13 Ocak 2011 Perşembe

PEYGAMBERİMİZ (SAV)'İN HAYATINDAN GÜZEL ÖRNEKLER


An­dol­sun, si­zin için, Al­lah'ı ve ahi­ret gü­nü­nü uman­lar ve Al­lah'ı çok­ça zik­re­den­ler için Al­lah'ın Re­su­lü'nde gü­zel bir ör­nek var­dır. (Ah­zab Su­re­si, 21)

İs­la­mi­ye­t'in iki te­mel kay­na­ğı var­dır: Ku­ran ve sün­net. Bun­lar et ve tır­nak gi­bi bir­bi­rin­den ay­rıl­maz iki te­mel ko­nu­dur. Bi­ri­ni bi­rin­den ayı­rır­sak di­nin ger­çek an­la­mı­nı kav­ra­ya­ma­yız.
Mü­mi­nin ahi­ret­te­ki ger­çek mut­lu­lu­ğu ya­ka­la­ma­sı için İs­lam'ın bu iki kay­na­ğı­nı çok iyi an­la­yıp, ek­sik­siz ola­rak uy­gu­la­ma­sı ge­re­kir. Ku­ran'ın ah­la­kı ile ah­lak­lan­mış olan Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in uy­gu­la­ma­la­rı bi­zim için ade­ta Ku­ran'ın can­lı bir yo­ru­mu­dur.
Re­su­lul­lah (sav) bir ha­di­sin­de, "Üm­me­ti­min fe­sad za­ma­nın­da, unu­tul­muş sün­net­le­rim­den bi­ri­ni ih­ya ede­ne yüz şe­hid se­va­bı ve­ri­lir." (İbn-i Ma­ce) bu­yu­ru­yor. Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ha­ber ver­di­ği za­man yak­laş­mış gö­rün­mek­te­dir. Va­de­di­len bu gü­zel kar­şı­lı­ğa la­yık ola­bil­mek için tüm Müs­lü­man­la­rın Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in sünneti­ne sa­rıl­ma­la­rı son de­re­ce önem­li­dir.
Re­su­lul­lah (sav)'ın üs­tün ah­la­kı ve uy­gu­la­ma­la­rı, gün­lük ha­ya­tın dü­zen­len­me­sin­de mü­min­ler için en gü­zel ör­nek­tir. Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'in her dav­ra­nı­şı Al­lah (cc)'ın ko­ru­ma­sı al­tın­da­dır.

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in Gü­zel Ah­la­kı
Al­lah (cc), Ku­ran-ı Ke­rim'de Pey­gam­be­ri­miz (sav)'e "Ve şüp­he­siz sen pek bü­yük bir ah­lak üze­rin­de­sin." (Ka­lem Su­re­si, 4) bu­yur­muş­tur. Re­sul-ü Ek­rem (sav) bir ha­di­sin­de, "Ben an­cak ah­lak fa­zi­let­le­ri­ni ta­mam­la­mak için gön­de­ril­dim." (Bey­ha­ki) bu­yu­ra­rak, ya­şan­tı­sı­nın, her mü­mi­nin uy­gu­la­ma­sı ge­re­ken ör­nek­ler­le do­lu ol­du­ğu­nu bil­dir­miş­tir.
Ken­di­si­ne pey­gam­ber­lik gel­me­den ön­ce de gü­zel ah­la­kın en gü­zel ör­nek­le­ri­ni ser­gi­le­yen Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav), İs­lam di­ni­ni an­la­tır­ken de seç­kin ki­şi­li­ği ve gü­zel ah­la­kı ile bü­tün in­san­lı­ğa ör­nek ol­muş­tur. Ara­dan ge­çen on dört yüz­yıl­da in­san­lık O'nun or­ta­ya koy­du­ğu gü­zel ah­lak il­ke­le­ri­ni ya­ka­la­ma­ya ça­lış­mış­tır.
 Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ha­nı­mı Hz. Ay­şe, Re­su­lul­lah (sav)'ın gü­zel ah­la­kı­nı şöy­le an­la­tı­yor:
"Çir­kin söz söy­le­mez­di. Ha­ya, ter­bi­ye ve ne­za­ke­te ay­kı­rı bir dav­ra­nış­ta bu­lun­maz­dı. Çar­şı ve pa­zar­da yük­sek ses­le ko­nu­şup gü­rül­tü çı­kar­maz­dı. Kö­tü­lü­ğe kö­tü­lük­le kar­şı­lık ver­mez­di. Af­fe­der ba­ğış­lar­dı." (Ebu Da­vud)
 Hz. Ay­şe'nin Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ah­la­kı ile il­gi­li bir so­ru üze­ri­ne ver­di­ği ce­vap, O'nun ya­şan­tı­sı­nın, Ku­ran ah­la­kı­nın ha­ya­ta ge­çi­ril­miş şek­li ol­du­ğu­nu gös­ter­mek­te­dir:
"Ey mü­min­le­rin an­ne­si Pey­gam­be­rin ah­la­kı na­sıl­dır" Ce­vap ver­di: "Re­su­lul­lah'ın ah­la­kı... Mü'mi­nun su­re­si­ni oku­ya­bi­li­yor mu­sun? Bu su­re­yi onun­cu aye­ti­ne ka­dar oku! İş­te Al­lah'ın Re­su­lü'nün ah­la­kı böy­le idi" de­di. (Bu­ha­ri)
Re­su­lul­lah (sav), "En ha­yır­lı­nız, ah­lak­ça en gü­zel ola­nı­nız­dır." bu­yu­ra­rak, bu­nun her mü­min için ula­şıl­ma­sı ge­re­ken bir he­def ol­du­ğu­nu be­lirt­miş­tir. Do­la­yı­sıy­la, mü­min nef­sin­de­ki tüm kö­tü­lük­ler­den sa­kı­nıp bu ah­la­ka ulaş­mak için ça­ba har­ca­ma­lı­dır.
Su, bu­zu erit­ti­ği gi­bi gü­zel ah­lak da gü­nah­la­rı eri­tir; sir­ke ba­lı boz­du­ğu gi­bi kö­tü ah­lak da ame­li bo­zar. (Ta­be­ra­ni)
Be­nim Ka­tım­da en se­vim­li­niz, ah­lak­ça en gü­zel ola­nı­nız ve et­ra­fın­da­ki­ler­le hoş ge­çi­ne­ni­niz­dir ki, on­lar her­ke­si se­ver ve her­kes­ de on­la­rı se­ver. Be­nim Ka­tım­da en se­vim­si­zi­niz de­di­ko­du ya­pan, dost­la­rın ara­sı­nı açan ve ter­te­miz kim­se­ler­de ku­sur ara­yan­lar­dır. (Bez­zar)
Al­lah Ka­tın­da kö­tü ah­lak­tan da­ha bü­yük bir gü­nah yok­tur. Çün­kü kö­tü ah­lak sa­hi­bi, bir gü­nah­tan çık­ma­dan di­ğe­ri­ne dü­şer. (Is­ba­ha­ni)
Kul, iba­de­ti az ol­du­ğu hal­de, gü­zel ah­la­kıy­la ahi­re­tin yük­sek de­re­ce­le­ri­ne ve şe­ref­li mev­ki­le­ri­ne ula­şa­bi­lir. Ah­la­kı kö­tü olan­lar da ce­hen­ne­min alt ta­ba­ka­sı­na va­rır­lar. (Ta­be­ra­ni)
Bir mü­min gü­zel ah­la­kıy­la ge­ce iba­det eden, gün­düz oruç tu­tan kim­se­le­rin se­vi­ye­si­ne ye­ti­şir. (Ebu Da­vud)
Kı­ya­met gü­nü mi­za­na ko­nan iyi­lik­le­rin en ağı­rı tak­va ve gü­zel ah­lak­tır. (Ebu Da­vud)
Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav), na­ma­za baş­la­ma­dan şu du­ayı eder­di:
"Al­lah'ım ba­na gü­zel ah­lak ih­san ey­le, zi­ra sen­den baş­ka kim­se gü­zel ah­lak ih­san ede­mez. Al­lah'ım be­ni kö­tü huy­lar­dan ko­ru ve uzak­laş­tır." (Müs­lim)

Af­fe­di­ci Ol­ma­nın Fa­zi­le­ti
 Ku­ran-ı Ke­rim'de, "... Yi­ne de af­fe­der, hoş gö­rür (ku­sur­la­rı­nı yüz­le­ri­ne vur­maz) ve ba­ğış­lar­sa­nız, ar­tık el­bet­te Al­lah, ba­ğış­la­yan­dır, esir­ge­yen­dir" (Te­ğa­bün Su­re­si, 14) buy­rul­muş­tur. Özel­lik­le mü­min­le­rin ken­di ara­la­rın­da hoş­gö­rü­lü ve af­fe­di­ci ol­ma­ya çok dik­kat et­me­le­ri ge­re­kir.
Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) af­fe­di­ci ol­ma­nın fa­zi­le­ti üze­rin­de özel­lik­le dur­muş, bu­nun mü­min­ler ara­sın­da kar­deş­lik duy­gu­la­rı­nın ge­liş­me­sin­de ve­si­le ola­ca­ğı­nı söy­le­miş­tir. O'nun ör­nek alı­na­cak dav­ra­nış­la­rın­dan bi­ri­si de, şah­si se­bep­ler­den do­la­yı kim­se­ye kin tut­ma­ma­sı ve düş­ma­nı bi­le ol­sa sü­rek­li ola­rak af­fet­me yo­lu­na git­me­si­dir. Ni­te­kim Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur:
"Al­çak gö­nül­lü­lük in­sa­na yük­sek­lik­ten baş­ka bir şey ar­tır­maz. Al­çak gö­nül­lü olun ki Al­lah si­zi yük­selt­sin. Af ve ba­ğış­lan­ma in­sa­nın an­cak şe­re­fi­ni yük­sel­tir. Af­fe­di­niz ki Allah si­zi iz­zet­len­dir­sin." (Is­fa­ha­ni)
Müs­lü­man­la­rın bir­bir­le­ri üze­rin­de­ki hak­la­rın­dan vaz­geç­me­le­ri ge­re­kir. Kin tut­mak ve in­ti­kam al­mak gi­bi dü­şün­ce­le­rin mü­min­ler ara­sın­da ye­ri yok­tur. Af­fe­di­ci ol­mak ahi­ret­te mü­mi­nin de­re­ce­si­ni ar­tı­rır ve dün­ya ha­ya­tın­da te­sa­nüd duy­gu­la­rı­nın ge­liş­me­si­ne vesile olur. Al­lah (cc) Re­su­lü (sav) şöy­le bu­yu­ru­yor:
"Sa­na zul­me­de­ni af­fet. Sa­na kü­se­ne git, sa­na kö­tü­lük ya­pa­na iyi­lik yap. Aley­hi­ne de ol­sa hak­kı söy­le." (Kü­tüb-i Sit­te, Muh­ta­sa­rı Ter­cü­me ve şer­hi, Prof. Dr. İb­ra­him Ca­nan, 16. cilt, Ak­çağ Ya­yın­la­rı, An­ka­ra, s. 317)
Mer­ha­met edin, mer­ha­met olu­na­sınız. Af edin, af olu­na­sı­nız. Ya­zık, laf ebe­si olan­la­ra. Ya­zık gü­nah­la­rı­na bi­le­rek de­vam edip, is­tiğ­far et­me­yen­le­re. (G. Ah­med Zi­ya­üd­din, Ra­muz El Ha­dis, 1. cilt, Gon­ca Ya­yı­ne­vi, İs­tan­bul, 1997, 70/10)
Ti­ca­re­tin Teş­vik Edil­me­si ve Doğ­ru­lu­ğun
Fa­zi­le­ti
Bü­yük İs­lam alim­le­ri, Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav)'in pey­gam­ber­li­ği­nin hu­su­si­yet­le­ri­nin ba­şın­da, her­kes­çe ka­bul edi­len 'doğ­ru­lu­ğu­nu' ör­nek gös­te­rir­ler. O'nun bu özel­li­ği sa­de­ce Müs­lü­man­lar ta­ra­fın­dan de­ğil, Mek­ke­li müş­rik­ler ta­ra­fın­dan da ka­bul gör­müş bir ger­çek­tir.
İs­la­mi­yet'in do­ğu­şu ile bir­lik­te Pey­gam­be­ri­miz (sav) bü­tün in­san­la­rı, ha­yat­la­rı­nın her anın­da dü­rüst ol­ma­ya ça­ğır­mış­tır. Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in bu ko­nu­da­ki tav­si­ye­le­ri­ne iliş­kin ha­dis­le­rin­den ba­zı­la­rı şöy­le­dir:
"Doğ­ru­lu­ğa ya­pı­şın zi­ra doğ­ru­luk iyi­li­ğe gö­tü­rür. Doğ­ru­luk ve iyi­lik sa­hip­le­ri cen­net­te­dir. Ya­lan­dan ka­çı­nın, zi­ra ya­lan söy­le­yen­ler ve kö­tü­lük eden­ler ce­hen­nem­de­dir." (Ta­be­ra­ni)
"Doğ­ru­lu­ğu il­ti­zam edin (ge­rek­li gö­rün). Çün­kü doğ­ru­luk hay­ra gö­tü­rür. Ki­şi doğ­ru söy­le­yip doğ­ru­lu­ğu araş­tı­ra araş­tı­ra Al­lah Ka­tın­da doğ­ru­cu ya­zı­lır. Ya­lan­dan sa­kı­nın. Çün­kü ya­lan sa­pık­lı­ğa gö­tü­rür. Şüp­he­siz sa­pık­lık da ce­hen­ne­me gö­tü­rür." (Müs­lim)
Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav), "Ti­ca­re­te de­vam edin. Çün­kü rız­kın on­da do­ku­zu ti­ca­ret­ten­dir." (Ga­ri­bü'l Ha­dis) bu­yur­muş­lar­dır. Re­su­lul­lah (sav)'ın, ti­ca­ret­le uğ­ra­şan­la­rın doğ­ru­lu­ğa bü­yük önem ver­me­le­ri ko­nu­sun­da sa­yı­sız ha­dis­le­ri var­dır. Bir ha­dis-i şe­rif­te dü­rüst tüc­ca­rın ahi­ret­te şe­hit­ler­le be­ra­ber ola­ca­ğı müj­de­len­miş­tir. Doğ­ru­lu­ğa önem ver­me­yen­le­rin ise dün­ya­da ve ahi­ret­te akı­lal­maz zor­luk­lar­la kar­şı­la­şa­cak­la­rı ha­ber ve­ril­miş­tir. Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav)'in ti­ca­re­tin öne­mi­ne ve dü­rüst bir şe­kil­de ya­pıl­ma­sı­na da­ir bir çok ha­di­si var­dır. Bun­lar­dan ba­zı­la­rı şöy­le­dir:
"Ti­ca­ret­le uğ­ra­şan­lar kı­ya­met gü­nün­de gü­nah­kar ola­rak di­ri­le­cek­ler. An­cak Al­lah'tan kor­kan­lar, iyi­lik ya­pan­lar ve doğ­ru olan­lar müs­tes­na." (Tir­mi­zi)
"Doğ­ru olan ta­cir kı­ya­met gü­nü Arş-ı A'la'nın göl­ge­si al­tın­da­dır." (Is­ba­ha­ni)
"Ma­lın ayı­bı­nı ve fi­ya­tı­nı giz­le­di­ler ve ya­lan söy­le­di­ler­se, bel­ki kar­la­rı olur fa­kat alış­ve­ri­şin be­re­ke­ti­ni mah­ve­der­ler. Ya­lan ye­min ma­lı sat­tı­rır fa­kat ka­zan­cı mah­ve­der." (Bu­ha­ri)
"Ma­lı­nı sa­tı­şa ar­ze­den rız­ka erer, pa­ha­lan­ma­sı için sak­la­yıp bek­le­ten­ler Al­lah'ın la­ne­ti­ne uğ­rar." (Müs­lim)
"Alış­ve­riş­te ye­min, ma­lın har­can­ma­sı­na, ka­zan­cın el­den git­me­si­ne se­bep­tir." (Müs­lim)
Müs­lü­man­la­rın, ti­ca­ret­le uğ­ra­şır­ken gün­lük iba­det­le­ri­ni ve kul­luk va­zi­fe­le­ri­ni ih­mal et­me­me­le­ri önem­li­dir. Böy­le ya­par­lar­sa dün­ya­da­ki ni­met­le­ri el­de et­me­ye ça­lı­şır­ken ahi­ret­le­ri­ni teh­li­ke­ye at­mış olur­lar. Pey­gam­be­ri­miz (sav) bu ko­nu ile il­gi­li şöy­le bu­yur­muş­tur:
"Ba­na mal top­la ve tüc­car ol di­ye vah­yo­lun­ma­dı. Fa­kat ba­na Rab­bi­ni tes­bih et, sec­de eden­ler­den ol ve ölüm ge­lin­ce­ye ka­dar Rab­bi­ne iba­det ey­le di­ye vah­yo­lun­du." (İbn Mer­de­veyh)
"Bir ma­lın ku­su­ru­nu söy­le­me­den sat­mak hiç kim­se­ye he­lal ol­maz. Ma­lın bu ku­su­ru­nu bi­le­ne de onu söy­le­me­mek he­lal ol­maz." (Bey­ha­ki)
Mü­mi­nin Al­lah (cc)'ın emir­le­ri­ne ri­ayet ede­rek yap­tı­ğı tüm iş­ler iba­det hük­mün­de­dir.
Hz. Ebu­be­kir (r.a.) dö­ne­min­de Müs­lü­man tüc­car­lar, ti­ca­ret için Fi­li­pin­ler'e ka­dar git­miş­ler ve ora­da­ki in­san­la­ra da Al­lah (cc)'ın di­ni­ni teb­liğ et­miş­ler­dir. Şu an­da o böl­ge­de ya­şa­yan­ Müs­lü­man­lar o gün­ler­de Müs­lü­man tüc­car­lar­dan et­ki­le­ne­rek İs­lam di­ni­ni se­çen in­san­la­rın to­run­la­rı­dır. Bu ör­nek­ten de ke­sin ola­rak an­la­şıl­dı­ğı gi­bi, in­san­lar Al­lah (cc)'a olan kul­luk va­zi­fe­le­ri­ni unut­ma­dık­ça han­gi ko­num­da olur­lar­sa ol­sun­lar İs­lam di­ni­ne fay­da­lı ola­bi­lir­ler.
"Ki­şi­nin ye­di­ği ye­me­ğin en he­la­li, el eme­ği ve meş­ru alış­ve­riş­ten el­de et­ti­ği ka­zanç­tır." (Ah­med)

Cö­mert­li­ğin Fa­zi­le­ti
Müs­lü­ma­na ya­kı­şan en gü­zel dav­ra­nış, zen­gin­li­ğe sa­hip ol­ma­dı­ğı za­man sab­ret­me­si, bir ser­vet sa­hi­bi ol­du­ğu za­man ise bu­nu Al­lah (cc) yo­lun­da en gü­zel şe­kil­de kul­lan­ma­sı­dır. Şey­ta­nın hi­le­le­ri­ne ka­nıp, ge­le­cek en­di­şe­si ile cim­ri­lik eden­le­ri Al­lah (cc) şöy­le uyar­mış­tır:

"Al­lah'ın, bol ih­sa­nın­dan ken­di­le­ri­ne ver­di­ği şey­ler­de cim­ri­lik eden­ler bu­nun ken­di­le­ri için ha­yır­lı ol­du­ğu­nu san­ma­sın­lar. Ha­yır; bu, on­lar için şer­dir; kı­ya­met gü­nü, cim­ri­lik et­tik­le­riy­le tas­ma­lan­dı­rı­la­cak­lar­dır. Gök­le­rin ve ye­rin mi­ra­sı Al­lah'ın­dır. Al­lah yap­tık­la­rı­nız­dan ha­be­ri olan­dır." (Al-i İm­ran Su­re­si, 180)

Cö­mert­lik ve is­raf ko­nu­sun­da­ki ay­rı­mı Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) çok gü­zel açık­la­mış­tır. Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav), ken­di­sin­den bir­ şey is­te­yen­le­re 'Ha­yır' de­mez, mut­la­ka is­tek­le­ri­ni ger­çek­leş­tir­me­ye ça­lı­şır­dı. Bir ha­dis­te Re­su­lul­lah (sav)'ın ih­ti­yaç sa­hi­bi­ne, ken­di adı­na borç­lan­ma­sı­nı tav­si­ye et­ti­ği ri­va­yet edil­mek­te­dir.
Hz. Ali (r.a.) Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in cö­mert­li­ği­ni şöy­le an­la­tı­yor:
"O in­san­la­rın en çok eli açık ola­nı, sı­kın­tı­la­ra gö­ğüs ger­me ba­kı­mın­dan göğ­sü en ge­niş ola­nı, en doğ­ru söz­lü­sü, üze­ri­ne al­dı­ğı işi en gü­zel şe­kil­de ye­ri­ne ge­ti­re­ni idi. O, en gü­zel ve yu­mu­şak ta­bi­at­lı olup ka­bi­le ve ak­ra­ba­sı­na en çok ik­ram­da bu­lu­nan bir ki­şi idi. O'nu ilk gö­ren O'nun hey­be­ti­nin te­si­ri al­tın­da ka­lır, soh­be­tin­de bu­lu­nan­lar ise O'nu çok se­ver­ler­di. O'ndan bir şey is­ten­di­ğin­de var­sa ve­rir, bul­ma im­ka­nı var­sa bul­ma­ya ça­lı­şır­dı." (Bu­ha­ri)
Re­su­lul­lah (sav)'ın cö­mert­lik­le il­gi­li gü­zel söz­le­rin­den ba­zı­la­rı şöy­le­dir:
"Al­lah cö­mert­tir, cö­mert­li­ği ve gü­zel ah­la­kı se­ver, kö­tü ah­la­kı sev­mez." (Ha­ra­iti)
"Cö­mert­lik cen­net ağaç­la­rın­dan bir ağaç­tır. Dal­la­rı dün­ya­ya sark­mış­tır. Her kim onun da­lı­na ya­pı­şır­sa o dal onu çe­ker cen­ne­te gö­tü­rür." (İbn Hıb­ban, Zu'afa)
"Al­la­hu Te­ala bü­tün ve­li­le­ri cö­mert ve gü­zel ah­lak­lı kıl­mış­tır." (Da­re Kut­ni)
"İki has­let var­dır ki Al­la­hu Te­ala on­la­rı se­ver ve iki has­le­te de buğ­z e­der. Sev­di­ği has­let­ler; cö­mert­lik ve gü­zel ah­lak­tır. Sev­me­di­ği iki huy ise, cim­ri­lik ve kö­tü huy­dur." (Dey­le­mi)
"Bol ye­dir­mek, her­ke­se se­lam ver­mek ve gü­zel ko­nuş­mak mağ­fi­re­ti ge­rek­ti­ren se­bep­ler­den­dir. Al­la­hu Te­ala'nın bir­ta­kım kul­la­rı var­dır. On­la­ra ka­mu ya­ra­rı­na har­can­mak üze­re ser­vet ve­ril­miş­tir. Bun­lar­dan cim­ri­lik eden olur­sa on­lar­dan alır ve baş­ka­sı­na ve­rir." (Ta­be­ra­ni)
"Cö­mert, Al­lah'a ya­kın, in­san­la­ra ya­kın, cen­ne­te ya­kın, ve ce­hen­nem­den uzak­tır. Cim­ri ise Al­lah'tan uzak, in­san­lar­dan uzak, cen­net­ten uzak fa­kat ce­hen­ne­me ya­kın­dır." (Tir­mi­zi)

Yar­dım­laş­ma­nın Fa­zi­le­ti
Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ha­ya­tın­da yar­dım­laş­ma­nın çok bü­yük ye­ri var­dır. Pey­gam­be­ri­miz (sav), ya­pı­lan yar­dım­la­rın en gü­ze­li­nin giz­li yar­dım­lar ol­du­ğu­nu bil­dir­mek­te­dir. Re­su­lul­lah (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur:
"Ben Al­lah'tan kor­ka­rım di­yen adam, sol eli­nin ver­di­ği­ni sağ eli duy­ma­ya­cak de­re­ce­de giz­li sa­da­ka ve­ren ve ten­ha yer­de Al­lah'ı zik­re­de­rek göz­le­ri bo­şa­lan kim­se­dir." (Müs­lim)
Şey­tan in­fak et­mek­ten alı­koy­mak için in­san­la­rı ge­le­cek en­di­şe­si ile kor­ku­tur. Bu­nun so­nu­cu ola­rak on­la­rı cim­ri­li­ğe sü­rük­ler. Pey­gam­be­ri­miz (sav) ise bu­nun mü­min için bü­yük bir teh­li­ke ol­du­ğu­nu bil­dir­miş­tir:
"Cim­ri­lik et­me ki Al­lah da sa­na olan ni­met­le­rin­den esir­ge­me­sin. Ma­lı­nın faz­la­sı­nı sak­la­ma ki Al­lah da faz­la olan ke­re­mi­ni sen­den me­net­me­sin." (Müs­lim)
"Her kim borç­lu olan bir fa­ki­re müh­let ve­rir ya­hut ala­ca­ğı­nı ba­ğış­lar­sa, Al­lah o kim­se­yi ar­şın göl­ge­sin­den baş­ka hiç­bir göl­ge­nin bu­lun­ma­dı­ğı kı­ya­met gü­nün­de ar­şın göl­ge­si ile göl­ge­len­di­rir." (Müs­lim)
"Ze­kat ver­me­yen al­tın ve gü­müş sa­hip­le­ri­nin kı­ya­met gü­nü bu mal­la­rı ateş­ten bir zin­cir olur. O bun­lar­la ate­şe atı­lır. Bu ateş­ten zin­cir onun yü­zü­nü ar­ka­sı­nı ve yan­la­rı­nı dağ­lar. Bu ateş­ten zin­cir so­ğu­du­ğun­da tek­rar ateş ha­li­ne dö­ner. Bi­zim dün­ya se­ne­miz­le el­li bin se­ne olan kı­ya­met gü­nün­de in­san­lar ara­sın­da he­sap gö­rü­lün­ce­ye ka­dar bu hal tek­rar olu­nur." (Bu­ha­ri)

Te­va­zu­nun Fa­zi­le­ti, Ki­bir­li Ol­ma­nın Sa­kın­ca­la­rı
Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav) in­san­lı­ğın en üs­tün se­vi­ye­sin­de bu­lu­nu­yor­du. O'nun ha­ya­tın­da­ki te­va­zu ör­nek­le­ri bü­tün sa­ha­be­ye ör­nek ol­muş­tur.
Hac mev­si­mi gel­di­ğin­de her­kes gi­bi de­ve üze­rin­de hac­ce­der, mer­kep üze­rin­de se­ya­hat eder, has­ta­la­rı zi­ya­ret eder, zen­gin fa­kir ayır­ma­dan her­ke­sin ce­na­ze­si­ne ka­tı­lır, kö­le­le­rin bi­le ye­mek da­vet­le­ri­ne ica­bet eder­di. Ayak­ka­bı­sı­nı ta­mir et­ti­ği, el­bi­se­si­ni ya­ma­dı­ğı gö­rül­müş­tür. Yol­da oy­na­yan ço­cuk­la­rı gör­dü­ğün­de yan­la­rı­na uğ­rar ve on­la­ra se­lam ve­rir­di.
Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav)'in en ya­kın ar­ka­da­şı ilk ha­li­fe Hz. Ebu Be­kir (r.a.)'in şu ün­lü söz­le­ri, onun te­va­zu yö­nün­den Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'i ör­nek al­dı­ğı­nı gös­ter­mek­te­dir.
"Ey in­san­lar! En iyi­niz ol­ma­dı­ğım hal­de ba­şa ge­ti­ril­dim. Fa­kat Ku­ran in­miş­tir ve Re­su­lul­lah'ın sün­ne­ti or­ta­da­dır. Ben ol­sa ol­sa O'nun ta­kip­çi­si­yim. Yok­sa ye­ni bir çı­ğır aça­cak de­ği­lim. Eğer gü­zel ya­par­sam ba­na yar­dım­cı olu­nuz. Eğer yol­dan sa­par­sam be­ni dü­zel­ti­niz. Söz­le­ri­me ken­dim ve siz­ler için is­tiğ­far ede­rek son ve­ri­yo­rum." (Me­va­ziu's-Sa­ha­be, s.17)
Pey­gam­be­ri­miz (sav) bu­yu­ru­yor ki:
"Al­lah için bir de­re­ce te­va­zu eden kim­se­yi Al­lah bir de­re­ce yük­sel­tir. Öy­le ki onu Fir­devs cen­ne­ti­nin en yük­sek ye­ri­ne ulaş­tı­rır. Al­lah'a kar­şı bir de­re­ce ki­bir gös­te­ren kim­se­yi Al­lah al­çal­tır. Hat­ta onu ce­hen­ne­min en al­çak de­re­ce­si­ne in­di­rir. Eğer siz­den bi­ri­niz ka­pı­sı ve pen­ce­re­si ol­ma­yan sert bir ka­ya­nın içe­ri­sin­de giz­li bir şey ya­par­sa, giz­le­di­ği şey ne olur­sa ol­sun Al­lah onu or­ta­ya çı­ka­rır." (İbn-i Ma­ce)
Re­su­lul­lah (sav) bir soh­bet sı­ra­sın­da, "Kal­bin­de zer­re ka­dar ki­bir olan kim­se cen­ne­te gir­me­ye­cek­tir bu­yur­du." Bir adam de­di ki; "Ya Re­su­lul­lah in­san el­bi­se­si­nin ve ayak­ka­bı­sı­nın gü­zel ol­ma­sı­nı is­ter." Pey­gam­be­ri­miz şöy­le ce­vap ver­di. "Al­lah gü­zel­dir ve gü­zel­li­ği se­ver. Ki­bir ise hak­kı in­kar et­mek ve in­san­la­rı kü­çük gör­mek­tir." (Müs­lim, Tir­mi­zi)
"Müs­lü­man kar­de­şi­ne kar­şı te­va­zu eden kim­se­yi Al­lah yü­cel­tir. Ve ona kar­şı üs­tün­lük gös­te­ren kim­se­yi ise al­çal­tır." (Ta­be­ra­ni)
Haz­re­ti Pey­gam­ber (sav), kim olur­sa ol­sun, ken­di­si­ni ça­ğı­ran kim­se­ye "Bu­yu­run" di­ye ce­vap ve­rir­di. Bir mec­li­se gir­di­ği za­man her­ke­se kar­şı sev­gi ve te­va­zu­dan on­la­rın soh­bet­le­ri­ne iş­ti­rak eder; ahi­ret­ten ko­nu­şur­lar­sa ahi­ret­ten, ye­mek­ten ko­nu­şur­lar­sa ye­mek­ten, dün­ya ile il­gi­li hu­su­sa­tı ko­nu­şu­yor­lar­sa bu yön­den on­la­rın soh­bet­le­ri­ne ka­tı­lır­dı. Soh­bet­le­ri­ne gü­lüm­se­mey­le kar­şı­lık ve­rir, sa­kın­ca­lı ola­bi­le­cek bir ko­nu­ya gir­me­dik­le­ri tak­dir­de mü­da­ha­le et­mez­di.
Re­su­lul­lah (sav) kar­şı­sın­da­ki mü­min kim olur­sa ol­sun fark­lı mu­ame­le yap­maz, her­ke­se ay­nı oran­da say­gı gös­te­rir­di.
Re­su­lul­lah mu­sa­fa­ha et­ti­ği şa­hıs eli­ni bı­rak­ma­dık­ça bı­rak­maz­dı. Kar­şı­sın­da­ki yü­zü­nü çe­vir­me­den o yü­zü­nü çe­vir­mez­di. (İbn-i Ma­ce)
Pey­gam­ber'in ku­la­ğı­na eği­lip bir ­şey söy­le­yen her­han­gi bir kim­se­den ba­şı­nı, o adam ba­şı­nı çek­me­den çek­mez­di. Eli­ni tut­tu­ğu bir adam ken­di eli­ni onun elin­den çek­me­dik­çe Pey­gam­be­ri­miz de çek­mez­di. Bı­rak­ma­dık­ça o da bı­rak­maz­dı. (Ebu Da­vud)
Pey­gam­be­ri­miz (sav) bu­yu­ru­yor ki:
"Kal­bin­de har­dal ta­ne­si ka­dar iman olan kim­se ce­hen­ne­me gir­mez; kal­bin­de har­dal ta­ne­si ka­dar ki­bir bu­lu­nan kim­se ise cen­ne­te gi­re­mez." (Müs­lim, İman, 147, 148, 149; Ebû Dâ­vud, Li­bâs, 26; Tir­mi­zi, Birr, 610; İbn Mâ­ce Mu­kad­di­me, 9; Zühd, 16)
"Ki­bir­li ve ken­din­den ol­ma­yan şey­ler­le övü­nen kim­se cen­ne­te gi­re­mez." (Ebu Da­vud)
"Ce­hen­ne­me gi­re­cek ilk üç kim­se şun­lar­dır: Za­lim ida­re­ci, ze­kat ver­me­yen zen­gin, bö­bür­le­nen ki­bir­li fa­kir­dir." (Bu­ha­ri)
"Al­lah gü­zel­dir ve gü­zel­li­ği se­ver. Ki­bir ise hak­kı ka­bul et­me­mek, in­san­la­rı hor gör­mek­tir." (Müs­lim)
"Kal­bin­de har­dal ta­ne­si ka­dar ki­bir bu­lu­na­nı, Al­lah yü­zü­ko­yun ce­hen­ne­me atar." (Ah­med-Bey­ha­ki)
Pey­gam­ber Efen­di­miz va­kar­lı ko­nu­şur­du fa­kat yü­zün­den te­bes­süm hiç ek­sik ol­maz­dı. Hiç kim­se­nin kal­bi­ni kır­ma­mış ve kim­se­nin duy­gu­la­rı­nı in­cit­me­miş­ti.
Enes b. Ma­lik Pey­gam­be­ri­mi­z (sav)'in bu ko­nu­da en gü­zel ör­nek ol­du­ğu­nu şöy­le an­la­tı­yor: "On yıl Re­su­lul­lah'ın hiz­me­tin­de bu­lun­dum. Hiç­bir za­man yap­tı­ğım ve yap­ma­dı­ğım şey­den do­la­yı be­ni azar­la­ma­dı." (Bu­ha­ri)
Pey­gam­be­ri­miz (sav) bu­yu­ru­yor ki:
"Bö­bür­le­nen mü­te­keb­bir­ler kı­ya­met gü­nü zer­re­ler gi­bi ayak­lar al­tın­da haş­ro­lu­nur­lar. Her kü­çük on­la­rın üs­tün­de ve da­ha bü­yük­tür. Son­ra bo­les adın­da ce­hen­ne­min bir zin­da­nı­na atı­lır­lar. Ce­hen­nem ate­şi on­la­rı kap­lar. Ce­hen­nem hal­kı­nın ya­nıp eri­yen ce­set­le­rin­den su­la­nır­lar." (Tir­mi­zi)
"Al­la­hu Te­ala af­fe­de­nin an­cak iz­zet ve şe­re­fi­ni art­tır­dı­ğı gi­bi, te­va­zu gös­te­re­ni de yü­cel­tir." (Müs­lim)
"Al­lah, ba­na, bir­bi­ri­ni­ze kar­şı mü­te­va­zi ol­ma­nı­zı, hiç kim­se­ye kar­şı if­ti­har et­me­me­ni­zi, hiç kim­se­nin hiç kim­se­ye kar­şı had­di aş­ma­ma­sı­nı vah­yet­ti." (Müs­lim)
"Ce­nab-ı Hak, ken­di­si için te­va­zu gös­te­ren kim­se­yi mut­la­ka yük­sel­tir." (Müs­lim)

Ema­ne­te Ri­ayet Ko­nu­su
Ku­ran'da ema­ne­te ri­ayet ko­nu­su mü­min­le­rin en önem­li özel­lik­le­ri ara­sın­da gös­te­ril­miş­tir.
Bir ayet­te, "...On­lar, ema­net­le­ri­ne ve ahid­le­ri­ne ri­ayet eden­ler­dir." (Mü'mi­nun Su­re­si, 8) bu­yu­rul­mak­ta­dır. Mü­min­le­rin, özel­lik­le ve­ri­len sö­ze sa­dık ol­ma­la­rı ve ema­ne­te ri­aye­te çok dik­kat et­me­le­ri ve bu ko­nu­lar­da di­ğer in­san­la­ra ör­nek ol­ma­la­rı Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in sünnet­le­rin­den­dir.
Hz. Ali (ra), Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in bir sa­ha­be ile şöy­le bir ko­nuş­ma­sı­na şa­hit ol­du­ğu­nu şöy­le nak­le­di­yor:
"Ya Re­su­lul­lah bu din­de en zor ve en ko­lay olan şey­le­ri ba­na söy­ler mi­sin?" de­di. Pey­gam­be­ri­miz de ona şöy­le kar­şı­lık ver­di:
"En ko­la­yı, Al­lah'tan baş­ka İlah ol­ma­dı­ğı­na, Mu­ham­med'in Al­lah'ın ku­lu ve el­çi­si ol­du­ğu­na şe­ha­det et­men, en zo­ru ise ema­net­tir. Çün­kü ema­net ko­nu­sun­da ti­tiz ol­ma­ya­nın di­ni yok­tur. Onun ne kıl­dı­ğı na­maz ka­bul olu­nur ne­de ver­di­ği ze­kat." (Bez­zar)
 "... Ko­nu­şur­ken ya­lan söy­le­me­yin, va­adi­niz­den cay­ma­yın, si­ze bir şey ema­net edi­lin­ce ona hı­ya­net et­me­yin..." (Bey­ha­ki)
 "Ab­des­ti ol­ma­ya­nın na­ma­zı ol­ma­ya­ca­ğı gi­bi ema­ne­te hı­ya­net ede­nin (ka­mil) ima­nı yok­tur." (Ta­be­ra­ni)
"Mü­na­fı­kın ala­me­ti üç­tür. Ko­nu­şun­ca ya­lan söy­ler, va­adin­den ca­yar, ken­di­si­ne bir şey ema­net edil­di­ğin­de hı­ya­net eder." (Bu­ha­ri, Müs­lim)
Al­lah (cc) Nahl Su­re­si'nde­ki bir ayet­te ema­net­ler ko­nu­sun­da şöy­le bu­yur­mak­ta­dır:

"Ahid­leş­ti­ği­niz za­man, Al­lah'ın ah­di­ni ye­ri­ne ge­ti­rin, pe­kiş­tir­dik­ten son­ra ye­min­le­ri­ni­zi boz­ma­yın; çün­kü Allah'ı üze­ri­ni­ze ke­fil kıl­mış­sı­nız­dır. şüp­he­siz Al­lah yap­mak­ta ol­duk­la­rı­nı­zı bi­lir." (Nahl Su­re­si, 91)

Al­lah (cc)'ı An­ma­nın Fa­zi­le­ti
Bü­tün iba­det­le­rin özü ve as­lı Al­la­hu Te­ala (cc)'yı an­mak ve O'nu ha­tır­la­mak­tır. Al­lah (cc)'ın bi­ze farz kıl­dı­ğı iba­det­le­rin tü­mü­nün özün­de Al­lah (cc)'ın da­ha iyi bir şe­kil­de anıl­ma­sı var­dır.
Zi­ra Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur.
"Baş­ka gölge bu­lun­ma­yan kı­ya­met gü­nün­de Al­lah ye­di sı­nıf in­sa­nı ken­di göl­ge­li­ğin­de göl­ge­len­di­rir. Bun­lar­dan bi­ri­si kim­se­nin bu­lun­ma­dı­ğı yer­de Al­lah'ı zik­re­dip Al­lah kor­ku­sun­dan göz­le­ri ya­şa­ran kim­se­dir." (Bu­ha­ri-Müs­lim)
Yi­ne baş­ka bir ha­dis­te "La­ila­he İl­lal­lah" ke­li­me­si­ni zik­ret­me­nin fa­zi­le­ti­ni Resulullah (sav) şöy­le açık­lı­yor:
"Ku­lun yap­tı­ğı her iyi­lik kı­ya­met gü­nü te­ra­zi­ye ko­nur. Yal­nız "La­ila­he İl­lal­lah" ke­li­me­si kon­maz. Eğer onu te­ra­zi­ye koy­sa­lar, ye­di kat gök­ten, yer­den ve onun için­de­ki­ler­den ağır ge­lir." (Ta­be­ra­ni)
Pey­gam­be­ri­miz (sav), şu ve­ya bu şe­kil­de da­ima zi­kir­le meş­gul­dü. Al­lah (cc)'la bir­lik­te ol­ma­nın en iyi yo­lu­nun O'nu zik­ret­mek ol­du­ğu­nu söy­ler­di. Ku­ran-ı Ke­rim'de şöy­le buy­rul­muş­tur:

On­lar, ayak­ta iken, otu­rur­ken, yan ya­tar­ken Al­lah'ı zik­re­der­ler ve gök­le­rin ve ye­rin ya­ra­tı­lı­şı ko­nu­sun­da dü­şü­nür­ler..." (Al-i İm­ran Su­re­si, 191)

"Rab­bi­ni, sa­bah ak­şam, yük­sek ol­ma­yan bir ses­le, ken­di ken­di­ne, ür­per­tiy­le, yal­va­ra yal­va­ra, için için zik­ret..." (A'raf Su­re­si, 205)

Pey­gam­be­ri­miz (sav), Al­lah (cc)'ı zik­ret­me ko­nu­sun­da Ku­ran'da­ki bu uya­rı­la­rı ken­di ha­ya­tın­da mü­kem­mel bir şe­kil­de uy­gu­la­mış­tı. Ha­dis ri­va­yet­le­rin­de, otu­rur­ken, ayak­tay­ken, yü­rür­ken, yer­ken, uy­ku­dan ev­vel, ab­dest alır­ken, el­bi­se­le­ri­ni gi­yer­ken, yol­cu­lu­ğa çı­kar­ken, mes­ci­de gi­rer­ken, kı­sa­ca­sı bü­tün du­rum­lar­da Al­lah (cc)'ı an­ma­yı ih­mal et­mez­di.
Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) şöy­le bu­yur­du:
"Al­la­hu Te­ala de­di ki: Kul­la­rım Be­ni zik­re­dip, du­dak­la­rı­nı Be­nim için kı­pır­dat­tı­ğı müd­det­çe Ben ku­lum­la be­ra­be­rim. Ku­lum ten­ha bir­ yer­de Be­ni zik­re­der­se, Ben de onu ken­di Za­tım­la ana­rım. Ce­ma­at­te an­dı­ğı va­kit, Ben de onun bu­lun­du­ğu ce­ma­at­ten da­ha iyi bir ce­ma­at­te onu ana­rım. Ku­lum Ba­na bir ka­rış yak­la­şır­sa Ben ona bir ar­şın yak­la­şı­rım. Ku­lum Ba­na yü­rü­ye­rek ge­lir­se ben ona ko­şa­rak ge­li­rim, ya­ni is­tek­le­ri­ne sü­rat­le ica­bet ede­rim." (Bu­ha­ri)
"Amel­le­ri­ni­zin en ha­yır­lı­sı­nı, Al­lah Ka­tın­da en mak­bu­lü­nü ve de­re­ce­le­ri­ni­zi en çok yük­sel­te­cek ola­nı­nı, al­tın ve gü­müş in­fak et­mek­ten da­ha de­ğer­li, düş­man kar­şı­sın­da öl­mek­ten ya ­da öl­dü­rül­mek­ten da­ha ha­yır­lı­sı­nı si­ze bil­di­re­yim mi? Da­ima Al­lah'ı zik­ret­me­niz­dir." (Tir­mi­zi)

Mü­min­ler Ara­sın­da­ki Bağ­lı­lı­ğın Fa­zi­le­ti

On­lar, mü'min­le­ri bı­ra­kıp ka­fir­le­ri dost­lar (ve­li­ler) edi­nir­ler. 'Kuv­vet ve onu­ru (iz­ze­ti)' on­la­rın ya­nın­da mı arı­yor­lar? Şüp­he­siz, 'bü­tün kuv­vet ve onur' Allah'ın­dır. (Ni­sa Su­re­si, 139)

Baş­ka bir ayet­te ise mü­min­le­rin bir­bir­le­ri­ne ke­net­len­miş bir bi­na gi­bi saf bağ­la­ma­la­rın­dan bah­se­dil­mek­te­dir. (Saff Su­re­si, 4) Mü­min­le­rin di­ğer in­san­lar­dan en bü­yük fark­la­rı bir­bir­le­ri­ne olan gü­ven­le­ri, fe­da­kar­lık­la­rı ve bağ­lı­lık­la­rı­dır. Bu er­dem­le­ri mü­min­le­rden ay­rı ya­şa­ma­ya ça­lı­şan­lar hem dün­ya­da hem de ahi­ret­te bü­yük bir hüs­ran­la kar­şı­la­şa­cak­lar­dır. Ni­te­kim Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) bu ko­nuy­la il­gi­li şöy­le bu­yur­muş­tur:
"Kim ce­ma­at(imiz)den bir ka­rış uzak­la­şır­sa ken­di­ni di­ne bağ­la­yan İs­lam ba­ğı­nı boy­nun­dan çı­ka­rıp at­mış olur." (Ebu Da­vud)
"Bir Müs­lü­ma­nın, Müs­lü­man kar­de­şi­ne üç gün­den faz­la küs­me­si he­lal de­ğil­dir. Bu ki­şi­ler­den ha­yır­lı ola­nı bir­bir­le­ri­ni gör­dük­le­rin­de ön­ce se­lam ve­re­ni­dir." (Bu­ha­ri)
Mü­min­le­rin bağ­lı­lık­la­rı­nın bir gös­ter­ge­si de Müs­lü­man kar­de­şi­nin ha­ta­la­rı­nı açı­ğa vur­ma­ma­la­rı­dır. Bir mü­min baş­ka bir Müs­lü­man kar­de­şi­nin ayı­bı­nı açı­ğa vu­rup onu di­ğer in­san­la­rın gö­zün­de kü­çük dü­şü­re­ce­ği yer­de, ken­di­si­ne ha­ta­la­rı­nı söy­le­ye­rek dü­zel­me­si­ne yar­dım­cı olur. Bu, ger­çek mü­mi­nle­re ya­kı­şan bir dav­ra­nış­tır.
Re­su­lul­lah (sav)'ın şu söz­le­ri bu­nu doğ­ru­lar ni­te­lik­te­dir:
"Kim bir ayıp gö­rür de ör­ter­se di­ri di­ri top­ra­ğa gö­mül­müş bir kı­zı ih­ya et­miş gi­bi olur." (Ebu Da­vud)
"Bir kul dün­ya­da bir ku­lun ayı­bı­nı ör­ter­se Al­lah da kı­ya­met­te onun ayı­bı­nı ör­ter." (Müs­lim)
Mü­min­ler sev­di­ği in­sa­nı sa­de­ce Al­lah (cc) rı­za­sı­ için sev­me­li­dir. Bu­nun dı­şın­da he­va ve he­ve­s doğ­rul­tu­sun­da ger­çek­le­şen bir sev­gi an­la­yı­şı Ku­ran'a ve Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in sünneti­ne uy­gun ol­maz. Sev­gi­li Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav) bu­yu­ru­yor ki:
Kı­ya­met gü­nü Al­lah şöy­le ses­le­ne­cek­tir; "Ne­re­de Be­nim rı­zam için se­ven­ler? On­la­rı Be­nim göl­gem­den baş­ka hiç bir göl­ge­nin ol­ma­dı­ğı bu gün­de ar­şın göl­ge­sin­de göl­ge­len­di­re­ce­ğim." (Müs­lim)
"Kim ima­nın zev­ki ve tat­lı­lı­ğı ile fe­rah­la­mak is­ter­se, sev­di­ği­ni sırf Al­lah rı­za­sı için sev­sin." (Ha­kim)
"İma­nı ka­mil olan, sev­di­ği kim­se­yi, on­dan men­fa­at gör­dü­ğü için de­ğil sırf Al­lah rı­za­sı için se­ver. Ger­çek iman bu­dur." (Ta­be­ra­ni)
 "Bir adam, bi­ri­ni Al­lah için se­ver de ona; se­ni Al­lah için se­vi­yo­rum der­se iki­si de cen­ne­te gi­rer­ler. Se­ve­nin ise de­re­ce­si da­ha yük­sek­tir." (Bez­zar)
"Re­su­lul­lah bir soh­bet sı­ra­sın­da şöy­le bu­yur­du: "Ey in­san­lar dik­kat­le din­le­yin, de­dik­le­ri­mi iyi an­la­yın. Al­lah'ın öy­le kul­la­rı var ki, Pey­gam­ber de­ğil­ler, şe­hid de de­ğil­ler, fa­kat on­la­rın Al­lah'a ya­kın­lık­la­rı­na ve yü­ce mev­ki­le­ri­ne pey­gam­ber­ler ve şe­hid­ler im­re­nir­ler." Ce­ma­at­ten bir ki­şi Hz. Mu­ham­med (s.a.v.)'e şöy­le bir so­ru so­rar. "Ya Re­su­lul­lah! Pey­gam­ber ve şe­hid ol­ma­dık­la­rı hal­de Al­lah Ka­tın­da­ki mev­ki­le­ri­ne pey­gam­ber­le­rin ve şe­hid­le­rin gıp­ta et­tik­le­ri in­san­lar na­sıl kim­se­ler­dir?" Pey­gam­be­ri­miz bu so­ru­ya şöy­le ce­vap ve­rir. "On­lar kim­se­nin önem­se­me­di­ği, gös­te­riş yap­ma­yan kim­se­ler­dir. Ak­ra­ba ol­ma­dık­la­rı hal­de bir ara­ya ge­len, bir­bir­le­ri­ne kar­şı kalp­le­ri ter­te­miz, din uğ­run­da bir­le­şip kay­na­şan kim­se­ler­dir. Kı­ya­met gü­nü, Al­lah'ın on­lar için, hal­ket­ti­ği (ya­rat­tı­ğı) nur­dan min­der­ler üze­rin­de otu­rur­lar. Al­lah on­la­ra nur­dan el­bi­se­ler hal­ke­der, yüz­le­ri­ni nur­lan­dı­rır. O gün her­kes kor­ku ve he­ye­can için­dey­ken, Al­lah'ın o ve­li kul­la­rı ne kor­kar ne üzü­lür­ler." (Ah­med)
"Cen­net­te ya­kut sü­tun­la­rın üze­rin­de hal­ke­dil­miş ye­şil züm­rüt­ten oda­lar var­dır. Yıl­dız­lar gi­bi par­la­yan ka­pı­la­rı açık­tır" de­di. "O oda­da kim­ler ka­la­cak?" di­ye so­ru­lun­ca, "Al­lah rı­za­sı için bir ara­ya ge­le­rek yar­dım­la­şa­n ve kay­na­şan kim­se­ler ka­la­cak di­ye bu­yur­du."(Bez­zar)
"Siz mü­min ol­ma­dık­ça cen­ne­te gi­re­mez­si­niz. Bir­bi­ri­ni­zi sev­me­dik­çe de tam mü­min sa­yıl­maz­sı­nız." (Müs­lim)
"Kim Al­lah için yar­dım eder, Al­lah için yar­dı­mı ke­ser, Al­lah için se­ver, Al­lah için ev­le­nir ve ev­le­nen­le­re yar­dım eder­se, o za­man ima­nı ke­ma­le erer." (Tir­mi­zi)
"Hep mü­min­ler­le ar­ka­daş­lık yap, ye­me­ği­ni tak­va sa­hi­bi mü­min­le­re ye­dir." (İbn-i Hıb­ban)
Hz. Ali (r.a.): "Üç şey ger­çek­tir ve şüp­he gö­tür­mez; Al­lah, İs­lam'dan na­si­bi­ni alıp ya­rar­lı iş ya­pa­nı, İs­lam'dan na­si­bi­ni al­ma­yan ga­fil­ler gi­bi kıl­maz. Al­lah, ken­di­si­ne ita­at ede­rek yak­la­şan ku­lu­nu baş­ka­sı­na kul et­mez. Ki­şi ki­mi se­ver­se, mut­la­ka ahi­ret­te onun­la haş­ro­lu­nur." bu­yur­du.
"Mü­min­ler bir­bi­ri­ni sev­mek­te, bir­bi­ri­ne acı­mak­ta ve bir­bi­ri­ni ko­ru­mak­ta bir vü­cud gi­bi­dir. Vü­cu­dun bir uz­vu ra­hat­sız olur­sa, sa­ir aza­la­rı da bu yüz­den hum­ma ve uy­ku­suz­lu­ğa tu­tu­lur." (Bu­ha­ri)
Al­lah Ku­ran'da mü­min­le­rin bir­bir­le­ri­ne bağ­lı­lı­ğı­nın öne­mi hak­kın­da şöy­le bu­yur­mak­ta­dır:

Si­zin dos­tu­nuz (ve­li­niz), an­cak Al­lah, O'nun el­çi­si, rü­ku edi­ci­ler ola­rak na­maz kı­lan ve ze­ka­tı ve­ren mü'min­ler­dir. Kim Al­lah'ı, Re­sû­lü'nü ve iman eden­le­ri dost (ve­li) edi­nir­se, hiç şüp­he yok, ga­lip ge­le­cek olan­lar, Al­lah'ın ta­raf­tar­la­rı­dır. (Ma­ide Su­re­si, 55-56)

Baş­ka­sı­na Za­rar Ver­me­mek, Za­rar Ve­re­ne
Ma­ni Ol­mak
Mü­min­ler, çev­re­le­rin­de­ki in­san­la­ra za­rar ver­me­dik­le­ri gi­bi za­rar ve­ren­le­re de en­gel ol­ma­ya ça­lı­şan ki­şi­ler­dir. Bu ne­den­le de de­vam­lı ola­rak ya­şa­dık­la­rı top­lum­da­ki di­ğer in­san­la­ra ha­re­ket­le­ri, söz­le­ri ve gü­zel ah­lak­la­rıy­la ör­nek olur­lar. Al­lah (cc), Ku­ran'da bu ko­nuy­la il­gi­li ola­rak şöy­le bu­yur­mak­ta­dır:

"Siz­den; hay­ra ça­ğı­ran, iyi­li­ği (ma­ru­fu) em­re­den ve kö­tü­lük­ten (mün­ker­den) sa­kın­dı­ran bir top­lu­luk bu­lun­sun. Kur­tu­lu­şa eren­ler iş­te bun­lar­dır." (Al-i İm­ran Su­re­si, 104)

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav)'in ha­ya­tın­da da bu ko­nu­da sa­yı­sız ör­nek var­dır. Baş­ka­sı­na za­rar ver­me­mek ko­nu­sun­da Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'in ba­zı söz­le­ri şun­lar­dır:
"Bir Müs­lü­ma­na za­rar ve­re­ne Al­lah da za­rar ve­rir, me­şak­kat ve­re­ne Al­lah da me­şak­kat ve­rir." (Tir­mi­zi)
"Şüp­he­siz ki Al­lah, dün­ya­da in­san­la­ra azap eden­le­re azap ede­cek­tir." (Ebu Da­vud)

"Bir kö­tü­lük ya­pıl­dı­ğı­nı gö­ren kim­se onu eliy­le de­ğiş­tir­sin. Şa­yet bu­na gü­cü yet­mi­yor­sa di­liy­le ma­ni ol­sun. Bu­na da gü­cü yet­mi­yor­sa kal­biy­le buğ­z et­sin. Bu ise ima­nın en za­yı­fı­dır." (Bu­ha­ri-Müs­lim)

Ri­ya ve şir­kin Za­ra­rı
Ri­ya, iba­det ve ha­yır iş­le­ri­ sı­ra­sın­da, bu iba­de­ti ya­pan ki­şi­nin Al­lah (cc)'ın rı­za­sın­dan çok in­san­la­rın rı­za­sı­nı ara­ma­sı­dır. İba­det ve ha­yır­lar yal­nız­ca Al­lah (cc) rı­za­sı için ya­pıl­dı­ğın­da mak­bul­dür. Böy­le bir mak­sat dı­şın­da ya­pı­lan­lar mak­bul ol­ma­ya­bi­lir, hat­ta giz­li şirk ola­bi­lir. Ku­ran'da da ri­ya­kar­lı­ğın, mü­na­fık ah­la­kı­na ait bir ala­met ol­du­ğu bil­di­ril­miş­tir:

"Ger­çek şu ki, mü­na­fık­lar (söz­de), Al­lah'ı al­dat­mak­ta­dır­lar. Oy­sa O, on­la­rı al­da­tan­dır. Na­ma­za kalk­tık­la­rı za­man, is­tek­siz­ce kal­kar­lar. İn­san­la­ra gös­te­riş ya­par­lar ve Al­lah'ı an­cak çok az anar­lar." (Ni­sa Su­re­si, 142)

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) şöy­le bu­yu­ru­yor:
"Al­lah tüm in­san­la­rı ve cin­le­ri kı­ya­met gü­nü top­la­dı­ğı za­man bir ça­ğı­rı­cı, 'Kim Al­lah rı­za­sı için iş­le­di­ği bir iba­de­te Al­lah dı­şın­da baş­ka bi­ri­si­nin rı­za­sı­nı or­tak et­ti ise, se­va­bı­nı da on­dan ta­lep et­sin. Çün­kü Al­lah'ın or­ta­ğa ih­ti­ya­cı yok­tur', di­ye­cek­tir."
"Üm­me­tim hak­kın­da en çok kork­tu­ğum şey, Al­lah'a or­tak koş­ma su­çu iş­le­me­le­ri­dir. Bil­miş olu­nuz ki şüp­he­siz on­lar Gü­ne­ş'e, yıl­dı­za, Ay'a ta­pı­yor di­ye­cek de­ği­lim. Fa­kat bir­ta­kım iba­det­le­ri­ni Al­lah'tan baş­ka­sı için iş­le­ye­cek­ler ve giz­li şeh­vet ar­zu­la­ya­cak­lar­dır." (İbn-i Ma­ce)
"Kim iba­det­le­rin­de ri­ya­kar­lık eder­se, Al­lah onun ri­ya­kar­lı­ğı­nın ce­za­sı­nı ve­rir. Kim iba­det­le­ri­ni gös­te­riş için hal­ka işit­ti­rir­se, Al­lah onun ni­ye­ti­ni hal­ka işit­ti­rir." (İbn-i Ma­ce)

Dün­ya Ha­ya­tı­nın Ge­çi­ci­li­ği
Şey­ta­nın en bü­yük hi­le­le­rin­den bi­ri in­san­la­ra, dün­ya ha­ya­tı­nı ve bu­ra­da­ki ni­met­le­ri hiç so­na er­me­ye­cek gi­bi gös­ter­me­si­dir. Mü­min­le­rin şey­ta­nın bu hi­le­si kar­şı­sın­da çok dik­kat­li ol­ma­la­rı ge­re­kir. Al­lah (cc) Ku­ran'da şöy­le bu­yur­mak­ta­dır:

"Dün­ya ha­ya­tı yal­nız­ca bir oyun ve bir oya­lan­ma­dan baş­ka­sı de­ğil­dir. Kor­kup-sa­kın­mak­ta olan­lar için ahi­ret yur­du ger­çek­ten da­ha ha­yır­lı­dır. Yi­ne de akıl er­dir­me­ye­cek mi­si­niz?" (En'am Su­re­si 32)

Pey­gam­ber Efe­ndi­miz (sav)'in bu ko­nu­da­ki ha­dis­le­rin­den ba­zı­la­rı ise şöy­le­dir:
Hz. Ali (r.a.) şöy­le bu­yu­ru­yor: "Ey Al­lah'ın kul­la­rı! Siz bu dün­ya­dan gö­çen­ler­den fark­lı de­ğil­si­niz. On­lar siz­den da­ha uzun ömür­lü, da­ha kuv­vet­li, da­ha ma­mur bel­de­le­re ve da­ha öl­mez eser­le­re sa­hip idi­ler. Bir­kaç ne­sil son­ra ses­le­ri ke­sil­di ve ta­ma­men du­yul­maz ol­du. Ce­set­le­ri çü­rü­dü, yurt­la­rı bom­boş kal­dı ve eser­le­ri yok ol­du. On­lar muh­te­şem sa­ray­la­rı­nı, kon­for­la­rı­nı ve at­las­tan do­kun­muş ya­tak­la­rı­nı yas­tık­la­rı­nı üze­ri taş­lar­la ör­tü­lü, top­rak yı­ğı­lı vi­ra­ne­le­re ya­pıl­mış me­zar­la­ra de­ğiş­ti­ler. Yer­le­ri dar, sa­kin­le­ri ga­rip­tir. On­lar ora­da yal­nız­la­rın, ken­di ba­şı­nın der­di­ne dü­şen­le­rin ve bir­bir­le­riy­le sa­mi­mi ol­ma­yan­la­rın ara­sın­da­dır­lar.
"Si­zin ölü­ler di­ya­rı­na var­ma­nız ve ora­da yap­tık­la­rı­nı­za kar­şı­lık re­hin ola­rak kal­ma­nız ya­kın­dır. Si­zi de ka­bir ku­cak­la­ya­cak... Ahi­ret için ça­lış­ma­dan ahi­re­ti uman, uzun emel­le­rin pe­şin­de ko­şup tev­be­yi ge­cik­ti­ren, dün­ya­yı sev­me­yen ki­şi­le­rin di­liy­le dün­ya­dan bah­set­ti­ği hal­de dün­ya­yı se­ven­ler gi­bi ça­lı­şan, ken­di­si­ne ve­ri­lin­ce doy­ma­yan, ve­ril­me­yin­ce sız­la­nan kim­se­ler­den ol­ma­yın."
Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav), dün­ya­dan yüz çe­vir­me­nin an­la­mı­nı şöy­le açık­lı­yor:
"Dün­ya­dan yüz çe­vir­mek, ne he­lal şey­le­ri ha­ram et­mek­tir, ne de ma­lı za­yi et­mek­tir. Dün­ya­ya rağ­bet gös­ter­me­mek, elin­de olan ni­me­te, Al­lah'ın elin­de olan ni­met­ler­den da­ha faz­la gü­ven­me­men ve ba­şı­na bir mu­si­bet gel­di­ğin­de o mu­si­be­te gös­ter­di­ğin rağ­bet, o mu­si­be­tin gel­me­miş ol­ma­sı­na gös­ter­di­ğin rağ­bet­ten faz­la ol­ma­sı­dır." (İbn-i Ma­ce)
"Eli­niz­den gel­dik­çe ken­di­ni­zi dün­ya iş­le­ri­ne faz­la kap­tır­ma­yın. İba­det için ken­di­ni­ze va­kit ayı­rın. Zi­ra ki­min ama­cı sırf dün­ya olur­sa, Al­lah iş­le­ri­ni da­ğı­tır. Fa­kir­li­ği de­vam­lı ak­lı­na ge­ti­rir. Ki­min­ de ama­cı ahi­ret ise, Al­lah iş­le­ri­ni to­par­lar, hu­zu­ru­nu ar­tı­rır. Zen­gin­li­ği kal­bi­ne yer­leş­ti­rir. Hak­kın­da ha­yır­lı olan her­şe­yi hız­la ona yak­laş­tı­rır." (İb­ni Ma­ce, Ta­be­ra­ni, Bey­ha­ki)
"Kim gön­lü­nü ta­ma­men Al­lah'a bağ­lar­sa, Al­lah onun bü­tün ih­ti­yaç­la­rı­nı sağ­lar. On­la­ra bek­le­me­di­ği yer­den rı­zık ka­pı­la­rı­nı açar. Kim de ken­di­ni ta­ma­men dün­ya­ya ve­rir­se, Al­lah onu dün­ya­ya bı­ra­kır. Ona yar­dı­mı ke­ser." (Bey­ha­ki, İb­ni Hıb­ban) "Kim sa­bah­le­yin kal­kın­ca hep dün­ya işi­ni dü­şü­nür, iba­det­le­ri­ni ih­mal eder­se, Al­lah'tan ona hiç­bir yar­dım ol­maz." (Ta­be­ra­ni)
"Ade­moğ­lu­nun iki de­re do­lu­su al­tı­nı ol­sa üçün­cü­sü­nü is­ter. Ade­moğ­lu­nun gö­zü­nü an­cak top­rak do­yu­rur. Tev­be ede­nin tev­be­si­ni Al­lah ka­bul eder." (Bu­ha­ri-Müs­lim)
"Ey in­san­lar rız­kı­nı­zı gü­zel yol­lar­dan ara­yın. Kul için tak­dir edi­len­den faz­la­sı yok­tur. Kul dün­ya­dan göç­me­den ön­ce ken­di­si için tak­dir edi­len rız­kı ala­cak­tır." (Ha­kim)
"Siz­den bi­ri­niz ken­di­sin­den da­ha üs­tün ser­ve­te ma­lik olan kim­se­yi gör­dü­ğü za­man he­men ken­di­sin­den da­ha dü­şük ola­nı dü­şün­sün." (Bu­ha­ri-Müs­lim)
 Kıs­kanç­lık (Ha­set)
Ha­set bir kim­se­de bu­lu­nan bir ni­me­ti çe­ke­me­mek ve o ni­me­tin o kim­se­nin elin­den çık­ma­sı­nı ar­zu et­mek­tir. Bir ni­me­tin sa­hi­bi­nin elin­den çık­ma­sı­nı ar­zu eden ki­şi bu­nu fi­ili­ya­ta dök­sün ya ­da dök­me­sin ha­set et­miş olur. Mü­min­ler ara­sın­da ola­bi­le­cek ha­set hem Müs­lü­manlar ara­sın­da­ki bağ­lı­lı­ğı yok eder hem de Ku­ran'da ha­ram kı­lın­mış­tır.
Eğer bir kim­se ira­de­si dı­şın­da ha­set edi­yor­sa bun­dan kur­tu­la­bil­mek için Al­lah (cc)'a dua et­me­li­dir. Mü­min­le­rin bir­bir­le­ri­ne im­ren­me­le­ri­ni ge­rek­ti­re­cek tek ko­nu tak­va­la­rı ol­ma­lı­dır. Mü­min­ler ara­sın­da­ki kıs­kanç­lık ve ge­rek­siz çe­kiş­me­le­rin so­nu­cu Ku­ran'da şu şe­kil­de açık­lan­mış­tır:

"Al­lah'a ve Re­sû­lü'ne ita­at edin ve çe­ki­şip bir­bi­ri­ni­ze düş­me­yin, çö­zü­lüp yıl­gın­la­şır­sı­nız, gü­cü­nüz gi­der. Sab­re­din. Şüp­he­siz Al­lah, sab­re­den­ler­le be­ra­ber­dir." (En­fal Su­re­si, 46)

Bu ko­nuy­la il­gi­li ola­rak Re­su­lul­lah Efen­di­miz ha­dis­le­rin­de şöy­le bu­yu­ru­yor:
"Bir ko­yun sü­rü­sü­ne gi­ren iki aç kur­dun sü­rü­ye ver­di­ği za­rar, için­de ha­set duy­gu­la­rı ta­şı­yan Müs­lü­ma­nın di­ni­ne ver­di­ği za­rar­dan çok de­ğil­dir. Ger­çek­ten ateş odu­nu ya­kıp ye­di­ği gi­bi ha­set de iyi­lik­le­ri yok eder." (Tir­mi­zi)
"Bir­bi­ri­ni­ze hid­det­len­me­yin, bir­bi­ri­ni­zi kıs­kan­ma­yın, bir­bi­ri­ni­ze ar­ka çe­vir­me­yin; ey Al­lah'ın kul­la­rı kar­deş olun. Bir Müs­lü­ma­na üç gün­den faz­la din kar­de­şi ile küs dur­ma­sı he­lal ol­maz." (Müs­lim)
 An­cak iki ki­şi­ye ha­set edi­le­bi­lir; Al­lah'ın ken­di­si­ne ver­di­ği ma­lı O'nun yo­lun­da sarf e­den ki­şi ve Al­lah'ın ver­di­ği ilim ile amel eden ve onu baş­ka­la­rı­na öğ­re­ten ki­şi. (İbn-i Ma­ce)
Bu­ra­da ha­set­ten mak­sat el­bet­te ki ni­me­te sa­hip olan ki­şi­nin kö­tü­lü­ğü­nü is­te­mek de­ğil, ay­nı şe­kil­de o ni­met­le­re sa­hip ol­ma­yı ar­zu et­mek­tir.
"Ateş odu­nu yak­tı­ğı gi­bi, ha­set de se­vap­la­rı mah­ve­der." (Ebu Da­vud)
"Çe­ke­me­mez­lik yap­ma­yın, bir­bi­ri­niz­den ay­rıl­ma­yın, hu­su­met­leş­me­yin, ar­ka çe­vir­me­yin, ey Al­lah'ın kul­la­rı kar­deş olun." (Ebu Da­vud)

Öf­ke­len­di­ğin­de Öf­ke­yi Yen­me
Mü­mi­nin te­vek­kü­lü­nün, Al­lah (cc)'a olan ya­kın­lı­ğı­nın ve ka­de­re olan ima­nı­nın en önem­li gös­ter­ge­le­rin­den bi­ri, öf­ke­len­di­ği za­man öf­ke­si­ni yen­me­si­dir. Hay­rın ve şer­rin Al­lah (cc)'tan gel­di­ği­ni bi­len bir ki­şi, ba­şı­na ge­len her tür­lü olay­da Al­lah (cc)'a te­vek­kül eder ve öf­ke­ye ka­pıl­maz. Al­lah (cc) Ku­ran'da mü­min va­sıf­la­rı­nı an­la­tır­ken mü­min­le­rin öf­ke­le­ri­ni yen­me­le­ri ge­rek­ti­ği­ni şöy­le bil­dir­miş­tir:

"On­lar, bol­luk­ta da, dar­lık­ta da in­fak eden­ler, öf­ke­le­ri­ni ye­nen­ler ve in­san­lar (da­ki hak­la­rın)dan ba­ğış­la­ma ile (vaz) ge­çen­ler­dir. Al­lah, iyi­lik ya­pan­la­rı se­ver." (Al-i İm­ran Su­re­si, 134)

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav)'in bu ko­nu­da bir çok ha­dis­le­ri var­dır:
"Bir ku­lun, yal­nız­ca Al­lah'ın rı­za­sı­nı gö­ze­te­rek öf­ke­si­ni yen­me­sin­den da­ha bü­yük bir ecir yok­tur." (İbn-i Ma­ce)
Bir soh­bet sı­ra­sın­da Re­su­lul­lah Efen­di­miz, "Siz­ce peh­li­van­lık ne­dir?" di­ye sor­du. "On­lar da ye­nil­me­yen kim­se­dir" de­di­ler.
Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav), "Ha­yır ger­çek peh­li­van öf­ke­len­di­ğin­de nef­si­ne ha­kim olan in­san­dır." bu­yur­du.
"Yap­ma­ya gü­cü yet­ti­ği hal­de öf­ke­si­ni ye­nen kim­se­yi, Al­lah kı­ya­met gü­nü mah­lu­ka­tın hu­zu­ru­na ça­ğı­rır ve o kim­se­nin hu­ri­ler­den di­le­di­ği­ni seç­me­si­ne izin ve­rir." (Ebu Da­vud)
"Kim gü­cü yet­ti­ği hal­de hid­de­ti­ni ye­ner ve in­ti­ka­ma kal­kış­maz­sa, kı­ya­met gü­nü mah­lu­ka­tın hu­zu­run­da Al­lah-ü Te­ala onu ça­ğı­ra­rak hu­ri­ler­den di­le­di­ği­ni al­mak­ta ser­best bı­rak­ır." (Ebu Da­vud)
"Mu­hak­kak ki ce­hen­nem­de bir ka­pı var ki, bu ka­pı­dan yal­nız, ki­nin şid­de­ti­ni, Al­lah'a is­yan et­me­mek su­re­tiy­le ye­nen­ler gi­re­cek­tir." (İbn Ebi'd Dün­ya)
"Hid­det­le­nen kim­se ken­di­si­ni ce­hen­ne­me sü­rük­le­miş olur." (Bez­zar)
"Ga­zap ve hid­det, kalp­te ya­nan bi­rer ateş par­ça­sı ve bi­rer kı­vıl­cım­dır. Onun şah da­ma­rı­nın şiş­me­si­ni ve göz­le­ri­nin kı­zar­ma­sı­nı gör­mü­yor mu­su­nuz? Siz­den bi­ri­ni­ze bu hal gel­di­ği va­kit, ayak­ta ise otur­sun, otu­ru­yor­sa yat­sın." (Tir­mi­zi)
Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) nef­si­ne ye­ni­le­rek öf­ke­le­nen­le­re şöy­le bir tav­si­ye­de bu­lun­muş­tur:
"Siz­den bi­ri­niz öf­ke­len­di­ği va­kit su ile ab­dest al­sın; zi­ra hid­det şey­tan­dan­dır. Şey­tan ise ateş­ten ya­ra­tıl­mış­tır." (Ebu Da­vud)

Ev­la­dın Ai­le­si­ne, Ai­le­nin Ev­la­dı­na Kar­şı
So­rum­lu­luk­la­rı
Ev­le­nen mü­min­le­rin en bü­yük so­rum­lu­luk­la­rın­dan bi­ri de ha­yır­lı ev­lat ye­tiş­tir­mek­tir. Re­su­lul­lah (sav), ahi­ret­te üm­me­ti­nin çok­lu­ğu ile övü­ne­ce­ği­ni ha­ber ver­mek­te­dir. Bu­nun ya­nı­sı­ra ye­tiş­ti­ri­len ev­lat­la­rın ha­yır du­ala­rı, ahi­ret­te ken­di­si­ni ye­tiş­ti­ren an­ne ve ba­ba­sı­na bü­yük fay­da sağ­la­ya­cak­tır.
Bir ev­la­da ve­ri­le­bi­le­cek en iyi he­di­ye, ona İs­lam ah­la­kı­nı en doğ­ru ve gü­zel şe­kil­de öğ­re­te­bil­mek­tir.
Pey­gam­be­ri­miz (sav) şöy­le bu­yu­ru­yor:
"Dört ki­şi var­dır ki Al­lah on­la­rı cen­ne­te koy­ma­ya­cak ve on­la­rı cen­ne­tin ni­met­le­rin­den fay­da­lan­dır­ma­ya­cak­tır: De­vam­lı iç­ki kul­la­nan, fa­iz yi­yen, hak­sız ye­re ye­tim ma­lı yi­yen ve an­ne ba­ba­sı­na kar­şı asi olan­." (Tir­mi­zi)
"Al­lah si­ze ana­la­rı­nı­za iyi dav­ran­ma­nı­zı tav­si­ye et­ti. Al­lah si­ze ba­ba­la­rı­nı­za iyi dav­ran­ma­nı­zı tav­si­ye et­ti. Al­lah si­ze en ya­kın ak­ra­ba­nı­za son­ra ya­kın­lık de­re­ce­le­ri­ni­ze gö­re ak­ra­ba­la­rı­nı­za iyi dav­ran­ma­nı­zı tav­si­ye et­ti." (İbn-i Ma­ce)
Kı­ya­met gü­nü kü­çük ço­cu­ğa, "Cen­ne­te gir" de­nir. Ço­cuk cen­ne­tin ka­pı­sın­da du­rur ve "An­cak an­ne ve ba­bam­la bir­lik­te gi­re­rim" der ve di­re­nir. O za­man "an­ne ve ba­ba­sı­nı da bir­lik­te cen­ne­te ko­yun de­nir." (İbn-i Ma­ce)
"Üç ta­ne kı­zı olup ih­ti­yaç­tan kur­ta­rın­ca­ya ka­dar on­la­ra iyi ba­kan ye­di­rip giy­di­ren kim­se af­fe­dil­me­ye­cek bir gü­nah iş­le­me­miş­se cen­ne­te gi­der." (Tir­mi­zi)
"Bu­luğ ça­ğı­na ge­lin­ce­ye ka­dar kim iki kız ev­lat ye­tiş­ti­rir­se, (par­mak­la­rı­nı bir­leş­ti­re­rek) kı­ya­met gü­nü o ve ben şöy­le be­ra­be­riz." (Müs­lim-Tir­mi­zi)
Kı­ya­met gü­nü ba­ğış­lan­ma­sı en zor gü­nah­la­rın ba­şın­da mü­min an­ne ve ba­ba­ya is­yan ge­lir.
"Al­lah gü­nah­lar­dan di­le­di­ği­ni kı­ya­met gü­nü­ne te­hir eder, an­cak an­ne ve ba­ba­ya ya­pı­lan is­ya­nın ce­za­sı­nı öl­me­den ön­ce dün­ya­da da ve­re­cek­tir." (Ha­kim)
"Ba­ba, cen­net ka­pı­la­rı­nın en ha­yır­lı­sı­na gir­me­ye ve­si­le­dir. Ar­tık ya ba­ba hak­kı­nı ih­mal et­mek­le o ka­pı­yı yi­tir ve­ya onun hak­kı­na ri­ayet­le o ka­pı­yı el­de et­me­ye ça­lış." (İbn-i Ma­ce)

Ak­ra­ba­lık Bağ­la­rı­nı Mu­ha­fa­za Et­mek
Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav), yar­dım­laş­ma­da, din ah­la­kı­nı teb­liğ et­me­de ilk ön­ce ken­di ak­ra­ba­la­rı­mız­dan baş­la­ma­mız ge­rek­ti­ği­ni tav­si­ye et­miş­tir. Ay­nı inanç­la­rı pay­laş­tı­ğı­mız ak­ra­ba­la­rı­mız­la bağ­la­rı ko­par­mak, Sün­net-i Se­niy­ye'ye uy­gun bir dav­ra­nış ol­maz. Fa­kat din ko­nu­sun­da mü­min­ler­le mü­ca­de­le eden ak­ra­ba­lar, Re­su­lul­lah (sav)'ın ta­rif et­ti­ği ak­ra­ba­lar sı­nı­fı­na gir­mez.
Re­su­lul­lah (sav)'in bu ko­nu­da­ki ba­zı ha­dis­le­ri şun­lar­dır:
"Ak­ra­ba­lık bağ­la­rı­nı ke­sen cen­ne­te gi­re­mez." (Bu­ha­ri-Müs­lim)
"Ey in­san­lar! Bir­bi­ri­ni­ze se­lam ve­rin. Ak­ra­ba zi­ya­re­ti­ni ih­mal et­me­yin. Ge­ce­le­yin, in­san­lar uyur­ken na­maz kı­lın ki se­la­met­le cen­ne­te gi­re­si­niz." (Tir­mi­zi)
"Ger­çek­ten in­san­la­rın amel­le­ri Cu­ma ge­ce­si Al­lah'a ar­zo­lu­nur. Fa­kat ak­ra­ba­lık bağ­la­rı­nı ke­se­nin ame­li ka­bul ol­maz." (Ah­med)
"Rız­kı­nın bol­laş­ma­sı­nı ve öm­rü­nün uza­ma­sı­nı is­te­yen ki­şi ak­ra­ba zi­ya­re­tin­de bu­lun­sun." (Bu­ha­ri-Müs­lim)

Ye­tim Hak­kı, Fa­kir ve Yaş­lı­lar­la İl­gi­len­mek
Al­lah (cc) Ku­ran'da ye­tim hak­kı ile il­gi­li ola­rak şöy­le bu­yur­muş­tur:

Ger­çek­ten, ye­tim­le­rin mal­la­rı­nı zul­me­de­rek yi­yen­ler, ka­rın­la­rı­na an­cak ateş dol­dur­muş olur­lar. On­lar, çıl­gın bir ate­şe gi­re­cek­ler­dir." (Ni­sa Su­re­si, 10)

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) de ye­tim­le­rin hak­kı­nın ko­run­ma­sı üze­rin­de ti­tiz­lik­le dur­muş ve ye­tim hak­kı yi­yen­le­rin dün­ya­da ve ahi­ret­te acı bir azap­la kar­şı­la­şa­cak­la­rı­nı söy­le­miş­tir:
"Müs­lü­man­lar ara­sın­da bir ye­ti­mi alıp ye­di­rip içi­ren kim­se af­fe­dil­me­ye­cek bir gü­nah iş­le­me­miş­se el­bet­te Al­lah onu cen­ne­te so­ka­cak­tır." (Tir­mi­zi)
"Müs­lü­man top­lu­mu­nun ev­le­ri­nin en ha­yır­lı­sı, ken­di­si­ne iyi­lik edi­len bir ye­ti­min bu­lun­du­ğu ev­dir. En şer­li­si ise, ye­ti­min kö­tü­lü­ğe uğ­ra­dı­ğı ev­dir." (İbn-i Ma­ce)
"Al­lah'ım, ben şu iki za­yı­fın hak­kı­nın za­yi edil­me­sin­den in­san­la­rı sa­kın­dı­rır ve me­ne­de­rim: Ka­dın­lar ve ye­tim­ler." (İbn-i Ma­ce)
Top­lu­mu­muz­da ye­tim­le­rin ol­du­ğu ka­dar, yok­sul ve yaş­lı­la­rın­ da ala­ka ve yar­dı­ma ih­ti­ya­cı var­dır. Tüm Müs­lü­man­la­rın çev­re­le­rin­de­ki bu gi­bi ki­şi­ler­le il­gi­len­me­le­ri Re­su­lul­lah (sav)'ın sünneti­nin ge­re­ği­dir:
"Kim­se­siz­ler için ça­lı­şan ki­şi, Al­lah yo­lun­da mü­ca­de­le eden ve­ya gün­düz­le­ri oruç tu­tup ge­ce­le­ri­ni iba­det­le ge­çi­ren kim­se gi­bi­dir." (Müs­lim)
"Bir genç bir ih­ti­ya­ra yaş­lı­lı­ğın­dan do­la­yı hür­met eder­se, Ce­nab-ı Hak, o gen­ce yaş­lan­dı­ğı va­kit ik­ram ede­cek kim­se­le­ri mut­la­ka bah­şe­der." (Tir­mi­zi)
"Yaş­lı­la­ra say­gı gös­ter­mek Al­la­hu Te­ala'ya ta'zim­den­dir." (Ebu Da­vud)

Kom­şu Hak­kı
Ku­ran-ı Ke­rim'de Müs­lü­man­la­rın gü­zel­lik­le dav­ran­ma­sı ge­re­ken ki­şi­ler ara­sın­da kom­şu­lar da sa­yıl­mış­tır:

Al­lah'a iba­det edin ve O'na hiç bir şe­yi or­tak koş­ma­yın. An­ne-ba­ba­ya, ya­kın ak­ra­ba­ya, ye­tim­le­re, yok­sul­la­ra, ya­kın kom­şu­ya, uzak kom­şu­ya, ya­nı­nız­da­ki ar­ka­da­şa, yol­da kal­mı­şa ve sağ el­le­ri­ni­zin ma­lik ol­duk­la­rı­na gü­zel­lik­le dav­ra­nın. Çün­kü, Al­lah, her bü­yük­lük tas­la­yıp bö­bür­le­ne­ni sev­mez. (Ni­sa Su­re­si, 36)

Al­lah (cc)'ın Re­su­lü (sav), kom­şu­la­rı­na ya­pa­bi­le­ce­ği her yar­dı­mı ya­par ve on­la­rın iyi bir ya­şam sür­me­le­ri için gay­re­t gös­te­rir­di. On­la­ra fev­ka­la­de ya­kın dav­ra­nır ve sık sık ha­tır­la­rı­nı so­rar­dı. Çev­re­sin­de­ki mad­di ve ma­ne­vi ih­ti­yaç için­de olan kim­se­le­re her­kes­ten ön­ce O yar­dı­ma ko­şar­dı.
Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in şu sö­zü kom­şu hak­kı­nın öne­mi­ni açık­la­mak­ta­dır:
"Hz. Ceb­ra­il ba­na kom­şu hak­kı ko­nu­sun­da o ka­dar tav­si­ye­­de bu­lun­du ki kom­şu­nun kom­şu­ya va­ris kı­lı­na­ca­ğı­nı zan­net­tim." (Bu­ha­ri, Müs­lim)
Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav), As­ha­bı­na kom­şu­la­rı­na iyi dav­ran­ma­yı, on­la­rı ko­ru­yup gö­zet­me­yi, im­kan­la­rı öl­çü­sün­de yar­dım­da bu­lun­ma­yı tav­si­ye et­miş­tir. Bel­ki Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav)'den baş­ka hiç ­kim­se kom­şu hak­kı ko­nu­su üze­rin­de bu ka­dar faz­la dur­ma­mış­tır. Bu O'nun ha­dis­le­rin­de de açık­ça an­la­şıl­mak­ta­dır. Kom­şu­la­ra kar­şı mü­min­le­rin va­zi­fe­le­ri, an­ne, ba­ba ve eş­le­re kar­şı olan va­zi­fe­ler­le bir tu­tul­muş­tur.
"Al­lah'a ve ahi­ret gü­nü­ne ina­nan kim­se kom­şu­su­na ik­ram­da bu­lun­sun." (İbn-i Ma­ce)
Hz. Ay­şe şöy­le bu­yu­ru­yor: "Bir gün, 'Ey Al­lah'ın Re­su­lü iki kom­şum var, han­gi­si­ne ön­ce­lik­le he­di­ye­de bu­lu­na­yım?' de­dim. "Re­su­lul­lah, 'Sa­na ka­pı iti­ba­rıy­la ya­kın ola­na ver' ce­va­bı­nı ver­di."

Has­ta Zi­ya­re­tin­de Bu­lun­mak
Müs­lü­man­la­rın bir­bir­le­ri­ne en faz­la ih­ti­ya­cı ol­du­ğu za­man­lar­dan bi­ri de has­ta­lık an­la­rı­dır. Has­ta zi­ya­ret­le­ri, kar­deş­lik duy­gu­la­rı­nı pe­kiş­tir­di­ği gi­bi, has­ta­ya mo­ral des­te­ği ol­ma­sı açı­sın­dan çok önem­li­dir.
"Has­ta zi­ya­re­tin­de bu­lu­nan kim­se zi­ya­ret­ten dö­nün­ce­ye ka­dar cen­net mey­va­la­rı ara­sın­da­dır." (Müs­lim-Tir­mi­zi)
Pey­gam­be­ri­miz (sav) da­ima has­ta­la­rı zi­ya­ret eder ve söz­le­ri ile on­la­ra mo­ral ve­rir­di. Çev­re­sin­de­ki­le­re has­ta zi­ya­re­ti­nin mü­min­ler üze­ri­ne va­cip ol­du­ğu­nu söy­ler­di. Hic­re­tin ilk yıl­la­rın­da, sa­ha­be­nin öl­mek üze­re olan has­ta­la­rı Re­su­lul­lah (sav)'a bil­dir­me­si, Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in de on­lar için ba­ğış­lan­ma di­le­me­si bir ge­le­nek ha­li­ne gel­miş­ti. Pey­gam­be­ri­miz (sav), ölü evi­ne gi­der ve ölen mü­mi­nin af­fe­dil­me­si için dua eder ve ce­na­ze na­ma­zı­nı kıl­dı­rır­dı.
Re­su­lul­lah Efen­di­miz bir has­ta­yı zi­ya­ret et­ti­ğin­de, "İn­san­la­rın Rab­bi! Sı­kın­tı­yı gi­der. Şi­fa yal­nız Se­nin elin­de­dir. Sen­den baş­ka has­ta­lı­ğı gi­de­re­cek yok­tur." der­di. Has­ta­nın ya­nı­na gel­di­ğin­de şöy­le der­di: "Za­ra­rı yok, ge­çer. İn­şa­Al­lah gü­nah­la­rı­nın te­miz­le­yi­ci­si ve ke­fa­re­ti­dir." (Bu­ha­ri)
Ne za­man has­ta zi­ya­ret et­se onu te­sel­li eder, eli­ni al­nı­na ve bi­le­ği­ne ko­ya­rak ona ni­yaz­da bu­lu­nur, "İn­şa­Al­lah iyi­le­şe­cek­sin" der­di. An­cak has­ta­la­rın ken­di has­ta­lık­la­rı ko­nu­sun­da kö­tü ko­nuş­ma­la­rı ve şi­ka­yet­çi bir üs­lup ta­kın­ma­la­rın­dan hoş­lan­maz­dı.
"Kim se­vap ümi­diy­le Müs­lü­man kar­de­şi­ni has­ta iken zi­ya­ret eder­se ateş­ten yet­miş yıl yü­rü­me me­sa­fe­si uzak­laş­tı­rı­lır." (Ebu Da­vud)

Mec­lis Ada­bı ve Mi­sa­fir­per­ver­lik Hu­su­su
Pey­gam­be­ri­miz (sav) bir top­lu­luk içe­ri­si­ne gir­di­ğin­de iz­zet ve in­ce­lik ese­ri olan ta­vır­lar­la otu­rur­du. Bü­tün As­hab O'nun bu ör­nek ta­vır­la­rı­nı bü­yük dik­kat­le iz­ler­di. Bir şey söy­le­di­ği va­kit il­giy­le ve ne­za­ket­le O'nu din­ler­ler­di.
Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) bir ki­şi­nin sö­zü bit­me­den sö­zü­nü kes­mez­di. Ba­zı fa­kir be­de­vi­ler, dert­le­ri­ni an­lat­mak için ge­lir ve mec­lis ada­bı­nı bo­zar­lar­dı. Pey­gam­be­ri­miz (sav) bu ki­şi­le­rin söz­le­ri­ni kes­me­den so­nu­na ka­dar din­ler ve söz­le­ri­nin so­nun­da an­la­ya­cak­la­rı tarz­da na­zik bir şe­kil­de ken­di­le­ri­ni uya­rır­dı.
Da­ima mec­lis­te­ki ko­nuş­ma­la­ra ka­tı­lır, in­san­lar ne ko­nu­şu­yor­lar­sa o ko­nu­dan ko­nuş­ma­yı sür­dü­rür­dü. Esp­ri­le­ri­ne eş­lik eder an­cak ca­hi­li­ye tar­zı esp­ri ya­pan­la­rı uya­rır­dı. Soh­bet or­tam­la­rın­da ko­nu­şu­lan ko­nu­lar ge­nel­de din, ah­lak ve in­san­la­rın gün­lük ha­ya­tın­da yar­dım­cı ola­cak ge­nel bil­gi­ler­den olu­şur­du.

Re­su­lul­lah (sav)'ın Se­lam­laş­ma Ko­nu­sun­da­ki
Tu­tum­la­rı
Ku­ran'da se­lam­laş­ma­nın öne­mi şöy­le bil­di­ri­lir:

"Bir se­lam­la se­lam­lan­dı­ğı­nız­da, siz on­dan da­ha gü­ze­liy­le se­lam ve­rin ya da ay­nıy­la kar­şı­lık ve­rin. Şüp­he­siz, Al­lah her şe­yin he­sa­bı­nı tam ola­rak ya­pan­dır." (Ni­sa Su­re­si, 86)

Ayet­ten de an­la­şı­la­ca­ğı gi­bi se­lam ve­ril­di­ğin­de ay­nı­sıy­la hat­ta da­ha gü­ze­li ile kar­şı­lık ver­mek mü­min­ler üze­rin­de bir so­rum­lu­luk­tur. Pey­gam­be­ri­miz (sav) bu ko­nu­da şöy­le bu­yu­ru­yor:
"İs­lam'da en ef­dal ve en ha­yır­lı olan şey, ye­mek ye­dir­mek ve ta­nı­dı­ğı­na, ta­nı­ma­dı­ğı­na se­lam ver­mek­tir." (Bu­ha­ri)
Di­ğer bir ha­dis­te ise şöy­le bil­di­ril­miş­tir:
"Üç şe­yi kim şah­sın­da bir ara­ya ge­ti­rir­se, ima­nı da top­la­mış olur: Nef­si­ne kar­şı ol­sa da in­sa­fı el­den bı­rak­ma­mak, her­ke­se se­lam ver­mek, fa­kir ol­du­ğu hal­de sa­da­ka ver­mek­tir." (Bu­ha­ri)
Her­ke­se se­lam ver­mek bir te­va­zu gös­ter­ge­si­dir. Çün­kü se­lam ve­ren ki­şi se­lam ver­di­ği ki­şi­ye ki­bir yap­ma­dı­ğı­nı gös­ter­mek­te­dir. Se­la­mı alan ki­şi ise Ku­ran'da be­lir­til­di­ği gi­bi da­ha gü­ze­liy­le kar­şı­lık ve­rir­se ay­nı şe­kil­de te­va­zu ör­ne­ği gös­ter­miş olur.
Pey­gam­be­ri­miz (sav) bir evin ka­pı­sı­na gel­di­ğin­de ka­pı­ya doğ­ru tam ola­rak yü­zü­nü dön­mez, ka­pı­nın sağ ya da sol ya­nı­na çe­ki­lir ve iki kez "Es­se­la­mu aley­küm" der­di. (Ebu Da­vud) Böy­le­lik­le içe­ri­de­ki­le­rin ken­di­le­ri­ne ve eve çe­ki dü­zen ver­me­le­ri­ne yar­dım­cı olur­du. Se­lam ver­dik­ten son­ra evin içe­ri­si­ne da­vet edil­me­den gir­mez­di.
Ken­di­si­ne ulaş­tır­ma­sı için gön­de­ri­len se­lam­la­rı "Aley­küm se­lam" kar­şı­lı­ğı­nı ve­re­rek alır ve ora­da bu­lun­ma­yan ki­şi­le­re ya­kın­la­rı va­sı­ta­sıy­la se­lam gön­de­rir­di. (Müs­lim)
Efen­di­miz Hz. Mu­ham­med'in (s.a.v.) di­ğer bir sünneti, se­la­mın so­nu­na "Ve be­re­ka­tu­hu" ek­le­me­siy­di. Ay­rı­ca se­la­mı üç ke­re tek­rar­lar­dı. Böy­le­lik­le se­la­mı her­ke­sin duy­ma­sı­nı ve kar­şı­lık ver­me­si­ni sağ­lar­dı.
Bi­ri ile kar­şı­laş­tı­ğın­da mut­la­ka se­la­mı ken­di­si ve­rir ve se­lam al­dı­ğın­da ise yük­sek ses­le ve kar­şı­sın­da­ki­nin du­ya­ca­ğı bir ses to­nu ile alır­dı. Re­su­lul­lah (sav) bu­yu­ru­yor:
"Ara­nız­da se­la­mı ya­yı­nız. Ye­mek ye­di­ri­niz. Ak­ra­ba­yı zi­ya­ret edi­niz. İn­san­lar uyur­ken na­maz kı­lı­nız, se­la­met­le cen­ne­te gi­rer­si­niz." (Tir­mi­zi)
"Siz­den bi­ri­niz mes­ci­de gir­di­ğin­de ve ay­rıl­dı­ğın­da se­lam ver­sin. Bu se­lam­la­rın bi­ri di­ğe­rin­den fark­lı de­ğil­dir." (Tir­mi­zi)
"Hay­van üze­rin­de olan yü­rü­ye­ne, yü­rü­yen otu­ra­na, az ço­ğa, kü­çük bü­yü­ğe se­lam ver­sin." (Bu­ha­ri)

 Pey­gam­be­ri­miz (sav)'e Sa­la­vat Ge­tir­mek

"Şüp­he­siz, Al­lah ve me­lek­le­ri Pey­gam­be­re sa­lat eder­ler. Ey iman eden­ler, siz de ona sa­lat edin ve tam bir tes­li­mi­yet­le ona se­lam ve­rin." (Ah­zab Su­re­si, 56)

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in adı anıl­dı­ğın­da O'na sa­lat ve se­lam gön­der­me­nin ne ka­dar ola­ca­ğı ko­nu­sun­da alim­le­ri­miz ara­sın­da gö­rüş fark­lı­lı­ğı var­dır. Fa­kat bu­nun fa­zi­le­ti ve ahi­ret­te Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in şe­fa­ati­ne ve­si­le ola­ca­ğı ko­nu­sun­da Ehl-i Sün­net alim­le­ri gö­rüş bir­li­ği içe­ri­sin­de­dir.
Re­su­lul­lah (sav)'a sa­lat ve se­lam gön­der­mek çok se­vap ge­ti­ren ve de­ğer­li bir iş­tir. Çok sa­la­vat ge­ti­re­nin Al­lah (cc), ahi­ret­te mev­ki­si­ni yük­sel­tir.
Re­su­lul­lah (sav)'ın adı anıl­dı­ğın­da O'na sa­lat ve se­lam gön­der­me­yen­ler, ahi­ret­te bü­yük bir ha­yır­dan mah­rum ka­la­cak­lar­dır. Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ba­zı ha­dis­le­ri şöy­le­dir:
"Kı­ya­met gü­nü ba­na en ya­kın olan­lar ve şe­fa­ati­me hak ka­za­nan­lar, be­nim üze­ri­me en faz­la sa­la­vat ge­ti­ren­le­ri­niz­dir." (Tir­mi­zi)
"Her kim be­nim üze­ri­me sa­la­vat ge­ti­rir­se, Al­lah ona on mis­li mağ­fi­ret eder." (Ebu Da­vud)
"Gün­le­rin en fa­zi­let­li­si Cu­ma gün­le­ri­dir. O gün be­nim üze­ri­me çok sa­la­vat ge­ti­rin. Zi­ra si­zin sa­la­vat ve se­lam­la­rı­nız me­lek­ler va­sı­ta­sıy­la ba­na ulaş­tı­rı­lır." (Ebu Da­vud)
"Adım anıl­dı­ğın­da sa­la­vat ge­ti­rin ve dua edin. Zi­ra ne­re­de olur­sa­nız olun, sa­lat ve se­lam­la­rı­nız ba­na ula­şır." (Ebu Da­vud)
Re­su­lul­lah (sav)'a sa­lat ve se­lam gön­der­me­nin tav­si­ye edil­di­ği za­man­lar:
1) Ezan oku­nur­ken:
Pey­gam­be­ri­miz (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur: "Eza­nı duy­du­ğu­nuz­da mü­ez­zi­nin söy­le­dik­le­ri­ni tek­rar edin ve son­ra ba­na sa­lat gön­de­rin. Bir sa­lat ve se­lam için Al­lah si­ze on kat se­vap ve­rir." (Ah­med)
2) Ca­mi­ye gi­rer­ken ve çı­kar­ken:
Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) ca­mi­ye gi­rer­ken ve çı­kar­ken sa­lat ve se­lam okur­du. Hz. Ali (r.a.), "Ca­mi­ye gir­di­ği­niz­de Re­su­lul­lah'a sa­lat edin." (Ah­med) bu­yu­ru­yor.
3) Ce­na­ze na­ma­zın­da:
Pey­gam­be­ri­mi­z (sav)'in sünneti­ne gö­re ce­na­ze na­ma­zı­nın so­nun­da Pey­gam­be­ri­miz (sav)'e sa­lat (Al­la­hüm­me sal­li ve Al­la­hüm­me ba­rik) oku­nur.
4) Du­ala­rın so­nun­da:
Hz. Ömer (r.a.): "Re­su­lul­lah'a sa­lat oku­na­na ka­dar oku­nan dua, yer­le gök ara­sın­da­ du­rur."
5) Cu­ma gü­nün­de:
Pey­gam­be­ri­miz (sav) şöy­le bu­yu­ru­yor: "Cu­ma gün­le­ri çok sa­lat oku­yun. Çün­kü o gün me­lek­ler ya­nı­nız­da­dır. Kim ba­na sa­lat ve se­lam gön­de­rir­se da­ha sö­zü bit­me­den ba­na ula­şır." (Ne­sei)

Ye­mek Ada­bı
 Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'in ye­mek ada­bı üze­ri­ne gü­nü­mü­ze ula­şan ha­dis­le­rin bu ka­dar faz­la sa­yı­da ol­ma­sı, O'nun ko­nu­ya bü­yük has­sa­si­yet gös­ter­di­ği­nin bir ka­nı­tı­dır. İm­kan­la­rın kı­sıt­lı ol­ma­sı O'nun bu ko­nu üze­rin­de has­sa­si­yet­le dur­ma­sı­nı en­gel­le­me­miş­tir. Re­su­lul­lah (sav)'tan ör­nek­ler­le sof­ra ada­bı­nı şöy­le özet­le­ye­bi­li­riz:
1) Eli yı­ka­mak sünnet­ten­dir. Ye­mek­ten ev­vel ve ye­mek bi­ti­min­de el yı­ka­mak sağ­lık açı­sın­dan çok önem­li­dir. Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav) bu ko­nu­da­ki ha­dis­le­riy­le tüm mü­min­le­ri teş­vik et­miş­tir:
"Ye­mek­ten ev­vel el­le­ri yı­ka­mak yok­sul­lu­ğu, son­ra yı­ka­mak ise gü­nah­la­rı gi­de­rir." (Ta­be­ra­ni)
"Kim ye­mek­ten son­ra eli­ni yı­ka­ma­dan ge­ce­ler ve ken­di­si­ne bun­dan son­ra bir mu­si­bet isa­bet eder­se ken­din­den baş­ka kim­se­yi suç­la­ma­sın." (Ebu Da­vud)
"Ye­me­ğin be­re­ke­ti ye­mek­ten ön­ce­ki ve son­ra­ki yı­ka­ma­lar­da­dır." (Ebu Da­vud)
2) Ye­me­ğe baş­la­ma­dan ön­ce "Bis­mil­la­hir­rah­ma­nir­ra­him", ye­mek bi­ti­min­de ise "El­ham­dü­lil­lah" den­me­si sünnet­ten­dir.
Re­sû­lul­lah bu­yur­du ki:
"Siz­den kim bir şey yer­se "Bis­mil­lah" de­sin. Baş­ta söy­le­me­yi unut­muş­sa, so­nun­da şöy­le söy­le­sin: "Bis­mil­la­hi fî ev­ve­li­hî ve âhi­ri­hî (ba­şın­da da so­nun­da da Bis­mil­lah)."
Pey­gam­be­ri­miz (sav), As­ha­bın­dan al­tı ki­şiy­le ye­mek yi­yor­du. Bu sı­ra­da be­de­vi­nin bi­ri Bes­me­le çek­mek­si­zin ma­sa­ya otu­ra­rak ye­me­ğe baş­la­dı. Re­su­lul­lah; "Eğer Bes­me­le çek­sey­di ye­mek he­pi­mi­ze ye­ter­di." (Tir­mi­zi) bu­yur­du.
3) Ye­me­ğe hur­ma, tuz ya da suy­la baş­lan­ma­sı Pey­gam­be­ri­miz (sav) ta­ra­fın­dan tav­si­ye edil­miş­tir. Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) sof­ra­ya ge­ti­ri­len ye­me­ği hiç­bir za­man kö­tü­le­mez­di. Eğer sev­me­di­ği bir ye­mek ge­ti­ri­lir­se, hiç­bir şey söy­le­me­den sa­de­ce ye­me­mek­le ye­ti­nir­di.
4) Sağ el­le ye­mek ve ta­ba­ğın ke­na­rın­dan ye­mek Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'in sünnet­le­rin­den­dir. Ya­nın­da ye­mek yi­yen ço­cu­ğu Pey­gam­be­ri­miz (sav) şöy­le uyar­mış­tır:
 "Ey ço­cuk be­nim­le bir­lik­te Bes­me­le çek, sağ elin­le ye ve önün­den ye." (Müs­lim)
"Be­re­ket ye­me­ğin or­ta­sı­na iner. Öy­ley­se ke­nar­dan yi­yin, ye­me­ğin or­ta­sın­dan ye­me­yin." (Tir­mi­zi, Ebu Da­vud)
5) Sof­ra­ya bir ara­da otur­ma­ya dik­kat et­me­li­yiz. Ye­me­ğin bir ara­da yen­me­si be­re­ke­ti ar­tı­rır.
Bir ara­da yi­yi­niz, si­zin için be­re­ket­li ve mü­ba­rek olur. (Ebu Da­vud)
6) Ye­me­ğin çok sı­cak ol­ma­ma­sı ge­re­kir:
"Sı­cak ye­mek­te be­re­ket ol­maz. Al­la­hu Te­ala bi­ze ateş ye­dir­mez. Siz ­de o yüz­den ye­me­ği­ni­zi so­ğu­duk­tan son­ra yi­yin." (Bey­ha­ki)
7) Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav)'in ha­dis­le­rin­de bil­di­ri­len, su içer­ken dik­kat edi­le­cek hu­sus­lar şun­lar­dır:
Bar­da­ğı sağ eli­ne al­dık­tan son­ra, su üç yu­dum­da ve bar­da­ğın içi­ne ne­fe­si­ni ver­me­den içil­me­li­dir. Pey­gam­be­ri­miz Hz. Muham­med (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur:
"Su­yu yu­dum yu­dum ve ağır ağır için, bir­den iç­me­yin. Zi­ra bun­dan ci­ğer has­ta­lı­ğı ha­sıl olur." (Dey­le­mi)
"Siz­den bi­ri­niz su içer­ken bar­da­ğa so­lu­ma­sın, so­lu­ya­cak­sa bar­da­ğı ağ­zın­dan uzak­laş­tır­sın." (İbn-i Ma­ce)
Re­su­lul­lah su­yu üç so­luk­ta içer­di. "Böy­le­si da­ha kan­dı­rı­cı, elem­den uzak­laş­tı­rı­cı ve da­ha ko­lay akı­cı­dır" bu­yur­ur­du. (Müs­lim)
Bir top­lu­luk­ta su da­ğı­tı­lır­ken, sağ ta­raf­tan ve sağ el­de do­laş­tı­rıl­ma­lı­dır. Re­sul-ü Ek­rem (sav) süt ve şer­bet gi­bi şey­ler iç­ti­ğin­de ya­nın­da bu­lu­nan­la­ra da bi­rer yu­dum içi­rir­di. Bar­dak da­ima sağ­dan do­la­şır­dı.
"Re­su­lul­lah'a su ile ka­rış­tı­rıl­mış süt ge­tir­di­ler. Sa­ğın­da bir be­de­vi so­lun­da ise Hz. Ebu Be­kir var­dı. Sü­tü iç­ti ve be­de­vi­ye ver­di. Son­ra "Ev­ve­la sa­ğa son­ra onu­n sa­ğı­na" bu­yur­du­lar." (Müs­lim)
 Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav) ka­la­ba­lık­ta ye­mek ye­me­yi se­ver­di. Sof­ra ku­rul­du­ğu za­man "Al­lah'ım, bu ye­me­ği, ken­di­si ile cen­net ni­met­le­ri­ne ula­şa­cak şük­rü öden­miş ni­met­ler­den kıl." der­di. Ye­me­ği çok sı­cak ye­mez, ken­di­li­ğin­den so­ğu­ma­sı­nı bek­ler son­ra yer­di.
Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav), mü­min­le­rin bir­bir­le­ri­ni ye­me­ğe da­vet et­me­le­ri­ni tav­si­ye et­miş­tir. İs­lam alim­le­ri ge­çer­li bir ma­ze­re­ti ol­ma­yan ki­şi­nin mü­min kar­de­şin­den al­dı­ğı da­ve­te ica­bet et­me­si­nin va­cip ol­du­ğu­nu be­lirt­miş­ler­dir.
"Kim da­vet edil­di­ği hal­de da­ve­te ica­bet et­mez­se Al­lah'a ve Re­su­lü'ne baş­kal­dır­mış olur. Kim de da­vet­siz ola­rak bir ma­sa­ya otu­rur­sa hır­sız ola­rak gi­rer ve yağ­ma­cı ola­rak çı­kar." (Bu­ha­ri, Müs­lim, Tir­mi­zi)
"İki ki­şi bir­den da­vet eder­se ka­pı iti­ba­riy­le han­gi­si ya­kın­sa ona ica­bet edin. Çün­kü ka­pı­sı da­ha ya­kın olan kom­şu­luk­ta da da­ha ya­kın­dır. Bun­lar­dan bi­ri ön­ce da­vet et­miş­se ön­ce dav­ra­na­na ica­bet et." (Ebu Da­vud)
"Da­vet olun­ma­dı­ğı hal­de sof­ra­ya gi­den kim­se, git­mek­te fa­sık ol­du­ğu gi­bi, ye­di­ği de ha­ram­dır." (Bey­ha­ki)
Müs­lü­man­lar üç ye­mek­ten me­sul de­ğil­dir. Sa­hur ye­me­ği, if­tar ye­me­ği ve dost­la­rı ile bir­lik­te ye­dik­le­ri ye­mek­ler­dir. Pey­gam­be­ri­miz (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur:
"Cen­net­te içi dı­şın­dan dı­şı için­den gö­rü­nen köşk­ler var­dır. Bun­lar tat­lı ve yu­mu­şak ko­nu­şan, ye­mek ye­di­ren ve in­san­lar uy­ku­da iken na­maz kı­lan in­san­lar için­dir." (Tir­mi­zi)
"Din kar­de­şi­nin ar­zu et­ti­ği ye­me­ği ken­di­si­ne ye­di­ren kim­se­nin gü­nah­la­rı ba­ğış­la­nır. Din kar­de­şi­ni se­vin­di­ren, Allah'ı se­vin­dir­miş olur." (Ta­be­ra­ni)
Da­ve­te ica­bet edip ge­len ki­şi­ye hür­met gös­ter­mek mü­min ah­la­kı­nın önem­li özel­lik­le­rin­den­dir.


Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in Sev­di­ği Ye­mek­ler
Re­su­lul­lah (sav) hiç­bir ye­mek ayır­maz­dı. O an­da ye­mek is­te­me­di­ği şe­yi kö­tü­le­mez, sa­de­ce ye­me­mek­le ye­ti­nir­di. An­cak Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'in en sev­di­ği seb­ze ye­me­ği ka­bak­tı. Ay­rı­ca Pey­gam­be­ri­miz (sav), et­li ye­mek­ler­den de öv­gü ile sö­zet­miş­tir.
"Ya Ai­şe, ten­ce­re­ye faz­la ka­bak ko­yun. Zi­ra ka­bak kal­bi tak­vi­ye eder." (Fe­va­id)
"Et, dün­ya ve ahi­re­tin en üs­tün ye­me­ği­dir. O, ku­la­ğın işit­me­si­ni ar­tı­rır. Eğer, Rab­bim­den her­ gün et ye­me­ği na­sip et­me­si­ni is­te­sey­dim na­sip eder­di."
Enes b. Ma­lik'ten ri­va­yet edil­miş­tir: "Bir ter­zi Re­su­lul­lah (sav)'i onun adına ha­zır­la­dı­ğı bir ye­me­ğe da­vet et­ti. Be­ra­be­rin­de ben de git­tim. (Ev sa­hi­bi sof­ra­ya) ar­pa ek­me­ği, içe­ri­sin­de ka­bak bu­lu­nan bir çor­ba ve ka­did (ku­ru­tul­muş et) ge­tir­di. Ben, Re­su­lul­lah (sav)'ın ta­ba­ğın et­ra­fın­dan ka­ba­ğı araş­tır­dı­ğı­nı gör­düm. O gün­den be­ri ka­ba­ğı sev­me­ye de­vam edi­yo­rum." (Bu­ha­ri, Et'ime 33, 4, 25, 35, 36, 37, 38, Bü­yu 30; Müs­lim, Eş­ri­be 144, (2041); Mu­vat­ta, Ni­kah 51, (2))
Re­su­lul­lah (sav), sa­rım­sak­lı ye­mek­le­ri ye­mez, yen­me­si­ni de tav­si­ye et­mez­di. Bu hu­su­su Enes b. Ma­lik şöy­le an­la­tı­yor:
"Re­su­lul­lah'a yi­ye­cek gön­de­ril­di­ği va­kit onu yer, ar­ta­nı­nı ba­na gön­de­rir­di. Bir gün ye­me­di­ği hal­de ye­me­ği­ni ba­na gön­der­me­di. Çün­kü içe­ri­sin­de sa­rım­sak var­dı. Ken­di­le­ri­ne 'Bu ha­ram mı­dır?' di­ye sor­dum. 'Ha­yır la­kin ben ko­ku­sun­dan do­la­yı hoş­lan­mı­yo­rum' bu­yur­du. Ben de, 'Öy­ley­se se­nin hoş­lan­ma­dı­ğın­dan ben de hoş­lan­mı­yo­rum' de­dim."

Sağ­lık ve Te­miz­li­ğin Öne­mi
Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) üm­me­tin sağ­lı­ğı­na ve te­miz­li­ği­ne bü­yük önem ver­miş­tir. Sağ­lık­lı bir ki­şi­nin, ken­di­si­ne dik­kat et­me­di­ği için sağ­lı­ğı bo­zu­lan ki­şi­den üs­tün ol­du­ğu­nu söy­le­miş­tir. Bir ha­dis­te, "Bi­le­ği kuv­vet­li olan za­yıf olan­dan da­ha ha­yır­lı­dır" (Müs­lim) bu­yu­ru­lu­yor. Ku­ran'da Hz. Yah­ya (a.s.) an­la­tı­lır­ken şöy­le bu­yrul­muş­tur:

"Ka­tı­mız­dan ona bir sev­gi du­yar­lı­lı­ğı ve te­miz­lik(de ver­dik). O, çok tak­va sa­hi­bi bi­riy­di." (Mer­yem Su­re­si, 13)

Ye­mek ye­me­den ev­vel ve ye­dik­ten son­ra el­le­rin yı­kan­ma­sı­nı tav­si­ye et­me­si, ab­dest ko­nu­sun­da­ki ti­tiz­li­ği ve vü­cut te­miz­li­ği ko­nu­la­rın­da­ki ha­dis­le­ri Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in sağ­lık ve te­miz­li­ğe ver­di­ği öne­mi en iyi şe­kil­de an­la­mak­ta­dır.
Ku­ran'da, iba­det edi­len yer­le­rin ve iba­det ede­n ki­şi­nin te­miz­li­ği üze­rin­de du­rul­muş­tur. İba­det­ler kir­li bir vü­cut ve kir­li el­bi­se­ler­le ya­pı­la­ma­ya­ca­ğı­na gö­re mü­min­le­rin te­miz­lik ko­nu­su üze­rin­de ti­tiz­lik­le dur­ma­la­rı ge­re­kir. Bir ha­dis­te "Te­miz­lik ima­nın ya­rı­sı­dır." (Müs­lim) bu­yu­rul­muş­tur. Bu yüz­den di­ğer ima­ni ve iti­ka­di ko­nu­lar ka­dar, te­miz­lik de ol­duk­ça önem­li bir ko­nu­dur.
Efen­di­miz Hz. Mu­ham­med (sav)'in ab­dest ko­nu­sun­da ba­zı tav­si­ye­le­ri var­dır. Bu hik­met­li tav­si­ye­le­r şun­lar­dır:
1) Mis­vak kul­lan­mak:
Ebu Hu­rey­re'den na­kil­le sev­gi­li Pey­gam­be­ri­miz (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur:
"Eğer üm­me­ti­min üze­ri­ne zah­met ver­me­ye­cek ol­say­dım, her na­maz­da mis­vak kul­lan­ma­la­rı­nı em­re­der­dim." (Müs­lim)
Mis­vak kul­lan­ma­nın ba­zı fay­da­la­rı:
Diş­le­ri par­la­tır, diş et­le­ri­ni kuv­vet­len­di­rir, ağız sağ­lı­ğı­nı sağ­lar, ağız ko­ku­su­nu gi­de­rir, diş­le­ri sağ­lam­laş­tı­rır, diş taş­la­rı­nı gi­de­rir, mi­de­yi tak­vi­ye edip, mi­de has­ta­lık­la­rı­nı ön­ler. Haz­mın ko­lay­laş­ma­sı­nı sağ­lar. Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in sünneti ye­ri­ne ge­ti­ri­lir, Al­lah (cc)'ın rı­za­sı­nı ka­zan­ma­ya ve­si­le­dir.
2) El­le­rin yı­kan­ma­sı:
"Bi­ri­niz uy­ku­sun­dan uya­nın­ca üç kez eli­ni yı­ka­ma­dan ab­dest al­ma­sın." (Bu­ha­ri)
3) Bu­run te­miz­li­ği:
"Kim ab­dest alır­sa is­tin­sak­da bu­lun­sun (bur­nu­nu te­miz­le­sin)." (Bu­ha­ri)
4) Sa­kal ve par­mak ara­la­rı­nı yı­ka­mak:
 Müs­tev­rid İb­nu şed­dad şöy­le di­yor:
"Re­su­lul­lah'ı gör­düm. Ab­dest al­dı­ğı za­man sa­ka­lı­nı ve par­mak ara­la­rı­nı hi­lal­li­yor­du." (Tir­mi­zi, Ebu Da­vud)
 5) Ku­lak­la­rı mes­het­mek:
"Re­su­lul­lah ab­dest al­dı (bu es­na­da) par­mak­la­rı­nı ku­lak­la­rı­nın hüc­re­si­ne sok­tu." (Ebu Da­vud, ha­dis no:3636)
6) Su­yu is­raf et­me­mek:
Sa'd ab­dest alır­ken Hz. Pey­gam­ber gel­di. "Bu is­ra­fın ne?" di­ye mü­da­ha­le et­ti." Sa'd "Ab­dest­te is­raf olur mu?" di­ye sor­du. Re­su­lul­lah "Evet bir ne­hir ke­na­rın­da ol­sa­nız da" di­ye ce­vap ver­di.
7) Yü­zü ku­ru­la­mak: Mu­az (ra) di­yor ki:
"Re­su­lul­lah'ı gör­düm. Ab­dest alın­ca men­di­liy­le yü­zü­nü si­li­yor­du." (Tir­mi­zi)
Pey­gam­be­ri­miz (sav) has­ta­lık­lar­la il­gi­li tav­si­ye­de bu­lu­nur­ken dok­tor­la­ra ön­ce­lik ve­rir­di. Ko­nu hak­kın­da bil­gi­si ol­sa bi­le ön­ce bir dok­to­ra gö­tü­rül­me­si­nin da­ha ya­rar­lı ola­ca­ğı­nı söy­ler­di.
Re­su­lul­lah za­ma­nın­da bir in­sa­nın ya­ra­sı açıl­mış­tı. Adam, tıp­tan an­la­yan iki ki­şi ça­ğır­dı. Re­su­lul­lah: "Han­gi­niz en iyi dok­tor?" di­ye sor­du. Adam­lar­dan bi­ri de­di ki: "Tıp­ta de­va var mı ey Al­lah'ın el­çi­si?" Re­su­lul­lah on­la­ra şu ce­va­bı ver­di: "Der­di in­di­ren de­va­sı­nı da in­dir­miş­tir." (Ebu Da­vud, Tıb, 1; Tir­mi­zî, Tıb, 2; İbn Ma­ce, Tib, 1)
Ebu Der­da Re­su­lul­lah Efen­di­miz'den şöy­le işit­ti­ği­ni ri­va­yet et­miş­tir: "Al­lah, has­ta­lık ve şi­fa­yı yer­yü­zü­ne be­ra­ber gön­der­di ve her has­ta­lık için bir şi­fa gö­rev­len­dir­di. şu hal­de tıb­bi yol­dan te­da­vi ol; fa­kat ha­ram şey­ler­den sa­kın."
Pey­gam­be­ri­miz (sav) her has­ta­lı­ğın ça­re­si ol­du­ğu­nu bu ne­den­le de in­san­la­rın te­da­vi yol­la­rı­nı ara­ma­la­rı­nı tav­si­ye et­miş­tir.
"Al­lah has­ta­lı­ğı da ila­cı da in­dir­miş­tir ve her has­ta­lı­ğa bir ilaç va­ret­miş­tir. Öy­ley­se te­da­vi olun an­cak ha­ram olan şey­ler­le te­da­vi ol­ma­yın." (Ebu Da­vud)
"Al­lah ne has­ta­lık in­dir­miş­se onun de­va­sı­nı da in­dir­miş­tir. Tek bir has­ta­lı­ğın ila­cı yok­tur o da ih­ti­yar­lık­tır." (İbn-i Ma­ce, Müs­lim)
"Ey in­san­lar te­da­vi olun. Al­lah ne­re­de bir has­ta­lık ya­rat­mış­sa te­da­vi yol­la­rı­nı da ya­rat­mış­tır. Öy­ley­se te­da­vi yol­la­rı­nı araş­tı­rın." (Bu­ha­ri)
Pey­gam­be­ri­miz (sav), "İki ni­met var­dır ki in­san­la­rın ço­ğu on­lar­la al­dan­ma için­de­dir. Bun­lar sıh­hat ve boş va­kit­tir." (Bu­ha­ri) bu­yur­muş­tur.
Sağ­lık­lı ol­ma­nın bü­yük ni­met ol­du­ğu, hiç bir za­man akıldan çıkarılmamalıdır. Re­su­lul­lah (sav)'ın buyurduğu gi­bi boş va­kit de­ğer­len­di­ril­me­di­ğin­de ile­ri­de na­sıl piş­man­lık du­yu­lu­yor­sa, sağ­lık­lı ol­ma­nın ne ka­dar bü­yük ni­met ol­du­ğu da an­cak sağ­lı­ğın kay­be­dil­me­si du­ru­mun­da an­la­şı­la­bil­mek­te­dir.
Ebu Hu­rey­re'den nak­le­di­len bir ha­dis-i şe­rif­te Re­su­lul­lah Efen­di­miz şöy­le bu­yu­ru­yor:
"Eğer bir kim­se bir ay sü­rey­le her sa­bah bal yer­se on­da hiç­bir ağır has­ta­lık bu­lun­maz."
"Vü­cu­du afi­yet­te, ru­hun­dan emin, bir gün­lük azı­ğı ol­du­ğu hal­de sa­bah­la­yan, san­ki dün­ya ken­di­si­ne ve­ril­miş gi­bi­dir." (Tir­mi­zi)
"Al­lah'tan ke­sin bil­gi ve afi­yet is­te­yin. Bir ku­la ke­sin bil­gi ve afi­yet­ten da­ha iyi­si ve­ril­me­miş­tir." (İbn-i Ma­ce)
Pey­gam­ber Efen­di­miz ba­zı yi­ye­cek­le­rin yen­il­me­sin­de fay­da gör­müş­tür. Bun­la­rın ba­şın­da Ku­ran'da bah­si ge­çen bal ge­lir. Pey­gam­be­ri­mi­z (sav)'in ye­nil­me­si­ni tav­si­ye et­ti­ği gı­da­lar­dan ba­zı­la­rı şun­lar­dır:
"Her kim sa­bah kah­val­tı­sın­da ye­di hur­ma yer­se ona ne ze­hir isa­bet eder ne de si­hir." (Müs­lim)
"Man­tar, Al­lah'ın Be­ni İs­ra­il'e in­dir­di­ği ma­den­dir. Onun su­yu da şi­fa­dır." (Müs­lim)
Pey­gam­ber, ai­le ef­ra­dı­na ka­tık sor­du. On­lar da sir­ke­den baş­ka ka­tı­ğı­mız yok de­di­ler. Sir­ke­yi is­te­di ve onun­la ye­me­ğe baş­la­dı. Hem de, "Sir­ke ne gü­zel ka­tık­tır, sir­ke ne gü­zel ka­tık­tır" di­yor­du.
"Bir adam Re­su­lul­lah'a ge­le­rek kar­de­şi­min mi­de­si bo­zul­du" de­di. O da "Kar­de­şi­ne bal şer­be­ti içir" bu­yur­du." (Müs­lim)

Kı­ya­fet Hu­su­su
Pey­gam­be­ri­miz (sav) ço­ğu kez ha­fif ve in­ce şey­ler gi­yer­di. En sev­di­ği gi­ye­cek göm­lek­ti. Sa­rı­ğı ge­nel­de or­ta bü­yük­lük­te olur, ba­şı ra­hat­sız ede­cek şe­kil­de uzun ol­maz­dı. En çok sev­di­ği renk be­yaz­dı.
Mü­min­le­rin ken­di ara­la­rın­da kı­ya­fet ko­nu­sun­da övün­me­le­ri­ni me­net­miş ve el­bi­se­le­rin­den do­la­yı bö­bür­le­nen in­san­la­rı şöy­le uyar­mış­tı:
"El­bi­se­si­ni bü­yük­le­ne­rek sü­rü­yen kim­se­ye Al­lah kı­ya­met gü­nü bak­ma­ya­cak­tır." (Müs­lim)
Pey­gam­be­ri­miz (sav), mü­min­le­rin bu­lun­ma­dı­ğı or­tam­lar­da, el­çi­le­rin ya­nın­da kı­ya­fe­ti­ne ol­duk­ça dik­kat eder ve özel­lik­le ih­ti­şam­lı kı­ya­fet­ler giy­me­yi ter­cih eder­di. Di­ğer ka­bi­le re­is­le­rin­den ve kral­lar­dan ge­len pa­ha­lı ve ih­ti­şam­lı giy­si­le­ri red­det­mez ve bun­la­rı kul­la­nır­dı. Re­su­lul­lah Efen­di­miz da­ima te­miz el­bi­se­ler gi­yil­me­si­ni tav­si­ye et­miş­tir:
Ab­dul­lah b. Ab­bas, Ha­ru­ri­ye ta­ife­si­nin ya­nı­na el­çi ola­rak git­ti­ğin­de Ye­men ku­maş­la­rı­nın en gü­zel­le­rin­den giy­miş­ti. On­lar, "Bu el­bi­se ne­dir?" de­di­ler. Ab­dul­lah b. Ab­bas: "Bu el­bi­se­nin ne­yi­ni kı­nı­yor­su­nuz. Ben Re­su­lul­lah'ı el­bi­se­le­rin en gü­ze­li­ni giy­miş ola­rak gör­düm." de­di.
Hz. Pey­gam­ber (sav) ye­ni bir el­bi­se giy­di­ğin­de şöy­le dua eder­di: "Ya Rab­bi! Hamd Sa­na­dır. Ba­na bu­nu Sen giy­dir­din. Bu­nun hay­rı­nı ve bu­nun kul­la­nıl­dı­ğı iyi işin hay­rı­nı Sen­den is­te­rim. Bu­nun şer­rin­den ve kul­la­nıl­dı­ğı kö­tü işin şer­rin­den Sa­na sı­ğı­nı­rım."
Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) Müs­lü­man er­kek­le­re ipek ve al­tın­dan ya­pıl­mış her şe­yi ya­sak­la­mış­tır:
"Her kim dün­ya­da ipek el­bi­se gi­yer­se ahi­ret­te gi­ye­mez." (Tir­mi­zi)
"İpek giy­mek, al­tın kul­lan­mak üm­me­ti­min er­ke­ği­ne ha­ram, ka­dın­la­rı­na he­lal­dir." (Tir­mi­zi)
Mes­cid­le­re ve bir top­lu­lu­ğun ara­sı­na en gü­zel ve en te­miz şe­kil­de gel­mek Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in sünnet­le­rin­den­dir. Re­su­lul­lah (sav), "Ce­ma­at hu­zu­ru­na ve­ya dost­la­rı­nın kar­şı­sı­na çı­ka­cak olan kim­se­nin süs­len­me­si­ni Al­lah se­ver." bu­yur­muş­tur.
"Re­su­lul­lah sağ eli­ne gü­müş yü­zük tak­mış­tı. Yü­zük­te Ha­be­şis­tan ta­şı var­dı. Yü­zü­ğün ta­şı­nı avuç ta­ra­fı­na çe­vir­miş­ti." (Müs­lim)
Hz. Ay­şe şöy­le ri­va­yet edi­yor: "Ben Re­su­lul­lah'ı hoş­lan­dı­ğı en gü­zel ko­ku ile ko­ku­lar­dım. Hat­ta sür­dü­ğüm ko­ku onun sa­ka­lın­dan par­la­yıp dam­la­yın­ca­ya ka­dar de­vam eder­dim." (Bu­ha­ri)

Al­lah (cc)'a Te­vek­kül Et­me­nin Öne­mi
İş­le­ri­ne, Al­lah (cc)'ın tak­di­ri dı­şın­da, te­sa­düf­le­rin de ka­rış­tı­ğı­nı dü­şün­mek Ehl-i Sün­net iti­ka­dı­na uy­gun de­ğil­dir. Mü­min, her­şe­yin Al­lah (cc)'tan gel­di­ği­ni ve hiç­bir şe­yin te­sa­düf ol­ma­dı­ğı­nı bil­di­ği için ba­şı­na ge­len her şe­ye te­vek­kül eder. Çün­kü, Al­lah (cc)'tan kor­kan bi­ri­si­nin ba­şı­na ge­len her­şey­de ha­yır var­dır.
Bü­yük İs­lam alim­le­ri te­vek­kü­lün ye­ri­nin kalp ol­du­ğu­nu söy­le­miş­ler­dir. İn­sa­nın, rız­kın ke­sin ola­rak Al­lah (cc)'tan gel­di­ği­ne inan­dık­tan son­ra, dün­ya ha­ya­tı için be­de­nen mü­ca­de­le et­me­si, kal­ben bes­le­di­ği te­vek­kül inan­cı ile çe­liş­mez. Her şe­yi ya­ra­tan, di­le­di­ği­ne di­le­di­ği­ni ve­ren, di­le­di­ği şe­yi di­le­di­ği kim­se­den alan Al­lah (cc)'tır. O'nun dı­şın­da bir ira­de yok­tur.
Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) şöy­le bu­yu­ru­yor:
"Üm­me­tim­den bir kıs­mı­nı ba­na gös­ter­di­ler. Dağ­la­rı sah­ra­la­rı dol­dur­muş­lar­dı. Böy­le çok ol­duk­la­rı­na şaş­tım ve se­vin­dim. 'Bun­lar­dan an­cak yet­miş ­bin ta­ne­si he­sap­sız cen­ne­te gi­rer' de­di­ler. 'Bun­lar han­gi­le­ri­dir?' di­ye sor­dum. 'İş­le­ri­ne si­hir, bü­yü ve fal ka­rış­tır­ma­yıp, Al­lah'tan baş­ka­sı­na te­vek­kül ve iti­mad et­me­yen­ler­dir' bu­yu­rul­du."
"Kim Al­lah'a te­vek­kül eder­se kal­bin­de­ki da­ğı­nık­lı­ğı ön­le­me­ye Al­lah ye­ter." (İbn-i Ma­ce)
"Yaş­lan­dı­ğı­nız za­man rız­kı­nız­dan ümit­siz ol­ma­yın. Çün­kü şüp­he­siz in­sa­nı üze­rin­de hiç­bir el­bi­se ol­ma­dan an­ne­si do­ğu­rur, son­ra onu Al­lah rı­zık­lan­dı­rır." (İbn-i Ma­ce)
"Eğer siz la­yı­kıy­la te­vek­kül et­miş ol­say­dı­nız, Al­lah si­zi kuş­la­rı rı­zık­lan­dır­dı­ğı gi­bi rı­zık­lan­dı­rır­dı. On­lar sa­bah­le­yin yu­va­la­rın­dan aç çı­kar­lar, ak­şam dön­dük­le­rin­de ka­rın­la­rı tok­tur." (Tir­mi­zi)
Fa­kir­lik­ten kork­mak ve uğur­suz­lu­ğa inan­mak şey­ta­nın oyun­la­rın­dan­dır. Her in­san, zor du­ru­ma düş­tü­ğü an­lar­da hiç bek­len­me­dik yer­ler­den ge­len yar­dım­lar­la sı­kın­tı­lar­dan kur­tul­du­ğu­na şa­hit ol­muş­tur. Böy­le bir du­rum­da asıl yar­dım ede­nin ara­cı­lar de­ğil, yal­nız­ca Ce­nab-ı Al­lah (cc) ol­du­ğu unu­tul­ma­ma­lı­dır.
Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav), Al­lah (cc)'a duy­du­ğu gü­ven ve O'na olan son­suz te­vek­kü­lü sa­ye­sin­de bü­yük ce­sa­ret ör­nek­le­ri gös­ter­miş­tir. Sağ­lı­ğın­da bü­tün sa­vaş­la­ra en ön saf­lar­da ka­tıl­mış, te­vek­kü­lüy­le tüm ina­nan­la­ra ör­nek ol­muş­tur.
Mek­ke­li­le­rin bas­kı­la­rı­nın da­ya­nıl­maz bo­yut­la­ra gel­di­ği sı­ra­da Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in am­ca­sı Ebu Ta­lip, Re­su­lul­lah (sav)'a şöy­le de­miş­tir:
"'Bü­tün bu an­lat­tık­la­rın hak­kın­da ko­nuş­ma­san ol­maz mı? Ken­di ken­di­ne inan, fa­kat baş­ka­la­rıy­la uğ­raş­ma. Ko­nu­şur­san, ile­ri ge­len in­san­la­rı kız­dı­rır, ken­di­ni ve he­pi­mi­zi teh­li­ke­ye atar­sın.' Re­su­lul­lah (sav) ise şöy­le ce­vap ver­miş­tir: 'Gü­ne­şi sağ eli­me, ayı ise sol eli­me koy­sa­lar, yi­ne yo­lum­dan dön­mem.'"
Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ha­ya­tın­da bu ko­nu ile il­gi­li sa­yı­sız ör­nek var­dır. Bun­lar­dan ba­zı­la­rı şöy­le­dir:
"Ca­nı­m elin­de ola­nın hak­kı için, mü­min­ler ara­sın­da, on­lar­la uz­laş­ma­dı­ğım­da be­nim ar­kam­da kal­mak­la ye­tin­me­yen in­san­lar yok mu? Al­lah yo­lun­da se­fe­re çı­kıl­dı­ğın­da ge­ri dur­mam. Ca­nı­mın elin­de ola­nın hak­kı için, öl­dü­rü­lüp ha­ya­ta tek­rar ge­ri gel­me­yi, son­ra tek­rar öl­dü­rül­me­yi ar­zu­la­rım." (Müs­lim)
"Al­lah yo­lun­da bir gün sı­nır­da dur­mak, bu dün­ya ve içe­ri­sin­de­ki­ler­den da­ha ha­yır­lı­dır." (Bu­ha­ri)
Hu­neyn Sa­va­şın­da, düş­ma­nın ok yağ­mu­ru sı­ra­sın­da­ki kar­ga­şa or­ta­mın­da Müs­lü­man­la­rın ilk an­da da­ğı­nık­lık gös­ter­dik­le­ri ri­va­yet­ler­de be­lir­til­mek­te­dir. Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) mü­min­le­ri, tek­rar cep­he­ye dön­me­le­ri için ça­ğır­mış­tır. Çağ­rı­ya uyan mü­min­ler tek­rar sal­dı­rı­ya ge­çe­rek sa­va­şın ga­li­bi ol­muş­lar­dır. Ola­ya şa­hit olan Be­ra b. Azib şöy­le an­lat­mak­ta­dır:
"Evet kaç­tı­ğı­mız doğ­ru. An­cak Re­su­lul­lah'ın se­bat ede­rek ye­ri­ni ter­k et­me­di­ği­ne şa­hit­lik ede­rim. Al­lah için sa­va­şın en kız­gın anın­da O'nun ya­nı­na sı­ğın­dık. Ara­mız­da­ki en ce­sur kim­se­ler onun­la bir­lik­te di­re­nen­ler­dir."

Mu­si­bet­le­re Kar­şı Sab­ret­me­nin Öne­mi
Pey­gam­ber Efen­di­mi­zin (sav) ha­ya­tı bü­tün in­san­lık için bir sa­bır ör­ne­ği­dir. Sa­de­ce ken­di­si­ne pey­gam­ber­lik gel­me­sin­den son­ra ya­şa­dı­ğı yir­mi­ üç yıl de­ğil, on­dan ön­ce ya­şa­dı­ğı kırk yıl da bü­yük zor­luk­lar­la geç­miş­tir. Kü­çük yaş­ta an­ne ve ba­ba­sı­nı kay­bet­me­si ve zor şart­lar al­tın­da ye­tiş­me­si, O'nun ya­şa­dı­ğı top­lum­da say­gın ve gü­ven­ilir bir in­san ola­rak bi­lin­me­si­ni en­gel­le­me­miş­tir. Ku­ran'da sab­ret­me­nin öne­mi­ni vur­gu­la­yan çok sa­yı­da ayet bu­lun­mak­ta­dır. Bir ayet­te şöy­le buy­rul­mak­ta­dır:

"Ey iman eden­ler, sab­re­din ve sa­bır­da ya­rı­şın, (sı­nır­lar­da) nö­bet­le­şin. Al­lah'tan kor­kun. Umu­lur ki kur­tu­lur­su­nuz." (Al-i İm­ran Su­re­si, 200)

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav), ken­di­si­ne pey­gam­ber­lik gel­dik­ten son­ra, müş­rik­le­rin ve mü­na­fık­la­rın yap­tı­ğı sal­dı­rı­la­ra sa­bır­la gö­ğüs ger­miş ve hiç­bir za­man ace­le­ci dav­ran­ma­mış­tır. Ku­ran'da Al­lah (cc)'ın Pey­gam­be­ri­miz (sav)'e sab­rı şu şe­kil­de tav­si­ye et­ti­ği bil­di­ril­miş­tir:

"Ar­tık sen sab­ret, Re­sul­ler­den azim sa­hip­le­ri­nin sab­ret­tik­le­ri gi­bi. On­lar için ­de ace­le et­me..." (Ah­kaf Su­re­si, 35)

Ni­te­kim Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) bu ko­nu­da şöy­le bu­yur­muş­tur:
"Bir kim­se sab­ret­mek is­ter­se Al­lah ona sa­bır ve­rir. Hiç bir kim­se­ye sa­bır­dan da­ha ha­yır­lı ve da­ha ge­niş bir şey ve­ril­me­miş­tir." (Müs­lim)
"Mü­mi­nin işi tak­di­re şa­yan­dır. Zi­ra işi­nin hep­si onun için ha­yır­lı­dır. Bu me­zi­yet yal­nız mü­min­le­re mah­sus­tur. Zi­ra o se­vi­ne­ce­ği bir şey olur­sa şük­re­der. Bu ise onun için ha­yır­lı­dır. Ba­şı­na bir be­la ge­lir­se sab­re­der. Bu da onun için ha­yır­lı­dır." (Müs­lim)
Her­han­gi bir kul bir mu­si­be­te uğ­rar da "İn­na lil­la­hi ve in­na iley­hi ra­ci­un" (Biz Al­lah'ın mül­kün­de­yiz ve O'na dö­ne­ce­ğiz), "Ey Al­lah'ım, uğ­ra­dı­ğım mu­si­be­tin ec­ri­ni ver ve bu­nun üze­ri­ne da­ha ha­yır­lı­sı­nı ih­san bu­yur" der­se mu­hak­kak Al­la­hu Te­ala onu mu­si­bet­ten do­la­yı se­vap­lan­dı­rır ve onun ye­ri­ne da­ha ha­yır­lı­sı­nı ve­rir." (Müs­lim)
Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med kab­rin ba­şın­da ağ­la­yan bir ka­dın gör­dü, ve ona "Al­lah'tan kork ve sab­ret" de­di. Ka­dın "Geç git, zi­ra be­nim ba­şı­ma ge­len mu­si­bet se­nin ba­şı­na gel­me­miş­tir." de­di. Hz. Pey­gam­be­r (sav)'i ta­nı­ya­ma­mış­tı. O'nun pey­gam­ber ol­du­ğu­nu söy­le­dik­le­rin­de he­men ka­pı­sı­na git­ti ve "Ben se­ni ta­nı­ya­ma­dım ya Re­su­lul­lah" di­ye­rek özür di­le­di. Hz. Pey­gam­ber (sav) onun öz­rü­nü ka­bul bu­yur­duk­tan son­ra, "Asıl sa­bır, mu­si­be­tin ilk anın­da olan­dır" bu­yur­du. (Bu­ha­ri)
"Her­han­gi bir Müs­lü­ma­nın ba­şı­na yor­gun­luk, has­ta­lık, dü­şün­ce, ke­der, acı ve kay­gı­dan, di­ken bat­ma­sı­na ka­dar ne ge­lir­se, Al­lah bun­la­rı o Müs­lü­ma­nın ha­ta­la­rı­na kef­fa­ret kı­lar." (Bu­ha­ri)
Enes b. Ma­lik, "Sa­bır ilk ba­şa gel­di­ği an­da­dır." de­miş­tir. Mü­min, Al­lah (cc)'a olan gü­ve­ni­ni tam otur­tur­sa, ba­şı­na ge­len olay­la­ra da, ilk an­dan iti­ba­ren ha­yır gö­züy­le ba­ka­bi­lir.

Din­de Aşı­rı­lık­tan Ka­çın­mak
Ta­rih bo­yun­ca ken­di­si­ne ki­tap gön­de­ri­len ba­zı ka­vim­ler­de, din­le­ri ko­nu­sun­da aşı­rı­lı­ğa gi­den kim­se­ler ol­muş­tur. Al­lah (cc), İs­lam di­ni­ne ina­nan­la­rın ya­şa­dık­la­rı top­lu­ma ör­nek ol­ma­la­rı için, on­la­rı or­ta bir üm­met kıl­mış­tır. Müs­lü­man­la­rın da bu­na uyup her tür­lü aşı­rı­lık­tan ka­çın­ma­la­rı ge­re­kir. Ku­ran'da şöy­le bu­yu­rul­muş­tur:

"De ki: Ey ki­tap eh­li, hak­sız ye­re di­ni­niz ko­nu­sun­da aşı­rı git­me­yin ve da­ha ön­ce sap­mış ve bir­ço­ğu­nu sap­tır­mış ve düm­düz yol­dan kay­mış bir top­lu­lu­ğun he­va (is­tek ve tut­ku)la­rı­na uy­ma­yın." (Ma­ide Su­re­si, 77)

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ha­ya­tı­nın son yıl­la­rın­da ve dört ha­li­fe dö­ne­min­de Ha­ri­ci­ler adı ve­ri­len, iba­det­le­ri­ne düş­kün ol­duk­la­rı hal­de din­de aşı­rı­ya gi­den ve Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in sünnetin­den ay­rı­lan bir akım or­ta­ya çık­mış­tır. Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) bu kim­se­le­rin ba­tıl inanç­la­rı­na kar­şı mü­ca­de­le edil­me­si­ni em­ret­miş­tir.
Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav), 'tak­va' adı al­tın­da İs­lam'da ol­ma­yan ha­re­ket­le­ri İs­lam'ın bir par­ça­sıy­mış gi­bi gös­ter­me­ye ça­lı­şan kim­se­le­re de göz yum­ma­mış­tır. Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ha­dis­le­rin­de, din­de aşı­rı­lı­ğa gi­dil­me­me­si­ni ha­tır­la­tan pek çok uya­rı yer al­mak­ta­dır. Bun­lar­dan ba­zı­la­rı şöy­le­dir:
"Her şe­yin bir şev­ki var­dır. Her şev­kin bit­ti­ği bir za­man var­dır. Ya­pa­ca­ğı iş­te bu şev­ki du­yan ki­şi işi­ni ya­par­ken or­ta yol­lu ha­re­ket eder. Ve bu iti­da­li de­vam et­ti­rir­se mu­vaf­fak ola­ca­ğı­nı ümid edin. şa­yet aşı­rı­lı­ğa dü­şe­rek dik­kat çek­miş ve par­mak­la gös­te­ri­le­cek ha­le gel­miş­se ona iti­bar edip sa­lih­ler­den san­ma­yın." (Tir­mi­zi)
Hz. Ay­şe an­la­tı­yor: "Ya­nım­da Esed ka­bi­le­sin­den bir ka­dın var­dı. Pey­gam­ber içe­ri gir­di. 'Bu kim­dir' di­ye sor­du. 'Fa­lan­ca­dır, ge­ce­le­ri hiç uyu­maz iba­det­le ge­çi­rir' de­dim. Re­su­lul­lah, 'Si­ze ta­kat ge­ti­re­bi­le­ce­ği­niz amel ya­ra­şır. Al­lah'ın hoş­lan­dı­ğı amel, ki­şi­nin de­vam­lı ola­rak yap­tı­ğı amel­dir." (Bu­ha­ri)
"İn­san­la­rın su­al sor­mak­ta o ka­dar ile­ri gi­de­ce­ğin­den kor­ku­lur ki, hat­ta mah­lu­ka­tı Al­lah ya­rat­tı, Al­lah'ı kim ya­rat­tı di­ye­cek olur­lar. Böy­le su­al­ler sor­duk­la­rı za­man, İh­las su­re­si­ni oku­yun, son­ra üç kez so­lu­nu­za tü­kü­re­rek şey­ta­nın şer­rin­den Al­lah'a sı­ğı­nın." (Bu­ha­ri-Müs­lim)

Ku­ran'ın ve Ku­ran Oku­ma­nın Fa­zi­le­ti
Ku­ran-ı Ke­rim oku­mak, Al­lah (cc)'ın mü­min­le­ri yü­küm­lü kıl­dı­ğı önem­li bir iba­det­tir. Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) Ku­ran oku­ma­ya baş­la­ma­dan ön­ce "Ko­vul­muş şey­tan­dan Al­lah'a sı­ğı­nı­yo­rum." ya da "Al­lah'ım şey­ta­nın kış­kırt­ma­sın­dan, üf­le­me­sin­den ve fı­sıl­da­ma­sın­dan Sa­na sı­ğı­nı­rım." (Ebu Da­vud) der­di.
Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav), Ku­ran'ı oku­ma­nın ve onu oku­ma­yı öğ­ret­me­nin fa­zi­le­ti üze­rin­de önem­le dur­muş­tur. Ku­ran'ı oku­ma­yı, onu uy­gu­la­ma­nın baş­lan­gı­cı ola­rak gör­müş­tür. Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav) bu ko­nu­da şöy­le bu­yur­muş­tur:
"Ku­ran oku­yu­nuz, zi­ra Ku­ran oku­yan­la­rı­na kı­ya­met gü­nü şe­fa­at­çi olur." (Müs­lim)
Ku­ran ve onun­la amel eden kim­se­ler mah­şer ye­ri­ne ge­ti­ri­lir­ler. Ba­ka­ra ve Al-i İm­ran su­re­le­ri, ken­di­le­ri­ni oku­yup amel eden kim­se­ler hak­kın­da bir­bi­riy­le "Ben şe­ha­det ede­ce­ğim" di­ye ya­rı­şa­rak o kim­se­le­rin ön­le­ri­ne ge­lir­ler. (Müs­lim)
"Si­zin en ha­yır­lı­nız Ku­ran'ı öğ­re­ten ve onu öğ­re­nen­dir." (Bu­ha­ri-Müs­lim)
"İki kim­se gıp­ta edil­me­ye (im­re­nil­me­ye) de­ğer: Bi­ri­si Ku­ran öğ­ren­miş ve onun­la ge­ce gün­düz meş­gul ve Ku­ran'ın emir­le­ri­ni ye­ri­ne ge­ti­ren­dir. Di­ğe­ri de Al­lah'ın ken­di­si­ne mal ih­san et­ti­ği kim­se­ler­dir ki ge­ce-gün­düz o ma­lı Al­lah yo­lun­da sarf e­der." (Bu­ha­ri-Müs­lim)
"Ku­ran'ı oku da yük­sel. Oku­du­ğun nis­bet­te cen­net ba­sa­mak­la­rın­dan yu­ka­rı çık. Dün­ya­da ace­le et­me­den oku­du­ğun gi­bi cen­net­te de öy­le oku. Çün­kü se­nin cen­net­te yer­le­şe­ce­ğin yer, oku­du­ğun aye­tin son nok­ta­sı­dır. Ne ka­dar okur­san o ka­dar yük­se­lir­sin." (Ebu Da­vud-Tir­mi­zi)
"Her­han­gi bir ce­ma­at bir ev­de top­la­nıp da Ku­ran-ı Ke­rim'i okur, ara­la­rın­da mu­ka­be­le eder­ler­se (onun üze­rin­de ça­lı­şır­lar­sa), kalp­le­ri sü­ku­net bu­lur, ra­hat eder­ler. Allah'ın rah­me­ti on­la­rı kap­lar. Me­lek­ler on­la­rı ku­şa­tır. Ce­nab-ı Hak da on­la­rı ken­di nez­din­de­ki­ler ara­sın­da zik­re­der." (Müs­lim)
"Al­lah Ka­tın­da Ku­ran'dan da­ha üs­tün şe­fa­at­çi yok­tur. Ne pey­gam­ber, ne me­lek ne baş­ka­la­rı." (Ta­be­ra­ni)
"Ku­ran'ı duy­gu­la­na­rak oku­ma­yan biz­den de­ğil­dir." (Bu­ha­ri)
Ku­ran-ı Ke­rim oku­ma­nın ada­bı:
1) Ön­ce ab­dest al­ma­lı, yü­zü­nü kıb­le­ye dön­me­li ve na­maz­da otu­rur gi­bi son de­re­ce edep­li ve mü­te­va­zi şe­kil­de otur­ma­lı­dır.
2) Pey­gam­be­ri­miz (sav), "Ku­ran-ı Ke­rim'i üç gün­den ön­ce hat­me­den ah­ka­mı­nı an­la­ya­maz" bu­yur­muş­tur. Bu yüz­den Ku­ran oku­nur­ken ma­na­sı dü­şü­nü­le­rek okun­ma­lı­dır.
3) Her aye­tin hak­kı­nı ve­re­rek oku­ma­lı­dır. Pey­gam­be­ri­miz (sav), için­de azap ge­çen ayet­ler­de Al­lah (cc)'a sı­ğı­nır, rah­met ayet­le­rin­de Al­lah (cc)'tan rah­met is­ter­di.
4) Gös­te­riş ma­na­sı çı­ka­rı­la­bi­le­cek şe­kil­de ve­ya na­maz kı­lan­la­rın na­maz­la­rı­nı ka­rış­tı­ra­cak şe­kil­de okun­ma­ma­lı­dır. Re­su­lul­lah (sav), "Ku­ran-ı Ke­rim'i ses­siz oku­ma­nın, ses­li oku­ma­ya üs­tün­lü­ğü, giz­li ve­ri­len sa­da­ka­nın açık­tan ve­ri­len sa­da­ka­ya üs­tün­lü­ğü gi­bi­dir." (Bu­ha­ri) bu­yur­muş­tur.
5) Gü­zel ses­li oku­ma­ya gay­ret et­me­li­dir. Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) "Ku­ran-ı Ke­rim'i gü­zel ses ile süs­le­yi­niz" bu­yur­muş­tur. Oku­ya­nın se­si ne ka­dar gü­zel olur­sa din­le­ye­ne et­ki­si o ka­dar faz­la olur.
6) Ku­ran'ı oku­ya­nın kal­bin­de bü­yük­lü­ğü­nü his­set­me­si ge­re­kir. Oku­yan, bu­nu hiç unut­ma­yıp kal­bi­ni bu­na ha­zır bu­lun­dur­ma­lı ve ga­fil ol­ma­ma­lı­dır.

İlim Öğ­ren­mek ve Öğ­ret­mek
Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav), "Alim­ler pey­gam­ber­le­rin va­ris­le­ri­dir." bu­yur­muş­lar­dır. Ki­şi­nin hem ca­hil­lik­te ıs­rar edip hem de "Ben Re­su­lul­lah'ın yo­lun­dan gi­di­yo­rum." de­me­si­nin bir an­la­mı yok­tur.
Re­su­lul­lah (sav) bir baş­ka ha­dis­le­rin­de de, "İlim Çin'de bi­le ol­sa öğ­re­ni­niz." (Ta­be­ra­ni) ve "İlim öğ­ren­mek ka­dın-er­kek her Müs­lü­ma­na farz­dır." (İbn-i Ma­ce) bu­yur­muş­tur. Bu yüz­den her Müs­lü­ma­nın, baş­ta İs­lam'ın te­mel ka­ide­le­ri ol­mak üze­re, di­ni tem­sil ede­cek se­vi­ye­de ilim öğ­ren­me­si farz­dır.
Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur:
"Pey­gam­ber­ler ne bir al­tın ve ne de bir gü­müş bı­rak­ma­mış­lar, an­cak il­mi mi­ras bı­rak­mış­lar­dır. İş­te o mi­ra­sa ko­nan, son­suz bir haz ve na­sip al­mış de­mek­tir." (Ebu Da­vud)
"İman çıp­lak­tır. El­bi­se­si tak­va, sü­sü utan­mak, mey­ve­si ise ilim­dir." (Ha­kim)
"Be­ni Al­la­h-u Te­ala'ya bi­raz da­ha ya­kın­laş­tı­ra­cak ye­ni bir ilim edin­me­di­ğim gü­nün doğ­ma­sın­da be­nim için bir ha­yır yok­tur." (Ta­be­ra­ni)
"Ce­nab-ı Hak­kın rı­za­sı ara­nan bir il­mi, sırf dün­ya me­ta­ına na­il ol­mak için öğ­re­nen kim­se kı­ya­met gü­nün­de cen­ne­tin ko­ku­su­nu bi­le du­ya­maz." (Ebu Da­vud)
Pey­gam­be­ri­miz (sav), "İlim öğ­re­ne­ni Al­lah um­ma­dı­ğı yer­den rı­zık­lan­dı­rır." bu­yur­muş­tur. Şey­tan ge­le­cek en­di­şe­si ile in­san­la­rı kor­ku­ta­rak dün­ya­ya dal­dır­mak su­re­tiy­le ilim yo­lun­dan alı­koy­ma­ya ça­lı­şa­bi­lir. Oy­sa Al­lah (cc) yo­lun­da İlim öğ­ren­me­ye ça­lı­şa­nın hem dün­ya­sı hem ahi­re­ti Ce­nab-ı Hak'kın ko­ru­ma­sı al­tın­da­dır.
"Her kim ilim tah­si­li için yo­la çı­kar­sa, bu yüz­den Al­lah ona cen­ne­te gi­re­cek yo­lu ko­lay­laş­tı­rır." (Müs­lim)
"İs­la­mi­yet'i ya­şat­mak için okur­ken ölen kim­se ile, Pey­gam­ber­ler ara­sın­da bir de­re­ce­lik fark var­dır." (Da­ri­mi)
"Kı­ya­met gü­nü üç sı­nıf in­san şe­fa­at eder: Bun­lar pey­gam­ber­ler, son­ra alim­ler, son­ra şe­hid­ler­dir." (İbn-i Ma­ce)
"Al­la­hu Te­ala her ki­min hay­rı­nı mu­rad eder­se, onu din­de alim ve fa­kih kı­lar." (Bu­ha­ri-Müs­lim)
Pey­gam­be­ri­miz (sav), ilim öğ­re­nen­le­ri, dün­ya için öğ­re­nen­ler ve ahi­ret için öğ­re­nen­ler ola­rak iki­ye ayır­mış­tır. İl­mi, dün­ya için öğ­re­nen­le­rin ga­ye­le­ri ser­vet, mev­ki ve şöh­ret­tir. İl­mi ile amel et­me­yen­ler ise mü­na­fık­tır. Çün­kü bun­lar ken­di­le­ri öğ­ren­di­ği ve dil­le­ri ile ka­bul­len­dik­le­ri hal­de kalp­le­ri­ne bu­nu yer­leş­ti­re­me­miş ve ken­di­le­rin­ce Al­lah (cc)'ı al­dat­ma­ya ça­lış­mış­lar­dır. Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav), bun­la­rın ahi­ret­te en ağır şe­kil­de ce­za­lan­dı­rı­la­ca­ğı­nı bil­dir­mek­te­dir. Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur:
"Kı­ya­met gü­nü en ağır ce­za­yı gö­re­cek olan, Al­lah'ın il­min­den fay­da­lan­dır­ma­dı­ğı alim­ler­dir."
"İl­mi ço­ğal­dı­ğı hal­de ah­la­kı dü­zel­me­yen, Al­lah'a uzak­lık­tan baş­ka bir ­şey el­de ede­mez." (Dey­le­mi)
İlim sa­hi­bi­nin üze­ri­ne bü­yük bir so­rum­lu­luk yük­len­miş­tir. Tak­va sa­hi­bi bir mü­mi­nin ken­di­si­ne ba­ğış­la­nan bu lüt­fu di­ğer mü­min­ler­le pay­laş­ma­sı ge­re­kir:
"İl­min­den so­rul­du­ğu hal­de bil­di­ği­ni sak­la­yan kim­se­nin ağ­zı­na kı­ya­met gü­nü ateş­ten bir gem ta­kı­lır." (Ebu Da­vud)
"Ade­moğ­lu ölün­ce amel def­te­ri dü­rü­lür. An­cak üç şey­den do­la­yı amel def­te­ri­ne se­vap ya­zıl­ma­ya de­vam eder. Bun­lar­dan bi­ri­si is­ti­fa­de edi­len bil­gi­dir." (Müs­lim)

Du­anın Fa­zi­le­ti
Re­su­lul­lah (sav) Al­lah (cc)'ı zik­ret­me ko­nu­sun­da ya­ra­tıl­mış­la­rın en üs­tü­nü idi. Gü­nün her anın­da ve han­gi iş­le meş­gul olur­sa ol­sun Al­lah (cc)'ı an­mak­tan ve dua et­mek­ten ge­ri dur­maz­dı. Ku­ran'da "De ki: "Si­zin du­anız ol­ma­say­dı Rab­bim si­ze de­ğer ve­rir miy­di?"..." (Fur­kan Su­re­si, 77) bu­yu­ru­lu­yor. İş­te Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) han­gi du­rum­da olur­sa ol­sun dua et­mek­ten ve Al­lah (cc)'ı an­mak­tan ge­ri dur­ma­mış­tır.
Re­su­lul­lah (sav)'in dua ko­nu­su­na ver­di­ği ehem­mi­ye­ti aşa­ğı­da­ki söz­le­rin­den da­ha iyi an­la­ya­bi­li­riz:
"Al­lah Ka­tın­da du­adan mak­bul ve kıy­met­li hiç bir şey yok­tur." (Tir­mi­zi)
"Kul du­asın­da üç şe­yin bi­ri­ni al­mak­tan şaş­maz: Ya dua sa­ye­sin­de gü­na­hı ba­ğış­la­nır ve­ya­hut pe­şin bir mü­ka­fat alır ve­ya ahi­ret­te kar­şı­lı­ğı­nı alır." (Dey­le­mi)
"Al­lah'ın faz­lın­dan is­te­yin. Al­lah Ken­din­den is­ten­me­si­ni se­ver. İba­det­le­rin mak­bu­lu, fe­rah­lı­ğı bek­le­mek­tir." (Tir­mi­zi)
"Ku­lun Al­lah'a en çok ya­kın ol­du­ğu hal, sec­de ha­li­dir.
Sec­de­de Al­lah'a çok dua edin." (Müs­lim)
"Mu­hak­kak ki si­zin Rab­bi­niz ha­ya ve ke­rem sa­hi­bi­dir. Kul­la­rı el­le­ri­ni kal­dı­rıp ken­di­sin­den bir şey is­te­dik­le­ri za­man, on­la­rı boş çe­vir­mez." (Tir­mi­zi-Ebu Da­vud)
"Dua et­ti­ği­niz za­man, ka­bul olu­na­ca­ğı­na ina­na­rak dua edin. Bil­miş olun ki, gaf­let­le ya­pı­lan du­ala­rı Al­lah ka­bul et­mez." (Tir­mi­zi)
"Al­la­hu Te­ala du­ala­rı­nı­zı ka­bul eder. Ta ki dua et­tim ha­la ka­bul ol­ma­dı de­yip ace­le et­me­dik­çe. Al­lah'tan çok is­te­yin. Çün­kü siz ke­rem sa­hi­bin­den is­ti­yor­su­nuz." (Bu­ha­ri-Müs­lim)
Re­su­lul­lah (sav)'ın gün için­de sık tek­rar­la­dı­ğı bir dua şöy­le­dir:
"Yü­zü­mü, göğ­sü inanç do­lu bir Müs­lü­man ola­rak ye­ri ve gö­ğü Ya­ra­ta­na çe­vir­dim. Ben O'na or­tak ko­şan­lar­dan de­ği­lim. Kıl­dı­ğım na­maz, yap­tı­ğım iba­det­ler, ha­ya­tım ve ölü­müm or­ta­ğı bu­lun­ma­yan alem­le­rin Rab­bi olan Al­lah'a ait­tir.
Al­lah'ım hü­küm­ran Sen­sin. Sen­den baş­ka İlah yok­tur. Sen Rab­bim­sin. Ben Se­nin ku­lu­num. Rab­bim, gü­nah­la­rı­mı an­cak Sen ba­ğış­lar­sın. Be­ni en gü­zel huy­la­ra ulaş­tır. Za­ten en gü­zel­le­ri­ne an­cak Sen ulaş­tı­rır­sın. Kö­tü huy­la­rı ben­den uzak­laş­tır. On­la­rı Sen­den baş­ka­sı ben­den uzak­laş­tı­ra­maz. Ben Se­nin­le­yim. Sa­na dö­ne­ce­ğim. Sen yü­ce­ler yü­ce­si­sin. Af­fı­na sı­ğı­nı­yor, Sa­na yö­ne­li­yo­rum.
Gök­le­rin ve ye­rin Ya­ra­tı­cı­sı, giz­li ola­nı, aşi­kar ola­nı bi­len Al­lah'ım! Ay­rı­lı­ğa düş­tük­le­ri ko­nu­lar­da kul­la­rı­nın ara­sın­da Sen hük­me­der­sin. İz­nin­le, hak­ta ay­rı­lı­ğa düş­tük­le­ri ko­nu­lar­da be­ni hak­ka ulaş­tır. Şüp­he­siz Sen di­le­di­ği­ni doğ­ru yo­la eriş­ti­rir­sin." (Tir­mi­zi-Müs­lim)
Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in uyan­dı­ğın­da et­ti­ği dua ise şöy­le­dir:
"Bi­zi ölü­m­den son­ra di­ril­ten Al­lah'a ham­dol­sun. O'nun hu­zu­run­da top­la­na­ca­ğız. Tek Al­lah'tan baş­ka İlah yok­tur. O'nun or­ta­ğı yok­tur. Mülk O'nun­dur. Hamd O'na­dır. O her­şe­ye ka­dir­dir. Al­lah'a ham­dol­sun. Al­lah'ı bü­tün ek­sik­lik­ler­den ten­zih ede­rim. Al­lah'tan baş­ka İlah yok­tur. Al­lah en yü­ce­dir." (Bu­ha­ri-Tir­mi­zi)
Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in evin­den çık­tı­ğın­da yap­tı­ğı dua:
"Al­lah'ın adıy­la. Al­lah'a te­vek­kül et­tim. Al­lah'ım sa­pık­lı­ğa düş­mek­ten ve dü­şü­rül­mek­ten, aya­ğı­mın kay­ma­sın­dan ve kay­dı­rıl­ma­sın­dan, zul­met­mek­ten ve zul­me uğ­ra­mak­tan, ce­ha­le­te düş­mek­ten ve ca­hil gö­rün­mek­ten Sa­na sı­ğı­nı­rım." (Tir­mi­zi)
Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in mes­ci­de gir­di­ğin­de yap­tı­ğı dua:
"Al­lah'ım gü­nah­la­rı­mı ba­ğış­la ve ba­na rah­me­ti­nin ka­pı­la­rı­nı aç." (İbn-i Ma­ce)
Re­su­lul­lah (sav)'ın evi­ne gi­rer­ken yap­tı­ğı dua:
"Be­ni ko­ru­yan ve sı­ğın­dı­ran Al­lah'a ham­dol­sun. Be­ni ye­di­ren ve içi­ren Al­lah'a ham­dol­sun. Ba­na iyi­lik­te bu­lu­nan ve iyi­li­ği ar­tı­ran Al­lah'a ham­dol­sun. Ya­rab! Sen­den be­ni ce­hen­nem­den ko­ru­ma­nı di­le­rim." (Ebu Da­vud)
Pey­gam­be­r Efen­di­miz (sav)'in bir baş­ka du­ası:
"Al­lah'ım! Gö­rü­nen gö­rün­me­yen, mad­di-ma­ne­vi bü­tün pis­lik­ler­den, ko­vul­muş şey­tan­dan Sa­na sı­ğı­nı­rım." (Ta­be­ra­ni)
Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ezan okun­du­ğun­da yap­tı­ğı dua:
"Bu ek­sik­siz, ica­bet olu­nan da­ve­tin ve ken­di­sin­den ötü­rü du­ala­ra ica­bet olu­nan hak da­ve­tin ve tak­va ke­li­me­si­nin Rab­bi olan Al­lah'ım. Be­ni bu inanç üze­re öl­dür, ona bağ­lı ya­şat, kı­ya­met gü­nü amel yö­nün­den bu inan­ca sa­hip sa­lih kim­se­ler­den ey­le." (Bey­ha­ki)
Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ye­mek du­ası:
"Al­lah'ım! Ye­dir­din, içir­din, muh­taç et­me­din, mem­nun et­tin. Hi­da­yet et­tin ve di­rilt­tin. Ver­di­ğin ni­met­ler mu­ka­bi­lin­de Sa­na ham­dol­sun." (Ah­med)
Pey­gam­ber Efen­di­miz Hz. Mu­ham­med'in (sav) ha­dis­le­rin­de du­anın ada­bı şöy­le açık­lan­mış­tır:
1) Şe­ref­li va­kit­le­ri ara­mak:
Se­ne içe­ri­sin­de are­fe gün­le­ri, Ra­ma­zan ayı, per­şem­be ge­ce­le­ri, se­her va­kit­le­ri, Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in çok­ça dua et­ti­ği za­man­lar­dır.
2) Al­lah (cc) Ka­tın­da önem­li olan an­lar­da dua et­mek:
Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur:
"Gök ka­pı­la­rı, İs­lam top­lu­lu­ğu ile in­kar­cı top­lu­lu­ğu­nun kar­şı­laş­tı­ğı, yağ­mu­run yağ­dı­ğı ve farz na­maz­la­rı­nın kı­lın­dı­ğı es­na­da açı­lır. Bu va­kit­le­ri ga­ni­met bi­le­rek dua edin."
Baş­ka bir ha­dis­te ise, "Oruç­lu­nun du­ası red­do­lun­maz." (Tir­mi­zi) buy­rul­muş­tur. Böy­le an­lar­da dua edil­me­si­ne özen gös­ter­mek hem du­anın ka­bu­lü hem de Sün­net-i Se­niy­ye'nin ye­ri­ne ge­ti­ril­me­si açı­sın­dan önem­li­dir.
3) Dua sı­ra­sın­da kıb­le­ye dön­mek, el­le­ri kal­dır­mak, avuç­la­rı bir­leş­ti­rip avuç içi­ni yü­ze doğ­ru çe­vir­mek sünnet­ten­dir.
Re­sul-i Ek­rem Efen­di­miz (sav) dua et­ti­ği za­man kol­tuk al­tı gö­rü­ne­cek ka­dar eli­ni kal­dı­rır ve dua sı­ra­sın­da par­mak­la­rı ile işa­ret et­mez­di. (Müs­lim)
4) Du­ayı giz­li­ce, ha­fif ses­le yap­mak:
Ebu Mu­sa'dan ri­va­yet edil­miş­tir. "Bir se­fe­re (Hay­ber Se­fe­ri) çık­mış­tık. Halk (yol­da, bir ara) yük­sek ses­le tek­bir ge­tir­me­ye baş­la­dı. Bu­nun üze­ri­ne Hz. Pey­gam­ber (sav) (mü­da­he­le ede­rek): "Ne­fis­le­ri­ni­ze kar­şı mer­ha­met­li olun. Zi­ra siz­ler, sa­ğır bi­ri­si­ne hi­tab et­mi­yor­su­nuz, mu­ha­ta­bı­nız ga­ib de de­ğil. Siz­ler gö­ren, işi­ten, (ne­re­de ol­sa­nız) si­zin­le olan bir Zat­'a, Al­lah­'a hi­tab edi­yor­su­nuz. Dua et­ti­ği­niz Zat, her bi­ri­ni­ze, bi­ne­ği­nin boy­nun­dan da­ha ya­kın­dır" de­di. (Kü­tüb-ü Sit­te, 1778)
5) Du­ada yap­ma­cık söz­ler­den sa­kın­mak:
Dua eden ki­şi te­va­zu ve hu­şu için­de is­te­me­li, yap­ma­cık söz­ler­den ka­çın­ma­lı­dır. Pey­gam­be­ri­miz (sav) bir ha­di­sin­de, "İle­ri­de du­ada had­di­ni aşan ce­ma­at­ler tü­re­ye­cek­tir." bu­yur­muş­tur. Dua eden ki­şi ac­zi­ni ifa­de et­me­li, ma­na­sız is­tek­ler­den ka­çın­ma­lı­dır.
6) Al­lah (cc)'tan kor­ka­rak, ka­bu­lü­nü uma­rak ve ıs­rar­la dua et­mek:
"Dua et­ti­ği­niz za­man, ka­bul olu­na­ca­ğı­na ina­na­rak dua edin. Bil­miş olun ki gaf­let­le ya­pı­lan du­ala­rı Al­lah ka­bul et­mez." (Tir­mi­zi)
"Al­lah du­ala­rı­nı­zı ka­bul eder. Ta ki dua et­tim de­yip ha­la ka­bul ol­ma­dı de­yip ace­le et­me­dik­çe. Al­lah'tan çok is­te­yin. Çün­kü siz ke­rem sa­hi­bin­den is­ti­yor­su­nuz." (Müs­lim)

Tev­be

"An­cak kim iş­le­di­ği zu­lüm­den son­ra tev­be eder ve (dav­ra­nış­la­rı­nı) dü­zel­tir­se, şüp­he­siz Al­lah onun tev­be­si­ni ka­bul eder. Mu­hak­kak Al­lah, ba­ğış­la­yan­dır, esir­ge­yen­dir." (Ma­ide Su­re­si, 39)

Tev­be, es­ki gü­nah­lar­dan ve ha­ta­lar­dan kur­tul­mak için bü­yük bir fır­sat­tır. Mü­min­ler bu fır­sa­tı gü­nün her anın­da de­ğer­len­dir­me­li­dir. Hz. Ali, "Elin­de tev­be ve is­tiğ­far gi­bi kur­tu­luş ça­re­le­ri bu­lu­nan kim­se­le­rin he­lak ol­ma­la­rı­na şa­şa­rım." bu­yur­muş­tur. Şey­ta­nın oyun­la­rı­na ye­nik dü­şen ve ha­ta­la­rı­nı dü­zel­te­me­yen in­san­la­rın tev­be ve du­adan baş­ka hiç­bir kur­tu­luş yo­lu yok­tur. An­cak bu sa­ye­de dün­ya ve ahi­ret­te sa­ade­te ka­vu­şu­la­bi­lir.
Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur:
"Tev­be ve is­tiğ­fa­ra de­vam eden kim­se­ye Al­la­hu Te­ala her sı­kın­tı­sın­dan bir kur­tu­luş ve her dar­lık­tan bir ge­niş­lik ve­rir ve um­ma­dı­ğı yer­den ken­di­si­ni rı­zık­lan­dı­rır." (Ebu Da­vud)
"Kal­bi­min ufuk­la­rı­nı ba­zen ha­fif bu­lut­lar kap­lar gi­bi olur ve bu se­bep­ten gün­de yüz ke­re Al­lah'tan mağ­fi­ret di­le­rim." (Müs­lim)
Re­sul-i Ek­rem (sav) de­vam­lı ola­rak, "Al­lah'ım, Se­ni nok­san sı­fat­lar­dan ten­zih eder ve Sa­na ham­d e­de­rim. Allah'ım! Be­ni mağ­fi­ret ey­le, Sen tev­be­le­ri ka­bul eden mer­ha­met sa­hi­bi­sin der­di." (Ha­kim)
"Al­lah'ım! Se­ni nok­san sı­fat­lar­dan ten­zih ede­rim, nef­si­me zulm et­tim, kö­tü iş­ler­de bu­lun­dum, Sen­den baş­ka gü­nah­la­rı­mı ba­ğış­la­ya­cak hiç­bir kuv­vet yok­tur. Sen be­ni af­fet di­yen kim­se­yi, akın ha­lin­de bu­lu­nan ka­rın­ca­lar ka­dar gü­na­hı ol­sa da Al­lah af­fe­der." (Bey­ha­ki)
"Al­lah'ım! Be­ni ih­las­la iyi­lik et­ti­ğin­de cen­net ile müj­de­le­nen, kö­tü­lük et­ti­ği za­man da aka­bin­de tev­be eden kul­la­rın­dan ey­le." (İbn-i Ma­ce)
Pey­gam­be­ri­mi­z (sav)'in tav­si­ye et­ti­ği tev­be is­tiğ­far şöy­le­dir:
"Al­lah'ım! Sen be­nim Rab­bim, ben Se­nin ku­lu­num. Be­ni Sen ya­rat­tın. Ben Sa­na gü­cü­mün yet­ti­ği ka­dar ver­di­ğim söz üze­rin­de­yim. Yap­tı­ğım kö­tü­lük­ler­den Sa­na sı­ğı­nı­rım. Ver­di­ğin ni­met­le­re kar­şı ku­sur et­tim, nef­si­me zul­met­tim. Gü­nah­la­rı­mı hu­zu­run­da iti­raf eder, geç­miş ve ge­le­cek gü­nah­la­rım­dan do­la­yı sen­den mağ­fi­ret di­le­rim. Be­ni mağ­fi­ret ey­le, her ne şe­kil­de olur­sa ol­sun bü­tün gü­nah­la­rı Sen­den baş­ka kim­se ba­ğış­la­ya­maz." (Bu­ha­ri)

Di­lin Bü­yük Teh­li­ke­si; Fu­zu­li Ko­nuş­mak:

"On­lar, 'tü­müy­le boş' şey­ler­den yüz çe­vi­ren­ler­dir." (Mü'mi­nun Su­re­si, 3)

Pey­gam­be­ri­miz (sav), ko­nuş­ma­la­rın­da üm­me­ti için söz­le­rin en iyi­si­ni ve gü­ze­li­ni se­çer­di. Ko­nuş­ma tar­zı­nı be­ğen­me­di­ği ki­şi­le­ri der­hal uya­rır­dı. Mü­min­le­rin söz ile bir­bir­le­ri­ni kır­ma­la­rı­na izin ver­mez­di.
Re­su­lul­lah (sav) boş ve ya­rar­sız söz­ler söy­le­ye­cek olan ki­şi­nin sü­kut et­me­si­nin da­ha ya­rar­lı ola­ca­ğı­nı söy­le­miş­tir. Bir baş­ka ha­dis­te ise "Sü­kut eden kur­tul­muş­tur." (Tir­mi­zi) bu­yur­muş­tur. Bu ko­nu­da Re­su­lul­lah (sav)'ın bir­çok ha­di­si bu­lun­mak­ta­dır:
"Mi­de­si­nin, edep ye­ri­nin ve di­li­nin şer­rin­den ko­ru­nan kim­se, bü­tün kö­tü­lük­ler­den ko­run­muş olur." (Dey­le­mi)
"Müj­de o kim­se­ye­dir ki sö­zü­nün faz­la­sı­nı tut­muş ve ma­lı­nın faz­la­sı­nı in­fak et­miş­tir." (Bez­zar)
"Ha­yır ol­ma­yan şey­den di­li­ni çek, an­cak bu sa­ye­de şey­ta­na ga­le­be ça­lar­sın." (Ta­be­ra­ni)
"Al­la­hu Te­ala her­ke­sin di­li­nin ya­nın­da­dır. Ya­ni söy­le­nen her sö­zü bi­lir. O hal­de her­kes ko­nuş­tu­ğu söz­de Al­lah'tan kork­sun." (Ha­tib)
Uk­be İb­nu Amir'den ri­va­yet olu­nur: "(Bir gün): "Ey Al­lah­`ın Re­su­lü! Kur­tu­lu­şu­muz na­sıl ola­cak?" di­ye sor­muş­tum, şöy­le ce­vap ver­di­ler: "Di­li­ni tut, evi­ni ge­niş­let..." (Kü­tüb-i Sit­te, 5858)
Bir söz söy­ler­ken dü­şü­ne­rek söy­le­mek mü­mi­ne ya­kı­şan gü­zel bir dav­ra­nış olur. Dü­şün­me­den söy­le­nen bir söz ba­zen is­ten­me­yen yer­le­re gi­de­bi­lir ve de­ğer ver­di­ği­miz in­san­la­rı in­ci­te­bi­lir. Bu söz eğer İs­la­m hak­kın­da bir ko­nu içe­ri­yor­sa da­ha da has­sas olun­ma­lı­dır. Re­su­lul­lah (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur:
"Mü­mi­nin li­sa­nı kal­bi­nin öte­sin­de­dir. Bir şey söy­le­ye­ce­ği za­man ön­ce onu dü­şü­nür ve son­ra ko­nu­şur. Mü­na­fı­ğın­sa bu­nun ak­si­ne kal­bi di­li­nin öte­sin­de­dir. Bir şey söy­le­ye­ce­ği za­man, dü­şün­me­den onu söy­ler." (Ha­ra­iti)
Ko­nu­şur­ken laf faz­la uza­tıl­ma­ma­lı­dır. An­la­tı­la­cak ko­nu kı­sa ve öz bir şe­kil­de an­la­tıl­ma­lı­dır. Bu sa­ye­de hem ko­nu­şu­lan ki­şi­nin faz­la vak­ti alın­ma­mış olur hem de Re­su­lul­lah (sav)'ın sünneti­ne ri­ayet edil­miş olu­nur.
"Dik­kat edin, de­rin söz­le­re da­lıp ge­rek­siz ye­re la­fı uza­tan­lar he­la­ka uğ­ra­mış­lar­dır." (Müs­lim)
"Bir za­man ge­le­cek ki, in­san­lar söz­le­ri­ni, inek­le­rin otu ge­ve­le­me­le­ri gi­bi ge­ve­le­yip du­ra­cak­lar." (Ah­med)
Ko­nuş­ma­lar­da çir­kin, ava­mi, ar­go ve müs­teh­cen ke­li­me­ler­den ka­çı­nıl­ma­lı­dır. Bu tip ko­nuş­ma­lar bir sü­re son­ra kal­bin ka­tı­laş­ma­sı­na ve ko­nuş­ma­la­rın fi­il­le­re de yan­sı­ma­sı­na se­be­bi­yet ve­re­bi­lir. Ni­te­kim Re­su­lul­lah (sav) bu­yu­ru­yor ki:
"Aman fa­hiş ve çir­kin söz­ler­den ka­çı­nın; zi­ra Al­lah çir­kin söz­le­ri ve fa­hiş ko­nuş­ma­la­rı sev­mez." (Ha­kim)
"Mü­min ta'n et­mez (kı­na­maz), kim­se­ye do­kun­maz, la­net et­mez, fa­hiş söz söy­le­mez ve kim­se­yi yer­mez." (Tir­mi­zi)
Mü­min­le­rin bir­bir­le­ri­ne kar­şı yap­tık­la­rı suç­la­ma­lar­da dik­kat­li ol­ma­la­rı ge­re­kir. Eğer ya­pı­lan suç­la­ma doğ­ru de­ğil­se, ahi­ret­te bek­len­me­dik şe­kil­de kul hak­kı ola­rak in­sa­nın kar­şı­sı­na çı­ka­bi­lir.
"Bir kim­se bir kim­se­yi kü­für ve fısk ile it­ham eder de it­ham edi­len kim­se böy­le ol­maz­sa bu it­ham, it­ham ede­ne dö­ner." (Bu­ha­ri)
"Ey in­san­lar, as­ha­bım, kar­deş­le­rim ve ya­kın­la­rım hu­su­sun­da be­ni dü­şü­nü­nüz ve on­la­rın aley­hi­ne ko­nuş­ma­yı­nız. Ey in­san­lar, bi­ri öl­dü­ğü za­man onu kö­tü­lük­le­riy­le de­ğil iyi­lik­le­ri ile anı­nız." (Müs­ned)
"Kim din kar­de­şi­ni tev­be et­ti­ği bir gü­na­hın­dan do­la­yı ayıp­lar­sa, o gü­nah ile müp­te­la ol­ma­dan öl­mez." (Tir­mi­zi)
"En bü­yük hı­ya­net, ar­ka­da­şı­na ver­di­ği bir söz­de o sa­na inan­dı­ğı hal­de ya­lan söy­le­mek­tir." (Bu­ha­ri)
"Ya­zık­lar ol­sun o kim­se­ye ki, mil­le­ti gül­dür­mek için ya­lan söy­ler. Vay ona, vay ona." (Ebu Da­vud-Tir­mi­zi)
Di­ni­miz­de, ya­lan ke­sin­lik­le ya­sak­lan­mış­tır. Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav), ya­la­nın kü­çük ve bü­yük ya­lan ola­rak ayı­rı­mı­nın ya­pı­la­ma­ya­ca­ğı­nı ve ya­la­nın her tür­lü­sü­nü kı­na­dı­ğı­nı söy­le­miş­tir. Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in bu ko­nu­da­ki du­ası şöy­le­dir:
"Al­lah'ım kal­bi­mi ni­fak­tan, edep ye­ri­mi zi­na­dan ve di­li­mi ya­lan­dan te­miz­le." (Ha­tib)
"İn­san bir ya­lan söy­le­di­ği za­man onun pis ko­ku­sun­dan me­lek­ler bir mil me­sa­fe uzak­la­şır." (Tir­mi­zi)
Ku­ran'da gıy­bet (de­di­ko­du) et­mek, ölü kar­de­şi­nin eti­ni ye­mek­le ay­nı gö­rül­müş­tür. Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ha­dis­le­rin­de de gıy­be­tin mü­min­ler ara­sın­da te­sa­nü­tü kı­ra­ca­ğı ve kul hak­kı­nın oluş­ma­sı­na se­be­bi­yet ve­re­ce­ği söy­len­miş­tir. Ay­rı­ca mü­min­le­re te­ces­süs­le bak­mak, on­la­rın ku­sur­la­rı­nı araş­tır­mak, gıy­bet ka­dar bü­yük bir gü­nah­tır. Ni­te­kim Pey­gam­be­ri­miz  (sav) mi­raç­ta kar­şı­laş­tı­ğı bir ola­yı şöy­le an­lat­mış­tır:
"Mi­ra­ca çık­tı­ğım ge­ce, tır­nak­la­rı ile yüz­le­ri­ni tır­ma­la­yan bir­ta­kım kim­se­ler gör­düm. Ceb­ra­il'e, 'Bun­lar kim­dir?' di­ye sor­dum. Ceb­ra­il de, 'Bun­lar in­san­lar hak­kın­da gıy­bet edip, on­la­rın giz­li hal­le­ri­ni araş­tı­ran­lar­dır' de­di. (Ebu Da­vud)
"Ey di­li ile iman edip kalp­le­ri ile inan­ma­yan­lar. Müs­lü­man­lar hak­kın­da gıy­bet et­me­yin, on­la­rın giz­li hal­le­ri­ni araş­tır­ma­yın. Kim mü­min kar­de­şi­nin giz­li hal­le­ri­ni araş­tı­rır­sa Al­lah da onun giz­li hal­le­ri­ni or­ta­ya çı­ka­rır." (Ebu Da­vud)
'Gıy­be­tin ne ol­du­ğu­nu bi­li­yor mu­su­nuz? Kar­deş­le­ri­ni­zi hoş­lan­ma­ya­ca­ğı şey ile an­ma­nız­dır' bu­yur­du. Bu­nun üze­ri­ne, 'Söy­le­dik­le­ri­niz o adam­da var­sa bu­na ne bu­yu­rur­su­nuz' di­yen­le­re Re­sul-i Ek­rem, 'Söy­le­di­ği­niz ku­sur­lar on­da var­sa iş­te o za­man gıy­bet olur, yok­sa if­ti­ra et­miş olur­su­nuz.' de­di. (Müs­lim)
"Bir kim­se kar­de­şi­nin ırz ve şe­re­fi­ne gıy­bet ede­ne mü­da­ha­le eder­se, Al­lah o kim­se­yi kı­ya­met gü­nü ce­hen­nem­den uzak­laş­tı­rır." (Tir­mi­zi)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder