ve Atmosfer) adlı kitabında bu konuya değinmekte ve "Güneş'ten yayılan ışınların, Dünya üzerindeki yaşamı desteklemek için gereken çok dar aralığa sıkıştırılmış olması gerçekten çok olağanüstü bir durumdur" demektedir. Campbell'e göre bu durum, "inanılmaz derecede şaşırtıcıdır". Ian M. Campbell, Energy and the Atmosphere, s. 1-2


Şimdi ışığın bu "inanılmaz derecede şaşırtıcı" tasarımını biraz daha yakından inceleyelim.


MORÖTESİNDEN KIZILÖTESİNE

Işığın 1025 farklı dalga boyunda olabileceğini belirttik. Bu dalga boylarının farklı enerji seviyeleri taşıdığına da değindik. Bu enerji seviyelerini incelediğimizde, farklı dalga boyundaki ışınların, madde ile temas ettiklerinde çok farklı etkiler meydana getirdiğini görürüz.
Elektromanyetik yelpazenin kısa dalga boyuna sahip ışınlarının ortak özelliği, çok yüksek enerji taşımalarıdır. Gama ışınları, X ışınları ve morötesi (ultraviyole) ışınları olarak bilinen bu ışınlar, atomlarla ya da moleküllerle karşılaştıklarında, yüksek enerjileri nedeniyle onları parçalarlar. Karşılarına çıkan maddeyi, mikro düzeyde, "delik deşik" ederler.


http://www.harunyahya.org/bilim/hy_evrenin_yaratilisi/res/isinlar.jpg 
Güneş ışınlarının hemen hepsi, 0.3 mikron ile 1.50 mikron arasındaki daracık bir dalga boyu aralığına sıkıştırılmıştır. Burada yakın morötesi ışınlar, görülebilir ışık ve kızıl ötesi ışınlar yer alır.
Öte yandan, daha uzun dalga boyuna sahip olan ışınlar ise, ki bunlar kızılötesinden başlar ve radyo dalgalarına kadar gider, çok az enerji taşıdıkları için, madde üzerinde önemli bir etki oluşturmazlar.

"Madde üzerinde önemli etki" dediğimiz şey ise, kimyasal reaksiyonlardır. Bilindiği gibi kimyasal reaksiyonların önemli bir bölümü, ortama enerji girişi ile mümkün olur. Bu gerekli enerji miktarına, "aktivasyon enerjisi" denir. Bu enerji miktarından daha azı ya da fazlası işe yaramayacaktır.


İşte elektromanyetik yelpazenin içinde yer alan çok farklı ışınların sadece çok küçük bir kısmı, bu "aktivasyon enerjisi"ne eşit bir enerjiye sahiptir. Dalga boyları 0.70 mikron ile 0.40 mikron arasında değişen bu ışınların hangi ışınlar olduğunu anlamak isterseniz, biraz başınızı kaldırıp etrafı seyredebilirsiniz. Çünkü bu ışınlar, şu an görmekte olduğunuz "görülebilir ışık"tır. Bu ışınların etkisiyle gözünüzde kimyasal reaksiyonlar oluşmakta ve zaten bu sayede görmektesinizdir.


"Görülebilir ışık" olarak adlandırılan bu ışınlar, elektromanyetik yelpazenin 1025'te 1'inden bile daha az bir aralıkta olmalarına rağmen, Güneş ışınlarının toplam % 41'ini oluşturur. Tanınmış fizikçi George Wald Scientific American dergisinde yayınlanan "Life and Light" (Yaşam ve Işık) adlı ünlü bir makalesinde bu konuyu ele almış ve "biyolojik kimyanın enerji ihtiyacı ile Güneş ışınımı arasındaki olağanüstü uyum"u vurgulamıştır.  Gerçekten de Güneş'in yaşama bu kadar uygun bir ışık yayması, olağanüstü bir tasarımdır.


PEKİ GÜNEŞ'İN GERİYE KALAN IŞINLARI NE ÖZELLİĞE SAHİPTİR?

Bunu incelediğimizde, Güneş'in görülebilir ışık dışında kalan ışınlarının çok büyük bölümünün "yakın kızılötesi" dediğimiz alanda kalan ışınlar olduğunu görürüz. Yakın kızılötesi alanı, görülebilir ışığın bittiği noktada başlar ve çok daracık bir aralığı içine alır.Bu aralık da, yine elektromanyetik yelpazenin 1025te 1'inden bile daha dar bir aralıktır. (Yakın kızılötesi alanı, dalga boyu görülebilir ışığın bittiği 0.70 mikronda başlayan ve 1.50 mikrona kadar uzanan ışınları kapsar.)


Acaba bu yakın kızılötesi ışınları neye yarar? Bu kez bu ışınların neye yaradığını görmek için başınızı kaldırıp etrafı seyredemezsiniz, çünkü bunlar görülemeyen ışınlardır. Ama göremediğiniz bu ışınları güneşli bir yaz ya da bahar gününde kolaylıkla hissedebilirsiniz. Dışarı çıkıp yüzünüzü Güneş'e doğrultun, yüzünüzde hissedeceğiniz ısı, kızılötesi ışınların yaptıkları etkidir.


Kızılötesi ışınlar ısı enerjisi taşırlar ve dolayısıyla Dünya'nın ısınmasını sağlarlar. Yani onlar da, yaşam için en az görülebilir ışık kadar zorunludurlar. Ve Güneş, tam da bizim için gerekli olan bu ışınları yaymak için yaratılmıştır: Güneş ışınlarının çok büyük bir bölümü, bu iki tür ışından oluşur.


Peki acaba Güneş'in geriye kalan ışınları nelerdir? Ve bu ışınların bize bir yararı var mıdır?


Güneş'in yaydığı ışığın içinde oranı en düşük olan üçüncü grup ışınlar, "yakın morötesi" ışınlardır. Morötesi ışınlar, temelde yüksek enerji taşıyan, dolayısıyla yaşam için zararlı ışınlardır. Ancak Güneş'in yaydığı morötesi ışınlar, morötesinin en "zararsız" kısmında, yani görülebilir ışığın hemen yanıbaşında yer alan ışınlardır. Bu ışınlar ise, mutasyon ve kanser gibi zararlı etkilerine rağmen, çok önemli bir ayrıntı nedeniyle yaşam için gereklidirler. Bu daracık aralık içindeki morötesi ışınlar, insanda ve diğer omurgalılarda, D vitamininin sentezi için gereklidirler. D vitamini vücuttaki kemiklerin oluşumu ve beslenmesi için zorunludur. Bu nedenle uzun süre Güneş ışığından uzak kalan kimselerde D vitamini eksikliği ve buna bağlı kemik hastalıkları baş gösterir. Bu daracık aralık, 0.29 mikon ile 0.32 mikron arasında alan morötesi ışınları içerir


Kısacası Güneş'in yaydığı ışınların tümü, insan yaşamı için gerekli ışınlardır. Güneş ışınları, elektromanyetik yelpazenin içinde yer alan 1025 farklı dalga boyundan sadece tek bir aralık içine sıkıştırılmıştır ve bunlar da, ne ilginçtir ki, tam bizim ısınmamızı, görmemizi ve diğer vücut fonksiyonlarını gerçekleştirmemizi sağlayan ışınlardır.


Yaşam için tüm gerekli koşullar gerçekleşmiş olsa bile, yalnızca Dünya 1025'lik yelpazenin herhangi başka bir aralığındaki ışınlara maruz kalsaydı yaşam yine olamazdı. İnsanın varlığı için 1025'te bir ihtimallik bu koşulun da sağlanmış olmasının tesadüf mantığıyla açıklanması elbette mümkün değildir.


Bu arada bu ışınların bir başka özelliğini daha belirtmek gerekir: Bu ışınlar, aynı zamanda bizi beslemektedirler de!

MUCİZEVİ GÜNEŞ IŞIĞI - FOTOSENTEZ UYUMU

Güneş, bitkilerin kullanacağı dalga boyunda ışınlar yayar. Güneş'in yaydığı ışın ile fotosentez için gerekli olan ışının birbiriyle yaklaşık olarak aynı olması, ışıktaki mükemmel tasarımı göstermektedir.

Yüksek teknoloji ile donatılmış, uzman kişilerin çalıştığı laboratuvarların bile başaramadığı bir işlemi bitkiler, yüz milyonlarca yıldır gerçekleştirirler. Bitkiler güneş ışığını kullanarak "fotosentez" yapar ve besin üretirler. Ancak bu olağanüstü işlemin çok önemli bir şartı, bitkilere ulaşan ışığın fotosentez yapmaya uygun bir ışık olmasıdır.

http://www.canim.net/kart_resimleri/doga_resim/orman.jpg

Bitkilerin hücrelerindeki klorofil moleküllerinin ışık enerjisine karşı duyarlı olmaları fotosentez yapmalarını sağlar. Klorofil, sadece çok belirli bir dalga boyundaki ışınları kullanabilir. Burada Allah'ın bir mucizesi ile daha karşılaşırız:
Güneş tam bitkilerin kullanacağı dalga boyunda ışınlar yayar. Güneş'in yaydığı ışın ile fotosentez için gerekli olan ışının birbiriyle yaklaşık olarak aynı olması, ışıktaki mükemmel tasarımı göstermektedir. Amerikalı astronom George Greenstein, "The Symbiotic Universe" (Simbiyotik Evren) adlı kitabında bu konuyla ilgili şunları yazmaktadır:

"Fotosentezi gerçekleştiren molekül, klorofildir... Fotosentez mekanizması, bir klorofil molekülünün güneş ışığını absorbe etmesiyle başlar. Ama bunun gerçekleşebilmesi için, ışığın doğru renkte olması gerekir. Yanlış renkteki ışık, işe yaramayacaktır."

Bu konuda örnek olarak televizyonu verebiliriz. Bir televizyonun, bir kanalın yayınını yakalayabilmesi için, doğru frekansa ayarlanmış olması gerekir. Kanalı başka bir frekansa ayarlarsanız, görüntü elde edemezsiniz. Aynı şey fotosentez için de geçerlidir. Güneş'i televizyon yayını yapan istasyon olarak kabul ederseniz, klorofil molekülünü de televizyona benzetebilirsiniz. Eğer bu klorofil molekülü ve güneş birbirlerine uyumlu olarak ayarlanmış olmasalar, fotosentez oluşmaz. Nitekim Güneş'e baktığımızda, ışınlarının renginin tam olması gerektiği gibi olduğunu görürüz.
Herhangi bir bitkinin fotosentez yapabilmesi, sadece ve sadece çok belirli bir ışık aralığında mümkündür. Bu aralık ise tam olarak Güneş'in yaydığı ışığa karşılık gelmektedir.

Bitkilerdeki bu mucizeyi görmezden gelenler belki, "Güneş ışığı daha farklı olsaydı, bitkiler de ona uygun şekilde gelişirdi" gibi bir düşünceye kapılabilirler. Oysa bu kesinlikle mümkün değildir. George Greenstein bir evrimci olmasına rağmen böyle bir şeyin mümkün olmadığını şöyle ifade eder:

"Belki insan burada bir tür adaptasyonun gerçekleştiğini düşünebilir: Bitkinin yaşamının güneş ışığının özelliklerine uyum sağladığını varsayabilir. Sonuçta, eğer güneş farklı bir ısıda olsa (ve farklı bir ışık yaysa) klorofil yerine bir başka molekül bu ışığı kullanacak biçimde gelişemez mi? Açıkçası, cevap "hayır"dır. En geniş sınırlarda dahi, tüm farklı moleküller ışığın çok belirli bazı renklerini absorbe edebilirler. Işığın absorbe edilmesi işlemi, moleküllerin içindeki elektronların yüksek enerji seviyelerine olan duyarlılıklarıyla ilgilidir ve hangi molekülü ele alırsanız alın, bu işi gerçekleştirmek için gereken enerji aynıdır. Işık, fotonlardan oluşur ve yanlış enerji seviyesinde foton, hiçbir şekilde absorbe edilemez... Kısacası yıldızların fiziği ile, moleküllerin fiziği arasında çok iyi bir uyum vardır. Bu uyum olmasa, yaşam imkansız olurdu."

http://www.bilim-teknoloji.net/images/fotosentez.jpgGreenstein özetle şunu söylemektedir: Herhangi bir bitkinin fotosentez yapabilmesi, sadece ve sadece çok belirli bir ışık aralığında mümkündür. Bu aralık ise tam olarak Güneş'in yaydığı ışığa karşılık gelmektedir. www.bitkilerevrimicurutuyor.com
Greenstein'ın ifadesiyle "yıldızların fiziği ile moleküllerin fiziği arasındaki bu uyum", asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar olağanüstü bir uyumdur. Güneş'in 1025'te 1 ihtimalle bizim için gerekli olan ışığı vermesi ve yeryüzünde bu ışığı kullanacak kompleks moleküllerin bulunması, elbette söz konusu uyumu bilinçli bir şekilde Allah'ın düzenlediğini göstermektedir. Allah bize bütün bu uyumun bir sebebi olduğunu ve her birinin Yaratılışa delil olduğunu Kuran'da şöyle bildirmektedir:

"Gerçekten, gece ile gündüzün ardarda gelişinde ve Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde korkup-sakınan bir topluluk için elbette ayetler vardır."(Yunus Suresi, 6)
YAŞAMIN KAYNAĞI: FOTOSENTEZ

Yaşamak için oksijene duyduğumuz ihtiyaç söylemeye bile gerek bırakmayacak kadar açıktır. Bilindiği gibi dünyadaki oksijen döngüsünün kaynağı fotosentezdir. Fotosentez Allah'ın sonsuz ilmini ve kudretini tanımak isteyen her insanın yakından incelemesi gereken bir işlemdir. Fotosentez, bilim adamlarının bugün bile tam olarak çözemedikleri eşsiz bir sistemdir. Elektronlar, atomlar ve moleküller vasıtasıyla yapıldığı için bu işlemi asla çıplak gözle göremeyiz fakat sonuçlarını bizzat yaşayarak hissederiz.

Fotosentez anlaşılması zor kimyasal formüller, olağanüstü küçüklükte sayı ve ağırlık birimleri içeren, çok hassas dengeler üzerine kurulmuş bir sistemdir. Etrafımızdaki bütün yeşil bitkilerde, bu işlemin gerçekleştiği trilyonlarca kimya laboratuvarı kurulmuştur ve ihtiyaç duyduğumuz oksijen, besinler ve enerji milyonlarca yıldır hiç durmadan üretilmektedir.

FOTOSENTEZ VE OKSİJEN DENGESİ

Atmosferdeki oksijenin yaklaşık %30'u karadaki bitkiler tarafından üretilirken, geri kalan %70'lik bölüm denizlerde ve okyanuslarda bulunan ve fotosentez yapabilen bitkiler ve tek hücreli canlılar tarafından üretilir. Fotosentez denildiğinde çoğu insanın aklına sadece yeşil bitkiler gelir oysa okyanuslar da oksijen kaynağıdır. Burada dikkat çekici olan, karadaki yeşil örtüyü devamlı yok eden insanların oksijenin ana kaynağı olan okyanusları aynı hızla yok edememesidir. Allah'ın fotosentez yapan farklı canlıları yaratmış olması, bitip tükenmeyen bir enerji kaynağına sahip olmamızı sağlamıştır.

Biyolojik olarak ihtiyaç duyduğumuz bütün enerjiyi ya doğrudan ya da otçul hayvanlar yoluyla bitkilerden alırız. Güneş ışını saf enerji kaynağıdır; ancak ham olarak o kadar da kullanışlı bir enerji şekli değildir. Bu enerjiyi vücutta doğrudan kullanmak ya da depolamak mümkün değildir. Bu yüzden güneş enerjisinin farklı bir enerji türüne çevrilmesi gerekir. İşte fotosentez bunu yapar. Bu işlem yoluyla bitkiler, güneş enerjisini daha sonra kullanabilecekleri bir enerji şekline dönüştürürler. Fotosentez işlemi yapraklardaki "fotosentetik reaksiyon" merkezlerinde meydana gelir. Güneş enerjisi kullanılarak havadaki karbondioksit, nişastaya ve diğer yüksek enerjili karbonhidratlara dönüştürülür. Ortaya çıkan oksijen ise havaya bırakılır. Bitki daha sonra besine ihtiyaç duyduğunda bu karbonhidratlarda depoladığı enerjiyi kullanır. Biz de bu bitkilerle beslenerek enerji ihtiyacımızı karşılarız. Böyle kompleks bir işlem sonucunda tüm canlıların yaşamak için ihtiyaç duydukları besine sahip olmaları, bazı canlıların ihtiyaçlarının diğer canlıların atıkları ile aynı olması Allah'ın sonsuz ilminin ve aklının bir eseridir.


BİTKİLERİN DEPOLADIKLARI GÜNEŞ ENERJİSİ
Arabanızın motoru güneş enerjisi ile çalışır. Jet uçakları güneş enerjisi sayesinde uçar. Siz de bu yazıyı okurken güneş enerjisi harcamaktasınız...

Elbette biraz önceki ki satırları okuduğunuzda ilk aklınıza gelecek olan, arabanızın benzin ile çalıştığı, jet uçaklarının ise uçak yakıtı kullandıkları olacaktır.

Bu yazıyı okumak için ihtiyacınız olan enerjiyi de Güneş'ten değil, en son öğünde yediğiniz besinlerden aldığınızı düşüneceksiniz. Oysa benzin de, yediğiniz besinler de, hatta yakacak olarak kullanılan odun ve kömür de fotosentezden elde edilen enerjiye sahiptirler.Nasıl mı? Bundan milyonlarca sene önce fotosentez yaparak güneş enerjisini bünyelerinde depolayan bitkiler ve bu bitkileri yiyen hayvanlar, toprağın derinliklerinde, yüksek basınç altında, milyonlarca sene bekledikten sonra bildiğimiz "petrol"ü meydana getirirler. Kömür ve doğalgaz da yine aynı şekilde oluşur. Kısacası fotosentez sayesinde bitkilerde depolanan güneş enerjisi milyonlarca yıl sonra insanların hizmetine bir başka yolla verilmiş olur.

Aynı şekilde yediğimiz besinlerden elde ettiğimiz enerji de, bitkilerin depoladıkları güneş enerjisinden başka bir şey değildir. Hayvansal gıdalardan elde ettiğimiz enerji de, yine o hayvanların bitkilerle beslenerek elde ettikleri enerjidir. Enerjinin kaynağı her zaman Güneş, bu enerjiyi insanın kullanacağı hale getiren sistem ise her zaman fotosentezdir.

Şaşırtıcı gelebilir ama günlük hayatımızda kullandığımız pek çok malzeme örneğin kağıt, pamuk ve diğer doğal liflerin neredeyse tamamı fotosentezle üretilen selülozdan oluşur. Hatta yün üretimi bile fotosentezle gelen enerjiye bağlıdır. Bütün bitkisel ve hayvansal ürünler ile petrol gibi organik maddelerden elde edilen sayısız yan ürünün kaynağı fotosentezle işlenen güneş enerjisidir.
ATMOSFERDEKİ GAZLARIN DENGESİ FOTOSENTEZ İLE SAĞLANIR
Canlılar, havadaki karbondioksitin ve dolayısıyla havanın ısısının sürekli artmasına neden olurlar. Her yıl insanların, hayvanların ve toprakta bulunan mikroorganizmaların yaptıkları solunum sonucunda milyarlarca ton karbondioksit atmosfere karışır. Ayrıca, fabrikalarda, evlerde, taşıtlarda kullanılan yakıtlardan atmosfere verilen karbondioksit miktarı da milyarlarca tonu bulmaktadır. Yapılan bir araştırmaya göre, son 22 yılda atmosferde görülen karbondioksit artışı 42 milyar tondur. Bu artışın en önemli nedenlerinden biri de kullanılan yakıtların artması ve ormanların hızla tahrip edilmesidir. Bu artış dengelenmediği takdirde ekolojik dengelerde bozulma meydana gelecektir. Böyle bir durumda atmosferdeki oksijen miktarı çok düşük seviyelere inecek, yeryüzünün ısısı artacak; bunun sonucunda oluşan küresel ısınma ise buzullarda erime meydana getirecektir. Bundan dolayı bazı bölgeler sular altında kalırken, diğer bölgelerde çölleşmeler meydana gelecektir. Bütün bunların bir sonucu olarak yeryüzündeki canlıların yaşamının büyük bir tehlikeye girmesi gerekir. Oysa böyle olmaz. Çünkü bitkilerin ve mikroorganizmaların gerçekleştirdiği fotosentez işleminde sürekli olarak karbondioksit tüketilir ve oksijen üretilir. Bu sayede karbondioksit fazlası, büyük ölçüde fotosentez yoluyla ve okyanuslar aracılığı ile atmosferden temizlenmiş ve atmosferdeki oksijen-karbondioksit dengesi sağlanmış olur.

“Ey insanlar, Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın. Gökten ve yerden sizi rızıklandıran Allah'ın dışında bir başka Yaratıcı var mı? O'ndan başka İlah yoktur. Öyleyse nasıl olur da çevriliyorsunuz?” (Fatır Suresi, 3). .

MUCİZEVİ GÜNEŞ IŞIĞI - GÖZ UYUMU
Biyolojik olarak gerçekleşen 'görme' işlemi için uygun olan yegane ışınlar, "görülebilir ışık" olarak tanımladığımız belli bir dalga boyudur. Güneş'in yaydığı ışığın büyük bölümü bu dalga boyuna karşılık gelir.

Görme işleminin gerçekleşmesi için en temel şart, retinadaki hücrenin fotonu (cisimden gelerek göze giren ışık demetleri ) algılamasıdır. İşte bunun gerçekleşmesi için, bu fotonun görülür ışık sınırları içinde kalması şarttır. Daha farklı bir dalga boyundaki fotonlar, hücreler için ya çok zayıf ya da çok güçlü kalırlar ve gereken reaksiyonu başlatamazlar. Gözün boyutlarının küçük veya büyük olması bir şey değiştirmez. Önemli olan, hücrenin algıladığı dalga boyu ile, fotonun dalga boyu arasındaki uyumdur.


Bilindiği gibi, canlı hücrelerinin yapı taşları organik moleküllerdir. Organik moleküller karbon atomunun sayısız farklı türevdeki bileşiklerinden meydana gelirler. Bu organik moleküllerin oluşturduğu görme hücrelerinin görülebilen ışığın dalga boyundan farklı ışınları algılayabilecek kapasiteye sahip olması mümkün değildir. Kısaca, diğer ışınları algılayacak bir göz tasarımının, yeryüzünde biyolojik olarak işlevsel olması imkansızdır.


http://www.resimsakla.com/data/media/18/saydam_goz.jpg
Prof. Michael Denton, Nature's Destiny (Doğanın Kaderi) adlı kitabında bu konuyu detaylı olarak inceler ve organik bir gözün ancak "görülebilir ışık" sınırları içinde görebileceğini açıklar. Teorik olarak tasarlanabilecek başka hiçbir göz modelinin, farklı dalga boylarını görebilmesi mümkün değildir. Prof. Denton, bu konuda şunları söylemektedir:


"Ultraviyole, X ve gama ışınları çok fazla enerji taşırlar ve yüksek derecede tahrip edicidirler. Uzak kızılötesi ve mikrodalga ışınları da yaşam için zararlıdır. Yakın kızılötesi ve radyo dalgaları ise çok zayıf enerjiye sahip oldukları için tespit edilemezler...


Pek çok nedenden dolayı, elektromanyetik yelpazenin görülebilir bölgesi, biyolojik görme yeteneği için uygun olan yegane bölgedir. Özellikle de insan gözüne benzer yüksek çözünürlü kamera tipi omurgalı gözleri için, bu ışık aralığından başka uygun bir dalga boyu yoktur."


Tüm bunları bir arada düşündüğümüzde, şu sonuca varırız: Güneş öyle ince tasarlanmış bir aralıkta ışık yaymaktadır ki, muhtemel ışık türlerinin sadece 1025'te 1'ini oluşturan bu aralık, hem Dünya'nın ısınması, hem kompleks canlıların biyolojik işlevlerinin desteklenmesi, hem bitkilerin fotosentez yapması, hem de Dünya üzerindeki canlıların görme yeteneğine sahip olması için en ideal aralıktır.


Elbette tüm bu hassas dengeler, tesadüf denen başıboş sürecin düzenlediği sistemler değildir. Tüm bunları yaratan, göklerin, yerin ve bu ikisi arasındaki her şeyin Rabbi ve Hakimi olan Allah'tır. Allah'ın yarattığı her detay yaşamın her aşamasında karşımıza bir mucizeler zinciri olarak çıkmakta ve bize, bizi Yaratan'ın sonsuz kudretini göstermektedir.
Yüce Yaratıcı Allah, sonsuz ilminin göstergesi olarak, binlerce çeşit farklı canlıda, binlerce çeşit farklı göz çeşidini, mükemmel yapılarıyla birlikte yaratmıştır. Kuran'da bir ayette Allah şöyle buyurmuştur:


"Gözler O'nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder. O, latif olandır, haberdar olandır." (Enâm Suresi, 103)
Tesadüfen rastlaşmaları ihtimal dışı olan bu iki faktörün biraraya gelmesi ise hem gözü, hem onun görebileceği ideal ışık aralığını, hem de bu aralıkta ışık yayan Güneş'i var eden Allah'ın özel yaratması ile mümkün olmuştur.

MUCİZEVİ GÜNEŞ IŞIĞI - ATMOSFER UYUMU

Güneş'ten yayılan ışınların yaşamı desteklemek için özel olarak tasarlandıkları çok açıktır. Ama bu konunun içinde şimdiye kadar değinmediğimiz çok önemli bir faktör daha vardır: Bu ışınlar Dünya yüzeyine ulaşabilmek için, atmosferden geçmek zorundadırlar.


Eğer atmosfer, bu ışınları geçirecek bir yapıya sahip olmasaydı, elbette bu ışınların bize hiçbir yararı olmazdı. Ama atmosferimiz, bu yararlı ışınların geçişine izin veren özel bir yapıya sahiptir.


İşin asıl ilginç olan yönü ise, atmosferin bu ışınların geçişine izin vermesi değil, sadece bu ışınların geçişine izin vermesidir. Çünkü atmosfer yaşam için gerekli olan görülebilir ve yakın kızılötesi ışınlarını geçirirken, yaşam için öldürücü olan diğer ışınların geçişini ise kesin biçimde engellemektedir. Bu ise, Güneş dışı kaynaklardan Dünya'ya ulaşan kozmik ışınlara karşı çok önemli bir "süzgeç" oluşturmaktadır. Denton bu konuyu şöyle açıklar:


Atmosfer gazları, görülebilir ışığın ve yakın kızılötesinin hemen dışında kalan tüm diğer ışınları ise çok güçlü bir biçimde yutarlar. Dikkat edilirse, atmosferin, elektromanyetik yelpazenin çok geniş alternatifleri içinde, geçişine izin verdiği yegane ışınlar görülebilir ışık ve yakın kızılötesini kapsayan daracık alandır. Neredeyse hiç gama, morötesi ve mikrodalga ışını Dünya yüzeyine ulaşmaz. Michael Denton, Nature's Destiny, s. 55


Buradaki tasarımın inceliğini görmemek mümkün değildir. Güneş 1025'te 1 ihtimalin arasından sadece bize yararlı olan ışınları yollamakta, atmosfer de zaten sadece bu ışınları geçirmektedir. (Güneş'in yolladığı çok az orandaki yakın morötesi ışınların büyük bölümü de, ozon tabakasına takılmaktadır.)


Konuyu daha da ilginç hale getiren bir başka nokta ise, suyun da aynı atmosfer gibi son derece seçici bir geçirgenlik özelliğine sahip olmasıdır. Su içinde yayılabilen ışınlar, sadece görülebilir ışıktır. Atmosferden geçebilen (ve ısı sağlayan) yakın kızılötesi ışınlar bile, suyun içinde sadece birkaç milimetre ilerleyebilirler. Dolayısıyla Dünya üzerindeki denizlerde, sadece yüzeydeki birkaç milimetrelik tabaka Güneş'ten gelen ışınlarla ısınır. Bu ısı daha aşağı doğru kademeli bir biçimde iletilir. Böylece belirli bir derinliğin altında, Dünya'daki tüm denizlerin ısısı birbirine çok yakındır. Bu ise deniz yaşamı için çok uygun bir ortam meydana getirmektedir.



Su, tüm diğer ışınları kesmesine rağmen, görülebilir ışığı metrelerce derinliğe kadar geçirir. Bu sayede deniz bitkileri fotosentez yapabilirler. Eğer suyun bu özelliği olmasa, Dünya'da yaşama uygun bir ekolojik denge oluşamazdı.

Suyla ilgili daha da ilginç bir başka nokta ise, görülebilir ışığın farklı renklerinin de suyun içinde farklı mesafelere kadar gidebilmesidir. Örneğin 18 metrenin altında kırmızı ışık sona erer. Sarı ışık 100 metre kadar bir derinliğe ilerleyebilir. Yeşil ve mavi ışık ise, 240 metreye kadar iner. Bu ise son derece önemli bir tasarımdır. Çünkü fotosentez için gerekli olan ışık, öncelikle mavi ve yeşil ışıktır. Suyun bu ışık rengini diğerlerinden çok daha fazla geçirmesi sayesinde, fotosentez yapan bitkiler denizlerin 240 metre derinliklerine kadar yaşayabilir.

Tüm bunlar çok önemli gerçeklerdir. Işıkla ilgili hangi fiziksel kanunu incelesek, her şeyin tam yaşam için olması gerektiği gibi olduğu ortaya çıkmaktadır. Encyclopaedia Britannica'da yer alan bir yorum, bunun ne kadar olağanüstü bir durum olduğunu şöyle kabul etmektedir:


Dünya'daki yaşamın farklı yönleri için görülebilir ışığın ne kadar önem taşıdığını düşündüğümüzde, atmosfer ve suyun ışık geçirgenliğinin bu denli dar bir alana sıkıştırılmış olduğu gerçeği karşısında, insan kendisini şaşkınlığa düşmekten alıkoyamamaktadır. Encyclopaedia Britannica, 1994, 15th ed., cilt 18, s. 203



SONUÇ

Materyalist felsefe ve ondan kaynak bulan Darwinizm, insan yaşamının, evren içinde tesadüfen ortaya çıkmış ve hiçbir amaca yönelik olmayan bir "rastlantı" olduğu iddiasındadır. Ancak gelişen bilimle birlikte ortaya çıkan bilgiler, gerçekte evrenin her detayında insanın yaşamını amaçlayan bir tasarım ve plan olduğunu göstermektedir. Bu öyle bir tasarımdır ki, ışık gibi belki de daha önce hiç düşünmediğimiz bir unsurda bile, insanı şaşkınlığa düşürecek kadar belirgindir.


Bu kadar büyük bir tasarımı "tesadüf"le açıklamaya kalkmak ise akıl dışıdır. Güneş'in elektromanyetik ışınımının, genel elekromanyetik yelpazenin 1025'te 1'i kadar bir alana sıkıştırılmış olması; hayat için gerekli olan ışığın da tam bu daracık alan oluşu; atmosfer gazlarının diğer tüm ışınları engellerken sadece bu ışınları geçirmeleri; ve suyun da yine diğer öldürücü ışınları engelleyip bu ışınlara izin vermesi... Bu denli olağanüstü hassas ayarlamalar, tesadüflerle değil, ancak yaratılışla açıklanabilir. Bu ise, tüm evrenin, ve bizi aydınlatıp ısıtan Güneş ışığı da dahil olmak üzere evrendeki tüm detayların, Allah tarafından bizler için özel olarak yaratılıp düzenlendiğini göstermektedir.


Bilimin ortaya çıkardığı bu sonuç, Kuran'da insanlara 14 asırdan beridir öğretilen bir gerçektir. Bilim, Güneş ışığının bizim için yaratıldığını, bir başka deyişle bizim "emrimize amade" kılındığını göstermektedir, Kuran'da ise "Güneş ve Ay bir hesap iledir" (Rahman Suresi, 5) denilmekte ve şöyle buyrulmaktadır:


Allah, gökleri ve yeri yaratan ve gökten su indirip onunla size rızık olarak türlü ürünler çıkarandır... Ve onun emriyle gemileri ve denizde yüzmeleri için size, emre amade kılandır Irmakları da sizin için emre amade kılandır. Güneş'i ve Ay'ı hareketlerinde sürekli emrinize amade kılan, geceyi ve gündüzü de emrinize amade kılandır. Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür. (İbrahim Suresi, 32-34)

GÜNEŞ BELİRLİ BİR SÜRE SONRA SÖNECEKTİR
Güneş'in yüzeyinde yaklaşık beş milyar yıldır hiç durmaksızın gerçekleşen kimyasal tepkimeler sonucunda, güneş ışığı kesintisiz oluşmaktadır. Gelecekte Allah'ın dilemesiyle belirli bir andan sonra bu reaksiyonlar sona erecek ve Güneş enerjisini yitirerek tümüyle sönecektir. Bu yönüyle yukarıdaki ayette de Güneş'in enerjisinin bir gün son bulacağına işaret ediliyor olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Ayette geçen "mustakarrin" kelimesi belirlenmiş bir yer veya belirlenmiş bir zaman anlamını içerir. "Akıp gitmektedir" olarak çevrilen "tecri" kelimesi ise "hareket eder, acele eder, deveran eder, dolaşır, usul izler, yol tutar, cereyan eder, akar" anlamlarına gelmektedir. Kelimelerin anlamlarından Güneş'in istikrar kılacağı mekan ve zamana doğru hareketini sürdürdüğü, ancak bu hareketin önceden belirlenmiş bir zamana kadar süreceği anlaşılmaktadır. Nitekim kıyamet günü ile ilgili tariflerdeki "Güneş, köreltildiği zaman" (Tekvir Suresi, 81) ayetiyle de böyle bir zamanın olacağı bildirilmektedir. Bunun vakti ise yine Allah Katında bellidir.

Ayette Allah'ın "takdiri" olarak çevrilen "takdiyru" kelimesi ise, "tayin etme, kaderini çizme, hükmetme, ölçüp biçme, ayarlama, ölçüyle yapma" anlamlarını kapsamaktadır. Yasin Suresi'nin 38. ayetindeki bu ifade ile de Güneş'in ömrünün Allah'ın belirlediği bir süre ile sınırlı olduğu bildirilmektedir. Kuran'da bu konuyla ilgili diğer ayetlerden bazıları şöyledir:

"Allah O'dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti; onları görmektesiniz. Sonra arşa istiva etti ve Güneş ile Ay'a boyun eğdirdi, her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedirler. Her işi evirip düzenler, ayetleri birer birer açıklar. Umulur ki, Rabbinize kavuşacağınıza kesin bilgiyle inanırsınız." (Rad Suresi, 2)

http://www.laleataman.com/gunluk/wp-content/images/gunluk%20gunes%20tutulmasini%20izlerken.jpg"(Allah) Geceyi gündüze bağlayıp-katar, gündüzü de geceye bağlayıp-katar; Güneş'i ve Ay'ı emre amade kılmıştır, her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedir. İşte bunları (yaratıp düzene koyan) Allah sizin Rabbinizdir; mülk O'nundur. O'ndan başka taptıklarınız ise, 'bir çekirdeğin incecik zarına' bile malik olamazlar." (Fatır Suresi, 13)

"Gökleri ve yeri hak olarak yarattı. Geceyi gündüzün üstüne sarıp-örtüyor, gündüzü de gecenin üstüne sarıp-örtüyor. Güneş'e ve Ay'a boyun eğdirdi. Her biri adı konulmuş bir ecele (süreye) kadar akıp gitmektedir. Haberin olsun; üstün ve güçlü olan, bağışlayan O'dur." (Zümer Suresi, 5)

Yukarıdaki ayetlerde geçen "musemmen" kelimesiyle de Güneş'in hareket süresinin "belirli" olduğu bildirilmektedir. Güneş'in sonu ile ilgili bilimsel yorumlarda, Güneşin her saniye 4 milyon ton madde tüketerek enerjiye çevirdiği, bu yakıt bittiğinde de Güneş'in ömrünü tamamlayacağı tarif edilmektedir.

Güneş'ten gelen ısı ve ışık, hidrojen çekirdeklerinin füzyon yöntemiyle birleşerek helyuma dönüşmesi sırasında, tüketilen maddenin yerine ortaya çıkan enerjidir. Dolayısıyla Güneş'in enerjisi -dolayısıyla ömrü- de bu yakıtın sona ermesiyle bitecektir. (En doğrusunu Allah bilir.) BBC Haber Merkezinin Bilim köşesinde, "Güneş'in Ölümü" başlığı altında verilen haberde şöyle bildirilmektedir:

... Güneş yavaş yavaş ölecek. Bir yıldızın çekirdeği içine çökerken, zaman içinde içerdiği helyum atomlarını tutuşturacak kadar sıcaklık kazanır. Helyum atomları füzyonla birleşerek, karbon oluştururlar. Helyum kaynakları tükendiğinde çekirdek tekrar çöker ve atmosferi patlar. Güneş, çekirdeğini üçüncü bir kez tutuşturacak kadar büyük kütle sahibi değildir. Dolayısıyla genişlemeye devam eder ve atmosferini bir dizi patlama sonucunda kaybeder... Kuruyan çekirdeği sonuçta beyaz bir cüce oluşturur; karbon ve oksijenden meydana gelen, Dünya büyüklüğünde küresel bir elmas gibidir. Bu noktadan sonra Güneş zamanla solacak, giderek ışığı kararacak ve sonunda tümüyle sönecektir.

National Geographic televizyon kanalının yayınladığı "Güneş'in Ölümü" adlı belgeselde de konu ile ilgili şunlar tarif edilmektedir:

(Güneş) Isı üretir ve gezegenimizde hayatın devamını sağlar. Fakat insanlar gibi Güneş'in de sınırlı bir ömrü vardır.
Yıldızımız yaşlandıkça giderek daha fazla ısınarak genişleyecek, böylece okyanuslarımızı buharlaştıracak ve Dünya gezegenindeki bütün yaşamı öldürecektir. Güneş zaman içerisinde daha fazla ısınır ve daha hızlı yakıt tüketir. Bu da Dünya üzerinde sıcaklığın artmasına ve sonucunda hayvan yaşamının sona ermesine, okyanusların buharlaşmasına ve tüm bitkilerin ölmesine yol açacaktır... Güneş genişleyecek, kırmızı dev bir yıldıza dönüşecek ve yakınındaki gezegenleri de yutacaktır... En sonunda ise büzülerek beyaz bir cüceye dönüşecektir .

Bilim adamları Güneş'in yapısını ve içinde meydana gelen olayları ancak son yüzyıllarda keşfetmişlerdir. Bundan önce Güneş'in enerjisini nereden kazandığı, Güneş'in nasıl ışık ve ısı yaydığı gibi olaylar bilinen bilgiler değildi. Kuran'da 14 yüzyıl öncesinden, böylesine devasa bir kütlenin enerjisinin tükenerek bir gün son bulacağının bildirilmesi, üstün bir ilmin varlığını göstermektedir. Herşeyi kapsayan bu bilgi, Yüce Rabbimiz'in ilmidir. Kuran'da bir ayette şöyle bildirilmektedir:

"... Rabbim, ilim bakımından herşeyi kuşatmıştır. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?" (Enam Suresi, 80). .
KIYAMET ALAMETLERİNDEN “GÜNEŞİN BATIDAN DOĞUŞU” YAKLAŞIYOR!
Peygamber Efendimiz (sav)’in hadislerinde haber verdiği kıyamet alametlerinden biri “Güneşin Batıdan Doğuşu”dur. Hadislerde bu alamet gerçekleşmeden kıyametin kopmayacağı bildirilmektedir.

Tarih boyunca pek çok insan, dağların heybetli yapısını, yıldızların ve Güneş'in büyüklüğünü kendi batıl anlayışına göre yorumlamış; evrenin sonsuza kadar var olacağını, asla yok olmayacağını zannetmiştir. Bu inanış çok tanrılı ve maddeci Yunan felsefelerinin, batıl Sümer ve Mısır dinlerinin temelini oluşturmuştur.


Bu inanca sahip insanların büyük bir yanılgı içinde oldukları bizlere Kuran'da haber verilir: Milyarlarca senedir işleyen bu kusursuz düzen, herşeyi yaratan Rabbimiz’in eseridir, O'nun emriyle ve O'nun belirlediği bir zamanda yine görkemli bir şekilde son bulacaktır. 20. yüzyıldaki bilimsel gelişmeler de asırlar öncesinden Kuran’da bildirilen bu gerçeği teyid etmekte, evrenin bir başlangıcı olduğunu ortaya koymaktadır. Tüm insanlar ve canlılar gibi evrenin de bir ölümü vardır.


http://www.yenimakale.com/makale_resim/YeniMakale_kıyamet.jpgKainatın, mikroorganizmalardan insanlara kadar içindeki tüm canlılar, yıldızlar ve galaksilerle birlikte ortadan kaldırılacağı zaman ayetlerde "saat" olarak ifade edilir. Bu "saat" Kuran'da "kıyamet vakti" anlamında kullanılan belirli ve özel bir saattir.

Kuran'da "kıyamet saati"nin geleceği haberinin yanı sıra, o zaman yaşanacak olaylar da tüm aşamalarıyla tasvir edilmiştir: "Gök yarılıp-parçalandığı zaman", "Denizler tutuşturulduğu zaman", "Dağlar kökünden sökülüp savrulduğu zaman", "Güneş köreltildiği zaman"… İnsanların bu olağanüstü durum karşısındaki korkuları, panikleri ve şaşkınlıkları da ayetlerde detaylı olarak anlatılmış, kaçacak veya saklanacak herhangi bir yer bulamayacakları, hiç kimsenin onları bu azaptan koruyamayacağı bildirilmiştir.


Kainatın sonunun nasıl olacağının tarih boyunca hep merak uyandırdığı Kuran ayetlerinden anlaşılmaktadır. Ayetlerde bildirildiğine göre, insanlar Peygamberimiz (sav)'e kıyamet saatinin ne zaman geleceğini sormuşlardır:
“Saatin (kıyametin) ne zaman demir atacağını (gerçekleşeceğini) sorarlar.” (Araf Suresi, 187)


"O ne zaman demir atacak?" diye sana kıyamet-saatini soruyorlar.“ (Naziat Suresi, 42)


Rabbimiz, Peygamberimiz (sav)'e bu soruya "Onun ilmi yalnızca Rabbimin katındadır." (Araf Suresi, 187) şeklinde cevap vermesini emretmiş, böylece kıyametin zamanını sadece Kendisi’nin bildiğini haber vermiştir.


Kuran'da kıyametin ne zaman kopacağı ile ilgili bir tarih bildirilmez, ancak kıyamet öncesinde ortaya çıkacak alametler haber verilir. Bir ayette kıyametin birçok işaretinin bulunduğu şöyle bildirilir:


“Artık onlar, kıyamet-saatinin kendilerine apansız gelmesinden başkasını mı gözlüyorlar? İşte onun işaretleri gelmiştir… “ (Muhammed Suresi, 18)


Bu "büyük haber"in işaretlerini anlamak için yapmamız gereken, kıyamet alametleri ve kıyamet günü ile ilgili Kuran ayetleri ve Peygamber Efendimiz (sav)’in hadisleri üzerinde dikkatle düşünmektir. Aksi takdirde, ayette bildirildiği gibi, kıyamet anı geldikten sonra düşünmenin bir faydası olmayacaktır. Peygamberimiz (sav) hadislerinde hem kıyamet işaretlerini haber vermiş, hem de kıyametin hemen öncesindeki dönem ile ilgili detaylı açıklamalarda bulunmuştur. Kıyamet alametlerinin ortaya çıkacağı bu devir “Ahir Zaman”dır.


Ahir zamanın ilk safhası dünyanın maddi ve manevi sorunlarla dolu olduğu bir dönemdir; bunun ardından gelecek ikinci devre ise "Altınçağ" olarak adlandırılan, Kuran ahlakının yeryüzünde hakim olacağı ve her alanda üstün bir refahın yaşanacağı bir çağdır. Altınçağ'ın sona ermesinin ardından dünya çok hızlı bir sosyal çöküş içine girecek ve ardından kıyamet saati gelecektir. En doğrusunu Allah bilir.


Kıyamet alametleri ayet ve hadisler doğrultusunda incelendiğinde, bu işaretlerin birbiri ardınca, birebir tasvir edildiği şekilde, içinde yaşadığımız çağda ortaya çıkmaya başladığı anlaşılmaktadır.


On dört asır öncesinden bildirilen alametlerin çıkışı, inananların Allah'a olan iman ve bağlılıklarını artıran son derece büyük olaylardır. Rabbimiz bir ayetinde "Ve de ki: Allah'a hamdolsun. O size ayetlerini gösterecektir, siz de onları bilip tanıyacaksınız." (Neml Suresi, 93)


şeklinde vaat etmektedir. Ancak öncelikle belirtmek gerekir ki, herşeyin en doğrusunu Allah bilir. Her konuda olduğu gibi kıyamet hakkında da O'nun bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Kesin olarak gerçekleşecek olan kıyametin vaktini sadece Allah bilmektedir:


“De ki: "Bilmiyorum, size vadedilen (kıyamet ve azab) yakın mı, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi koymuştur?" O, gaybı bilendir. Kendi gaybını (görülmez bilgi hazinesini) kimseye açık tutmaz (ona muttali kılmaz.)” (Cin Suresi, 25-26)


KIYAMET SAATİ YAKINDIR

İnsanların büyük bir bölümü kıyamet günü hakkında bilgi sahibidir. Hemen herkes kıyamet saatinin dehşetinden az veya çok haberdardır. Buna rağmen, çoğu insanın böylesine hayati bir konuda gösterdiği ortak bir tepki vardır; kıyamet üzerine düşünmek veya konuşmak istemezler. Kıyamet saati geldiğinde yaşanacak korkuyu akıllarına getirmemek için yoğun bir çaba sarf ederler. Gazetede okudukları bir afet haberinin veya bir felaketi gösteren bir filmin kendilerine kıyameti hatırlatmasına dahi tahammül edemezler. Bu günün mutlaka karşılaşılacak olan büyük bir gerçek olduğunu düşünmekten kaçınırlar.


http://www.resimcity.com/data/media/103/www.resimcity.com_uzay_resimleri_gunes.jpg
Bir kısım insanlar da kıyamet saatinin gerçekleşeceğine hiçbir şekilde ihtimal vermezler. Bunun bir örneğini Kehf Suresi'nde anlatılan zengin bağ sahibinin ifadelerinde de görmekteyiz:


“Kıyamet-saatinin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım.” (Kehf Suresi, 36)


Bu ifadelerde Allah'a inandığını söyleyen, fakat kıyamet gerçeğini düşünmeyen kimselerin gerçek anlayışları ortaya çıkmaktadır. Başka bir ayette de kıyamet saati ile ilgili olarak kuşkuya kapılan, şüpheye düşen inkarcılar hakkında Rabbimiz şu şekilde buyurmaktadır:


"Gerçekten Allah'ın vaadi haktır, kıyamet-saatinde hiçbir kuşku yoktur." denildiği zaman siz: "kıyamet-saati de neymiş, biz bilmiyoruz; biz yalnızca bir zanda (ve tahmin) bulunup zannediyoruz; biz kesin bir bilgiyle inanmakta olanlar değiliz." demiştiniz.” (Casiye Suresi, 32)
Bir kısım insanlar da kıyamet saatini bütünüyle inkar ederler:


“Hayır, onlar kıyamet-saatini yalanladılar; Biz kıyamet-saatini yalan sayanlara çılgınca yanan bir ateş hazırladık.” (Furkan Suresi, 11)


Kıyamet hakkında kendini kandıran tüm bu insanlar büyük bir hata yapmaktadırlar. Çünkü Allah ayetlerinde, kıyamet saatinin yakın olduğunu ve bu konuda hiçbir şüpheye yer olmadığını haber vermektedir:
“Gerçek şu ki kıyamet saati yaklaşarak gelmektedir, onda şüphe yoktur...” (Hac Suresi, 7)


“Biz gökleri, yeri ve her ikisinin arasındakileri hakkın dışında (herhangi bir amaçla) yaratmadık. Hiç şüphesiz o kıyamet saati de yaklaşarak gelmektedir...” (Hicr Suresi, 85)


Kuran'ın kıyamet ile ilgili haberinin üzerinden 1400 sene kadar uzun süre geçtiğini, bu sürenin de bir insanın hayatına kıyasla uzun olduğunu düşünenler olabilir. Ancak burada söz konusu olan, Dünya'nın, Güneş'in, yıldızların, kısacası tüm kainatın sonudur. Evrenin milyarlarca senelik geçmişi göz önüne alındığında, on dört yüzyıllık bir zaman diliminin çok kısa olduğu kesindir.


Büyük İslam alimi Bediüzzaman Said Nursi de benzer bir soruya hikmetli bir benzetme ile şöyle cevap vermiştir:
Kuran, "kıyamet yakındır" ferman ediyor. Bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakınlığına zarar vermez. Zira kıyamet dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nispeten bin veya iki bin sene, bir seneye nispetle bir iki gün veya bir iki dakika gibidir. Kıyamet saati yalnız insaniyetin eceli değil ki onun ömrüne nispet edilip uzak görülsün.


PEYGAMBERİMİZ (SAV)’İN SÖZLERİYLE KIYAMET ALAMETLERİ

Peygamber Efendimiz (sav)’in hadislerinde birçok kıyamet alameti haber verilir. Bunlardan bazıları Hz. İsa’nın yeryüzüne ikinci kez gelmesi ve Deccal’i öldürmesi, Hz. Mehdi’nin ortaya çıkması ve tüm dünyada İslam ahlakını hakim kılması, Güneşin batıdan doğması, Dabbet-ül arz’ın ortaya çıkışı ve dumandır. Savaşların, anarşinin, fakirliğin, zinanın, fuhuşun, cinsel dejenerasyonun artması, doğal afetlerin ve depremlerin sıklaşması, Kuran ahlakının terk edilmesi, sahte peygamberlerin ortaya çıkması da Peygamberimiz (sav)’in haber verdiği diğer kıyamet alametlerinden bazılarıdır.

Ancak burada çok önemli bir konuyu hatırlatmak gerekir. Hadislerde bildirilen işaretlerin bir kısmı 1400 yıllık İslam tarihinin herhangi bir döneminde, dünyanın belirli bir bölgesinde, belirli bir oranda görülmüş olabilir. Ancak böyle bir durum o dönemin Ahir zaman olduğunu göstermez. Çünkü bir devrin Ahir zaman olarak nitelendirilmesi için kıyamet alametlerinin tümünün aynı çağda, birbirlerini izleyerek gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu durum bir hadiste şöyle ifade edilmiştir:

"KIYAMET ALAMETLERİ BİRBİRİNİ TAKİBEN MEYDANA GELİR. BİR DİZİDEKİ BONCUKLARIN ART ARDA KOPMASI GİBİ."
Bu bilgi ışığında ahir zaman hadisleri incelendiğinde çok olağanüstü bir durum ortaya çıkmaktadır. Peygamberimiz (sav)'in yüzyıllar önce ayrıntılarıyla açıkladığı işaretler yeryüzünün hemen her köşesinde, birbiri ardınca ve tam anlamıyla belirtildiği biçimde “içinde bulunduğumuz çağda” yaşanmaktadır. Elbette bu, derin düşünülmesi gereken son derece mucizevi bir olaydır. Gerçekleşen her alamet insanlara, Allah'ın huzurunda hesap verecekleri kıyamet gününün çok yaklaşmış olduğunu ve bir an önce Kuran ahlakını hayata geçirmelerinin önemini bir kez daha hatırlatmaktadır.


Büyük İslam alimi ve mezhep imamımız Ebu Hanife, Fıkh-ı Ekber adlı eserinin son bölümünde bu alametlerin mutlaka gerçekleşecek olan hak alametler olduğunu şu şekilde bildirmektedir:


“Deccal'in, Ye'cüc ve Me'cüc’ün çıkması, Güneş’in batıdan doğması, İsa (as)'ın gökten inmesi ve diğer kıyamet alametleri, sahih haberlerde varid olduğu vech ile (söylenmesi yönüyle), HAKTIR, OLACAKTIR.”


GÜNEŞİN BATIDAN DOĞUŞU YAKLAŞMAKTADIR

Peygamber Efendimiz (sav)’in hadislerinde haber verdiği kıyamet alametlerinden biri “Güneşin Batıdan Doğuşu”dur. Hadislerde bu alamet gerçekleşmeden kıyametin kopmayacağı bildirilmektedir:
“Kıyamet on alamet görülmedikçe kopmaz: Duman, Deccal, Dabbetü'l arz, GÜNEŞ'İN BATIDAN DOĞMASI, İsa'nın yeryüzüne inmesi...”(Rudani, Büyük Hadis Külliyatı, 5. cilt, s. 362)


"(Şu) altı şey gelmeden önce (ibadet sayılan iyi) amelleri işlemeye acele ediniz; GÜNEŞİN BATI TARAFINDAN DOĞMASI, Duhan, Dabbetü’l Arz, Deccal..." (Sünen-i İbni Mace, cilt 10, s. 295)


Kuran ayetlerinde de “Güneşin batıdan doğuşuna” işaret eden çeşitli ayetler bulunmaktadır. Bu ayetlerden biri Enam Suresi’ndedir:


“Onlar, kendilerine meleklerin gelmesini mi, ya da Rabbinin gelmesini mi veya RABBİNİN BAZI İŞARETLERİNİN GELMESİNİ mi bekliyorlar? RABBİNİN İŞARETLERİNDEN BAZILARININ GELECEĞİ GÜN, daha önce iman etmemişse veya imanıyla bir hayır kazanmamışsa hiç kimseye imanı yarar sağlamaz. De ki: "Bekleyin, Biz de şüphesiz beklemekteyiz." (Enam Suresi, 158)


Büyük İslam alimi Ahmed b. Hanbel yukarıdaki ayette geçen “RABBİ’NİN BAZI İŞARETLERİ” ifadesi hakkında Peygamberimiz (sav)’in “Güneşin batıdan doğuşudur” buyurduğunu rivayet etmektedir. Bu ayetle tüm insanlar, Rabbimiz’in kıyametin yaklaştığını gösteren işaretleri gelmeden önce iman etmeye çağırılmaktadırlar. Peygamber Efendimiz’in bu ayetle ilgili hadislerinden bazıları şu şekildedir:


“GÜNEŞ BATIDAN DOĞUNCAYA KADAR KIYAMET KOPMAZ. GÜNEŞ BATIDAN DOĞDUĞU ZAMAN, İNSANLARIN HEPSİ ONU GÖRÜRLER DE TOPTAN HEPSİ İMAN EDERLER.


İşte bu, ‘…Rabb’inin ayetlerinden biri geldiği gün, daha evvelden iman etmiş veya imanından bir hayır kazanmış olmayan hiçbir kimseye (o günkü) imanı asla fayda vermez…’ (En’am:158) olduğu zamandır. Muhakkak ki, kıyamet şüphesiz kopacaktır...". (Sahih-i Buhari, cil t 14, s. 6426)


"GÜNEŞ BATTIĞI YERDEN DOĞMADIKÇA KIYAMET KOPMAYACAKTIR. İnsanlar onu gördükleri zaman yeryüzünde bulunanlar iman ederler." (Sünen-i İbni Mace, cilt 9, s. 4362)


Büyük İslam müfessirleri de ittifakla bu ayeti yukarıdaki şekilde yorumlamakta, “Güneşin Batıdan Doğuşu” na işaret olarak tefsir etmektedirler. Kıyamet Suresi’nde geçen “Güneşle Ay biraraya getirildiği zaman….” (Kıyamet Suresi, 9) ayeti de aynı şekilde “Güneşin batıdan doğuşuna” bir delil olarak tefsir edilmektedir.


BU BÜYÜK ALAMET NASIL GERÇEKLEŞECEK?

Güneşin batıdan doğuşunun ne şekilde gerçekleşeceği hakkında birçok İslam alimi önemli açıklamalarda bulunmuştur. Bediüzzaman Said Nursi, Peygamber Efendimiz (sav)’in haber verdiği bu büyük alametin ne şekilde gerçekleşeceğini bir sözünde şöyle haber verir:


"Güneş'in mağribden tulûu (batıdan doğması) ise, bedahet derecesinde (İspata ihtiyaç duymayacak kadar aşikar) bir alâmet-i kıyamettir. Ve bedaheti için, aklın ihtiyarı ile bağlı olan tevbe kapısını kapayan bir hâdise-i semaviye (gökyüzü olayı) olduğundan tefsiri ve manası zâhirdir, tevile ihtiyacı yoktur." (Şualar, Beşinci Şua, Yirminci Mesele, s. 520)
Bu alamet, Bediüzzaman’ın da belirttiği gibi tüm insanların şahit olacakları, ayrıca bir delile ya da açıklamaya ihtiyaç duymadan anlayacakları çok olağanüstü bir şekilde gerçekleşecektir. İnsanlar dünya üzerindeki canlı ve cansız tüm varlıkları etkileyecek bu büyük gök olayına ve kıyametin yakınlığına bizzat tanıklık edeceklerdir. Bediüzzaman Said Nursi aynı sözünün devamında bu büyük alametin ne şekilde gerçekleşebileceği hakkında bazı bilgiler vermektedir. (En doğrusunu hiç şüphesiz Allah bilir.)


Allahu a'lem, o tulûun sebeb-i zâhirîsi: Küre-i Arz kafasının aklı hükmünde olan Kur'an onun başından çıkmasıyla zemin divane olup, izn-i İlahî ile başını başka seyyareye çarpmasıyla hareketinden geri dönüp, garbdan şarka olan seyahatını, irade-i Rabbanî ile şarktan garba tebdil etmekle Güneş garbdan tulûa başlar. Evet arzı şems ile, ferşi arş ile kuvvetli bağlayan hablullah-il metin olan Kur'anın kuvve-i cazibesi kopsa; küre-i arzın ipi çözülür, başıboş serseri olup aksiyle ve intizamsız hareketinden Güneş garbdan çıkar. Hem müsademe neticesinde emr-i İlahî ile kıyamet kopar diye bir te'vili vardır.


(Türkçeleştirilmiş şekli) Allah bilir, (güneşin batıdan) doğuşunun görünen sebebi: Yerkürenin başının aklı hükmünde olan Kuran’ın onun başından çıkmasıyla yerin aklını yitirip, Allah’ın izni ile başını başka bir yıldıza çarpması, bunun sonucunda da hareketinden geri dönüp, batıdan doğuya doğru olan dönüşünü, Allah’ın izniyle doğudan batıya doğru değiştirmesi ile Güneşin Batıdan doğmaya başlamasıdır. Evet, dünyayı güneşe, yeryüzünü gökyüzüne bağlayan Allah’ın güçlü ipi olan Kuran’ın çekim gücü koparsa, yerkürenin ipi çözülür, başıboş bir serseri olup ters ve düzensiz hareketinden dolayı Güneş batıdan doğar. Ve bu çarpışma neticesinde Allah’ın izni ile kıyamet kopar.


Bediüzzaman Said Nursi, bu alametin yer küreye bir yıldızın ya da bir göktaşının çarpmasıyla gerçekleşeceğini Risalelerin birçok yerinde haber verir. Allah’ın izni ile gerçekleşecek bu çarpışmanın ardından yeryüzünün dönüş yönü değişecek ve dünya batıdan doğuya doğru dönerken, doğudan batıya doğru dönmeye başlayacaktır. Bu da güneşin doğudan değil, batıdan doğmasıyla sonuçlanacak ve böylece Peygamberimiz (sav)’in haber verdiği büyük kıyamet alametlerinden biri daha gerçekleşecektir. Bediüzzaman Said Nursi bu büyük olayın ardından kıyametin kopacağını haber verir. En doğrusunu Allah bilir.


Bediüzzaman’ın Peygamberimiz (sav)’in hadisini tefsir ederken bildirdiği bu “çarpma ve sarsıntıyı”, Rabbimiz Kuran ayetlerinde bizlere haber vermiştir. Naziat Suresi’nde şu şekilde bildirilmektedir:


"O sarsıntının sarsacağı gün, arkasından onu diğer bir sarsıntı izleyecek." (Naziat Suresi, 6-7)


Ayette iki büyük sarsıntıdan bahsedilmektedir. Bu sarsıntılardan birincisi dünyamıza bir diğer yıldızın ya da göktaşının çarpması ile gerçekleşecek olan büyük sarsıntı olabilir.


(En doğrusunu Allah bilir.) İlk çarpışma milyonlarca yıldır kusursuz bir düzen içinde devam eden dünyamızın dönüşünü durduracaktır. Bu duruş dünyanın düzenini alt üst edecektir. Gece ve gündüz duracak, dünyanın bir tarafı günlerce karanlık içinde kalırken, diğer tarafında gündüz hiç bitmeyecektir. İnsanlar bu değişiklik nedeniyle çok büyük bir şaşkınlık yaşayacak, büyük bir korku, dehşet ve panik hali dünyayı kaplayacaktır. Yer kabuğu hareketlenecek, dünyanın dört bir yanını depremler saracaktır. Şiddetli volkanik patlamalar, mağmanın yeryüzüne doğru hareket etmesi, dehşet ve panik halini daha da artıracaktır.


Ancak Rabbimiz ilk sarsıntıyı ikinci bir sarsıntının izleyeceğini bildirmektedir. Bu ayetle ilk çarpışmanın ardından ikinci bir çarpışmanın yaşanacağına işaret ediliyor olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Yaşanan dehşet ikinci çarpışma ile daha da şiddetlenecektir. Bu çarpışma ile dünyamız ters yönde dönmeye başlayacaktır. Milyonlarca yıldır batıdan doğuya doğru, kusursuz bir şekilde, bir saniye bile şaşırmadan akıp giden Dünya, doğudan batıya doğru dönmeye başlayacak. Bunun neticesinde de Güneş doğudan değil, batıdan doğmaya başlayacak. Ancak hem çarpışmalar, hem de dünyanın dönüş yönündeki değişiklik tüm dünyanın düzenini ve canlıların hayatlarına devam etmelerine imkan sağlayan ekolojik sistemi altüst edecektir. İnsanlardaki dehşet hali daha da artacak, tüm canlıların ve dünyamızın yokoluş süreci başlayacaktır. Naziat Suresi’nin devamında Rabbimiz insanların bu sarsıntıların ardından nasıl bir ruh halinde olacaklarını şu şekilde haber vermektedir:


"O gün yürekler (dehşet içinde) hoplayacak. Gözler zillet içinde düşecek." (Naziat Suresi, 6-9)


“Hayır, onlar kıyamet saatini yalanladılar; Biz kıyamet-saatini yalan sayanlara çılgınca yanan bir ateş hazırladık.” (Furkan Suresi, 11)


Kaynaklar
“Do we know what killed the dinosaurs?”, Leslie Mullen, Science Communications, http://www.astrobio.net/news/modules.php?op=modload&name=News&file=article&sid=158
http://www.zoomdinosaurs.com/subjects/dinosaurs/questions/faq/Extinct.shtml
http://www.cosmographica.com/gallery/portfolio/portfolio351/pages/400-YucatanImpact.htm
http://www.priweb.org/ed/ICTHOL/ICTHOLrp/70rp.htm



65 MİLYON YIL ÖNCE DİNOZOR ÇAĞINA SON VEREN METEOR ÇARPMASI

Her yıl Dünya atmosferine giren 10.000 tondan fazla göktaşı, yine atmosfer sayesinde, bizim haberimiz bile olmadan, erimektedir. Ancak bu göktaşlarının atmosferde eritilemeyecek kadar büyük olanları da vardır. Örneğin Meksika’daki Yukatan Körfezine düşen yaklaşık
100 kilometre büyüklüğündeki meteor, dinozor çağını sona erdirmiştir. Günümüzden yaklaşık 65 milyon yıl önce gerçekleşen bu meteor çarpışmasının ardından yaşananları incelemek, Bediüzzaman Said Nursi’nin işaret ettiği ve ayetlerde de bildirilen iki büyük çarpışmanın yeryüzünde ve canlıların üzerinde ne gibi etkiler oluşturabileceğini anlamamızda yardımcı olmaktadır.

Bu çarpışma ekolojik sistem üzerinde çok köklü değişiklikler meydana getirmiştir. İlk etki, çarpmanın neticesinde oluşan geniş çaplı yıkım olmuştur. Çarpmanın ardından volkanik patlamalar, dünyanın dört bir yanında depremler, tsunamiler, şiddetli fırtınalar, yangınlar, asit yağmurları meydana gelmiştir.


Atmosfere girdiği anda bir ateş topuna dönüşen, güneşten 4 kat daha parlak olan bu meteor, global ısınmaya sebebiyet vermiştir. Çarpma, kaynama seviyesinde bir sıcaklık oluşturmuş, atmosferde kimyasal değişiklikler olmuş, yayılan gaz ve toz bulutları, buharlaşmış sülfür dünya çapında bir kararmaya, güneş ışığının bloke edilmesine yol açmıştır. Bunun sonucunda global ısı düşmüş, birkaç nesil boyunca daimi kış oluşmuş ve fotosentez durmuştur. Bilim adamları fotosentezin sadece bir sene durmasının dahi ekosistemi tamamen çökerteceğini belirtmektedirler. Çünkü dünya üzerindeki yaşamın yüzde 99,9’u Güneş’e bağlıdır ve Güneş çıkartıldığında yaşamın ilk koşulu yok edilmiş demektir.

Dolayısıyla Güneş ışığının uzun süre bloke edilmesi dünyadaki ekolojik sistemi değiştirmiştir. Bitkilerin ve planktonların yokolmasıyla dünyadaki oksijen seviyesi ani bir şekilde düşmüştür. Bitkilerle beslenen hayvanlar bir süre sonra açlıktan ölmüş, yüzlerce yıl süren bu değişiklik birçok hayvan türünün yok olmasıyla sonuçlanmıştır. 65 milyon yıl önce meydana gelen bu meteor düşmesinin ardından denizlerdeki canlı türlerinin yüzde 90’ı, karada yaşayan omurgalıların yüzde 70’i yok olmuştur. K/T yokoluşu adı verilen bu çarpmanın en önemli etkisi ise dinozor çağını sona erdirmesi olmuştur.


“GÜNEŞİN BATIDAN DOĞUŞUNUN” ARDINDAN YAŞANACAKLAR

ŞİDDETLİ SARSINTILAR BİRBİRİNİ TAKİP EDECEK

Bu iki büyük çarpışma tüm yeryüzünün ekolojik sistemini değiştirecek, insanlar, hayvanlar ve diğer tüm varlıklar art arda çok büyük felaketlerle karşılaşacaklardır. Çarpışmalar ve dünyanın yönünün değişmesi yer kabuğunu hareketlendirecek ve dünyanın dört bir yanında şiddetli depremler gerçekleşecektir. Nitekim Peygamber Efendimiz de şiddetli depremleri kıyametin alametlerinden biri olarak saymaktadır.


Dev boyutlardaki dağlar, ağaçlar, gökdelenler, binalar kısaca yeryüzünün her noktası sarsılmaya başlayacaktır. Bundan önce hiç rastlanmamış bu sarsıntı karşısında insanlar büyük bir paniğe ve korkuya kapılacaklardır. En korkunç olan ise bu sarsıntıdan kaçacak ya da sığınıp kurtulabilecek hiçbir yerin olmamasıdır. Çünkü bu sarsıntı daha önce insanların görmüş oldukları ve yalnızca belli bir bölge ya da şehirde meydana gelen, saniyelerle hesap edilen depremlerin bir benzeri değildir. Bu kez yaşanan, hiçbir kaçışın olmadığı, aynı anda dünyanın dört bir yanında başlayan bir sarsıntıdır.
Dünya üzerinde yaşanmış ve sonuçları insanları derinden etkilemiş sarsıntıları, depremleri bir an için gözünüzün önüne getirin. Bu sarsıntıların tümü sadece saniyelerce sürmüş, ancak buna rağmen ardında büyük enkazlar bırakmıştır.

Ancak Peygamberimiz (sav)’in kıyamet alameti olarak saydığı bu sarsıntılar ne şiddet, ne meydana gelen sonuç ne de kapsam olarak daha önce dünyada yaşanan depremlere benzemeyecektir. Dünyadaki bir deprem her ne kadar şiddetli olursa olsun, insanlar için çoğu zaman bir kurtuluş olasılığı vardır. İnsanlar bunu bildikleri için sarsıntı başlar başlamaz kendilerini kurtarabilmek amacıyla birtakım tedbirler almaya, hızla depreme karşı güvenlik içinde olabilecekleri bir yere saklanmaya çalışırlar. Oysa insanların hepsi anlayacaklardır ki, bu sarsıntılar daha önce yaşadıklarının bir benzeri değildir; hiçbir şekilde kaçıp kurtulma ihtimali yoktur. Kuşkusuz insanlar, kıyamet saatine dair herşey gibi, meydana gelecek ve kaçış imkanı olmayacak bu sarsıntılar için de Kuran'da şöyle uyarılmışlardır: "Ey insanlar, Rabbinizden korkup-sakının, çünkü kıyamet saatinin sarsıntısı büyük bir şeydir." (Hac Suresi, 1)

Kıyamet saatinde, yeryüzünde sahip olunan hiçbir şeyin değeri ve anlamı kalmayacaktır. İnsanları aldatan herşey; lüks evler, dev gökdelenler, beş yıldızlı oteller, ömürleri boyunca hırsla paralar biriktirerek aldıkları ve üzerinde onca emek vererek yaptırdıkları ve düzenledikleri evler, saraylar, köprüler, dünyanın en ünlü yapıları; yüzyıllarca her türlü doğa olayına karşı yıkılmadan ayakta kalabilmiş olan piramitler, tarihi kaleler, şehirler adeta deniz kenarına yapılmış kumdan kaleler gibi hızla çökeceklerdir. Umut bağlanan işyerleri, lüks arabalar kısaca dünya hayatında insanın sahip olduğu, sahip olmakla övündüğü tüm maddi zenginlikler bir anda yok olacaktır. İnsanların elde ettikleri şan, şöhret, itibar ve iktidarın hiçbir anlamı veya önemi kalmayacaktır.


Türlü bahanelerle Allah'ı inkar için çaba göstermiş ve ne yapması gerektiğini bildiği halde ibadet etmekten kaçmış olan her kişi, sonunda Allah'tan başka sığınılabilecek bir güç olmadığını çok iyi anlayacaktır. Ama artık kendileri için geriye dönüş ve yaptıklarını telafi imkanı olmayacak, yaşanan pişmanlık da kişiye bir fayda getirmeyecektir.


YANARDAĞ PATLAMALARI DÜNYAYI SARACAK

Çarpışmaların etkisiyle oluşan depremleri yanardağ patlamaları takip edecek, çarpışmaların şiddetiyle yerkabuğunda kırılmalar meydana gelecek ve mağma yeryüzünün her yerinden fışkıracaktır. Zelzele Suresi’nde Rabbimiz şu şekilde buyurmaktadır:


"Yer, ağırlıklarını dışa atıp-çıkardığı ve insan: "Buna ne oluyor?" dediği zaman; O gün (yer), haberlerini anlatacaktır. Çünkü senin Rabbin, ona vahyetmiştir." (Zelzele Suresi, 2-5)


Bilindiği gibi dünyanın merkezinde (yerkabuğunun 5.000-
6.000 km. aşağısında), oldukça yüksek basınca sahip, kor halinde bir katman bulunmaktadır. Ve bu katmanın sıcaklığının yaklaşık olarak 4.500oC olduğu tahmin edilmektedir.
Nitekim volkan patlaması sonucu yeryüzüne çıkan lavlar bu bölgede, yani magmada bulunmaktadır. Söz konusu patlamalar tarih boyunca birçok şehir halkına dehşet dolu anlar yaşatarak, insanların ölümüne hatta kimi zaman şehirlerin dahi tamamen yok olmasına sebep olmuşlardır. Çeşitli sebeplerden dolayı toprak katmanlarında oluşan kırılmalar sonucunda yeryüzüne sızan lavlar, basınç ne kadar yüksekse o kadar şiddetli fışkırırlar. Aslında burada belirleyici etken, gazın oranıdır. Magma yeryüzüne çıkarken gazlar sıvı haldeki maddeden ayrılarak magmanın üzerinde yayılır ve böylece basıncın artmasına neden olurlar. Magma, gazla ne kadar yüklüyse püskürtme esnasında o kadar fazla patlama olur ve yerin altında fokurdayarak kaynayan lavlar yeryüzüne çıkarak yerin üstünü adeta cehenneme çevirirler. Bu tarz bir patlama sadece belli bir bölgeyi içine alan kısmi bir patlamadır. Üstelik günümüzde yapılan incelemeler sonucu çoğu zaman böyle bir felaketten daha önceden haberdar olunup, tehlikenin bulunduğu bölgede çeşitli tedbirler alınabilmektedir.

Kuran ayetlerinde, "yerin ağırlıklarını dışa atması" ifadesiyle o gün yerin altında bulunan pek çok şeyle birlikte, çekirdekte bulunan akışkan kısmın da tamamıyla yerin üstüne çıkacağına işaret edilmektedir. Yeryüzünün tümünde meydana gelen şiddetli sarsıntılar ve yerin tüm katmanlarının kırılması böyle bir şeyin kolaylıkla gerçekleşebilmesi için gereken altyapıyı oluşturacaktır. Yani kıyamet gününde şiddetli depremler yerin altını üstüne getirecek, insanlar başlarına çöken dağlardan, dev binalardan kurtulmaya çalışırken yerdeki çatlaklardan fışkıran lavlar her yanı saracak, bu da insanların, ölümden hiçbir şekilde kaçışlarının olmadığını bir kere daha anlamalarına sebep olacaktır. Felaketleri felaketler izleyecek, birinden kurtulmaya çalışan, bir diğeri ile karşılaşacaktır. (En doğrusunu Allah bilir) Kuran ayetlerinde şöyle bildirilmektedir:


"Yer, düzlendiği, içinde olanları dışa atıp boşaldığı, ve 'kendi yaratılışına uygun Rabbine boyun eğdiği zaman." (İnşikak Suresi, 3-5)


http://img2.blogcu.com/images/e/g/e/egeryalansaa/lagvvl6.jpg
O gün yerin dışarı atacağı ağırlık, yalnızca magma katmanı değildir. Magma hem mantonun içindeki hem de mantoyla kabuk arasındaki ısı ve madde alışverişlerinin başlıca taşıyıcısıdır. Yani muhtemelen magma ile birlikte taşınan, yerin altında bulunan birçok madde, yüksek bir sıcaklıkla birlikte yerin yüzeyine çıkacaktır. Bu da yeryüzünün görülmedik bir şekilde ısınmasına neden olacaktır. Gerçekleşen olaylar sonucunda, yerin altında bulunan petrol, kömür gibi madenlerle birlikte tüm fosiller ve cesetler, tüm kalıntılar, kısaca yerin altında bulunan canlı cansız herşey dışarı atılacaktır. Kısaca yerin altı üstüne gelecektir. Allah, bu durumu Kuran'da şöyle haber vermektedir:


"Ve kabirlerin içi 'deşilip dışa atıldığı' zaman; (artık her) nefis önceden takdim ettiklerini ve ertelediklerini bilip-öğrenmiştir." (İnfitar Suresi, 4-5)


Yine yeraltı suları, sarsıntının şiddetiyle kırılan yerin katmanlarından dışarı fışkıracaktır. Tazyikli suyun etkisi ise oldukça şiddetlidir. Hem fışkırmanın başladığı bölgede önemli hasarlar meydana gelecek hem de yaşamı olumsuz etkileyen bir su tabakası yeryüzüne yayılacaktır.


Herhangi bir bölgede volkanik patlama olduğu zaman sayısız toz ve katı parçacık atmosferin üst tabakalarına fırlar. Böyle bir patlama sırasında çoğu zaman tüm bölgeyi küllerin kapladığı, söz konusu bölgenin toz duman içinde kaldığı bilinmektedir. Nitekim Allah ayette kıyamet gününde 'dağların toz duman halinde savrulacağını' (Vakıa Suresi, 6) bildirmiştir. Kuran'da anlatılanlara uygun olarak, kıyamet gününde dünyanın her yerinde buna benzer patlamaların olması ihtimali oldukça yüksektir.


Görüldüğü gibi insanlar dört bir yandan şiddetli bir azaba uğrayacaklardır. Her tarafı kaplayan toz ve duman bulutu, yine aynı anda yayılan gazlar, insanların nefes alamamasına ve acılar içinde kıvranmasına sebep olacaktır. O gün yaşanan bütün bu olaylar inkarcıların sonsuza kadar cehennemin içinde görecekleri ebedi azabın büyüklüğünü anlamaları için yeterlidir. Böylesine dehşetli bir bitirişle insanların hayatlarına son veren Allah, cehennemde inkarcılar için eşi benzeri olmayan maddi ve manevi bir azap hazırlamıştır. Yaşanan olayların azameti karşısında dehşetli bir ölüm korkusu her yanı sarmıştır. Geriye korku ve pişmanlıktan başka hiçbir şey kalmamıştır.


GÖKYÜZÜNÜN DURUMU

Uçsuz bucaksız evrenin her noktasını kaplayan gezegenler, yıldızlar, sayısız gök cismi Allah'ın tek bir emri ile yaratılmış, O'nun kudretiyle muazzam bir dengeyle korunmuştur. Allah, var olan herşey için olduğu gibi gökyüzündeki bu muazzam dünya için de görülmemiş bir son hazırlamıştır. İki büyük çarpışmanın ardından gökyüzünde de olağanüstü değişiklikler yaşanacak, insanların üzerine gökyüzünden felaketler yağacaktır.


Gökyüzü insanın her zaman için varlığından ve sürekliliğinden emin olduğu bir tavan gibidir. Allah'ın bir dayanak olmaksızın yükselttiği ve tuttuğu, uçsuz bucaksız uzay ile arasında perde görevi gören, bu görkemli tavan, yüzyıllarca, dünyayı ve üzerindeki canlıları sayısız tehlikelerden (ultraviyole ışınlar, gök taşları, uzayın dondurucu soğukluğu vs.) en küçük bir aksaklığa meydan vermeden korumuş, canlılığın devamı için gerekli olan en önemli etmen olmuştur. Karanlık uzaydan geçerek gelen ışık, atmosferin taşıdığı özellikler sayesinde dünyaya yeterince yayılmış, tüm gezegeni aydınlatmış ve insan, atmosferdeki hassas oksijen oranı sayesinde nefes alıp, hayat bulabilmiştir. Oysa yeryüzüne gökcisimlerinin çarpmasının ardından gök tüm işlevlerini kaybedecektir. Gökyüzünde yaşananlar ayetlerde şöyle haber verilir:


"O gün gök, sarsılıp çalkalanır." (Tur Suresi, 9)


"Bu nedenle gök bile yarılıp-çatlamıştır; (artık) O'nun va'di gerçekleştirilip-yerine getirilmiştir." (Müzemmil Suresi, 18)
"Gök yarılıp-çatlamıştır; artık o gün, 'sarkmış-za'fa uğramıştır." (Hakka Suresi, 16)


Yeryüzünü, yıldız ya da göktaşının çarpması sonucunda çok büyük bir toz ve duman bulutu saracaktır. Yeryüzünü saran bu duman ve toz bulutu, Güneş ışığını engelleyecek boyutlarda olacak, ekolojik sistemi altüst edecektir. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav)’in haber verdiği kıyamet alametlerinden biri de “yeryüzünde yıllar boyu kalacak olan duman”dır.


Kuran'da gökyüzünün uğrayacağı son şu şekilde anlatılır:


"Gökyüzünün erimiş maden gibi olacağı gün;" (Mearic Suresi, 8)


Atmosfer o gün eriyecek ve akkor haline gelerek yanmaya başlayacaktır. İnsanlar masmavi görmeye alışık oldukları gökyüzünü, o gün kızıl olarak göreceklerdir. The Last Three Minutes (Son Üç Dakika) adlı kitabında Paul Davies Dünya'ya çarpacak bir kuyruklu yıldızın etkisini anlatırken, gökyüzünün yükseklerinden devasa bir ışık ışınının gökleri yakmaya başlayacağını ve maden gibi eriteceğini söylemektedir. Yine aynı bölümde Paul Davies, uzayın içinde oluşan vakumdan dolayı kaynayan gazın bir girdap oluşturacağını bildirmiştir. Bu açıklama Rahman Suresi'nde geçen bir ayet ile çok büyük benzerlikler göstermektedir:


"Sonra gök yarılıp yağ gibi erimiş olarak kıpkırmızı bir gül gibi olduğu zaman." (Rahman Suresi, 37)


Göğün eriyerek akması, erimiş yağ veya erimiş maden gibi, kızgın yoğun bir sıvıyı andırmaktadır. Yine böyle bir durumda göğün akkor haline geleceği, yani kızgın ve kırmızı bir renk alacağı bilinmektedir. Paul Davies'in bildirdiği gibi o gün kaynayan gaz girdap şeklini alabilir. Böyle bir şeyin kıpkırmızı bir güle ne derece benzeyeceği ise açıktır.


DENİZLER YANMAYA BAŞLAYACAKTIR

Dünya'nın dörtte üçünü kaplayan en büyük su kütlesi olan denizlerin bir anda kaynamaya, fokurdamaya başlaması gerçekten de insanın gözünde çok zor canlanabilecek bir manzaradır. O gün yerin bütün ağırlıklarını dışa atması, yerin altındaki yaklaşık 4.500oC sıcaklığındaki katmanın imkan bulduğu her yerden dışarı taşacağı anlamına gelmektedir.

Buna şüphesiz denizlerin altında bulunanlar da dahildir. Herhangi bir belgesel programında lavların denizin içindeki çıkışını seyretmiş olanlar, bu kızgın maddenin deniz suyunda oluşturduğu akıllara durgunluk veren manzaraya şahit olmuşlardır. Oysa kıyamet günü gerçekleşecek olan görüntü, bu manzaradan çok daha farklı, çok daha kapsamlı ve dehşet verici olacaktır. Yeryüzündeki bütün denizler alevler içinde kalacak, önüne geçilemeyecek bir ateş ve alev topluluğu insanlara yönelecektir. O gün tüm denizler tutuşturulmuştur. Allah şu şekilde buyrmaktadır:
"Denizler, tutuşturulduğu zaman." (Tekvir Suresi, 6)


Yaşanan olaylar sonucu karada olduğu gibi denizde de yaşam son bulacaktır. Normal şartlarda serinlik ve rahatlık hissi veren denizler, bir anda etrafa müthiş bir sıcaklık yayacaktır. Denizlerde dev dalgalar yerine alev bulutları yer alacak, havadaki duman oksijeni büyük oranda tüketecektir. Uçsuz bucaksız denizlerin alev alev yanan ve şiddetle fokurdayan görüntüsü, dünyanın geniş bir alanına hakim olacak ve pek çok felaketi de beraberinde getirecektir.


Kuran'da kıyamet günü gerçekleşeceği bildirilen olaylardan biri de denizlerin taşmasıdır. Bu gerçek bizlere bir ayette şu şekilde haber verilmektedir:


"Denizler, fışkırtılıp-taşırıldığı zaman..." (İnfitar Suresi, 3)


O gün Allah'ın dilemesi ile karadan gelecek olan felaketlere denizlerden gelenler de eklenecektir. Bilindiği gibi, genelde deniz altında bir deprem meydana geldiği zaman su yüzeyinde dev dalgalar oluşur. Dünyaya bir yıldızın çarpması sonucunda oluşacak olan şiddetli depremlerin etkisiyle kabaran sular yerleşim merkezlerini kaplayacak ve şehirlerin, adaların yokolmasına neden olacaktır. Ayrıca ekolojik sistemdeki değişiklikler buzulların erimesine neden olacak, bu da mevcut su seviyesinin yükselmesine sebep olacaktır.


  http://img.blogcu.com/uploads/kitabooku_kiyamet.JPG

 Allah'ın belirlediği bu süre tamamlandığı zaman, kalplere amansız korku salan olaylar arka arkaya gerçekleşecektir. İnsanları çevreleyen korkunç bir gürültü, dağların parçalanması, insanların ayaklarının altından akan lavlar, her yeri sarıp kuşatan toz, duman ve gaz bulutları, kaynayarak insanların üstlerine taşan sular... Dünya hayatı boyunca Allah'ın varlığını düşünmek istemeyen, büyüklüğünü takdir edemeyen kullara bir anda gelen dehşetli bir acı... Kayıtsız şartsız herkese boyun eğdiren, insanlara kendi acizliklerini ve ömrü boyunca değer verdikleri şeylerin ne kadar değersiz olduğunu gösteren büyük bir gün... O gün, insanların içlerinde duydukları korkunun ve dehşetin tarif edilemeyeceği bir gündür. İnsanlar oradan oraya koşmaya, kaçarak saklanacak bir yer aramaya çalışacaklardır. Ama herkes bilmektedir ki bu günden kurtuluş yoktur.


"O sarsıntının sarsacağı gün, arkasından onu diğer bir sarsıntı izleyecek." (Naziat Suresi, 6-7)


Ayette iki büyük sarsıntıdan bahsedilmektedir. Bu sarsıntılardan birincisi dünyamıza bir diğer yıldızın ya da göktaşının çarpmasıyla gerçekleşecek olabilir. Bu çarpışma, milyonlarca yıldır kusursuz bir düzen içinde devam eden dünyanın dönüşünü durduracaktır. İlk çarpışmanın ardından ikinci bir çarpışma yaşanacaktır. Yaşanan dehşet ikinci çarpışma ile daha da şiddetlenecektir. Bu çarpışma ile dünyamız ters yönde, başka bir ifadeyle doğudan batıya doğru dönmeye başlayacaktır. Bunun neticesinde de, Güneş doğudan değil, batıdan doğmaya başlayacaktır.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder