13 Ocak 2011 Perşembe

Allah'ın Rızası

*Bir müminin sahip olması gereken en önemli vasıflardan biri, "katıksızca ahiret yurdunu düşünüp anmasıdır." Yapılan her iş, söylenen her söz sadece Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için olmalıdır. Mümin, sürekli asıl hayatı olan ahirete özlem duymalı ve dünyaya hiçbir zaman bağlanmamalıdır. İman edenler de elbette Allah'ın dünyadaki nimetlerinden faydalanacak, bu yolla Allah'a şükredip bu nimetlerin ahiretteki asıllarını düşüneceklerdir. Ama bunlar, hiçbir zaman amaç haline getirmemelidir. Her biri Allah'ın rızasını kazanmaya, din ahlakını anlatmaya, ahiret yurdunu anmaya vesile olan birer nimet olarak görülmelidir.
Cennetin sonsuz güzelliklerini düşünmek, Allah'ın cennet vaadinden dolayı sevinmek, cehennemin bitmeyecek azabından sakınmak ve bunu akılda tutmak, müminin Allah'a olan yakınlığını ve Kuran ahlakını yaşama şevkini artıran çok önemli vesilelerdir. Aksi takdirde şeytan insanın unutma özelliğini kullanarak, onu ahiret gününün varlığından gafil halde yaşatmak isteyecektir. Mümin, hiçbir zaman şeytanın bu tuzağına düşmemeli, her zaman Hz. İbrahim gibi ahiret yurdunu derin derin düşünen ve anlatan müminlerden olmalıdır. Nitekim Allah katıksızca ahiret yurdunu anan, Allah'ın rızasını herşeyin üstünde tutan ve din ahlakını yaymak için tüm hayatı boyunca ihlasla çaba gösteren bu kıymetli kulu için Bakara Suresi'nde şu şekilde buyurmaktadır:
Kendi nefsini aşağılık kılandan başka, İbrahim'in dininden kim yüz çevirir? Andolsun, Biz onu dünyada seçtik, gerçekten ahirette de O salihlerdendir. (Bakara Suresi, 130)
*Hz. İbrahim, Allah'ı herşeyin üzerinde tutan, sadece O'nun rızasını gözeten, O'na içten bağlı olan, yalnızca Allah'tan korkup sakınan ve Allah'a güvenip dayanan bir peygamberdir. Çok sayıda insanı karşısına aldığı, onlar tarafından öldürülmek, hatta ateşe atılmak istendiği halde, imanından kaynaklanan cesareti ve tevekkülü sayesinde Allah'ın dinini hakim kılmak için yaptığı mücadelesinde çok kararlı olmuştur.
Tüm iman sahiplerinin de, Hz. İbrahim'in bu üstün ahlakına özenmeleri ve tek başına kalsalar da Hz. İbrahim gibi tevekküllü, cesur, kararlı, samimi, teslimiyetli ve iradeli olmaları gerekmektedir. Bunun için öncelikle yapılması gereken ise, bir ve tek olan Rabbimize gönülden teslim olmak, sadece O'ndan korkup, O'nu dost edinmektir. Çünkü bir mümin, dünyanın herhangi bir yerinde inkarcı bir topluluğun içinde, tek başına da kalsa Allah'ın rızasını kazanma şevki ve isteği, onu daima hayırlı davranışlarda bulunmaya, ibadetlerini yerine getirmeye, din ahlakını eksiksizce yaşamaya ve Kuran ahlakının bir gereği olarak insanlara din ahlakını tebliğ etmeye yöneltir. Allah'ın her zaman yanında olduğunu, her an onu koruyup desteklediğini bilmenin verdiği güç ile hareket eder. Kim Hz. İbrahim ile aynı ahlakı gösterir, Allah'a aynı sadakat ve teslimiyetle bağlanırsa, Hz. İbrahim gibi "tek başına bir ümmet" kuvvetinde kılınmayı umabilir.
*Hani Lut da kavmine şöyle demişti: "Sizden önce alemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasız-çirkinliği mi yapıyorsunuz? "Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavimsiniz." Kavminin cevabı: "Yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları, çünkü bunlar çokça temizlenen insanlarmış!" demekten başka olmadı. Bunun üzerine Biz, karısı dışında onu ve ailesini kurtardık; o (karısı) ise geride kalanlardandı. Ve onların üzerine bir (azab) sağanağı yağdırdık. Suçlu-günahkarların uğradıkları sona bir bak işte. (Araf Suresi, 80-84)
Açıkça uyarılmalarına rağmen yaptıkları sapkınlığa devam eden bu insanlar, Hz. Lut'u ve beraberindeki müminleri bulundukları şehirden sürmekle tehdit etmişlerdir. Ve "çokça temizlenen insanlarmış" (Araf Suresi, 82) diyerek kendilerince müminlerle alay ettiklerini sanmışlardır. Kavmin bu sapkınlığına ve azgınlığına karşın, Hz. Lut Allah'ın rızası için tebliğine devam etmiştir.
*Allah'ın yardımı ve desteği daima müminlerin yanındadır ve mühim olan da budur. Kuran'da Rabbimiz samimi kalple iman eden, sadece Allah'ın rızasını gözeten, ahiret yurdu için salih amellerde bulunan, İslam ahlakını insanlar arasında yaygınlaştırmak için gayret eden iman sahiplerinin her zaman galip geleceklerini vaat etmektedir. Nur Suresi'nde Rabbimiz şu şekilde buyurmaktadır.
Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va'detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl 'güç ve iktidar sahibi' kıldıysa, onları da yeryüzünde 'güç ve iktidar sahibi' kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibadet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkar ederse, işte onlar fasıktır. (Nur Suresi, 55)
*Hicret, ancak salih müminler tarafından gerçekleştirilebilecek bir ibadettir. Dinden uzak yaşayan insanlar, tüm varlıklarını bir anda arkalarında bırakıp bilinmeyen bir yere doğru göç etmeye yanaşmazlar. Evleri, eşyaları, mal ve mülkleri onlar için çok önemlidir. Oysa bir mümin nereye giderse gitsin, Allah'ın kendisine nasip ettiğinin en hayırlısı olacağını bildiği için, hiç tereddüt etmeden varını-yoğunu bırakıp Allah'ın rızası için hicret edebilir. Hz. İbrahim ve Hz. Lut, bu teslimiyeti ve tevekkülü en güzel şekilde göstermişlerdir. Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için dünyadan vazgeçmiş, karşılığında ise Rabbimiz onları hem dünya hayatında bereketli bir yere yerleştirmiş, hem de ahirette sonsuz cennet nimetlerini bahşetmiştir.
*Peygamberler gibi Allah'ın dostu olabilmek ve ahirette de peygamberlerle birlikte olabilmek için, insanın tüm hayatını Allah'ın rızasına uygun olarak yaşaması, hep Allah'a güvenmesi, Allah'ı ve O'nun dinini herşeyden üstün tutması gerekir. Her kim bu ahlakı gösterirse, her kim Hz. İbrahim gibi "alemlerin Rabbine teslim oldum" der ve bu şekilde yaşarsa, o en büyük mutluluk ve kurtuluşa kavuşmayı Allah'tan umabilir.
*Peygamberlerin Allah'a iman etmeye ve daha önceki sapkın inançlarını terk etmeye davet ettikleri toplumlar genellikle söz anlamayan azgın insanlardan oluşmaktadır. Ancak Rabbimizin Peygamberimiz (sav)'e "Şu halde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi doğru bir istikamet tuttur..." (Şura Suresi, 15) ayetiyle de emrettiği gibi, tüm elçiler tebliğlerinde Allah'ın razı olacağı şekilde davranmışlar ve üstün bir ahlak göstermişlerdir.
*Rabbimiz Kuran'da Hz. İsmail'in; "hayırlı olanlardan olduğu" ve "alemlere üstün kılındığı"nı bildirir. Ayetlerde İsmail Peygamber için "vaadinde doğruydu ve gönderilmiş bir peygamberdi" (Meryem Suresi, 54-55) şeklinde buyurulmaktadır. Allah Kuran'da Hz. İsmail'den razı olduğunu da tüm insanlara bildirmektedir.
*Allah'ın üstün ahlak sahibi elçilerini kendisine örnek alan bir müminin de Allah'a yakınlaşmak, O'nun sevdiği ve razı olduğu bir insan olabilmek için kalbini cahiliyenin tüm batıl inançlarından, çarpık düşüncelerinden uzaklaştırması, yani temiz bir kalp ile Allah'a yönelmesi gerekir.
*... Doğrusu İbrahim, çok duygulu, yumuşak huyluydu. (Tevbe Suresi, 114)
Doğrusu İbrahim, yumuşak huylu, duygulu ve gönülden (Allah'a) yönelen biriydi. (Hud Suresi, 75)
İman edenler Rabbimize duydukları coşkulu sevginin bir tecellisi olarak, Allah'ın razı olacağı gibi bir kul olmak ve ayetlerde bildirilen güzel ahlaka sahip olmak için çok ciddi çaba sarf ederler.
*Hz. Lut, Rabbimize gönülden iman eden, güzel ahlaklı, tevekkül sahibi mübarek bir peygamberdir. Kavmini de Allah'tan korkup sakınmaya, Allah'ın menettiği bu sapıklıktan vazgeçmeye ve Allah'ın razı olacağı gibi bir yaşam sürmeye davet etmiştir.
*Hz. İbrahim'in kavmi inkarda direnen zorba bir topluluktu ve ayetlerde de bildirildiği üzere bu kıymetli insanla kendilerince tartışmaya girmeye çalışmışlardır. Hz. İbrahim ise, başına gelen her olayda büyük bir sabır göstermiş, Allah'ı vekil tutup O'na hamd ederek üstün bir ahlak göstermiştir. Hz. İbrahim kavmine tebliğ yaparken daima tüm somut delilleri ortaya koymuş, Allah'ın ona bahşettiği üstün hikmet sayesinde en etkili örnekleri vermiş ve son derece ikna edici bir yöntem kullanmıştı. O, Allah'ın hoşnut olacağı gibi bir ahlak göstermiş, insanlara her zaman şefkatle ve merhametle yaklaşmıştı.
*Allah korkusuna ve sevgisine sahip, Allah'a dost olan insanın hayattaki tek amacı O'nun hoşnutluğunu, rahmetini ve cennetini kazanmaktır.
*Allah Kuran'da iyiliği ve hoşnut olacağı ahlakı bizlere şu şekilde tarif etmektedir:
Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve muttaki olanlar da bunlardır. (Bakara Suresi, 177)
Allah bir başka ayette ise "arınanları seveceğini" (Tevbe Suresi, 108) bildirmektedir.
*Rabbimiz Hz. İbrahim'i Kuran'da, Allah'ı birleyen bir muvahhid olarak bizlere tanıtır:
Hani İbrahim babasına ve kendi kavmine demişti ki: "Şüphesiz ben, sizin taptıklarınızdan uzağım. Beni Yaratan başka. İşte O beni hidayete yöneltip-iletecektir."
Ve bunu (bu tevhid inancını) belki (insanlar Allah'a) dönerler diye ardında kalıcı bir kelime olarak kıldı-bıraktı. (Zuhruf Suresi, 26-28)
Hz. İbrahim'in tüm iman sahiplerine bıraktığı bu miras tevhid inancıdır. Allah'ın mübarek elçisinin bu mirası, onun sadece Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için yaşadığını, sadece Allah'ı dost ve vekil edindiğini ve sadece Allah'tan korkup sakındığını bizlere göstermektedir. Hz. İbrahim, hayatı boyunca Allah'ı birleyerek ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmadan yaşamayı kavmine tebliğ etmiştir.
*Yoksa siz, Yakub'un ölüm anında, orada şahidler miydiniz? O, oğullarına: "Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?" dediğinde, onlar: "Senin ilahına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilahı olan tek bir ilaha ibadet edeceğiz; bizler O'na teslim olduk" demişlerdi. (Bakara Suresi, 133)
Hz. İbrahim'in ardından gelen diğer peygamberler de kendi soylarına aynı vasiyette bulunmuşlar, Allah'a gönülden teslim olmalarını ve Müslümanlar olarak ölmelerini öğütlemişlerdir. Her kim Hz. İbrahim'in vasiyetine uyarsa ve sadece Allah'a kulluk edip, tüm hayatını O'nun rızası için sürdürürse, Allah'ın hoşnutluğunu ve sonsuz mutluluk yurdu olan cenneti umabilir.
*Lut (kavmi) de, gönderilenleri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Lut: "Sakınmaz mısınız?" demişti. "Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin." (Şuara Suresi, 160-163)
Hz. Lut, kavminden yaptıkları "çirkin-hayasızlığı" bırakmalarını ve kendisine tabi olmalarını istemiştir. O, yaptığı bu tebliğin hemen arkasından onlardan hiçbir karşılık beklemediğini, yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için gayret gösterdiğini belirtmiştir:
"Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir." (Şuara Suresi, 164)
*Hz. İbrahim putperest kavmine karşı kararlılıkla tebliğde bulunmuş, Allah'a olan teslimiyeti sayesinde önüne çıkan her engele sabretmiş, imanında kararlı olmuştur. Hz. Lut ise, sapkın kavmine karşı sabırla mücadele etmiş, onları Allah'a iman etmeye ve ahlaksızlıklardan uzak durmaya davet etmiştir. Allah'ın alemlere üstün kıldığı bu mübarek insanlar, hayatları boyunca gösterdikleri iman derinliği ve yüksek ahlak ile Allah'ın hoşnutluğunu kazanmış, sonsuz nimetlerle bezenmiş cennet yurduna erişmişlerdir.
Samimi iman sahiplerinin hayatlarındaki en büyük amaçları da, birer hidayet rehberi olan peygamberlerimizin bu şerefli yolunu izlemek ve böylece Allah'ın razı olduğu, muvahhid kullardan olmak olmalıdır. Allah Kendisi'ne itaat edenlerin alacağı mükafatı Nisa Suresi'nde şu şekilde müjdelemektedir:
Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, doğrular, şehidler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar? (Nisa Suresi, 69)
Peygamberler gibi Allah'ın dostu olabilmek ve ahirette de peygamberlerle birlikte olabilmek için, insanın tüm hayatını Allah'ın rızasına uygun olarak yaşaması, hep Allah'a güvenmesi, Allah'ı ve O'nun dinini herşeyden üstün tutması gerekir. Her kim bu ahlakı gösterirse, her kim Hz. İbrahim gibi "alemlerin Rabbine teslim oldum" der ve bu şekilde yaşarsa, o en büyük mutluluk ve kurtuluşa kavuşmayı Allah'tan umabilir.
*İsa açık belgelerle gelince, dedi ki "Ben size bir hikmetle geldim ve hakkında ihtilafa düştüklerinizin bir kısmını size açıklamak için de. Öyleyse Allah'tan sakının ve bana itaat edin. (Zuhruf Suresi, 63)
Hz. İsa, tüm peygamberler gibi ahlaki dejenerasyonu ve dinsizliği hedef aldı. İnsanlardan yaptıkları tüm adaletsizlikleri, haksızlıkları, ahlaksızlıkları ve batıl dinlerini terk etmelerini, Allah'ın istediği ahlakla ve sadece Allah'ın rızası için yaşamalarını istedi.
*Yahudiler arasında çok yoğun bir şekilde kullanılan "Allah'ın oğlu" ifadesi mecazi olarak "Allah'a ait" anlamına geliyordu. Buna göre, bir kişiye Allah'ın oğlu dendiğinde, o kişinin Allah'a yakın olduğu, Allah'a gönülden hizmet ettiği ve Allah'ın razı olacağı gibi bir yaşam sürdüğü ifade edilmek isteniyordu. Hiçbir şekilde o kişinin Allah'a benzer veya eşit vasıflara sahip olduğu ya da ilahlık taşıdığı kast edilmiyordu. (Allah'ı tenzih ederiz) Nitekim Yahudilikte de böyle bir inancın yeri yoktu.
*İncil'de sıkça yer alan ve üçleme inancını savunan Hıristiyan ilahiyatçılar tarafından önemli bir delil olarak kabul edilen ifadelerden biri de "baba" kelimesidir. (Hıristiyanların yanlış inanışlarını yansıtmak amacıyla bu bölümde kullanılan her türlü ifadeden Allah'ı tenzih ederiz.) Oysa bu tabir de yine "oğul" ifadesi gibi mecazi bir anlam taşımaktadır. Üstelik İncil'de bu kelimenin sadece Hz. İsa tarafından değil, iman sahibi, Allah'tan korkan, Allah'a dua edip yardım dileyen tüm insanlar tarafından da kullanıldığı görülmektedir. "Baba" ifadesiyle Allah'ın bu insanların tek sahibi, tek dostu ve velisi olduğu ifade edilmektedir ve üçleme inancını destekleyen bir anlam yoktur.
Bu kullanımlardan bazıları şu şekildedir: (Aşağıdaki ifadelerin tümünden Allah'ı tenzih ederiz)
... Baba benden üstündür. (Yuhanna, 14/28)
Siz göklerde olan Babanızın oğulları olasınız. Zira O, güneşini kötülerin ve iyilerin üzerine doğdurur ve salih olanlar ile olmayanların üzerine yağmur yağdırır. (Matta, 5/45)
... Kardeşlerime git ve onlara söyle, benim Babamın ve sizin Babanızın, benim Tanrım'ın ve sizin Tanrınız'ın yanına çıkıyorum." (Yuhanna, 20/17)
O vakit doğru kişiler Babalarının hükümranlığında güneş gibi parlayacaklar... (Matta, 13/43)
Ama sen dua ederken "iç odana çekil, kapını örtüp" gizlide olan Babana dua et. Gizlilikte gören Baban da sana yaraşanı verecektir. (Matta, 6/6)
Babanız size gerekli olanı, siz daha O'ndan dilemeden önce bilir. (Matta, 6/8)
... Göksel Babanız bütün bunlara gereksinmeniz olduğunu bilir. Siz herşeyden önce Tanrı'nın hükümranlığını ve doğruluğunu arayın, bunların tümü size sağlanacaktır. (Matta, 6/32-33)
"Sizin ışığınız insanların önünde böyle parlasın da, sizin iyi işlerinizi görsünler, ve göklerde olan Babanıza hamd etsinler." (Matta, 5/16)
"Sakının, insanlara salâhınızı onların önünde gösteriş için yapmayın; yoksa göklerde olan Babanızın önünde karşılığınız olmaz." (Matta, 6/1)
İmdi siz şöyle dua edin: Ey göklerde olan Babamız, İsmin mukaddes olsun." (Matta, 6/9)
"Çünkü insanlara suçlarını bağışlarsanız, semavî Babanız da size bağışlar." (Matta, 6/14)
"Babanız nasıl merhametli ise, siz de merhametli olun." (Luka, 6/36.)
İncil'den alınan yukarıdaki pasajlar dikkatle incelendiğinde, Allah'ın Zatı'nı zikretmek amacıyla kullanılan "Baba" kelimesinin bir saygı anlamı taşıdığı, bunu kullanan insana insan-üstü bir konum vermediği ve tüm insanlar için geçerli olduğu anlaşılmaktadır. Bu ifade ile sadece Hz. İsa ile Allah arasındaki özel bir bağ ifade edilmemiş, Allah'a teslim olup, Allah'ın razı olacağı şekilde yaşayan tüm insanlara hitap edilmiştir.
*Ne baba ifadesiyle ne de çocuk ifadesiyle insanlara bir ilahlık atfedilmediği açıktır. (Allah'ı tenzih ederiz) Allah'a itaatli, Allah'a sadık, Allah'ı dost edinmiş ve sadece Allah'ı razı etmek için yaşayan insanlar İncil açıklamalarında "Allah'ın çocukları" olarak ifade edilmiştir.
*Kuran'ın "Artık vay hallerine; Kitab'ı kendi elleriyle yazıp, sonra az bir değer karşılığında satmak için "Bu Allah Katındandır" diyenlere..." (Bakara Suresi, 79) ayetinde bildirildiği gibi, bazı Yahudi ruhbanları Tevrat hükümlerini değiştirmişlerdi.
Hz. İsa ise, bu insanlara yalnızca Allah'a ibadet etmeyi, Allah'tan korkup sakınmayı, Allah'ı sevmeyi ve Allah için yaşamayı öğütlüyordu. Allah rızası için güzel bir ahlak yaşayıp, batıl dinlerinden yüzçevirmeleri gerektiğini; insanlara adaletsizlik yapmaktan sakınmalarını bildiriyordu.
*Hz. İbrahim'i ateşe atan, ordularıyla birlikte Hz. Musa'yı takip eden, sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'i bir gece baskınıyla öldürmeye kalkışan, Hz. Yusuf'u kuyuya terk eden, sadece "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için müminleri yurtlarından sürmeye kalkışanlar, farklı dönemlerde yaşamış olmakla birlikte benzer düşünce yapısına sahip olan insanlardır. Hepsi, Allah'a ve elçilerine başkaldırmaya kalkışmış, Allah'ın emrettiği din ahlakına karşı gelmiş, ahirette yaptıklarının hesabını vereceklerini göz ardı etmişlerdir. Peygamberlerin, kendilerine Allah'ın kulu olduklarını hatırlatmalarına, onları fedakar olmaya, sadaka vermeye, Allah rızası için iyilikte bulunmaya, adil olmaya, tevazulu olmaya davet etmeleri öfke duymalarına ve Allah Katında seçkin ve tertemiz olan elçiler aleyhinde tuzaklar kurmalarına neden olmuştur.
*Hz. Muhammed (sav)'in Müslümanlara Hz. İsa ile ilgili verdiği müjdelerden biri de, Hz. İsa yeniden dünyaya geldiğinde, Müslümanların bu değerli insanın yardımcıları olma şerefine erişecekleridir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:
... Beni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, elbette Meryem oğlu İsa (kıyamete yakın indirildiği zaman) benim ümmetimde, kendi (peygamberliği dönemindeki sahabeleri olan) havarilerine halef (onların yerini tutacak kimseler) bulacaktır.8
Hz. İsa'nın yardımcıları olmak hiç şüphesiz samimi olarak iman edenler için hem çok büyük bir müjde hem de önemli bir sorumluluktur. Hz. İsa'nın destekçisi olmak gibi şerefli bir konuma erişebilmek tüm iman edenlerin gönülden talebidir.
Hz. İsa'nın gelişinin alametlerinin iyice belirginleştiği bu
*İnsanın karşısına çıkan sıkıntıların, zorlukların, musibetlerin her biri aslında birer imtihan vesilesidir. Zorluklar karşısında Allah'a güvenip dayanarak güzel bir sabır gösterenler, Allah'ın istediği şekilde davranmış olurlar. İnsanlar mallar, evlatlar, güzellik, sağlık gibi Allah'ın nimetleriyle de sınanırlar. Böyle bir durumda insanın yapması gereken, kendi bencil istekleri doğrultusunda değil, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaya yönelik hareket etmektir.
*İnananlar diğer insanları Allah'ın istediği şekilde yaşamaya teşvik ederler, hatalarını düzeltmelerinde onlara yardımcı olurlar. İnananlar uyarılarını yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için yaparlar.
*Kibirli bir insan kendini herkesten daha çok sever. Bu nedenle çıkarıyla ters düşen herşeyde, Allah'ın rızasını ve vicdanını değil, kendi tutku ve isteklerini önde tutar. Bu ise, onu hep günaha ve kötü ahlaka yöneltir.
*Kibirin neden olduğu bir başka azap şekli de, bu tip insanların 'hata yapma korkuları'dır.Üstünlük ve büyüklük iddiası içerisinde oldukları için, hatasızlık iddiasındadırlar. Bu nedenle hata yaptıklarında büyük bir sıkıntı çekerler. Allah'ın rızasını kazanmak yerine, insanların gözündeki prestijlerini korumayı amaçlarlar.
*tevazulu insan hata yapma korkusu içerisinde olmaz. Bir hata yaptığı kendisine hatırlatıldığında hemen Allah'a yönelir, Allah'tan bağışlanma diler, niyet ve tavrını düzeltir. Ayrıca, tevekkülü ile, bu hatayı kendisi için bir hayır olarak görür, kendisini daha geliştirmesine vesile olduğunu düşünerek sevinir. İnsanların kendisi için ne düşündüğünü değil,    Allah'ın rızasını önemser. Böyle düşünen bir insanla, kibirinden gerginlik ve huzursuzluk yaşayan bir insanın ruh halinin ve hayatının ne kadar farklı olacağı açıktır.
*işe gitmek üzere bineceği otobüsü kaçıran bir insanın, otobüsün ardından öfke ile söylendiğine pek çok defa rastlamışsınızdır. Bundan dolayı dakikalarca kendine gelemez, hatta bir başka yolla işine vaktinde ulaşmayı başarsa bile, gün boyu bu olayın etkisinden kurtulamaz. Güne aksilikle başladığını, dolayısıyla da gün boyunca tüm işlerinin ters gideceğini düşünerek, kendi kendine strese girip azap çeker. Bunun yerine Allah'ın bu olay ile takdir etmiş olabileceği hayırları düşünmüş olsa, hem hiç böyle bir sıkıntıya girmeyecek, hem de ters gitmiş gibi görünen bir olayda Allah'a teslim olduğu için Allah'ın rızasını kazanmış olmayı umacaktır.
*Allah Kuran'da, "... Gerçek şu ki, Biz insana Tarafımızdan bir rahmet taddırdığımız zaman, ona sevinir. Eğer onlara kendi ellerinin takdim ettikleri dolayısıyla bir kötülük isabet ederse, bu durumda insan bir nankör kesiliverir" (Şura Suresi, 48) ayetiyle, birçok insanın sahip olduğu kötü bir ahlak özelliğine dikkat çekmektedir. Gerçekten de bazı insanlar, içerisinde yaşadıkları sayısız nimete rağmen, Allah'a karşı nankörlük edebilmektedirler. Oysa belki hiç düşünmemiş olabilirler ama mutsuz bir hayat yaşamalarının başlıca nedenlerinden biri, Allah'a karşı gösterdikleri bu ahlaktır. Çünkü Allah, "Öyleyse (yalnızca) Beni anın, Ben de sizi anayım; ve (yalnızca) Bana şükredin ve (sakın) nankörlük etmeyin." (Bakara Suresi, 152) ayetiyle, insanlara nankörlükten kaçınmalarını emretmektedir. İman ettikleri halde Allah'ın rahmetini ve kendilerine verilen onca güzelliği takdir edememeleri, elbette ki insanlara azap olarak geri dönmektedir.
Bu kimselerin böyle bir ahlak sergilemelerinin asıl nedeni temelde dinin özünü tam olarak kavramamış olmalarıdır. Kaderin mükemmel işleyişini, iyi ya da kötü görünen herşeyde bir hayır olduğunu düşünmemeleri, olaylara olumsuz bir gözle bakmalarına neden olur. Oysa bir olayda insanın nimet olarak görüp sevinç duyabileceği yüzlerce detay vardır. Ama bu insanlar bakış açılarındaki çarpıklık nedeniyle, bu nimetleri gereği gibi görüp takdir edemezler. Kimi zaman da Allah'tan kendilerine ulaşan bu güzellikleri gördükleri halde, bunları kendilerinden bilerek gereği gibi şükretmezler. Kendisine, anahtarlarını dahi taşıyamayacağı kadar çok hazineler verilen Karun'un, Allah'a karşı nankör bir tavır içerisine girerek ayette bildirildiği üzere, "... Bu, bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir..." (Kasas Suresi, 78) dediği gibi, bu kimseler de sahip oldukları nimetleri zaten hak ettikleri düşüncesine kapılırlar. Bu yüzden de bunları birer sevinç ve mutluluk vesilesi nimetler olarak görmezler. Dünya hırsını kalplerinden tam olarak atamamış olmalarından dolayı ellerindeki onlara yetmez. Kanaatkar olmamaları nedeniyle nimetler karşısında dahi aksi, ters ve büyüklenen bir karakter sergilerler.
Bu kimseler ayrıca nimeti verenin de, alanın da, azaltanın da, artıranın da Allah olduğunu unuturlar. Bundan dolayı da nimet kaybına uğradıklarında büyük bir hayal kırıklığına kapılırlar. Oysaki bu Allah'ın bir denemesidir ve insanın elindeki nimetlerin kıymetini anlaması için önemli bir eğitim fırsatıdır.
İnsanın asıl yapması gereken, karşısına çıkan bu fırsatları değerlendirerek, şükredici ahlakıyla Allah'ın rızasını kazanmaya çalışmak olmalıdır. Zira aksinde, Allah Kuran'da nimet içerisinde iken Kendisi'ne karşı nankörlük eden insanların nimet kaybı ile karşılık görebileceklerini bildirmektedir. Bu gerçeği haber veren ayette şöyle buyrulmaktadır:
Allah bir şehri örnek verdi: (Halkı) Güvenlik ve huzur içindeydi, rızkı da her yerden bol bol gelmekteydi; fakat Allah'ın nimetlerine nankörlük etti, böylece Allah yaptıklarına karşılık olarak, ona açlık ve korku elbisesini tattırdı. (Nahl Suresi, 112)
*Kuran'da samimi Müslümanların Allah'ın rızasını kazanmak için canlarını ve mallarını ortaya koydukları, hiçbir karşılık beklemeden iyilik yaptıkları, diğer Müslümanların ihtiyaçlarını kendilerininkinden öncelikli tuttukları bildirilmektedir:
Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Haşr Suresi, 9)
Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. "Biz size, ancak Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür." "Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimiz'den korkuyoruz." Artık Allah, onları böyle bir günün şerrinden korumuş ve onlara parıltılı bir aydınlık ve bir sevinç vermiştir. (İnsan Suresi, 8-11)
*Birçok insanın sıkıntı ve huzursuzluk içerisine düşmelerine neden olan ahlak özellikleri arasında kin ve öfkenin yeri de oldukça büyüktür. Her insan günlük hayat içerisinde hoşuna gitmeyen pek çok olay ya da tavırla karşı karşıya kalabilir. Bazı insanlar bu tür durumlarda hemen öfkelenir, hatta bununla da yetinmeyip öfkelerini içlerine yerleşen bir kine dönüştürürler.
İman edenler ise nefislerinin bu telkinlerine kulak vermezler. Çünkü Allah, rızasını kazanacak ve cennetine kavuşacak kullarını, "Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever." (Al-i İmran Suresi, 134) ayetiyle tanımlamaktadır. Bu nedenle müminler öfke ve kinden Allah'a sığınır ve bunun için şöyle dua ederler:
Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki: "Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten Sen, çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin." (Haşr Suresi, 10)
İman edenlere karşı kin ya da öfke duymak, gerçekten inanan bir kimsenin korkup sakınması gereken bir durumdur. Çünkü Kuran'da Allah, "Sizin dostunuz (veliniz), ancak Allah, O'nun elçisi, rüku' ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren mü'minlerdir." (Maide Suresi, 55) ayetiyle müminlerin birbirlerinin velileri olduğunu bildirmiştir. Allah'ı seven, O'nun rızasını arayan, Kuran ahlakını yaşayan ve hayatını dine hizmet etmeye adamış insanlara karşı, kişinin kalbinde kin ya da öfke gibi duygular tutması, imanı kalbine tam olarak yerleştirmemiş olduğunu gösterir. Allah'a ve inananlara karşı kalbinde böyle bir samimiyetsizlik yaşaması, bu kişinin imanın huzurunu ve mutluluğunu gereği gibi yaşayamamasına da neden olur.
Bu ahlakı yaşayan insanlar rahatlıkla hoşgörü gösterip geçebilecekleri olayların etkisinden bir türlü kurtulamazlar. Sıradan bir olay ya da bir kimsenin basit bir hatası bu kişilerin öfkelenmesi için yeterli olur. Hatta bazen de sırf öfke gözüyle baktıkları için, insanların normal davranışlarını dahi kızılacak tavırlar olarak algılayabilirler. Öfkelerinin etkisiyle doğru düşünemez, olayları adil ve objektif bir şekilde değerlendiremezler. Daha da önemlisi öfke hislerini tatmin etme arzuları o an için pek çok şeyden daha öncelikli hale gelir. Allah'ın rızasının, öfkelerini yenip hoşgörülü ve bağışlayıcı bir tavır göstermekte olduğunu bildikleri halde, nefislerinin etkisiyle öfkelenmekten kendilerini alamazlar. Allah insanlara Kuran'da, "Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslam'a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir." (Araf Suresi, 199) diye bildirmektedir. Bu nedenle, gerçekten öfke duyulacak bir durumda dahi, Allah'ı seven, Allah'ın rızasını arayan bir mümin, mümin kardeşinin hatasını affeder.
*Bazı insanlar aslında gerçekten alıngan bir tavır içerisinde olmadıkları halde kasıtlı olarak alınmış gibi görünerek, haksız oldukları konularda üste çıkmaya çalışırlar. Küserek, kendilerince karşı tarafı söylediklerine pişman etmek ve geri adım atmalarını sağlamak isterler. Oysa bu tip yöntem ve tavırlar iman edenlerin tenezzül etmeyecekleri tavırlardır. Kuran ahlakında karşı taraf cahilce, yanlış ya da düşüncesizce bir tavır gösterse dahi böyle bir alınganlık ya da küskünlüğün makuliyeti yoktur. Çünkü mümin karşılaştığı her olayı, her tavrı, her sözü Allah'ın yarattığını bilir. Buna rağmen böyle hoşnutsuz bir ahlak göstermek, Allah'a karşı yapılan bir hata olur. Bunun yanında müminler Allah'ın rızasının, hoşgörülü, affedici ve bağışlayıcı bir ahlak gerektirdiğini de bilmektedirler.
*İnsanların bir kısmı dünya hayatının geçiciliğini düşünmekten kaçınır. Ama aslında bu durum, onların bu gerçeği kavrayamamış olmalarından kaynaklanmaz. Çünkü hemen her gün bu gerçeği ortaya koyan pek çok olayla karşılaşırlar. Kimi zaman bir yakınlarının iflas ettiğine, kimi zaman bir kaza geçirdiğine, kimi zaman da yaşamını yitirdiğine şahit olurlar. Hepsinden önemlisi, başta kendileri olmak üzere tüm tanıdıklarının her geçen gün ölüme daha da yaklaştıklarını bizzat yaşayarak görürler. Yaşlılıkla birlikte kaybolan güzellikleri zamanla ortaya çıkan hastalıklar, acizlikler ve zayıflıklar insanların dünya hayatının geçiciliğini anlayabilmeleri için fazlasıyla yeterlidir.
Buna rağmen bazı kimseler bu konuyu düşünmekten kaçınırlar. Bunun nedeni, düşünürlerse dünyaya bağlanamayacaklarını bilmeleridir. Eğer insanlar hayatın çok kısa olduğunu, her an hiç beklemedikleri herhangi bir sebeple ölebileceklerini, güzellik, zenginlik, itibar gibi değerlerini her an yitirebileceklerini düşünecek olurlarsa, bunlara sadece hak ettikleri kadar değer vereceklerdir. Bunun sonucunda ise hırs yapmalarının mantıksızlığını anlayacak ve dolayısıyla tümüyle Allah'ın rızasını ve ahiret hayatını kazanmaya yönelmeleri gerekecektir.
*O'nun dışında, hiçbir şeyi yaratmayan, üstelik kendileri yaratılmış olan, kendi nefislerine bile ne zarar, ne yarar sağlayamayan, öldürmeye, yaşatmaya ve yeniden diriltip-yaymaya güçleri yetmeyen birtakım ilahlar edindiler. (Furkan Suresi, 3)
Allah'tan başka taptıklarınız sizler gibi kullardır. Eğer doğru iseniz, hemen onları çağırın da size icabet etsinler. (A'raf Suresi, 194)
Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, bu insanların çoğuna sorulacak olsa, hiçbir zaman için gözlerinde büyüttükleri bu varlıkları "ilah" olarak adlandırmaz, onları ilah olarak gördüklerini kabul etmezler. Ne var ki yaşamları içinde gösterdikleri tüm tavırlar, bu kimseleri ilahlaştırdıklarını ortaya koyar. Yalnızca Allah'tan medet ummaları, yalnızca O'ndan yardım dileyip, O'na şükretmeleri gerekirken, tüm bunları güç sahibi sandıkları insanlarda ararlar. Yine yalnızca Allah'tan korkup sadece O'nun rızasını aramaları gerekirken, insanlardan çekinip, onların hoşnutluğunu kazanmayı Allah'ın rızasından öncelikli görürler.
*Bazı kimselerin, insanların rızasını Allah'ın rızasının üzerinde tutmaları, yaşamlarını Kuran'a göre değil de, insanların kural ve anlayışlarına göre düzenlemeleri, onlara büyük sıkıntılar yaşatır.
*Sadece Allah'ın rızasını arayan bir insan için herşey çok kolaydır. Hayatı boyunca uyacağı doğrular ve yanlışlar Kuran'da kendisine bildirilmiştir. Bunun dışında insanların ne düşündüklerinin ve ona karşı nasıl bir tavır içerisinde bulunduklarının hiçbir önemi yoktur. Samimi bir Müslüman, Allah'ın rızasına uyduğu sürece, dünyada ve ahirette kurtuluş bulacağını umarak yaşar. Dolayısıyla çevresindeki insanlara göre sürekli kendisini şekillendirmek zorunda olan ve insanların rızasını arayan kişilerden çok daha huzurlu, kolay ve güzel bir hayata sahip olur.
*Samimi müminin amacı, her zaman için Allah'ın rızasını ve sevgisini kazanmaya çalışmaktır. Allah'ın sevgisini kazanmanın yollarından biri ise Kuran'ın bir ayetinde "... Allah arınanları sever" (Tevbe Suresi, 108) sözleriyle açıklanmaktadır.
*İman ettiklerini söyledikleri halde samimiyetsizlikten tam olarak kurtulamamış insanların, samimiyete davet edildiklerinde gösterdikleri tepkilerin önemli bir bölümü seste, konuşma üslubunda ve bakıştaki bozukluklarla kendini belli eder. Bu kimseler dünyada Allah'ın rızasını kazanmaktan daha önemli bir konu olmadığını çok iyi bildikleri halde, insanlar arasındaki imajlarını daha fazla önemseyebilmektedirler.
*Samimiyetsizliği ortaya koyan bir başka tepki de normal zamanlarda canlı, neşeli bir karakter sergileyen, sohbetlerinde seri, akıcı ve candan konuşmalar yapan kimselerin bir eleştiri karşısında bir anda suskunlaşıp, konuşamaz hale gelmeleridir. Gerçek imanda müminler en zor anlarda, en güç şartlarda bile şevklerinden ve iradelerinden bir şey kaybetmezler. Hatta tam aksine bu tarz durumlarda daha da şevklenerek, daha da büyük bir gayret göstererek imanlarının gücünü ortaya koyarlar.
Elbette ki, bu tür durumlarda doyurucu açıklamalar yapmaktansa susmayı tercih edenler, bunu açık bir eylem ve protesto olarak yaparlar. Bu şekilde, kendilerine hatırlatmada bulunan mümin kardeşlerini yıldırmak isterler. Ancak kendilerine bu yaptıklarının çirkin bir tavır olduğu söylense, bu kez de akıllarına bir şey gelmediği için konuşmadıkları gibi mazeretler öne sürerler.
Bu tarz tavırlar elbette ki sinsice yapılır ve ispatlanamaz. Daha önce de belirtildiği gibi, ancak altıncı his ile görülüp anlaşılabilir. Samimiyetsiz kişi ise, delil olmamasından istifade ederek, eylemlerini sürdürür. Ancak bu çirkin inadıyla hem  Allah'ın rızasını, hem de müminlerin güven, saygı ve sevgilerini kaybeder. Buna rağmen kendisini akıllı ve karda sayması ise, onun ne kadar küçük bir akla sahip olduğunun açık bir göstergesidir. Üstelik söz konusu kişi, sinsice yaptığı planlar nedeniyle son derece karmaşık bir ruh haline sahip olur. Yaptıklarının samimiyetsizlik olduğunu bilmenin vicdani sıkıntısını yaşar. Bu yüzden sürekli tedirginlik ve huzursuzluk içinde yaşar. Bu da, Allah'ın bu dünyada gizli samimiyetsizlik uygulamaya kalkanlara verdiği gizli azaplardan biridir.
*Kimi insanların kendilerine verilen öğüdü etkisiz kılmak için başvurdukları yöntemlerden biri de, ters bir üslup kullanmalarıdır. Böylece karşılarındaki Müslümanı iyiliği emredip, kötülükten men etmekten vazgeçirebileceklerini zannederek yanılırlar. Çünkü, salih bir Müslüman sadece doğruları göstermekle sorumludur, karşı tarafın tavrı onun Allah'ın rızasına uygun davranmasını etkilemez.
*Dünya hayatlarında nefislerini egoistlikten, bencillikten arındırmayanlar, fedakarlıkta çekingen davrananlar, bu ahlaklarının ahirette kendilerini zarara uğratabileceğini düşünmelidirler. Mallarını, canlarını, vakitlerini, emeklerini Allah'ın rızasına uygun şekilde kullanmayıp, önce kendi rahatlarını ve kendi çıkarlarını gözetenler, ahirette büyük bir pişmanlığa kapılacaklardır. Bu kimseler dünyada iken hırs yaptıkları, kendilerinin olmasını istedikleri, fedakarlık yapıp başkalarıyla paylaşmak istemedikleri her ne varsa, bunların tümünü azaptan kurtulabilmek için fidye olarak vermek isteyeceklerdir:
Onlar birbirlerine gösterilirler. Bir suçlu-günahkar, o günün azabına karşılık olmak üzere, oğullarını fidye olarak vermek ister; Kendi eşini ve kardeşini, Ve onu barındıran aşiretini de; Yeryüzünde bulunanların tümünü (verse de); sonra bir kurtulsa. Hayır; (hiçbiri kabul edilmez). Doğrusu o (cehennem), cayır cayır yanmakta olan ateştir. (Mearic Suresi, 11-15)
Zulmeden her nefis, yeryüzündekilerin tümüne sahip olsa bunu (azaba karşılık) mutlaka fidye olarak verirdi. Onlar azabı görünce pişmanlıklarını gizlerler, oysa onlar haksızlığa uğratılmadan aralarında adaletle hükmedilmiştir. (Yunus Suresi, 54)
Ancak Allah, değer verdikleri herşeyi verseler de yine de bu kimselerden fidye olarak hiçbir şeyin kabul edilmeyeceğini bildirmektedir:
Dinlerini bir oyun ve eğlence (konusu) edinenleri ve dünya hayatı kendilerini mağrur kılanları bırak. Onunla (Kur'an'la) hatırlat ki, bir nefis, kendi kazandıklarıyla helake düşmesin; (böylesinin) Allah'tan başka ne bir velisi, ne bir şefaatçisi vardır; her türlü fidyeyi verse de kabul olunmaz. İşte onlar, kazandıkları nedeniyle helake uğrayanlardır; küfre saptıklarından dolayı onlar için çılgınca kaynar sular ve acıklı bir azab vardır. (Enam Suresi, 70)
Bu nedenle nefislerinde az da olsa egoistliğe yatkınlık hisseden, kendi nefislerinin ihtiyaç ve isteklerini diğer müminlerinkinden üstün tutan kimseler, bu ahlakı bile bile sürdüren insanların ahirette alacakları karşılığı düşünmelidirler.
*Hayatlarını Allah'ın rızasını kazanmaya ve Kuran ahlakını en güzel şekilde yaşamaya adamış, inananlara karşı olabildiğince candan, tevazulu ve sevgi dolu bir ahlak sergileyen müminleri takdir edemeyen kimseler, sonsuza dek bu üstün insanlardan uzakta yaşamaktan korkmalıdırlar. Allah'ın dostu olan ve O'nun rızası için çalışan insanlar olduklarını gördükleri halde, müminlerle dost olamayan, onlara karşı samimi davranamayan insanlar, ahirette inkar edenlerle yaşamak durumunda kalabilirler.
*Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız. Onun sağında ve solunda oturan iki yazıcı kaydederlerken o, söz olarak (herhangi bir şey) söylemeyiversin, mutlaka yanında hazır bir gözetleyici vardır. (Kaf Suresi, 16-18)
Bu gerçeği anlamak da samimi mümin olmanın en temel şartlarındandır. Böyle bir insan her an Allah'ın gözetiminde olduğunu bildiği ve Allah'ın hoşnutluğunu amaçladığı için samimiyetsizliği doğuracak tüm tavırlardan şiddetle kaçınır. Bir kimsenin Allah'ın işittiğini ve gördüğünü bilerek müminlere yalan söylemesi, onları rahatsız edecek konuşmalar yapması, samimiyetsiz bakışlarla bakması, bencil tavırlar sergilemesi, gerçek karakterini saklayarak yapmacık davranması mümkün olmaz. Çünkü Allah'ın her an yanında olduğuna kesin bilgiyle iman etmektedir. Yaptığı her türlü vicdansızlığın ahirette hesabını da mutlaka vereceğini bildiği için daima vicdanlı davranıp, her an Allah'ı hoşnut edecek bir ahlak gösterir. İspat edilemeyeceğini düşündüğü tavırlara, gizli hainliklere hiçbir zaman için tenezzül etmez. Çünkü Allah'ın sinelerin özünde saklı olanı da bilen olduğunun farkındadır. Aynı şekilde kendisini kandırma, masum olduğuna inandırma yoluna da gitmez. Allah'ın bunu da bildiğini bilir. Diğer insanlar bilmese dahi Allah'ın bildiği bir gerçeği, insanlardan saklama yoluna da gitmez. Çünkü önemli olan    Allah'ın takdiridir.
Tüm bunların sonucunda ise tertemiz, vicdanlı, dürüst, samimi bir insan ortaya çıkar. Böyle bir insan zaten her an Allah'ın rızasına uygun bir şekilde davranmanın getirdiği huzur, güven ve iç neşesini yaşar. Samimi bir insan dünyada güzel bir hayat yaşadığı gibi, ahirette de inananlar için hazırlanan sonsuz güzellikteki cennette benzersiz bir mutluluğu sonsuza dek yaşar.
*Allah, Kuran'da "Gerçekten, insan, 'bencil ve haris' olarak yaratıldı. Kendisine bir şer (kötülük) dokunduğu zaman feryadı basar. Ona bir hayır dokunduğunda engelleyici olur (veya cimrilik eder)." (Mearic Suresi, 19-21) ayetleriyle insanların nefsinde var olan bir zayıflığı haber vermektedir. İnsan bencil tutkulara kapılmaya yatkın bir varlıktır; her fırsatta kendini ön plana çıkarmaya, kendi menfaatlerini korumaya ve kendini herkesten çok sevmeye müsaittir. İnsan, eğer Allah korkusu ile güzel ahlakta irade göstermezse, nefsi insanı sürekli olarak 'sadece ben sevileyim', 'ben övüleyim' 'ben takdir edileyim' gibi bencilce isteklerde bulunması için kışkırtır. Böyle bir ahlakta başkalarının rahatı, huzuru, mutluluğu her zaman ikinci plana atılır. 'Önce onların rahatı sağlansın' ya da 'onların çıkarına uygun olsun, gerekirse ben kendi menfaatlerimden ödün vereyim' 'başkaları mutlu olsun, ben de onların mutluluğundan zevk alayım' gibi fedakarane düşüncelerdense, her zaman için 'ne olursa olsun, önce ben' fikriyle hareket edilir.
İman edenler nefislerindeki bu tutkuyu yener ve Allah'ın razı olduğu ahlakı yaşarlar. Ancak kimi insanlar da, 'nasıl olsa dinin bazı hükümlerini yerine getiriyorum, arada sırada kendi menfaatlerimi kollamanın ne gibi bir kötülüğü olabilir ki' gibi yanlış bir düşünceye kapılarak, ahlaklarındaki bu eksikliği zararsız görürler. Dahası insanın kendi menfaatlerini kollamasını 'hayatın bir gerçeği' olarak görürler.
*Dünya hırsı olan bir insan için yaşlanmak, hastalanmak, itibarını ve malını yitirmek gibi olaylar da büyük bir gerilim kaynağıdır. Oysa bir gün öleceğini, öldükten sonra da hiçbir eşyasını, parasını ve mülkünü yanına alamayacağını bilen bir insan, hiçbir şeyin hırsını yapmaz. Herşeyini, Allah'ın razı olacağı şekilde, cömertlikle kullanır; dünyadaki kısacık ömrünü nasıl yaşayacağını değil, ahiretteki sonsuz hayatının nasıl olacağını düşünür ve bunun için çalışır.
*Allah Kuran'da, "Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır." (Al-i İmran Suresi, 104) ayetiyle insanları iyiliğe ve güzelliğe çağırmayı, onları içerisinde bulundukları yanlışlıklardan kurtarmayı müminler üzerine bir sorumluluk kıldığını belirtmektedir. Bir başka ayette ise Allah, "Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah'a ve Resûlü'ne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir." (Tevbe Suresi, 71) sözleriyle müminlerin, birbirleri üzerinde koruyucu ve gözetici vasıfları olduğunu hatırlatmaktadır.
İşte müminler Allah'ın bu emri doğrultusunda birbirlerinde gördükleri eksiklikleri yine Kuran'da bildirildiği şekilde "sözün en güzelini söyleyerek" (İsra Suresi, 53) birbirlerine anlatırlar. Karşı tarafın vereceği tepkinin, verilen öğütten pay alıp almamasının, iyiliği emreden mümin açısından bir sorumluluğu yoktur. Allah bir ayetinde "Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir; O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir." (Kasas Suresi, 56) sözleriyle bu gerçeğe dikkat çekmekte ve insanların doğruyu görebilmelerinin ancak Allah'ın dilemesiyle gerçekleşebileceğini hatırlatmaktadır. Bu nedenle müminler birbirlerine iyiliği emredip kötülükten men etmeye çalışırken bunu Allah'tan isteyerek yapar ve sonucu da her ne olursa olsun buna teslim olurlar. Ancak elbette ki samimiyetin getirdiği güzellikleri ve gerçek mutluluğu tüm insanların öğrenip yaşamasını da en içten şekilde arzu ederler.
Aksi bir hayatın dışarıdan normal gözükse bile içten içe insanı kemiren, huzursuzluk ve sıkıntı veren azaplarla dolu olduğunu çok iyi bilirler. Söz konusu kişilerin içlerinde yaşattıkları bu çirkin fikir ve ruh halini saklamak için maddi ve manevi eziyet içinde olduklarını unutmazlar. Bu nedenle karşılarındaki bir insanda az da olsa bir samimiyetsizlik hissederlerse, onu herhangi bir şekilde yargılamadan, sadece Kuran ahlakına davet ederler. Her türlü gizli azap ve sıkıntının, huzursuzluk ve mutsuzluğun tek çözümünün Allah'ın razı olacağı bir ahlakı yaşamak olduğunu en güzel şekilde hatırlatırlar.
*Şeytan iman eden insanları kendi yoluna döndürebilmek için elinden gelen her türlü çabayı gösteren bir varlıktır. En istemediği şeylerden biri de, iman edenlerin mutlak samimiyeti kazanıp, Allah'ın razı olacağı ahlaka ulaşmalarıdır. Bu nedenle, bir insan gerçek imana çağrıldığında, şeytan mutlaka ona ters yönde etki etmeye çalışacaktır.
*samimi bir kalple Allah'a yönelen ve O'nun razı olmayacağı herşeyden şiddetle kaçınan insanlar dünyada ve ahirette huzur ve mutluluk bulabilirler.

ÖNEMLİ BİLGİLER

Tarih: 3/10/2006 17:18 - yok Yorum - Yorum yaz - Bağlantı

*sahip olduğu tasarımı öğrendiğiniz ve üzerinde düşünüp tefekkür ettiğiniz "tek bir canlının" size getireceği öyle bir kazanç vardır ki, bunu dünyadaki herhangi bir değerle kıyaslamak mümkün değildir. Siz, bir karıncanın olağanüstü bir kimya laboratuvarına sahip olduğunu öğrenince aslında son derece büyük ve önemli bir gerçekle karşılaşırsınız: Bu canlının bedeninde gizli bir "akıl" hakimdir. Her parçasında, insanın zekası, bilgisi ve tecrübesiyle ulaşamayacağı bir "kusursuzluk" ve mükemmellik hakimdir. Her parçası o kadar kompleks yapılara ve sistemlere sahiptir ki, değil benzerlerini yapmak, yalnızca bunların sırlarını çözebilmek dahi insanlık tarihinin binlerce yıllık teknoloji ve bilgi birikimi sonucunda olmuştur. Dahası, canlılıkta henüz günümüz bilim ve teknolojisiyle dahi keşfedilmemiş sayısız mucizeler gizlidir. Sonuçta, siz canlılardaki bu mükemmel yaratılış örneklerini keşfettikçe Allah'ın şüphe götürmez varlığını, sonsuz ve üstün sıfatlarını daha yakından müşahade edeceksiniz.
Şu çok önemli gerçeği de farkedeceksiniz ki kendi yaratılışınız da boşuna değildir. Yeryüzündeki varlığınızın bir amacı vardır. O halde, eğer yeryüzündeki her şey -siz de dahil- bu kapsamlı yaratılışın bir parçası olduğuna ve size tüm bunları anlayacak bir ruh ve anlayış da verildiğine göre, bunları veren Allah'a karşı sorumlusunuz demektir. Tek bir karınca örneğine bakarak çıkarabileceğiniz bu sonuç işte sizin için en büyük kazançtır. Artık bundan sonra yeryüzünde Allah'ın eserlerini, yaratmasındaki mucizeleri izleyecek, tüm bunlardan zevk alacak, çevrenizdeki insanları değil yalnızca Allah'ı razı etmeye çalışacaksınız. Dolayısıyla dünyaya ait endişe ve zorlukların etkisinde kalmayacaksınız. Kaderi anlayacak, ahirete inanacak ve dünya hayatının sadece bir imtihan için yaratıldığını anlayacaksınız. Dünyaya ait her türlü beklentinin, nefsi övüp yüceltmenin, hırs yapıp öfkelenmenin size hiçbir şey kazandırmayacağını kavrayacaksınız. Asıl yaşanacak yerin sadece ve sadece "ahiret" olduğunu büyük bir heyecanla fark edeceksiniz.
Fark ettiğiniz bu gerçek, bu dünyadaki yaşamınızı sonsuz olan ahiret hayatına yönelik düzenlemenizi sağlayacaktır. Ahirete yöneldiğiniz ve bunun için Allah'a inanıp O'nu razı etmeye çalıştığınız sürece, size eşsiz güzellikler ve bitip tükenmeyen nimetleriyle cennet vaat edilmiştir. Orada 100 sene değil, 1000 sene değil, 1 milyon sene değil, "sonsuza kadar" kalacaksınız. Size, sonsuza kadar güzellikler, nimetler sunulacak, nefsinizin istediği "herşey" sonsuza kadar sizin olacaktır. Herşeyden önemlisi orada sizi bekleyen en büyük karşılık, Rabbimizin rızasıdır.
*Güvenin işitme organının tam yerinde olması ve bir set oluşturması gerekmektedir ki güvelerdeki ısı yalıtımı tam olarak sağlansın ve gerekli bölgeler ısınsın. Antifriz tam gereken miktarda ve özelliklerde olmalıdır ki güve harekete geçecek vakti kazansın. Güvelerin sinir sistemleri ve kasları aynı anda hareket etmelidir ki güveler titreşen kanatlarıyla ısınabilsinler.
Bütün bunlar rastlantılarla açıklanması kesinlikle mümkün olmayan sistemlerdir. Güvelerdeki mühendislik tasarımları Allah'ın canlıları ne denli kusursuz bir yaratılışla yarattığını gösteren sayısız delilden yalnızca bir tanesidir.
Bu delilleri gören insan düşünmeli ve Allah'tan başka ilah olmadığına bir kere daha kanaat getirerek yaşamını Allah'ı hoşnut edecek şekilde sürdürmelidir.
*İnsan Allah'ın rızasını kazanacağını düşünerek yapacağı bir işte sıkıntı ve bıkkınlık duymaz. Bunun aksine dünyevi amaçlar gözetilerek yapılan bir işten alınacak olan zevk ise son derece sınırlı ve kısa süreli olur. Elde edilen çıkar sona erdiğinde, işe karşı duyulan heyecan da biter ve artık o işe sadece külfet gözüyle bakılır.
Allah'ın rızasını kazanmak için yapılan bir işte ise durum çok farklıdır. Halis niyetle yapılan işin karşılığında Allah'ın sevgisini ve yakınlığını kazanma umudunun verdiği zevk yaşanır. Allah'ın Kuran'da, "Onların etleri ve kanları kesin olarak Allah'a ulaşmaz, ancak O'na sizden takva ulaşır. İşte böyle, onlara sizin için boyun eğdirmiştir; O'nun size hidayet vermesine karşılık Allah'ı tekbir etmeniz için. Güzellikte bulunanlara müjde ver." (Hac Suresi, 37) ayetiyle dikkat çektiği gibi, müminler yaptıkları işin mahiyetine göre değil, bu işi yaparken niyetlerine göre karşılık alacaklarını bilirler. Bu nedenle yaptıkları iş her ne olursa olsun, bununla Allah'ın rızasını kazanabileceklerini umuyorlarsa, hayatlarının sonuna kadar aynı işi de yapsalar, bundan dolayı bir bıkkınlığa kapılmaz, aldıkları zevki yitirmezler.
Ayrıca günlerce, aylarca ya da yıllarca aynı işi yapsalar da, hiçbir zaman için bununla sınırlı kalmazlar. Allah'ın rızasını kazanma aşkı ve şevkiyle düşünce ufuklarında sürekli olarak güzellikler ve yenilikler üretirler. Allah korkularından kaynaklanan güzel ahlakları nedeniyle çevrelerindeki insanlarla da son derece iyi ilişkiler ve güzel dostluklar kurarlar. Makam, mevki ya da para kazanmak gibi dünyevi hırslara kapılmadıkları için, kıskançlık, çekişme gibi tavır bozukluları göstermezler. Verdikleri emeğin karşılığı dünya hayatında ne olursa olsun, bundan dolayı bir sıkıntıya kapılmaz, Allah'ın rızasını ve cennetini ummanın huzur ve mutluluğunu yaşarlar.
*Müminler hiçbir zaman bıkkınlığa kapılmazlar. Aksine her geçen gün, ruhlarındaki derinliğin artmasıyla birlikte, ellerindeki nimetlerin kıymetini daha da detaylı olarak anlarlar. Ve bunlardan her geçen an daha fazla zevk almaya, daha fazla heyecan duymaya başlarlar. Bunların her birini, Allah'ın kendilerine olan rahmetinin, sevgisinin ve lütfunun tecellileri olarak görürler. Tüm hayatlarını Allah için yaşadıkları, sahip oldukları her nimeti Allah'ın rızasını kazanmak için kullandıkları, her işi O'nun hoşnutluğunu hedefleyerek yaptıkları için sürekli olarak aynı derin hazzı ve heyecanı duymaya devam ederler. Allah iman edenlerin bu mutmain olmuş ruh hallerini Kuran ayetlerinde şöyle bildirmektedir:
Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık kullarımın arasına gir. Cennetime gir. (Fecr Suresi, 27-30)
*Gerçekten seven insan, sevdiğini onore eder, yüceltir. Onu, dünyada ve ahirette zarar gelecek şeylerden sakındırır. Onun iyiliği, rahatı, güvenliği için samimi bir gayret sarf eder. Hepsinden önemlisi, sevgisi belirli şartlara bağlı değildir. Sevgisine karşılık gördüğü takdirde seven bir insan, gerçek anlamda sevgiyi bilmiyor demektir. Gerçek sevgide karşılık ancak Allah'tan beklenir. Asıl amaç Allah'ın rızasını kazanabilmektir.
*Müslümanlar birbirlerini, gördükleri güzel ahlak özelliklerine göre sevdikleri için saygıları da daimidir. Bu saygılı tavır aynı zamanda da Allah'ın onlara Kuran ile bildirdiği bir emirdir. İman edenler Allah'ın rızasını kazanmak için bu güzel ahlakı içtenlikle yaşamaları gerektiğini bilirler. Suni bir saygının Allah katında da kabul görmeyeceğini, Allah'ın kalplerinde olana göre kendilerine karşılık vereceğini bilerek hareket ederler.
*Müminler kalplerinde Allah'ın rızasına uygun, iyi özellikleri yaşadıkları için bunları dışa vurmakta da hiçbir sakınca görmezler.
*Sokakta kalmış, aç ya da soğukta üşümüş bir kişiye yardım elini uzatabilmek, hasta birine insaniyet gösterebilmek ve imkan sağlayabilmek yüksek bir ahlak gerektirir. Bu ahlakı göstermenin vereceği haz, dünyadaki hiçbir maddi zevkle kazanılamaz. Milyarlarca lira para verilse, mülk teklif edilse, imkan sunulsa, hiçbiri bu ahlakı göstermenin vereceği zevkle kıyaslanamaz. Bu ahlakı Allah için gösterebilmek, karşılığında Allah'ın rızasını umabilmek, Kuran'a ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetine uygun hareket edebilmiş olmanın sevinci, şevki ve heyecanı tüm bu zevklerin üzerindedir.
*Yaşamlarını dünya hayatının peşinden koşarak tüketen cahiliye insanlarının kaybettikleri zevklerin biri de, Allah'ın rızasına uygun hareket etmenin, O'nun sevgisini, dostluğunu ve yakınlığını ummanın verdiği derin heyecandır. Bu, birçok cahiliye insanının hayatları boyunca hiç farkına varamadıkları ve hiç tatmadıkları çok derin bir duygudur. Bir insanın en yakın dostu, yegane yardımcısı ve destekçisi, asıl sevdiği ve tüm hayatını rızasını kazanmaya adadığı varlık Rabbimizdir. İman eden bir insan, uyandığı andan itibaren tüm vaktini Allah'ın beğeneceği bir ahlak gösterebilmek, O'nun sevgisini kazanabileceği davranışlarda bulunmak için geçirir. Allah'ın hoşnut olacağını umduğu bir tavır gösterebildiği her an, iman eden bir insan için büyük bir heyecan kaynağı ve büyük bir sevinç vesilesi olur. Aynı şekilde Allah'ın rızasına uygun olmayan bir tavırdan, O'na olan sevgisinden dolayı sakınması, O'na olan sadakatinden ve bağlılığından taviz vermemiş olması da yine iman eden bir kimsenin kalbinde derin bir mutluluk hissi oluşmasına neden olur.
Salih bir mümin tüm hayatı boyunca, insanlar arasında Allah'ın en sevdiği, en çok hoşnut olduğu, Allah'a en yakın kişi olabilmek için çabalar. Bu çabanın ruha verdiği haz, dünyadaki hiçbir nimetten alınacak zevkle kıyaslanamaz.
Allah, Kuran'ın bir ayetinde "...Allah, İbrahim'i dost edinmiştir." (Nisa Suresi, 125) şeklinde bildirir. Mümin bir kimse, peygamberlerin ahlaklarını kendisine örnek alarak, Allah'ın Hz. İbrahim'e lütfettiği dostluk nimetine layık olup, Allah'ın yakınlığını kazanabilmek için tüm hayatı boyunca samimi bir çaba harcar.
Allah Kuran'da iman edenlerle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"Öne geçen Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O'ndan hoşnut olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur." (Tevbe Suresi, 100)
İman eden bir kimse Allah'ın ayette bildirdiği insanlardan olabilmek ve Rabbimizi hoşnut etmek için elinden gelen herşeyi yapar. Bu samimi çabanın ruhta oluşturduğu coşku, vicdanda uyandırdığı huzur ve güven duygusu insana çok derin bir haz verir. Tüm bu zevkler müminlerin ahirette de sonsuza dek tadacakları nimetlerdendir. Allah, iman eden kulları için ahirette de "rahmetinin, rızasının ve cennetinin" olduğunu müjdelemektedir:
De ki: "Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi? Korkup sakınanlar için Rablerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın rızası vardır. Allah, kulları hakkıyla görendir." (Al-i İmran Suresi, 15)
İşte cahiliye insanları tüm bu nimetlerin varlığından habersiz bir yaşam sürerler. Vicdanlarına uymadan, sadece hırslarının ve tutkularının ardından giderek yaşadıkları için, tüm bu güzelliklerden mahrum kalırlar. Ve bu mahrumiyet diğer nimetlerde olduğu gibi, ahiret hayatında da Allah dilediği sürece devam edecektir.
*Allah'ın razı olacağı umulan tavır, tüm dünya nimetlerinin Rabbimizin bir lütfu olarak bizlere ulaştığını kavramak ve O'na karşı şükredici bir ahlak içerisinde olmaktır. Bu güzel ahlakı yaşayan insan, çevresinde daima Rabbimizden gelen güzelliklerin, nimetlerin ve hayırların olduğunu her an hissedecektir.
*Müminler her an her yerde Allah ile birlikte olduklarının bilincindedirler. Dünya hayatının her anının Allah'a olan sadakatlerini gösterebilecekleri bir imtihan ortamı olduğunun şuurundadırlar. Bu nedenle de karşılaştıkları her olaydan, Allah'ın kendileri için yarattığı her şart ve durumdan razıdırlar. Tüm bunları Allah'ın yarattığını bilmeleri, onlara tüm bunlardan zevk alabilecek teslimiyetli ve tevekküllü bir ruh hali kazandırır.
İşte aynı ruh hali yaşadıkları ortamlarda da kendini gösterir. Küçük bir kulübede de, bir köşk ya da sarayda da yaşasalar, hepsinden hoşnut olur ve Allah'a karşı şükredici bir ahlak gösterirler. Çünkü bulundukları binanın mimarisi, inşasında kullanılan malzemeler, bu malzemelerin cinsi, rengi, şekli, evin büyüklüğü-küçüklüğü, modernliği-klasikliği ya da o evde ne kadar süre kaldıkları önemli değildir.
Bunların hepsi insanlar için elbette birer nimettir, ancak müminlerin önem verdikleri, kendilerini mutlu ve huzurlu kılan değerler tüm bunların üzerindedir. Müminler için Allah'ın razı olacağı bir ahlak gösterebilmek herşeyden önemlidir. Elbette onlar da yaşadıkları ortamın en güzel, en modern ve en estetik görünümde olmasını isterler. Hatta çevrelerindeki herşeye iman gözüyle baktıkları için, güzellikleri görebilme, detayları fark edebilme yetenekleri pek çok insana kıyasla çok daha gelişmiştir. Bu nedenle de güzellik, estetik, değişiklik ve farklılık arayışları çok daha zengin olur. Ama aynı zamanda, ne kadar eksikleri olursa olsun, ellerindeki nimetlerin kıymetini ve bunlardan zevk almasını bilirler. Hırsa kapılmamış olmanın verdiği açık görüş ile ellerindekinin incelik ve güzelliklerini görebilirler. Allah, bu ahlaklarına karşılık müminlere herşeyin en güzelini ve bunlardan da en derin zevki alabilme yeteneğini vereceğini vadederek, onlara olan rahmetini ve sevgisini gösterir.
*İnsanın sadece hiçbir sıkıntı çekmeden nefes alabilmesi, canının çektiği bir yiyeceği istediği gibi tadına vara vara yiyebilmesi, kendisini yorgun hissettiğinde istediği gibi uzanıp huzur içerisinde uyuyabilmesi çok büyük nimetlerdir. Ve daha bunlar gibi pek çok nimeti hiç düşünmeden istediği gibi kullanabilme özgürlüğüne sahip olması çok büyük bir güzelliktir. Kimi insanların çeşitli sebeplerle sahip olamadıkları nimetler de olabilir. Örneğin bir insanın sağlık sorunu nedeniyle yaşayamadığı bir zevk olabilir. Ama bu sahip olduğu nimetlerden sadece biridir. Sonsuz rahmet sahibi Rabbimiz, onun yaşayamadığı bir zevkin yerine başka bir zevki yaşamasına izin vermektedir.
Eğer bir insan tüm bunları ilk kez fark ediyorsa ve bunlardan mutlu olabiliyor, ruhunda derin bir haz duyabiliyorsa, bilmelidir ki, dünya hayatı daha bunlar gibi sayısız güzellikle doludur. Belki şu ana kadar hep cahiliye ahlakının getirdiği karamsar ruh haliyle çevresindeki bu güzellikleri hiç düşünmemiş, bunların aslında kendisi için ne kadar önemli, ne kadar büyük nimetler olduğunu görememiş olabilir. Tüm bunları insanlar için, insanların rahatı, huzuru, mutluluğu için yaratanın Allah olduğunu görüp, O'na samimiyetle şükretmesinin gerekliliğini anlayamamış olabilir. Yıllarca gafil bir yaşam sürmüş de olsa, bu gerçeğe samimiyetle kanaat getirdiyse, artık geçmişteki bu bakış açısının hiçbir önemi yoktur. Önemli olan bundan sonraki yaşamında kendisini yaratan, her an koruyup kollayan, hayatını devam ettirebilmesini sağlayan, gece gündüz yaşadığı her an kendisine sayısız nimetini bahşederek, sevgisini, şefkatini ve rahmetini esirgemeyen Rabbimize sevgiyle, samimiyetle bağlanması, Allah'a içtenlikle teslim olup, O'nun verdiği tüm bu nimetlere karşı O'nun hoşnutluğunu kazanacak şekilde bir yaşam sürmeye karar vermesidir.
Bilmelidir ki, bu kararı almasıyla birlikte, yaşadığı dünya tümüyle değişecek, belki de daha önce aslında hiç böylesine güzel bir hayat yaşamamış olduğunu fark edecektir. Dünyada iken pek çok sıkıntı nedeniyle cehennem benzeri bir hayat yaşarken, dünya şartlarında, bir nevi cennet hayatı yaşamaya başlayacaktır. Yediği yemekten içtiği suya kadar her bir nimet farklı birer anlam kazanacak, çevresinde sevinilecek, zevk alınacak, mutlu olunacak ne kadar çok güzellik olduğunu belki de ilk kez anlayacaktır. Sevmenin sevilmenin gerçek anlamda ilk kez tadına varacak, dostluğun, sadakatin, güzel ahlakın hazzını ilk kez yaşayacaktır. Ve hepsinden önemlisi Allah'ı dost edinmenin, O'nun sevgisini, yakınlığını ve hoşnutluğunu ummanın derin heyecanını hissedecektir.
Dünyada yaşanacak bu güzel hayat Allah'ın iman edenlere olan vaadidir ve Allah vaadinden dönmeyendir. (Rum Suresi, 6) Dünya hayatında geçirilecek bu güzel hayatın ardından ise, Allah, dünyada iken karşılaştıkları tüm denemelere sabreden, Allah'a olan bağlılıklarında kararlılık gösteren kulları için sonsuz cennet hayatının güzellikleri olduğunu müjdelemektedir. Allah dünyada ve ahirette insanlara nefislerinin hoşlarına gidecek en güzel hayatı sunmaktadır. Bu nedenle her insanın bu gerçeği görerek akılcı bir değerlendirme yoluna gitmesi gerekir.
Tüm zevklerin tüketilip yok edildiği, mutsuzluk, hüzün ve sıkıntıların hakim olduğu birkaç on senelik bir hayat ve ardından acıdan başka bir şeyin olmadığı cehennem hayatı mı? Yoksa Allah'ın dostluğunun, yakınlığının ve sevgisinin kazanıldığı, huzur ve güven dolu, her anın zevke dönüştüğü ve ardından da sonsuza dek sürecek zevklerin asla tüketilip yok olmayacağı cennet hayatı mı?
Kuşkusuz ki, aklını ve vicdanını kullanan her insan için tek yol Allah'a teslim olmak ve O'nun rızasına uygun bir yaşam sürmektir.
*Rabbimiz, her dönemde peygamberler göndererek toplumlara farklı şeriatlar, emir ve yasaklar indirmiştir. Ancak özünde, tüm peygamberler toplumlarını, yalnızca Allah'a iman ve ibadet etmeye ve Rabbimiz'in emirlerine uymaya davet etmişlerdir. Diğer bir deyişle bozulmamış halleri ile bütün hak dinler, Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmamak, Allah'ın rızası, rahmeti ve cenneti için yaşamak ve çalışmak temeli üzerine kuruludur. Her toplum Allah'ın kendilerine emrettiklerini eksiksiz olarak yerine getirmekle ve Allah rızası için güzel davranışlarda bulunmakla yükümlüdür.
*Şüphesiz, iman edenler(le) Yahudiler, Hıristiyanlar ve sabiiler(den kim) Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve salih amellerde bulunursa, artık onların Allah Katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Bakara Suresi, 62)
Bu ayetin anlamı apaçıktır. Müslüman, Yahudi veya Hıristiyan olsun, Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve salih amellerde bulunanlar müjdelenmekte; söz konusu müminlerin kurtuluşa ve esenliğe kavuşacakları haber verilmektedir. Maide Suresi'nin 48. ayetinde ise, insanlar için "farklı bir şeriat ve yol-yöntem kılındığı", sorumluluklarının ise "hayırlarda yarışmak" olduğu belirtilmiştir. Bu da ister Yahudi, ister Hıristiyan, isterse Müslüman olsun samimi olarak Allah'a ve ahiret gününe iman eden tüm inananların güzellikle davranmaları ve Allah rızası için hayırlarda yarışmaları gerektiğini göstermektedir.
*Kuran'da Bakara Suresi'nin 113. ayetinde Yahudilerin, Hıristiyanları "bir temel üzerine olmamakla", Hıristiyanların da Yahudileri aynı şekilde "birşey üzere olmamakla" itham ettikleri bildirilmektedir. Oysa kimin doğru yol üzerinde olduğunu en iyi bilen Allah'tır. Bu nedenle samimi olarak iman edenler, birbirlerine karşı çeşitli ithamlarda bulunmak yerine, kendilerini Allah'a daha çok yakınlaştıracak yollar aramalı, samimiyetlerini artırmaya gayret etmeli, Allah'ın rızasını ve rahmetini kazanmak için çaba göstermelidirler.
*İnsanı yaratan Allah, hiç şüphesiz onun yapısını, ihtiyaçlarını ve dünyada nasıl bir düzen içinde rahat edeceğini de en iyi bilendir. Dolayısıyla insanın, izlemesi gereken yol Rabbimiz'in bildirdiği yol olmalıdır. Nitekim Allah her dönemde elçileri ve kitapları aracılığıyla insanlara yol göstermiş, razı olacağı düşünce, davranış, ahlak ve yaşam biçimini insanlara haber vermiştir. Allah'ın öğrettiği bu yaşam tarzını ve ahlak modelini uygulayanlar, hem dünyada hem de ahirette en mutlu, en huzurlu ve en güzel yaşama kavuşmayı uman insanlardır.
Farklı dönemlerde, farklı coğrafyalarda yaşayan ve farklı İlahi dinlere mensup olan inananlar, tüm bu farklılıklara rağmen aslında aynı ahlaki değerlere sahiptirler. Hırsızlık yapmamak, adam öldürmemek, zina etmemek, yalan söylememek, adil olmak, her türlü haksızlıktan sakınmak, insanlara karşı nazik ve saygılı bir üslup kullanmak gibi temel değerler tüm inananlar için geçerlidir. Bu, inananların -çeşitli görüş ve uygulama farklılıkları olsa da- olaylar karşısında benzer tepkiler vermelerine ve ortak hareket etmelerine neden olur.
Bu ortak ahlak anlayışı Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet'te de geçerlidir. Nankörlük, şımarıklık, kendini beğenmişlik, azgınlık, yalancılık, alaycılık, bencillik, aç gözlülük, düzenbazlık, kıskançlık, kavgacılık, itaatsizlik, saygısızlık, vefasızlık, cimrilik, dedikoduculuk, saldırganlık, zalimlik, iftiracılık, sabırsızlık, ikiyüzlülük, kışkırtıcılık gibi çirkinlikler İslam ahlakına kesinlikle uygun olmadığı gibi, Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da yasaklanmıştır. İnsanlar saygılı, sevgi dolu, adaletli, vicdanlı, şefkatli, merhametli, yardımsever, iyiliksever, alçakgönüllü, dürüst, güvenilir, cömert, şükredici, fedakar, yumuşak huylu, itaatli, vefalı olmaya çağrılmışlardır.
Bu İlahi hükümleri izleyen samimi dindarlar, saygın, seçkin ve onurlu insanlardır. Allah'a gönülden bağlıdırlar. Derin bir imana, üstün ahlaki niteliklere sahiptirler. Yaptıklarının karşılığında herhangi bir menfaat talep etmezler, sadece Allah'ın rızasını kazanmaya yönelik olarak çalışırlar. Her zaman doğrunun, iyinin, hakkın, güzel ahlakın yanında olurlar. Her türlü kötülükten ve ahlaksızlıktan şiddetle sakınırlar.
*İnananların ortak ahlak özelliklerinden biri de samimiyettir. Mümin, Allah'ın herşeyden haberdar olduğunu, ahirette tüm düşüncelerinin, konuşmalarının ve davranışlarının hesabını vereceğini bilir. Bu nedenle yaşamı boyunca yalnızca Allah'ın rızasını elde etmek için çalışır. İçtenlikle hareket eder, samimiyetsizlikten kaçınır. Yaptıklarının karşılığını Allah'tan beklediği için ufak hesaplar peşinde olmaz; insanların sevgi ve ilgisini kazanmaya yönelik samimiyetsiz tavırlar içine girmez.
*Kuran'da, iman edenlerin ibadetlerinin, hayatlarının ve ölümlerinin yalnızca "alemlerin Rabbi olan Allah" için olduğu bildirilmiştir. (Enam Suresi, 162) Bu, müminin tüm hayatının tek bir amaca, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaya yönelmesi anlamına gelir. Allah Kuran'da, Kendisi'nin rızasını kazanmayı tek amaç edinmiş olan kimselerin kurtuluşa ereceğini bildirmiştir:
Binasının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden bir topluluğa hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 109)
Kuran'da Hz. Süleyman'ın duasında, Allah'tan kendisine O'nun rızasını kazanabileceği işleri ilham etmesini istediği bildirilmektedir. Hz. Süleyman'ın bu duası tüm müminler için güzel bir örnektir:
... Rabbim, bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın salih bir amelde bulunmamı ilham et ve beni rahmetinle salih kulların arasına kat. (Neml Suresi, 19)
Eski Ahit'te de iman edenlerin, Allah'a "Rızanı işlemeyi bana öğret" diye dua ettikleri ifade edilmektedir. Mezmurlar kitabında geçen bu dua şu şekildedir:
Sana sığınıyorum. Rızanı işlemeyi bana öğret. Çünkü Sen benim Allah'ımsın... (Mezmurlar, Bap 143, 9-10)
İncil'de de Hz. İsa'nın kendisine tabi olanlardan asıl isteğinin Allah'ın rızasını kazanmak için çalışmak olduğu belirtilmiştir. Hz. İsa'nın her zaman yalnızca Allah'ın razı olacağı üstün bir ahlak ve tavır içinde olduğu bildirilmiş ve tüm inananların Hz. İsa gibi olmaları gerektiği ifade edilmiştir. İman edenlerin nerede, hangi işle meşgul olurlarsa olsunlar, yaptıklarını mutlaka yalnızca Allah için yapmaları gerektiği İncil'de şu şekilde bildirilmektedir:
Ne yerseniz yiyin, ne içerseniz için, ne yaparsanız yapın, tümünü Tanrı'nın yüceliği için yapın. (Korintoslulara I. Mektup, Bap 10, 31)
... Rab'den korkarak itaat edin... her ne yaparsanız insanlara değil, Rabbe yapar gibi candan işleyin. (Koloselilere Mektup, Bap 3, 22-24)
*Hatasızlık ve kusursuzluk yalnızca Allah'a mahsustur. Mümin, bilerek veya bilmeyerek hata yapabilir, her seferinde gönülden Allah'a yönelerek tövbe eder, bir daha aynı hatayı yapmamaya özen gösterir. Kendisini hatasız ve günahsız göstermeye, başkalarını aşağı görerek kendisini yüceltmeye çalışmaz. Samimiyetten uzak olarak yaptıkları işlerin, kendilerini kurtaracağını zannederek büyüklenenler Allah'ın rızasını ve rahmetini kazanamayabilirler:
Kendilerini (övgüyle) temize çıkaranları görmedin mi? Hayır; Allah, dilediğini temizleyip yüceltir. Onlar, 'bir hurma çekirdeğindeki iplikçik kadar' bile haksızlığa uğratılmazlar. (Nisa Suresi, 49)
*Allah Kuran'da, Allah ve ahiret gününe iman edenler için Allah'ın Resulü'nde en güzel örnekler olduğunu bildirmiştir. (Ahzap Suresi, 21) Bu nedenle, salih Müslümanlar için peygamber ahlakı ile ahlaklanmak, peygamberlerimizin şerefli yolunu izlemek ve onlar gibi Allah'ın razı olduğu insanlardan olabilmek en önemli amaçlardan biridir.
*Hıristiyanlar bilmelidirler ki, Hz. İsa Mesih'in ikinci kez yeryüzüne gelişini yalnız Hıristiyanlar değil, Müslümanlar da büyük bir heyecanla beklemektedir. Çünkü bu mucizeye Kuran'da işaret edilmekte ve Hz. Muhammed (sav)'in hadislerinde de açık olarak bildirilmektedir. Dolayısıyla hem Hıristiyanlar hem de Müslümanlar bu büyük mucize için ortak bir bekleyiş ve hazırlık içinde olmalıdırlar. Yapılması gereken en önemli hazırlık ise Allah'ın razı olacağı bir ahlak içinde olmaya çaba göstermektir.
*Rabbimiz'in verdiği sayısız nimet karşılığında insanın yapması gereken ise yalnızca O'na yönelmek ve O'nun razı olacağı bir kul olabilmek için vargücüyle gayret etmektir.
*Allah, insanlara her dönemde onlara doğruyu ve yanlışı gösterecek, Kendisi'nin razı olduğu ahlakı öğretecek elçiler göndermiştir. Bu elçiler insanları Allah'a iman etmeye çağırmış, onlara Allah'ın dinini tebliğ etmişlerdir.
*Alçakgönüllülüğün önemi ve bu tavrı gösterenlerin Allah katında üstün kılınmış insanlar oldukları İncil'de şöyle ifade edilir:
Her bakımdan alçakgönüllü, yumuşak huylu, sabırlı olun, sevgiyle birbirinize katlanın. (Efesoslulara Mektup, Bap 4, 2)
Aynı şekilde Tevrat'ta da kibirli olmaktan sakınmak gerektiği, Allah'ın alçakgönüllü kullarından razı olacağı bildirilmektedir. Tevrat'a göre inananlar mütevazı olmakla sorumludurlar, kibirli davrananlar ise muhakkak küçük düşürüleceklerdir. Konuyla ilgili bazı Tevrat pasajları şu şekildedir:
Dinleyin ve kulak verin, kibirli olmayın; çünkü Rab söyledi. (Yeremya, Bap 13, 15)
...Rabbin hükümlerini yapmış olan dünyanın bütün alçakgönüllüleri, Rabbi arayın; salahı arayın, alçakgönüllülüğü arayın... (Tsefanya, Bap 2, 3)
Alçakgönüllüleri kurtarır, gururluları gözler, gururunu kırarsın. (2.Samuel, Bap 22, 28)
*Allah'ı tanıyıp gereği gibi takdir eden bir insanın yaşamında, ahlakında, genel tavır ve davranışlarında çok olumlu değişiklikler olacağı da açıktır. Rabbimiz'in gücünün ve kudretinin şuuruna varan bir insan, O'nun emirlerini eksiksiz yerine getirmek için çaba gösterecek ve Allah'ın razı olacağı ahlakı yaşamaya gayret edecektir. Böylece, yumuşak huylu, mütevazı, hoşgörülü, anlayışlı, sabırlı, vefalı, sadık, fedakar, merhametli, cesur, açık görüşlü, dürüst, adil insanların sayısı artacak ve Allah'ın bildirdiği güzel ahlakın yaygınlaşmasıyla dünya çok güzel bir mekan haline gelecektir.
*Allah'tan gereği gibi korkan bir insan, kötülüklerden ve hatalardan korunmuş ve arınmış olur, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmasını engelleyecek şeylerden uzak durur. Allah korkusunun insana akıl ve anlayış kazandırdığına dair bir sır Kuran'da şöyle belirtilmiştir:
Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir. (Enfal Suresi, 29)

ÖNEMLİ BİLGİLER

Tarih: 3/10/2006 17:18 - yok Yorum - Yorum yaz - Bağlantı

*Basit insanlar fiziksel ihtiyaçlarini sik sik gündeme getiren konusmalar yaparlar. Böyle insanlardan sik sik "aciktim, susadim, basim agridi, hiç uyuyamadim" gibi sözler duymak mümkündür. Elbette insan bir ihtiyacini gerektiginde dile getirebilir. Ama burada söz edilen basit karakterli insanlarin bu konulari gündeme getirmeleri ihtiyaçlarini karsilamak, çözüm bulmak amaçli degildir. Bu insanlar bazen "laf olsun" diye bazen de dikkat çekmek için böyle konusmalar yaparak bos vakit geçirirler. Oysa bir Müslüman bu tarz konulari dile getirmeye tenezzül etmez. Eger bir ihtiyaci varsa bunu ortadan kaldiracak tedbirleri alir. Zihni kendi küçük ihtiyaçlari ile degil, daima Allah'i yücelten, dünyada Allah'in razi olacagi faydali isler yapmaya yönelik düsüncelerle doludur.
*Vicdanini tam kullanarak, Allah korkusunun eksikliginin dünyada nasil bir kargasa olusturdugunu görüp bu yönde kendisinden baslayarak insanlar üzerinde Kuran ahlakini hakim kilmak için samimi bir çaba göstermek yerine sadece kendisini ve yakin çevresini kurtarmak isteyecektir. Kendi ihtiyaçlarini istedigi sekilde karsilayabilmek, sikinti yasamamak, zorluk çekmemek onun için fazlasiyla yeterli olacaktir. Baskalarinin ne durumda oldugunun nasil yasadiklarinin pek bir önemi olmayacaktir.
Oysa yüksek ahlaka ve bilince sahip bir insan, yukarida verdigimiz örnekte oldugu gibi bir ortamla muhatap olmasa bile dünyanin genel gidisatina bakarak, insanligin, Allah korkusuna dayali olan bir ahlak yapisina siddetle ihtiyaç duydugunu hemen fark eder. Kendisinden baskasini umursamayan, vurdumduymaz, bencil ve zalimlige yatkin kisilerden olusan bir toplumun, insanlari dinsizligin ürkütücü dünyasina çekecegini fark eder. Allah'in razi oldugu güzel ahlakin yasanmiyor olmasinin toplumlar üzerinde açtigi derin yaralari görür ve bunlari tamir edecek tek yolun din ahlakinin toplumlar üzerinde hakimiyeti oldugunu tespit eder. Ardindan da elinden gelenin en fazlasini yaparak, bu üstün ahlaki yasama ve insanlarin da yasamalarina vesile olma amacina yönelir.
*Basit insanin bir baska yönü de insanlarin dikkatlerini üzerine çekmek için olaylari abartarak anlatmasidir. Insanlarin, söylediklerini dinlemelerini saglamak, onlari güldürmek, kendisini sempatik bulmalarini saglayarak dikkat çekmek gibi basit amaçlari için çok rahatlikla abartili anlatimlar yapmaktan, karsi tarafa dogrulugu süpheli olan ilginç bilgiler aktarmaktan çekinmez. Hatta bu yönde inatçi tartismalara, sözlü çekismelere girmekten de kaçinmaz. Dikkat çekme arzusu baskin geldiginden bir sekilde bunu dindirmek amaciyla, gerçegi saptirarak ve orjinalinden farkli sekillere sokarak yalan söyleyebilir.
Bu basit karakterdeki kisiler dikkatlerini, Allah'in razi oldugu ahlaki göstermeye degil de daha agirlikli olarak kendilerini ön plana çikarmaya, insanlarin rizasini kazanmaya yönelttikleri için bu üslubun temelde yalan üzerine kurulu olmasini önemsemezler. Hatta yaptiklari bu abartili konusmalari yalandan saymaz, zararsiz bir sohbet ya da masumane bir eglence olarak göstermeye çalisirlar.
*Kendi ellerinde olani harcamaktan çekinen ve ellerini simsiki tutan bu basit karaktere sahip insanlar baskalarina karsi ise tam tersi bir tavir içindedirler. Allah Kuran'da "Eksik ölçüp tartanlarin vay haline, Ki onlar, insanlardan ölçerek aldiklarinda noksansiz alirlar. Kendileri onlara ölçtüklerinde veya tarttiklarinda eksiltirler." (Mutaffifin Suresi, 1-3) ayetleriyle onlarin tamahkarliklarindan kaynaklanan sahtekarliklarini desifre ederek haber verir. Oysa bu, Allah'in razi olmadigini Kuran'da bildirdigi ve insanlari sakindirdigi bir basitliktir.
*Bir kisinin insanlardan korkmasi, onlarin rizalarini kaybetmekten çekinmesi, onlarin sevgisini ve hosnutlugunu kazanmayi Allah'in sevgisine ve hosnutluguna tercih etmesi ya da onlardan medet ummasi da o kisiyi basit davranislara yöneltir. Bunlarin yanisira bir kisinin karsisina çikan olaylarin Allah'in kontrolünde oldugunu unutarak panige kapilmasi, yakinmasi, öfkelenmesi de basitlik göstergesidir.
*Bir insan ne kadar akilci hareket eder, ne kadar ince düsünürse dostlugu ve arkadasligi da o kadar güzel ve degerli olur. Peygamberler ve Kuran ahlakini yasayan Müslümanlar bu konuda insanlar için en güzel örnektirler. Onlar hayatlarinin her aninda Allah'in hosnutlugunu hedefledikleri için her konusma ve tavirlari bu amaca uygundur.
*basitlikten kurtulmanin yolu insanin fitratina uygun tek ahlak sekli olan Kuran ahlakini yasamasidir. Ancak, tüm kalbiyle ve ruhuyla Allah'a teslim olmaya karar vermis; O'nun razi oldugu sekilde yasamaya tam niyet edip, üzerinde cahiliye ahlakindan eser birakmayacak sekilde kendini yenileyen bir insan bu kültürden kolayca çikabilir. Insanin geçmiste yasadiklari, benimsedigi ve uyguladigi kirli kültür önemli degildir. Önemli olan kisinin Allah'in rizasini kazanmaya yönelik aldigi son karari ve son halidir
*Müslümanlar arasında bulunan bazı insanlar iman edenlerin imani şevk ve heyecanlarına uymayan bir hal içinde olabilirler. Bu kişiler Müslümanların yaşadığı yüksek iman heyecanını içlerinde yaşamaz, onların mutluluk ve huzurundan uzak, soğuk ve donuk bir hayat sürerler. Bu kişiler, Allah'ın büyüklüğünü kavrama, Kuran ahlakını benimseme isteğinde olmadıklarından, din ahlakının yaşanması ve anlatılması amacıyla yapılan her türlü girişimde hep geride kalan, olanları uzaktan izlemekle yetinen bir görüntü sergilerler. Ne yaşantılarında ne de iman anlayışlarında canlı, akılcı ve sağlıklı bir yaklaşımları yoktur.
Sevgi, yakınlık, samimiyet, dostluk, kardeşlik, sadakat, vefa, bağlılık gibi Allah'ın razı olacağını bildirdiği Müslümanların üstün ahlak özelliklerinden yoksundurlar.
*İman eden bir insan için ölçü Allah'ın rızasıdır. Pasiflik taraftarları içinse önemli olan kendi menfaatlerine bir zarar gelmeden, insanları aldatabilmeyi başarmaktır. Çevrelerinde sözde dindar olarak bilinmek ve bunun için de görünürde belli konulara dikkat etmek bu kişiler için yeterlidir. Bu amaçla namaz kılabilir, oruç tutabilir, zaman zaman fakirlere yardım edebilir, toplum içindeyken belirli kurallara uyabilirler. Ancak kötülüklere karşı fikri bir mücadele içinde olmaya asla yanaşmaz, akıl, feraset ve basiret gerektiren işlerden kaçınırlar.
Bu kişiler için amaç, minimum hareketle kendilerince maksimum fayda sağlamaktır. Çevrelerine de bunun telkinini yaparlar. Elbette kastettikleri fayda dünya hayatına yönelik menfaatlerdir. Yoksa Allah rızası için fayda sağlamak isteyen insanın her an vicdanlı hareket edeceği açıktır.
*Sürekli hayır ve fayda getirecek işlerde bulunmak müminlerin önemli özelliklerindendir. Müminler bir işleri bittikten sonra hemen bir diğerine geçerek Allah'ın rızasını ve ahirette güzel bir makamı kazanma gayretinde olurlar. Onları pasifize etmeyi amaçlayan insanlar ise tam tersine, mümkün olduğunca ağır davranır, müminlere de engel olmaya çalışırlar. Müminlerin işlerine engel oldukları, onların vakitlerini alıp oyaladıkları takdirde bir zarar oluşturabileceklerini, en azından yapılacak faydalı işleri geciktirebileceklerini düşünürler. İlk bakışta onların oyalamaları ile müminlerin vakitlerinin gittiği ve bu kişilerin de amaçlarına ulaştıkları düşünülebilir. Oysa Kuran ahlakına göre gerçek böyle değildir. İman eden bir insan için yaptığı işin içeriği değil, o işi yapış amacı önemlidir. Diğer bir deyişle, mümin her an Allah rızası için faaliyet gösterdiğinden, bu kişilerin engellemelerini ortadan kaldırırken de, başka bir şey için çaba gösterirken de -Allah'ın izniyle- hayır kazanmaktadır. Ahirette de Allah'tan en hayırlı karşılığı alacağını umar.
*Pasifist kişiler, şekli ibadetlere kısmen de olsa önem verirken, dinin özünü teşkil eden ahlaki esasları neredeyse tamamen yok sayarlar. Bu kişiler için ölçü Allah rızası ve Kuran ahlakı değildir.
*Bir mümin için zaman son derece değerlidir ve iman eden kimse geçirdiği her anı Allah rızası için en güzel şekilde değerlendirmeye çalışır. İman edenlerin hayatları boyunca yerine getirmeleri gereken pek çok sorumluluk vardır: Mümin, imanını güçlendirmek ve derinleştirmek, ahlakını güzelleştirmek için gayret göstermeli, insanlara gerçek din ahlakını anlatmak için çaba harcamalı, din dışı ideolojilerle fikri alanda mücadele etmeli, ihtiyaç içinde olanlara yardım ulaştırmalı, sürekli salih amelde bulunmalıdır. Diğer bir deyişle müminlerin, bu sorumluklardan kendilerini alıkoyabilecek her türlü boş işten sakınmaları gerekmektedir. Rabbimiz, bir ayetinde iman edenlerin bu özelliğini, "Onlar 'tümüyle boş' şeylerden yüz çevirenlerdir" (Müminun Suresi, 3) şeklinde bildirmiştir. Bir başka ayette ise iman edenlerin boş şeylerle karşılaştıkları zaman, bunlardan yüz çevirdikleri şöyle buyurulmuştur:
'Boş ve yararsız olan sözü' işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: "Bizim yapıp-ettiklerimiz bizim, sizin yapıp-ettikleriniz sizindir; size selam olsun, biz cahilleri benimsemeyiz" derler. (Kasas Suresi, 55)
*Allah'a kesin bir bilgiyle inanan bir insan ise Allah'ın hoşnutluğunu, rahmetini ve cennetini kazanmak için elinden gelenin en fazlasını yapmak ister. Bir işi bitirip hemen diğer bir hayırlı işe geçer; olabilecek en süratli, en kapsamlı ve en doğru şekilde dine hizmet eder. Allah'a olan bağlılığını elinden gelen en hayırlı hizmetleri yaşamına sığdırarak göstermek için ciddi bir çaba harcar. Daima İslam'ın, Müslümanların yararına düşünür, tüm insanların barış, dostluk, güven ve huzur içinde yaşamaları için fikirler getirir ve bunları uygular. Bu nedenle gerçek dindarlığın önemli alametlerinden biri Allah rızası için yapılan hizmetlerdeki şevk ve istektir.
Ancak kalbinde hastalık olan insanlar, karşılıksız yapacakları hayırlı bir hizmet girişiminde bulunmazlar. Kalplerinde onları karşılıksız hizmete yöneltecek güçte bir Allah sevgisi ve korkusu yoktur. Bu nedenle karşılıksız olarak yorulmak, gerektiğinde uykusuz kalmak, fedakarlıkta bulunmak ağırlarına gider. "Eğer dünyevi bir menfaatim olmayacaksa neden kendimi yorayım" şeklinde sapkınca düşündükleri için üzerlerinde daima bir yavaşlık olur. Maddi kazanç elde etme ihtimali olan işler için gece gündüz uykusuz kalmayı, yorulmayı hatta her türlü fedakarlığı göze alırken, Allah rızası için yapılacak bir hizmeti kendilerince büyük bir yük olarak görür ve yaptıkları her işte müminleri minnet altında bırakmak isterler. Ancak elbette ki bu hiçbir iş yapmazlar anlamına da gelmez. Bu sinsi karakterli insanlar kendilerini çevrelerine dindar gösterecek, dikkat çekmeyecek kadar hizmet eder ve minimum emek sarf ederek hayatlarını sürdürmek isterler.
*Müslümanlar tüm hayatlarını Allah'ın rızasını kazanmaya adamış, cennete ulaşma umudu taşıyan, samimi insanlardır. Bu amaçları onları her an canlı, şevkli ve uyanık tutmaktadır. İçinde bulundukları şartlar ve ortam değişse de onların bu durumları hiç değişmez; samimi, şevkli, Allah'a karşı teslimiyetli tavırlarını korurlar. Allah'ın emir ve yasaklarına karşı hassasiyetlerini her an muhafaza ederler. Allah'a samimi olarak iman eden bir insan, tüm olayların Allah'ın kontrolünde ve belirlediği kader doğrultusunda işlediğine kesin olarak iman eder, her zorluğun ardından mutlaka bir kolaylığın yaratılacağına inanır. Allah bu gerçeği Kuran'da şöyle bildirmektedir:
Demek ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır. Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır. (İnşirah Suresi, 5-6)
... Allah, hiçbir nefse ona verdiğinden başkasıyla yükümlülük koymaz. Allah, bir güçlüğün ardından bir kolaylığı kılıp-verecektir. (Talak Suresi, 7)
*Gerçek Müslümanlar Allah'ın rızasını kazanmakta ve güzel ahlakta gösterdikleri şevk ve heyecan ile diğer insanlardan ayrılırlar.
*Kuran'da bildirildiği gibi, doğru yola uyanlara, sapanların zarar vermesi mümkün değildir:
Ey iman edenler, üzerinizdeki (yükümlülük) kendi nefislerinizdir. Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez. Tümünüzün dönüşü Allah'adır. O, size yaptıklarınızı haber verecektir. (Maide Suresi, 105)
Kuşkusuz bu kişilerin en büyük yanılgılarından biri, içlerinde bulundukları durumun fark edilmediğini sanmalarıdır. Kuran'da karakterleri ve tavırları detaylı olarak tarif edilmiş bu tarz insanları, müminler kolaylıkla teşhis eder ve bunlara karşı gerekli tüm önlemleri en akılcı şekilde alırlar. Örneğin hiçbir zaman acil olarak yapılması gereken bir işi bu kişilere emanet etmezler. Allah'ın "Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor..." (Nisa Suresi, 58) ayeti gereği emaneti ehline verir, onları bilinçli olarak geri planda tutarlar. Ancak bu kişiler içinde bulundukları akılsızlık nedeniysle bu tür durumlarda sevinir ve kendilerince bunu kendi uyanıklıklarının bir neticesi olarak değerlendirirler. Onlara göre önemli olan Allah'ın rızasını kazanmak olmadığı için, ne kadar az iş yaparlarsa o kadar karda olduklarını sanırlar, oysa çok büyük zarardadırlar.
*Müminler dünya hayatının geçici, asıl yurdun ise ahiret olduğunu bilirler. Dünyadaki tüm imkanlarını en güzel davranışlarda bulunmak için değerlendirirler. Amaçları Allah'ın rızası, rahmeti ve cennetidir. Bu sebeple de dünya hayatına dair konulara ancak gerekli olduğu kadarıyla önem verir, esas olarak ahiretlerini düşünürler.
*samimi müminler için insanların dünyevi özelliklerinin bir anlamı yoktur. Ancak bir kişi bilgisini, kültürünü, imkanlarını İslam'ın hayrı, Müslümanların yararı için kullanıyorsa muhakkak ki bu güzel bir davranış olacak ve ahirette de bunun karşılığını Allah'ın izniyle en güzel şekilde alacaktır. Fakat Allah'ın rızasını gözetmeyip, geçici bazı özelliklerden dolayı kibirlenen kişilere bu özellikleri, dünyada da ahirette de bir kazanç getirmeyecektir. Ayette de bildirildiği gibi, mümin kimse için "... azığın en hayırlısı takvadır..." (Bakara Suresi, 197) Bir başka ayette ise, ölçünün sadece takva olduğu ve insanların dünyada edindikleri maddi özelliklerin Allah katında bir değerinin olmayacağı şu şekilde bildirilmiştir:
... Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)
*Onlar, kendilerine insanlar: "Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun" dedikleri halde imanları artanlar ve: "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyenlerdir. (Al-i İmran Suresi, 173)
Rabbimiz Kendisi'ne teslim olan ve tevekkül edenlere verdiği güzel karşılığı ise bir sonraki ayette şöyle bildirmektedir:
Bundan dolayı, kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan bir bolluk (fazl) ve Allah'tan bir nimetle geri döndüler. Onlar, Allah'ın rızasına uydular. Allah, büyük fazl (ve ihsan) sahibidir. (Al-i İmran Suresi, 174)
 iman edenler ve Allah'ın rızasına uyanlara bir kötülük dokunmaz ve onlar Rabbimiz tarafından nimetlendirilirler.
*Gerçek dindarlar, Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanacak olmanın umudu ve sevinci ile, her anlarında çok şevkli, canlı ve çalışkandırlar. Allah ayetlerde müminlere şöyle buyurmuştur:
Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et. Ve yalnızca Rabbine rağbet et. (İnşirah Suresi, 7-8)
Allah bir başka ayetinde ise müminlere "…hayırlarda yarışınız..." (Bakara Suresi, 148) diye emreder. Bu ayetlere uyan müminler, bir an dahi boş kalmadan, gün boyunca sürekli olarak hayırlı işlerin peşinde olurlar. Her konuda birbirlerine öncelik tanıyan, asla rekabet içinde olmayan müminler, hayır işlemek ve iyilik yapmak konusunda birbirleriyle yarış içindedirler. Her an bir ecir kazanmak için fırsat kollar, hiçbir zaman üşenmeden, başkasına bırakmadan, ertelemeden önlerine çıkan her salih ameli yerine getirirler. Yorulduklarında ise, bunu dile dahi getirmeden başka bir işle yorulmaya devam ederler. Yaptıklarından dolayı ise hiç kimseyi minnet altında bırakmaz, kimseye iyilik yapıyormuş edasında olmazlar. Aksine Allah'a, Allah'ın rızasına ve rahmetine ve ölmeden önce toplayacakları sevaplara muhtaç olduklarını bilerek, tevazu ve kanaatkarlık içinde, hiç kimseden tek bir teşekkür dahi beklemeden salih amellerde bulunurlar.
*Allah Kuran'da sevgi duyarlılığına sahip olmayı üstün bir meziyet olarak bildirir:
Katımızdan ona bir sevgi duyarlılığı ve temizlik (de verdik)… (Meryem Suresi, 13)
Ancak karşısındaki insanlara iman gözüyle bakmayan, Müslümanların Allah'ın rızasını kazanmak için gösterdikleri samimi gayreti değerlendirmekten yoksun olan kişiler, onlara karşı sevgi ya da bağlılık hissetmezler. Bu tarz insanlar maddi çıkar elde edemedikleri bir insana bağlanmayı akılcı bulmazlar.
*Allah'ın "İnsanlardan kimi, Allah hakkında bilgisi olmaksızın tartışır durur ve her azgın-kaypak şeytanın peşine düşer." (Hac Suresi, 3) ayetinde bildirdiği gibi şeytanın yolundan giderler. Ayette bildirilen "azgın-kaypak şeytanın peşine düşmeleri" ifadesi ise çok dikkat çekicidir. Çünkü bu kişiler, hayatlarının amacı yalnızca Allah'ın rızası, rahmeti ve cenneti olan Müslümanların arasında yaşarken, onlara benzemek ve Kuran ahlakına uymak imkanları varken, bile bile azgınlık yolunu tercih ederler.
*Allah'ın "(Şeytan) Onlara vaatler ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey va'detmez." (Nisa Suresi, 120) ayetinde bildirdiği şeytani vaatler, bu insanları Allah'ın yolundan çevirerek din ahlakından uzak bir hayat şekline çekmektedir. Dolayısıyla birtakım dünyevi kaygılar taşıyarak din ahlakını yaşamaktan uzaklaşıp cahiliye yaşantısını benimseyen bu insanlar, aslında şeytanın bu boş vaatlerine aldanan insanlardır. Allah bu gerçeği, "Şüphesiz, kendilerine hidayet açıkça belli olduktan sonra, gerisin geri (küfre) dönenleri, şeytan kışkırtmış ve uzun emellere kaptırmıştır." (Muhammed Suresi, 25) ayetinde de açıkça bildirir.
Vesveseye son derece açık olduklarından, cahiliye ahlakı içinde yaşayan insanlardan iş, evlilik, eğitim gibi çıkarlarına daha uygun olacağını düşündükleri bir teklif aldıklarında hemen ona yönelir, Allah'ı ve din ahlakını unuturlar. Oysa eğer bu teklifler Allah'ın rızasına uygunsa zaten Müslümanca bir ahlak göstererek de bu imkanı değerlendirebilirler. Ancak onlar, kendilerine din ahlakının yaşandığı ortamdan bir kaçış sebebi aradıkları için, bu vesileyle hemen Müslümanların arasından uzaklaşırlar. Benzer şekilde bu kişiler tatil, alışveriş, eğlence gibi konularda da yine cahiliye toplumunun telkinlerine çok açıktırlar. Eğlenceyi Allah'ın rızasına uygun olan bir işe ya da ibadete rahatlıkla tercih edebilirler. Peygamberimiz (sav) döneminde, bir eğlence gördüklerinde Peygamber Efendimizin yanından uzaklaşıp, cahiliye insanları ile birlikte boş işlere dalanların tavırları bu insanlarla büyük benzerlik göstermektedir. Allah bu kişilerin durumunu şöyle haber vermiştir:
Oysa onlar (kendilerini tümüyle Allah'a ve İslam'a teslim etmeyenler) bir ticaret ya da bir eğlence gördükleri zaman, (hemen) ona sökün ettiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: "Allah'ın katında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Cuma Suresi, 11)
Kuşkusuz bu insanların şeytanın aşıladığı fikirlere bu kadar açık olmaları Allah'ın bir hikmetidir ve bunda Müslümanlar için büyük hayırlar vardır. Çünkü kalbinde hastalık olan insanlarla Allah'tan korkan samimi insanlar bu vesileyle birbirinden ayrılmakta ve Müslümanlar bu insanları tanıyıp bilmektedirler. Allah bu gerçeği "Şeytanın (bu tür) katıp bırakmaları, kalplerinde hastalık olanlara ve kalpleri (her türlü) duyarlılıktan yoksun bulunanlara (Allah'ın) bir deneme kılması içindir. Şüphesiz zalimler, (gerçeğin kendisinden) uzak bir ayrılık içindedirler." (Hac Suresi, 53) ayetiyle haber vermektedir. Bir başka ayetinde ise Allah, "Bu, Allah'ın murdar olanı temizden ayırdetmesi; murdarı, bir kısmını bir kısmı üzerinde kılıp tümünü biriktirerek cehenneme atması içindir..." (Enfal Suresi, 37) şeklinde buyurmakta ve bunun Müslümanlar için ferahlık veren bir temizlik olduğuna işaret etmektedir.
*Rabbimiz, malların ve çocukların insanlar için bir fitne konusu olduğunu bildirmiştir. (Enfal Suresi, 28) Bu nedenle, müminler Allah'ın dünya hayatında kendilerine verdiği nimetlerin birer deneme olduğunu bilir ve buna göre davranırlar. Allah kendilerine nimet verdiğinde buna sevinir, şükreder ve bu nimeti Allah yolunda en iyi şekilde değerlendirmeye çalışırlar. Eğer Allah mal verdiyse bu malı İslam'ın hayrı için en iyi şekilde kullanmanın yollarını bulurlar. Allah'ın kendilerine çocuk vermesi durumunda da, çocuklarını samimi bir mümin olarak yetiştirme konusunda ellerinden gelenin en fazlasını yaparlar. Tüm bunları yaparken her zaman Allah'ın rızasını öncelikli tutar ve hep İslam'ın hayrına olacak şekilde hareket ederler. Ayrıca eğer Allah kendilerine verdiği bu nimetleri bir sebeple onlardan alacak olsa, yine çok teslimiyetli ve tevazulu davranır, Allah'ın yarattığı herşeyde bir hayır olduğunu bilirler.
*Kalplerinde hastalık olan insanlar çevrelerindeki kişilerin ahiretin varlığını tamamen unutup dünyaya bağlanmalarından, salih amellerde bulunmak yerine boş ve amaçsız bir hayat yaşamalarından, hırsla dünya mallarını çoğaltmalarından, itibar kazanmak için hayasızca işler yapmalarından ya da Allah'ı razı etmek yerine insanları razı edecek bir hayat sürdürmelerinden rahatsız olmazlar.
*Müminler, Allah'i çok severler ve hayatlarinin her aninda Allah'in sevgisini ve rizasini kazanmak için ciddi bir çaba gösterirler.
*Allah'in sevdigi ve hosnut oldugu kullarina vadettigi cennet, gerçek sevginin, dostlugun ve yakinligin sonsuza kadar büyük bir cosku ile yasanacagi olaganüstü güzellikte bir yerdir. Allah'in Kuran'da cennet hayatina dair verdigi haberlerde hep nese, arkadaslik, sevgi, muhabbet, güzel söz ve huzurdan bahsedilmektedir. Sevgi ve dostlugu engelleyecek hersey cennetteki insanlardan uzak tutulmustur. Örnegin Allah bir ayetinde cennete girecek olan müminlerin kalbinden kinden ne varsa alindigini bildirmistir. (Araf Suresi, 43) Kiskançlik, düsmanlik, rekabet, öfke, darilma, alinma gibi sevgiyi ve dostlugu engelleyen bütün kötü özellikler cennetin disinda kalacaktir.
*Allah'i seven ve Allah'tan korkan bir insan, O'nun sinirlarini büyük bir sevk ve istekle korur; Allah'in her emrini kusursuzca yerine getirmek için büyük bir titizlik gösterir, Allah'in hosnutlugunu, sevgisini, rahmetini ve cennetini kazanmak için hayati boyunca bütün gücüyle çalisir.
Allah'i çok seven, Allah'tan korkan, O'nun kendisinden hosnut olmasi için samimi bir gayret gösteren her mümin, dünyaya güzellik kazandiran hayirli insanlardandir.
*Bir insan begendigi bir güzellikle karsilastiginda, hosuna giden bir ses duydugunda, bir yiyecekten zevk aldiginda, hemen bu güzellikleri yaratan Rabbimiz'i düsünmeli; sevgisini, hosnutlugunu ve sükrünü O'na yöneltmelidir.
*Kuran'da, dünya hayatina ait metalari ya da insanlarin sevgisini kazanmayi, Allah'in hosnutlugundan daha öncelikli gören insanlar söyle uyarilmaktadir:
De ki: "Eger babalariniz, çocuklariniz, kardesleriniz, esleriniz, asiretiniz, kazandiginiz mallar, az kar getireceginden korktugunuz ticaret ve hosunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun Resûlü'nden ve O'nun yolunda çaba harcamaktan daha sevimli ise, artik Allah'in emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasiklar topluluguna hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 24)
*"Eger Allah'in sizin üzerinizde fazli ve rahmeti olmasaydi ve Allah gerçekten tevbeleri kabul eden hüküm ve hikmet sahibi olmasaydi (ne yapardiniz)?" (Nur Suresi, 10)
Allah, sonsuz bagislayici oldugundan insan için her zaman bir kurtulus ümidi vardir. Tevbeleri kabul eden, fazl ve rahmet sahibi olan Rabbimiz, insanlara olan merhametinden dolayi onlara hayatlari boyunca kurtulus imkani saglamis, onlara tevbeleri kabul eden oldugunu bildirmistir. Allah'in tüm bu nimetlerine ve rahmetine ragmen, Allah'i unutanlar, O'na muhtaç olduklarinin farkinda olmadan yasayanlar, gerçekten gaflet içindedirler. Dünya hayatinda Rabbimiz'in rahmetini, sevgisini ve nimetlerini geregi gibi takdir edememeleri, bu kimselerin ahirette cehennem azabiyla karsilik görmelerine neden olacaktir.
*Kuran'a uyan bir insanin yasadigi bu üstün ahlak onu hem Allah Kati'nda hem de müminlerin gözünde çok degerli bir varlik haline getirir. Kuran'a uyan, takva sahibi bir mümin herseyden önce Allah'in sevgisini ve rizasini kazanacagini umar. Allah sevdigi kulunu, diger müminlere de sevdirir, ona Kendi Kati'ndan bir nur, güzellik verir ve insanlarin kalplerinin isinmasini saglayacak özellikler kazandirir.
*Din ahlakini yasamayan insanlarin gerçek anlamda sevmeleri ve sevilmeleri imkansizdir. Gerçek sevginin karsilikli olarak yasanmasi için, o insanin herseyden önce Allah'i derin bir sevgiyle sevmesi ve Allah'in sevgisini kazanabilecegi bir ahlak göstermesi gerekir. Allah, sevdigi kullarinin kalbine bir sevgi verir ve diger insanlarin kalbinde de onlara karsi bir sevgi kilar. Unutulmamalidir ki, sevginin asil kaynagi ve asil sahibi yalnizca Allah'tir. Sevgi gibi çok büyük ve kiymetli bir nimeti yasayabilmek için, insanin öncelikle ahlaki ile bu nimete layik olmasi ve Allah'tan kendisine bu nimeti vermesini istemesi gerekir. Kötü bir ahlaka sahip olan ya da din ahlakini yasamayip cahiliye hayatina özenen bir insan, dünyada da ahirette de bu yüzden mutsuz olabilir, yalniz ve dostsuz kalabilir.
*Peygamber Efendimizin sevgi için ettigi dua, Allah'a ve müminlere karsi duyulan sevginin önemini anlamamiz açisindan bizlere güzel bir örnek olusturmaktadir:
Resulullah bir kere dua ederken söyle buyurdu: "Ya Rabbi! Bana Kendi sevgini, sevdiklerinin sevgisini ve beni Senin sevgine yaklastiracaklarin sevgisini ihsan eyle ve Kendi sevgini bana hararetten, susuzluktan yananlarin, soguk suya kavusmasini istemelerinden sevgili kil. 16
*Dinde, Allah’a yönelik Allah rızası için yapılan ibadetler bir değer taşır.
*Hz. Musa Tur Dagi'ndan inerek kavminin yanina ulastiginda Samiri'ye "…Ya senin amacin nedir ey Samiri?" (Taha Suresi, 95) demistir. Samiri'nin peygamberine verdigi cevap; "...Ben onlarin görmediklerini gördüm, böylece elçinin izinden bir avuç alip ativerdim; böylelikle bana bunu nefsim hosa giden (bir sey) gösterdi." (Taha Suresi, 96) seklinde olmustur.
Israilogullari içinde hak dine iman etmekle kazanilan yüksek suura sahip olmayan insanlarin bulundugunu ve bu kisilerin basit çikarlar pesinde olduklarini, dünyevi isteklerinden vazgeçmeyeceklerini fark eden Samiri onlarin bu zayifliklarindan faydalanmistir. Peygamberin yoklugundan firsat bilerek onlari yeniden müsrik yasamlarina geri döndürecek bir sistem kurmustur. Bu sistem içinde "Ben onlarin görmediklerini gördüm…" ifadesinden anlasildigi gibi kendini özel yetenekleri olan bir insan gibi tanitarak, makam ve mevki tutkusunu tatmin etmek istemistir. Ancak asil önemli olan konulardan biri ve bizim de vurgulamak istedigimiz nokta Samiri'nin sözüyle hareket eden bu kisilerin Allah'in rizasini kazanmak ve peygamberlerine itaat etmek yerine Samiri gibi dünyevi idealleri olan firsatçi bir kisinin yönlendirmesine uyum saglamalaridir. Küçük hedefleri, basit idealleri olan, yüksek ahlak göstermekten, Allah rizasi için yasamaktan gerektigi gibi zevk almayan bu kisiler kendilerine sunulan en basit dünyevi tekliflerde bile hemen inançlarini yitirecek bir ahlak göstermislerdir.
*Bir Müslüman, Allah'in kendisinden razi olacagi ve cennete uygun olan ahlaki güzel görür ve bu ahlaki en güzel sekilde yasamayi hedefler. Oysa insanlardan bazilari böyle bir hedeften gafildirler. Içlerinde, Allah'i razi edebilecekleri güzel ahlaka ait özellikleri kazanma istegi duymazlar. Sadece dünyada kendilerini ayakta tutacak, yasamalarini, yalniz kalmamalarini, istedikleri insanlarla dostluk kurmalarini, dünyevi hedeflerine ulasmalarini saglayacak yani toplum tarafindan kabul görecek kadar bir kisilik ve ahlak seviyesinde olmayi yeterli görürler. Bu dar bakis açisiyla belirledikleri hedefleri, onlarin Allah'in hosnut olacagini bildirdigi ahlaka özenmelerine engel olur. Allah'in rizasina, rahmetine ve cennetine ulasmayi hedeflemek yerine belirttigimiz gibi vasat, siradan dünyevi hedefleri olan insanlardan biri olmayi tercih ederler. Bu hedefleri elde etmek onlar için yeterlidir.
Oysa bir insanin yaratilisindaki asil amaç bu dünyevi hedeflerin çok üstünde, bambaska bir amaçtir. Allah bir ayette, "O, amel (davranis ve eylem) bakimindan hanginizin daha iyi (ve güzel) olacagini denemek için ölümü ve hayati yaratti..." (Mülk Suresi, 2) seklinde belirterek insanin yaratilisindaki amaci haber vermektedir. Baska bir ayette de Rabbimiz, bu amacin farkinda olmadan son derece basit ve yüzeysel bir anlayis içinde yasama gayesinde olan insanlara su soruyu sormaktadir:
Bizim, sizi bos bir amaç ugruna yarattigimizi ve gerçekten Bize döndürülüp getirilmeyeceginizi mi sanmistiniz? (Müminun Suresi, 115)
Insan dünyada bulundugu imtihan süresi boyunca Kuran'a uymakla, her düsüncesinde ve tavrinda Allah'in rizasini aramakla, vicdanini kullanmakla, güzel ahlaki yasamakla ve salih amellerde bulunmakla sorumludur.
*Bir insan Allah'in her an kendisini gördügünü, yaptiklarindan, tüm düsüncelerinden haberdar oldugunu ve bunlarin kendi adina Allah Katinda kaydedildigini kavriyorsa, sahip oldugu Allah korkusu onu Kuran ahlakini yasamaya yöneltir. Ona, hem davranislarindan hem de düsünce seklinden rahatça fark edilebilecek özel bir kalite getirir. Bu, basitlikten uzak, dogal, Kuran ahlaki disindaki hiçbir kültürü barindirmayan temizlikte, peygamberlerde görülen haysiyeti, sabri, samimiyeti ve vicdan anlayisini tasiyan bir kalitedir. Bu ahlakta keskin bir suur açikligi vardir ve kisiyi her an Allah'in ve ahiretin varligindan haberdar olmaya, yaptigi her iste Allah'in rizasini gözetmeye yönlendirir.
*Ögüt alan bir kisi ne olursa olsun Allah'a olan imanini, degeri çok az olan dünyevi kazançlarla degistirmez. Dünyaya ait basit hedeflerine ulasmak amaciyla imanini zedeleyecek, ahirette cennet hayatini kaybetmesine neden olabilecek bir talep ve beklenti içinde olmaz. Ideallerini Allah'in rizasina göre belirler. Allah'in rizasini görmedigi bir konuda hemen geri çekilir. Kendisini cennet hayatindan uzaklastiracak bir hayat sekline ve kültüre yaklasmaz. Bundan siddetle kaçinir ve çevresindeki insanlara da yasatmak istemez. Cahiliye ahlakina dair gösterecegi herhangi bir tavrin diger insanlar üzerinde olusturacagi olumsuz etkinin sorumlulugunu almaktan siddetle korkar. Kendi takvasi için gösterdigi özene benzer bir özeni, ayni Hz. Musa'nin ahlakinda gördügümüz gibi, diger insanlar için de göstermek için çaba sarf eder. Insanlari basitligin kirli kültürü içinde, sirk dolu bir hayatin içinde birakmayi arzu etmez.
*bir insan, sadece kendisini ve bazi sevdiklerini düsünerek bencilce ve büyük bir hirs içinde onlari hosnut edecek bir gayeye yönelebilir. Yapacagi isten Allah'in rizasini kazanip kazanamayacagini düsünmeden elde edecegi kazancin dünyevi isteklerini tatmin etmesini yeterli görebilir. Dünyada elde ettigi bu kazancin ahirette kendisine nasil bir karsilik olarak geri dönecegini aklina dahi getirmeyebilir. Oysa dünyada insanin nefsini tatmin eden bir kazanç, ahirette onun sonsuza kadar mutsuz olmasina neden olacak bir kayba dönüsebilir.
*babasi son derece basit, saldirgan karakterli ve putperest bir insan olmasina karsilik Hz. Ibrahim, Allah'in sevdigi, elçisi olarak seçtigi ve "...Allah, Ibrahim'i dost edinmistir." (Nisa Suresi, 125) ayetinde haber verdigi gibi sereflendirdigi bir peygamberdir. Hz. Ibrahim, içinde yasadigi putperest toplumun basit kültürünü asla benimsememis, bu anlamda kendisini onlardan tamamen soyutlamistir. Onlarin kendisine anlattigi, ögrettigi hiçbir seyi kabul etmemis, imanli, onurlu ve güçlü bir kisilik sergileyerek, Kuran'in, "Sizden ve Allah'tan baska taptiklarinizdan kopup-ayriliyorum ve Rabbime dua ediyorum. Umulur ki, Rabbime dua etmekle mutsuz olmayacagim." (Meryem Suresi, 48) ayetinde bildirildigi gibi Allah'in rizasina uygun yasamistir.
*Kuran ahlakini yasayan bir kisi ise Allah'in kendisini Müslüman olarak yaratmasindan dolayi O'na sükreder. Insani degerli kilanin, Müslüman olmak, iman ve akil sahibi, vicdanli takva sahibi bir insan olmak oldugunu bilir. Hiçbir eksikligi onu basit davranmaya itmez, aksine onu Allah'a tevekkül etmeye, kusurlarini ve eksiklerini olabildigince düzelterek, kendini gelistirerek, Kuran ahlakina uygun davranmaya yöneltir. Geçmiste bu kisi cimri ve bencil, kavgaci insanlarin bulundugu bir ortamda yetismis olsa bile, benzer olaylar karsisinda ayni tür tepkiler vermez. Aksine Allah'in "Onlar, bollukta da, darlikta da infak edenler, öfkelerini yenenler…" (Al-i Imran Suresi, 134) ayetinde bildirdigi gibi cömert ve yumusak huylu bir karaktere sahip olur.
Ayette bildirildigi gibi her ne sart altinda olursa olsun ihtiyaci olanlari gözetir, öfkesine yenilmez aksine böyle bir durum karsisinda son derece bagislayici olur, alçakgönüllü bir ahlaki benimser. Asla basit hedefler edinmis, ahireti unutup dünyaya hirsla baglanmis, Allah'in rizasini gözetmeyen, küçük çikarlar pesinde kosan insanlarin ahlakina benzer bir ahlak göstermez. Kuran'i kendisine rehber edinerek yaptigi bu tavir degisikligi, cahiliye hayatinda ögrendigi her tavri terk etmesi için yeterlidir.
*Rabbimiz ümitsizligin bir suç oldugunu bildirmistir:
"... Allah'in rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler toplulugundan baskasi Allah'in rahmetinden umut kesmez." (Yusuf Suresi, 87)
Öte yandan insanlara odakli bir hayat süren bu kisiler sürekli olarak onlarin rizasini ve hosnutlugunu kazanmaya çalisirlar. Bu çabadan kastedilen elbette Allah'in rizasini gözeterek insanlara güzel ahlakli davranma, iyilik yapma, gönüllerini alarak hosnut etme çabasi degildir. Kastedilen kisiliksiz bir tavir sergileyerek her insanin yaninda o kisiye göre sekil almalari ve insanlarin takdirini kazanabilmek için her türlü basitligi tavir ve ahlak bozuklugunu rahatlikla yapabilmeleridir.
*kalabaliga uymanin yanlisligi Allah'in Kuran'da "Yeryüzünde olanlarin çogunluguna uyacak olursan, seni Allah'in yolundan sasirtip-saptirirlar..." (Enam Suresi, 116) ayetiyle açikça bildirdigi bir gerçektir. Kalabaliga uyma psikolojisi, basit karaktere sahip insanlarda yogundur. Müslümanlarin ise nerede olurlarsa olsunlar, ne yaparlarsa yapsinlar kalplerinde ve konusmalarinda Allah vardir. Hayatlarinin yegane amaci Allah'in rizasini, rahmetini ve cennetini kazanmak oldugundan, içinde bulunduklari her an bu asil amaç dogrultusunda hareket ederler. Gerektiginde seyahat eder, tatile gider, eglenirler fakat tüm bunlari yaparken Allah'in "...Süphesiz benim namazim, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'indir." (Enam Suresi, 162) ayetinde bildirdigi teslimiyet içindedirler.
Bulunduklari kalabalik ortamda din ahlakina uygun hareket eden tek kisi de olsalar bu onlarda asla bir gevseklik meydana getirmez. Tam tersine daha da dikkatli davranir ve Allah'in hosnut olmayacagini düsündükleri hal ve tavirlardan titizlikle sakinirlar. "(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alis-veris onlari Allah'i zikretmekten, dosdogru namazi kilmaktan ve zekati vermekten 'tutkuya kaptirip alikoymaz'; onlar, kalplerin ve gözlerin inkilaba ugrayacagi (dehsetten allak bullak olacagi) günden korkarlar." (Nur Suresi, 37) ayetinde bildirildigi gibi hiçbir sart ve ortam onlari din ahlakini yasamaktan, Allah'i ve ahireti düsünmekten 'tutkuya kaptirip alikoymaz'.
*Basit karaktere sahip insanlar yaptiklari iyi isleri, gösterdikleri olumlu tavirlari herkesin bilmesini isterler. Bu yüzden de bunlari olabildigince insanlarin görebilecekleri sekilde ortada yaparlar. Örnegin bir yoksula para yardiminda bulunurken bunu açiktan açiga etraftakilerin görebilecekleri sekilde verirler. Sonrasinda da yine yaptiklari bu yardimin, ya üstü kapali sekilde vurgulayarak anlasilmasini saglar ya da bunu açik bir dille anlatirlar. Veya bu tarz insanlardan sik sik "O hediyeyi ben verdim, üzerindekini ben aldim, orayi ben temizledim, o dosyayi ben hazirladim, fikri ona ben verdim, ben hatirlatmasam unuturdu, arabamla evine biraktim, hastayken ona ben baktim..." seklinde cümleler duymak mümkün olur. Iste bir insani bunlari yapmaya iten sebep basitliktir. Çünkü basit karakterdeki insanlar bu tip seylerle kendilerini sözde yüceltmeye, övmeye ve böylelikle insanlarin yaninda bir deger kazanmaya çalisirlar. Sayet kalplerinde ve düsüncelerinde Allah'in zikri olsa kuskusuz insanlarin takdirine, övgüsüne tenezzül etmezler. Fakat Allah'in rizasini göz ardi ettikleri ve ahiret karsiligini uzak gördükleri için o an orada bulunan insanlarin takdiri ve tesekkürü bu insanlara daha yakin bir yarar olarak görünür.
*Din ahlakini yasayan Müslümanlar gösterdikleri tüm güzel tavirlari, yaptiklari iyilikleri, isledikleri hayirlari yalnizca Allah'in rizasini kazanmak amaciyla yaparlar. Onlar katiksizca ahiret yurduna yöneldikleri için insanlardan maddi veya manevi hiçbir karsilik beklemezler.
*Tamahkarlik insani zayiflatan, alçaltan bir düsüncedir ve büyük zarara yol açar. Bu ahlaktaki kisi, hirsi yüzünden elindeki degerli imkanlari birakarak degersiz seylerin pesine düser. Allah'in rizasini, rahmetini ve sonsuz nimetlerle donatilmis cennetini istemek ve bunun için çaba göstermek varken, dünyanin çürük ve geçici yararini ister. Nefsi hirslarla dolu oldugundan ilerisini görmeyip sadece içinde bulundugu ani gözetir. "Gerçek su ki bunlar, çarçabuk geçmekte olan (dünyay)i seviyorlar. Önlerinde bulunan agir bir günü birakiyorlar." (Insan Suresi, 27) ayetinde buyuruldugu gibi ahireti göz ardi eder.
*basitlik ne egitimle, ne kültür seviyesi ile, ne de zenginlik, yoksullukla dogrudan baglantili bir konu degildir. Esas olarak din ahlaki ile ve vicdanla ilgili bir konudur. Ancak vicdanini kullanan, Allah'in rizasini arayan ve ahireti hedefleyen Müslümanlar mutmain ve tokgözlü insanlardir. Onlar hirs, tamah, istismar etme gibi din ahlakina ters düsen hallerden kaçinirlar. Çünkü söz konusu insanlar gibi içinde bulunduklari anin geçici yararlarini degil, sonsuz ahiret hayatini gözetirler.
*Allah'a tevekkül eden bir insan eger bilmesi, haberdar olmasi gereken bir konu varsa Allah'in mutlaka o bilgiye bir sekilde ulasmasini, bunu çesitli vasitalarla ögrenmesini saglayacagini bilir. Bu nedenle hiçbir sekilde endiseli bir meraka düsmez. En hayirlisi ne ise onun gerçeklesecegini, Allah'in rizasini gözettigi takdirde mutlaka Allah'in kendisini koruyacagini, ihtiyaci olan konulari ve bilgileri kendisine aktaracagini bilir. Çünkü Müslüman Allah'in olaylar üzerindeki mutlak hakimiyetinin varligini aklindan hiç çikarmaz.
*Din ahlaki yerine basitlik kültürünü yasayan insanlarin bazilarinin, hiçbir hedefleri olmaksizin günlerini geçirebildiklerini, adeta ölümü beklediklerini görebiliriz. Böyle kisilerin bazilari perdeleri ardina kadar açik bir pencerenin önünde gün boyu pijamayla, sabahlikla oturabilirler. Basitlik kültürü içinde yasayan ve hayattan hiçbir beklentileri kalmayan bu insanlarin amaçlari "sadece yasamak"tir. Bunlar hayatlarinin amacini vicdanlarinda sorgulamayan, ahirete imanlari zayif olan, din ahlakindan uzak yasayan kimselerdir. Allah'in rizasini, rahmetini ve cennetini kazanmak, O'nun razi olacagi salih amellerde bulunmak, güzel ahlakli, vicdanli insanlarla hayirlarda yarisip öne geçmek gibi hedefleri olmadigi için bu noktaya gelmis, kendilerine olabilecek en alçaltici ve basit ideallerden birini edinmislerdir.
*insanin yaratilis amaci Allah'in razi olacagi ahlaki ve hayati yasamaktir, bir ömrün geride birakildigi ölüm ani ise bu amaci anlamak için olabilecek en kötü zamandir.
*Dünya bir oyun ya da eglence yeri degil, Allah'a kulluk etme, ahiret için çalisma mekanidir. Bu gerçegi kavrayamayan insanlarin idealleri öyle basit ve geçicidir ki, insan, bu ideallerinin tümüne ulassa da ölüm melekleri yanina geldiginde kayipta oldugunu anlayacaktir. Bir kisi düsünün; bu kisi en büyük idealini gerçeklestirmis belki kendi alaninda uzman, dünyaca ünlü bir profesör olmustur. Çocuklara, torunlara sahip olmustur, onlara iyi bir yasam standardi saglamistir fakat ahireti unutmus, Allah'in razi olacagi bir ahlaki yasamamistir. Böyle bir insan senelerce çalismis çabalamistir ama sonsuz hayatini yasayacagi ahiret için hiçbir seye sahip degildir.
*Bedenimizi olusturan hücrelerden evrendeki gezegenlere kadar var olan hersey, bize üstün güç sahibi Allah'in varligini gösterir. Göklerin yerin ve bu ikisi arasindaki herseyin Sahibi ve Yaraticisi O'dur. Neye baksak, nereye yönelsek Allah'in eserleri ile karsilasiriz. Yerde yürüyen bir karinca, gökte uçan kus, her gün dogan Günes, mis gibi kokan çilekler, denizin üstünde hareket eden dag gibi bir gemi, yagan yagmur... Bize hep Yüce Allah'in varligini haber verir.
Yüzeysel düsünce yapisina sahip insanlarin çogu tüm evrene hakim olan bu kusursuz yaratilisi görür, ama vicdanlarini kullanarak bu mucizevi yaratilis üzerinde derinlemesine düsünmezler. Evrenin her noktasina hakim olan hassas dengeleri, iç içe geçmis kusursuz sistemleri, çevremizde gördügümüz sayisiz nimet ve güzellikleri dahasi kendilerini yaratanin kim oldugunu ve tüm bu sayilanlarin hangi amaçla, ne için yaratildiklarini vicdanlarinda sorgulamazlar. Ayette bildirildigi gibi "Göklerde ve yerde nice ayetler vardir ki, üzerinden geçerler de, ona sirtlarini dönüp giderler." (Yusuf Suresi, 105) Evrendeki canli cansiz herseyi yaratanin sonsuz akil ve güç sahibi Allah oldugu gerçegini göz ardi ederler. Çünkü tüm bunlari düsündükleri takdirde Allah'in razi oldugu ahlaki ve hayat seklini yasamakla sorumlu olduklarini göreceklerdir. Bunun yerine kendi basit dünyalarinda siradan ve geçici amaçlari için yasamayi tercih ederler.
*Din insana Allah'in razi olacagi ahlaki ögretir. Bunun disindaki her yasam sekli insanin yaratilisi ile çelisir.
*Bundan sonraki yasaminda sadece Müslüman ahlaki ile yasamaya karar veren bir insan basit kültürün getirdigi gafletten tek bir karar ile çikabilir. Allah'in razi olacagini belirttigi güzel ahlaki kendi dünya ve ahiret hayati için en uygun ahlak olarak benimseyerek, yasamina samimi, güzel ahlakli bir Müslüman olarak devam edebilir. Diger insanlara da bu yönde güzel bir örnek olusturabilir ve bunun güzel karsiligini Allah'tan umabilir.
*Allah'in varligini ve sonsuz gücünü unutan ya da bildigi halde batil basitlik dinini yasamakta mahsur görmeyen bir insanin Allah'tan gerektigi gibi korktugunu söylemek mümkün degildir. Bunun sonucu olarak da çogunlukla aklina ahiretteki yasantisi için hazirlik yapmasi gerektigini getirmez. Bu nedenle kendini kisilik olarak gelistirme, ahlakini Allah'in razi olacagi cennete yakisir bir düzeye getirme idealine de sahip olamaz.
*Müslümanlar ahirete yönelik büyük idealleri olan insanlardir. Bu ideallerin basinda ahirette Allah'in iman edenler için hazirladigi cennete girme istegi yer alir. Ancak bunun üstündeki yegane idealleri Allah'in kendilerinden razi olmasidir.
Allah, mü'min erkeklere ve mü'min kadinlara içinde ebedi kalmak üzere, altindan irmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vadetmistir. Allah'tan olan hosnutluk ise en büyüktür... (Tevbe Suresi, 72)
Cennet, nefsin arzu ettigi her türlü nimeti içinde barindiran kusursuz bir mekandir. Kuran ahlakini yasayan bir insanin içinde yasamayi tutkuyla istedigi, kavusmak için çaba harcadigi sonsuz bir güzellikler yurdudur. Ancak ayette de bildirildigi gibi bir mümin için sonsuz güç sahibi Rabbimiz'i razi etmek herseyin üzerindedir. Bu amaç dogrultusunda bir Müslüman kendisini her an daha güzel ahlakli olacagi sekilde yetistirir, insani özelliklerini ise daha güçlü ve kaliteli hale getirmek için hedefini her geçen gün biraz daha yükseltir. Bu nedenle samimi bir Müslüman kendini hiçbir konuda yeterli görmez. Kendini yeterli görüp bu yönde kisiligini, aliskanliklarini, davranis biçimini degistirmekten ya da gelistirmekten vazgeçmez. Kisiligindeki gelisimi hiçbir dünyevi ölçü ya da kiyaslama ile sinirli tutmaz. Her an daha iyiye, daha güzele, Allah'in kendisinden razi olacagini umdugu daha olgun bir karaktere sahip olmaya istekli olur. Kendisini, dünyayi degil cennet ortamini ölçü alarak gelistirir ve Allah'in cennete layik gördügü peygamberler gibi üstün ahlakli insanlarla birarada yasamayi umarak bir hazirlik yapar. Bu yüzden de hedefi hep çok büyük olur.
*"Onlar, mü'minleri birakip kafirleri dostlar (veliler) edinirler. 'Kuvvet ve onuru (izzeti)' onlarin yaninda mi ariyorlar? Süphesiz, 'bütün kuvvet ve onur,' Allah'indir." (Nisa Suresi, 139)
"…Oysa izzet (güç, onur ve üstünlük) Allah'in, O'nun Resûlü'nün ve mü'minlerindir..." (Münafikun Suresi, 8)
Bu nedenle samimi bir Müslüman, tüm çikarlarini ve elindeki imkanlarini kaybetmek ugruna da olsa bu ahlaki sistemin islemesine destek veren bir insan olmayi kabul etmez. Kendisini, sartlara ve çevresine uyum saglama gibi bir mecburiyet içinde hissetmez. Aksine Allah'i razi edecek sartlar ne ise bunlari olusturma çabasinda olur. Bu onurlu ve ihlasli karakterin karsiligi olarak Allah salih Müslümanlari hem dünyada hem de ahirette mükafatlandiracagini ayetlerde söyle bildirir:
Iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallariyla ve canlariyla cehd edenlerin (çaba harcayanlarin) Allah Katinda büyük dereceleri vardir. Iste 'kurtulusa ve mutluluga' erenler bunlardir. Rableri onlara Katindan bir rahmeti, bir hosnutlugu ve onlar için, kendisinde sürekli bir nimet bulunan cennetleri müjdeler. Onda ebedi kalicidirlar. Süphesiz Allah, büyük mükafat Katinda olandir. (Tevbe Suresi, 20-22)
*Allah "Arkadan çekistirip duran, kas göz hareketleriyle alay eden her kisinin vay haline;" (Hümeze Suresi, 1) seklinde buyurmakta ve insanlari böyle bir ahlaka karsi uyarip korkutmaktadir.
Allah'a samimi olarak iman eden, Allah'in kendisinden her haliyle razi olmasini isteyen bir insan bu bakislarin tamamindan sakinir. Kalbini ve vicdanini her zaman temiz tutar. Çünkü din ahlakina muhalif olan ve Allah'ın Kuran'da razı olmadığını bildirdigi bu basit tavirlar kisinin Allah Katinda bekledigi karsiligi almasini engelleyebilir. Bu nedenle insanin basitlige; basit kültüre ait bakislarin olusmasina neden olan düsüncelere, mantik bozukluklarina karsi duyarli olmasi gerekir.
*Tevazu sahibi bir kişi mal, makam, mevki gibi özelliklerin verilmesi veya alınması durumunda tavrını değiştirmez. Çünkü hepsinin hayırlı olduğunu bilir ve içinde bulunduğu konumda Allah’ı hoşnut etmek için uğraşır.
*Hz. Yusuf çocukluğundan itibaren pek çok iftiraya maruz kalmış ve kendisine defalarca tuzak kurulmuş peygamberlerden biridir. Çocukluk yıllarından itibaren, çok temiz ve güzel ahlaklı bir insan olmasına rağmen en yakınları tarafından bile zulüm görmüştür. Hatta kendi öz kardeşleri ona olan kıskançlıkları nedeniyle onu öldürmeye yeltenmişlerdir. Allah'tan korkan, daima Allah'ın rızasını gözeten bu tertemiz insan, hırsızlık ve zina gibi her toplumda ayıplanarak kınanan suçlarla itham edilmiş, suçsuzluğu açıkça ortada olmasına rağmen kendisine atılan iftira nedeniyle yıllarca hapiste tutulmuştur.
*Ne zaman onlara Allah katından yanlarındakini doğrulayan bir elçi gelse, kitap verilenlerden birtakımı, sanki bilmiyorlarmış gibi Allah'ın Kitabını arkalarına attılar. Ve onlar, Süleyman'ın mülkü (nübüvveti) hakkında şeytanların anlattıklarına uydular. Süleyman inkar etmedi; ancak şeytanlar inkar etti… (Bakara Suresi, 101-102)
İnkarcılar, iftiracılar ve müminler aleyhinde fitne çıkarmak isteyenler ise, Hz. Süleyman'ın mülkü aleyhinde yalanlar üretmişlerdir. Kuran'da Hz. Süleyman'ın mülkü aleyhinde uydurulanlarla ilgili bir detay verilmemiştir. Ancak bazı tarihi kaynaklarda, Hz. Süleyman'ın zenginliğe dalıp sefahat içinde yaşadığı yönünde dedikoduların yayıldığı belirtilmektedir.
Eğer, Hz. Süleyman aleyhinde böyle bir şayia çıkartılmışsa bu büyük bir yalan ve iftira olur. Çünkü Hz. Süleyman, yukarıda da belirtildiği gibi zenginliğin Allah'ın verdiği bir nimet olduğunu bilen ve her an Allah'a kendisine verdiği nimetler için şükreden salih bir peygamberdir. Zenginliğini ve gücünü ise daima Allah'ın rızasına uygun olarak kullanmıştır.
*"… Eğer onun gömleği ön taraftan yırtılmışsa bu durumda kadın doğruyu söylemiştir, kendisi ise yalan söyleyenlerdendir. Yok eğer onun gömleği arkadan çekilip yırtılmışsa, bu durumda kadın yalan söylemiştir ve kendisi doğruyu söyleyenlerdendir." (Yusuf Suresi, 26-27)
Ayette bildirildiği gibi gömleğinin arkadan yırtılmış olması Hz. Yusuf'un doğru söylediğinin bir delilidir. Ancak, iffetine dair apaçık deliller bulunmasına rağmen Hz. Yusuf zindana atılmıştır.
Burada Hz. Yusuf, Allah'tan korkmayan, mevki ve makam sahibi insanların tuzakları ile karşı karşıya kalmıştır. Hz. Yusuf, kadının istekleri ile zindan arasında seçim yapmak zorunda bırakılmıştır. Üstelik zindana atılabilmesi için de işlemediği bir suç üzerine yüklenmiştir. İtham edildiği bu suç ise toplum tarafından en çok ayıplanacak, dedikodusu en çok yapılacak, yüz kızartıcı bir suç olan "zina"dır. Böylesine çirkin bir iftiraya uğramasının nedeni ise "zina" yapmayı reddetmesi ve iffetli, üstün ahlaklı bir Müslüman olmasıdır. Hz. Yusuf'a uygulananlar, inkarcıların, samimi Müslümanları kendi yollarına döndürmek veya onları baskı ile hak olan dinden vazgeçirtmek için uyguladıkları "geleneksel" yöntemlerdendir.
Bu olayla ilgili dikkat çekici bir diğer konu ise şöyledir: Kadın Hz. Yusuf'u zinaya zorlamakta, yani onu kendi inançsız ve ahlaksız dünyasına katılmaya çağırmaktadır. Ama istediği gibi davranmadığı ve Müslümanlığında direttiği için, Hz. Yusuf'u zina iftirası ile zindana attırmaktadır. Hz. Yusuf'un örneğinde görüldüğü gibi, inkarcılar çoğu zaman kendi işledikleri ve hayatlarının birer parçası olan suç ve ahlaksızlıklarla iman edenlere iftira eder ve bunun sonucunda onların cezalandırılmalarını sağlamaya çalışırlar.
Hz. Yusuf, kendisine bir düzen kurulduğunu bilmektedir, ancak Allah'ın hoşnutluğunu herşeyin üzerinde tutan her Müslüman gibi, o da, zindanı inkarcıların çağırdıkları ahlaksızlığa tercih etmiş ve uzun bir süre zindanda kalmıştır. Hz. Yusuf'un bu konuda Allah'a olan duası Kuran'da şöyle bildirilmiştir:
(Yusuf) Dedi ki: "Rabbim, zindan, bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden bana daha sevimlidir. Kurdukları düzeni benden uzaklaştırmazsan, onlara (korkarım) eğilim gösterir, (böylece) cahillerden olurum." Böylece Rabbi, duasını kabul etti ve onların hileli düzenlerini kendisinden uzaklaştırdı. Çünkü O, işitendir, bilendir. (Yusuf Suresi, 33-34)
Bir insanın hiçbir maddi dayanağı olmadan, içinde bulunduğu toplumun önde gelen kişilerini karşısına alarak, sadece Allah'ı razı etmek için hapse girmeyi kabul etmesi, onun ne derece yüksek bir imana sahip olduğunun göstergesidir.
*Kuran'da hayatlarından örnekler verilen elçiler, Allah'ın sevdiği, kendilerinden razı olduğunu haber verdiği ve cennetle müjdelediği kullardır. Öyle ise, Allah'ın hoşnutluğunu ve sevgisini kazanmak isteyen her müminin onlarla benzer bir ahlak ve davranış tarzı içinde olması gerekir. Nitekim bir ayette "Andolsun, sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için Allah'ın Resûlü'nde güzel bir örnek vardır." (Ahzab Suresi, 21) diye bildirilmiştir.
*Tarih boyunca Allah'ın gönderdiği elçiler, diğer insanlara hak dini tebliğ etme, iyiliği emredip kötülüklerden men etme görevini üstlenmişlerdir. Peygamberlerin olmadığı dönemlerde ise samimi, dürüst ve güçlü bir imana sahip olan Müslümanlar, Allah'ın insanlar için seçip beğendiği din ahlakını anlatma görevini üstlenmişlerdir. Ancak, Allah'a iman eden ve insanları da Allah'ın hoşnutluğunu, rahmetini ve cennetini kazanmaya davet eden bu insanlar, tarihin her döneminde bazı çevrelerin sözlü ve fiili saldırılarına maruz kalmışlar; hatta kimi zaman ölüm tehdidi altında yaşamlarını sürdürmüşlerdir.
*Onlar: "Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacak değiliz" dediler. (Yunus Suresi, 78)
Oysa, Hz. Musa ve Hz. Harun, tüm diğer peygamberler ve samimi Müslümanlar gibi, asla dünyevi mevki ve çıkarların peşinde olmamışlardır. Onlar insanlardan hiçbir ücret ve karşılık beklemeden, sadece Allah'ın hoşnutluğunu, rahmetini ve cennetini isteyerek insanları Allah'ın yoluna çağırmışlar ve onlara ahiret yurdunu hatırlatmışlardır. Allah, "Kitap'ta Musa'yı da zikret. Çünkü o, ihlasa erdirilmiş ve gönderilmiş (Resul) bir peygamberdi." (Meryem Suresi, 51) ayetiyle, Hz. Musa'nın yalnızca Kendi rızasını arayan bir kul olduğunu haber vermiştir.
*Mümin gerektiğinde iyilik yapabilmek ve başkalarını iyiliğe teşvik edebilmek için her türlü fedakarlığı göze alabilir. Yaptığı yardım karşılıksızdır, sadece Allah rızasını hedefler.
*Allah insana akıl ve vicdan vermiştir. Elçileri ve elçilerine vahyettiği kutsal kitaplarıyla hak yolunu göstermiştir. Bu nedenle de insan kendi seçimlerinden sorumludur. İslam ahlakı ancak samimi kararla, Allah'a teslimiyetle ve her zaman doğruları emreden vicdanın sesini dinleyerek yaşanabilir. Bir kişiyi ibadet etmeye zorlamak İslam ahlakına tamamen aykırıdır. Çünkü önemli olan kişinin kalben Allah'a teslim olması, samimi olarak iman etmesidir. Eğer bir sistem insanları inanca ve ibadete zorlayacak olursa, bu durumda insanlar o sistemden korktukları için dindar olurlar. Din açısından makbul olan ise, vicdanların tamamen serbest bırakıldığı bir ortamda Allah rızası için dinin yaşanmasıdır.
*Bediüzzaman terör ve anarşi ile mücadelede en önemli noktanın din ahlakının yaygınlaşması olduğunu her fırsatta dile getirmiştir. Bu sözlerinden birinde şunları ifade eder:
Hem her bir şehir kendi halkına geniş bir hanedir. Eğer ahiret inancı o büyük aile fertlerinde hükmetmezse; güzel ahlâkın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, Allah'ın rızası, ahiret sevabı yerine kötü niyet, menfaat, sahtekârlık, kendini beğenmişlik, yapmacık hareket, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zahirî güvenlik ve insaniyet altında, anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder; o şehir hayatı zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, güçlüler zulme, ihtiyarlar ağlamağa başlarlar. 59
Bediüzzaman'ın da vurguladığı gibi, din ahlakının yaşanmasıyla pek çok güzel ahlak özelliği ortaya çıkarken, dinden uzak bir toplumda her türlü sahtekarlık, zorbalık, anarşi, vahşet ve terör gelişir. Yardımlaşma, fedakarlık, dürüstlük gibi meziyetler ortadan kalkar. İnsanlar sadece kendi çıkarlarını düşünür, sadece kendi rahatlarını kollar, sadece kendi menfaatleri için çalışır hale gelirler. Ancak dinin yaşanması toplumda çok büyük bir dayanışma, kardeşlik ve dostluk oluşmasına vesile olur.
*İman edenler, Rabbimizin üzerlerindeki korumasının, sonsuz fazl ve ihsanının farkındadırlar. Bu nedenle de Allah'ın razı olacağı, sonsuz cennetine ve rahmetine layık bir kul olmak için ciddi çaba gösterirler.
*Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin tümü, topluca iman ederdi. Öyleyse, onlar mü'min oluncaya kadar insanları sen mi zorlayacaksın? (Yunus Suresi, 99)
Örneğin bir müminin tebliği karşısında bir kişi derhal iman ederken, diğer bir kişi inkar ederek alaycı ve saldırgan tavırlarla karşılık verebilir. Başka bir kişi vicdanını kullanıp, hayatını Allah'ın razı olacağı şekilde geçirmeye karar verirken, diğer kişi ise inkarcılardan olup, güzel söze kötülükle karşılık verebilir. Ancak bu inkar, daveti yapan kimseyi hiçbir şekilde umutsuzluğa ya da üzüntüye düşürmez.
*Sen şiddetle arzu etsen bile, insanların çoğu iman edecek değildir. Oysaki sen buna karşı onlardan bir ücret de istemiyorsun. O, alemler için yalnızca bir 'öğüt ve hatırlatmadır.' (Yusuf Suresi, 103-104)
Burada önemli olan Kuran'a uymaya davet eden kişinin, karşılaştığı tepkiler ne olursa olsun her zaman için Allah'ın razı olacağı ahlakı göstermesi, güzel ahlakından kesinlikle taviz vermemesi, tevekküllü davranmasıdır.
*İslam ahlakına göre her insan kendi inançlarına göre ibadetlerini özgürce yerine getirebilir. Hiç kimse bir diğerini kendi dininin ibadetlerini yerine getirmekten alıkoyamaz. Ya da bir insanı istediği şekilde ibadet etmeye zorlayamaz. Bu İslam ahlakına aykırıdır ve Allah'ın razı olmadığı bir davranış biçimidir.
*Allah'a samimi bir kalple iman eden, O'nun ayetlerini titizlikle uygulayan ve sonsuz ahiret azabından korkan bir Müslüman tek bir insana bile zarar vermekten sakınır. Çünkü Allah'ın sonsuz adalet sahibi olduğunu ve her yaptığının karşılığını mutlaka alacağını düşünür. Peygamberimiz (sav) bir hadisinde Allah'ın hoşnut olmadığı insanları şu şekilde saymıştır:
Harem (Kutsal bölge) içinde zulüm ve haksızlık eden, cahiliye adetini arzulayan ve haksız yere insan kanı akıtmak isteyen olmak üzere üçtür.15
*Müminler şahit oldukları, duydukları, hatta dolaylı yoldan haberdar oldukları hiçbir zulme karşı duyarsız kalmazlar. Kuran ahlakından kaynaklanan merhametleri onları, her türlü zorbalığa, kötülüğe ve zulme karşı tavır almaya, mazlumların hakkını korumaya ve onlar için fikri mücadele etmeye yöneltir. Karşılarında en yakın dostları da olsa, hiç tanımadıkları ve hiçbir menfaatlerinin olmadığı yabancı biri de olsa, yapılan zulmü engelleme konusunda kararlı davranırlar. Bu durumun Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak ve Kuran ahlakını uygulamak için değerli bir fırsat olduğunu düşünürler.
*Bir terörist sahip olduğu ideolojik fikrin tüm temel kaynaklarını ezbere bilebilir. Ancak kendisini hem dünyada hem de ahirette gerçek mutluluğa ve esenliğe kavuşturacak olan apaçık bir gerçekten habersizdir. Çünkü hayatı boyunca dinsiz ideolojilerle, hayatın sadece güçlüler lehinde gelişen bir mücadele meydanı olduğu fikriyle eğitilmiştir. Onun için ayakta kalmak için şiddetten, zorbalıktan başka bir yol yoktur. Bilinmelidir ki, dini, ırkı, milleti ne olursa olsun terörizme başvuran her insan, mutlaka materyalist ve Darwinist düşüncenin etkisiyle hareket etmektedir. Teröre başvuranların habersiz olduğu en önemli gerçek ise, Allah'ın ve ahiret hayatının varlığı, dünya hayatının yalnızca bir denemeden ibaret olduğu ve ancak iman edip salih amellerde bulunanların kurtuluşa erecekleridir. Şiddet bu kimseleri hem dünyada hem de sonsuz ahiret hayatında çok büyük ve geri dönülemez bir yıkıma uğratacaktır.
İşte bu noktada hangi dinden olursa olsun, iman sahibi her insana çok büyük bir sorumluluk düşmektedir. Yahudiler Eski Ahit'te yer alan ve insanlığı barışa ve hoşgörüye çağıran açıklamaları göz ardı etmemeli, tüm Yahudileri terörün karşısında durmaya davet etmelidirler. Hıristiyanlar da Allah'ın hoşnut olacağı güzel ahlakı kendilerine rehber edinerek, tüm Hıristiyanları terörizmle mücadeleye davet etmelidirler. Kuşkusuz bu mücadele, teröre zemin oluşturan ideolojilerle fikri alanda yapılacak olan bir mücadeledir. Bir yandan bu ideolojilerin çelişkilerini, bir yandan da hiçbir fikrin şiddetle, baskıyla, zulümle hakim olamayacağını, zorbalığın asla bir güzellik oluşturamayacağını anlatmalıdırlar.
*Peygamberimiz (sav) bir sözünde "Hoşgörülü Haniflik (Hz. İbrahim'in dininden olanların vasfı) ile gönderildim, kim benim sünnetime muhalefet ederse, benden değildir.27 şeklinde buyurmuş, bir diğer sözünde ise müminlere "Ben merhamet edici ve barışçı olarak gönderildim...28 şeklinde seslenmiştir. Peygamberimiz (sav)'in bu üstün ahlakı bir diğer sözünde şöyle ifade edilir:
Öfkelendiği zaman (nefsine hakim olup) yumuşaklıkla mukabele eden kimse Allah'ın sevgisine nail olur!29
*Yahudilik, aynı ideolojiler gibi kalplere değil, bedenlere seslenir. Yahudilik, yalnızca nelerin yapılması gerektiği üzerinde duran ve "niyet", "ihlas", "Allah rızası" gibi kalbe yönelik İslami kavramlardan hiç haberi olmayan bir öğretidir.
*Din, insanlara, bu dünyadaki yaşamın geçici bir yaşam olduğunu, asıl amacın bu dünyayı yaratan Allah'ın rızasına uygun davranmak, O'na kulluk etmek ve öteki dünyadaki (ahiret) Cennet'i kazanmak olduğunu haber verir.
*Peygamber Efendimiz müminlere, birbirlerine duyduklari sevginin Allah rizasi için olmasi gerektigini hatirlatmistir:
Hz. Ebû Zerr (radiyallâhu anh) anlatiyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için bugzetmektir." 10
"Iman baglarinin en saglami Allah için dostluk, Allah için düsmanlik, Allah için sevgi, Allah için nefrettir."11
*Sevginin temeli iman, Allah korkusu ve Kuran ahlakina dayandigi ve Allah rizasi için sevdigi için müminin sevgisi çok güçlü ve derindir. Iman edenlerle yasadigi dostlugun, ahirette sonsuza dek sürecegini bilmesi de sevgiyi güçlü ve daimi kilan bir baska nedendir.
*Iman edenler Allah'in rizasini kazanmak için çaba gösteren tüm salih müminlere yakinlik duyar, onlari kendilerine yakin birer dost ve veli edinirler. Her kosulda ve kayitsiz sartsiz onlarla birlikte olmaktan büyük zevk alirlar; bütün Müslümanlara vefa ile baglidirlar.
*Allah, tarih boyunca insanlara elçilerini de göndermistir. Allah'in seçtigi elçiler, çok güvenilir, takva sahibi, adaletli, güzel ahlakli ve çok hayirli kimselerdir. Elçiler yalnizca Allah'in rizasini aramislar, ölümü dahi göze alarak, insanlari dogru olan yola çagirmak için hayatlari boyunca mücadele vermislerdir. Allah'in elçilerinin bir baska özelligi de, çok sefkatli, müminlere çok düskün, onlari koruyup kollayan, ince düsünen, fedakar kimseler olmalaridir. Allah'in tarih boyunca seçtigi tüm elçilerin bu kadar güzel özelliklere sahip olmalari, Rabbimiz'in müminlere büyük bir lütfudur.
*Insan, Allah'in rizasina, helal ve haram sinirina uyarak, hiçbir kisitlama olmaksizin Rabbimiz'den herseyi isteyebilir.
*Allah'tan korkup sakinan bir kisi asla yalan söylemez. Çikarlari zedelense de, aksinde Allah'in rizasini kazanamamaktan ve O'nun kendisine verebilecegi karsiliktan korkup sakinir ve dürüst davranir. Bir anlik bir gaflet sonucunda yanlis bir sey söylese bile, hemen günahindan dolayi Allah'a tevbe eder ve hatasini düzeltir. Bunun gibi, bir insanin, çok büyük bir ihtiyaç içindeyken bile, haram yollardan para kazanmaya asla yanasmamasi da, yine onun Allah korkusundandir.
*Rabbimiz'in sonsuz gücünü ve ahiretteki sonsuz azabi geregi gibi takdir edebilen bir insan, hayatinin her aninda, yaptigi her iste Allah'tan içi titreyerek korkar. Bu korkusundan dolayi Rabbimiz'in razi olmayacagi bir tavir içerisine girmekten titizlikle kaçinir. Ancak bir yandan da, Allah'a samimi bir sevgi ve sadakatle baglanmis olmasindan dolayi, Allah'in, hatalarini bagislayip tevbelerini kabul edecegini, Allah'in rizasini kazanmak için gösterdigi ciddi çaba nedeniyle kendisini cennetiyle mükafatlandiracagini umar. Kuran'da iman edenlerin bu ahlaki söyle bildirilmektedir:
Gerçek su ki, Rablerinden gayb ile (O'nu görmedikleri halde) içleri titreyerek-korkanlara gelince; onlar için bir magfiret (bagislanma) ve büyük bir ecir vardir. (Mülk Suresi, 12)
Ey iman edenler, Allah'tan nasil korkup-sakinmak gerekiyorsa öylece korkup-sakinin ve siz, ancak Müslüman olmaktan baska (bir din ve tutum üzerinde) ölmeyin. (Al-i Imran Suresi, 102)
Allah'i gerçekten seven her mümin, Allah'in azabindan, Allah'in hosnutlugunu ve sevgisini kaybetmekten büyük bir korku duyar ve bu nedenle hayati boyunca çok ciddi ve samimi bir çaba içerisinde olur. Allah Kuran'da bu ahlaki yasayan müminleri söyle müjdelemektedir:
Kim de ahireti ister ve bir mümin olarak ciddi bir çaba göstererek ona çalisirsa, iste böylelerinin çabasi sükre sayandir. (Isra Suresi, 19)
*Dünya hayatindaki tek amaçlari Allah'in rizasini, rahmetini ve cennetini kazanmak olan ve Allah'a gönülden teslim olan müminler tüm hayatlarini Allah için yasarlar. Kuran'in "De ki: "Süphesiz benim namazim, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'indir." (Enam Suresi, 162) ayetiyle bildirildigi gibi, yaptiklari her iste, gösterdikleri her tavirda Allah'in rizasini kazanmayi hedeflerler. Sahip olduklari herseyi Allah'in rizasini ve hosnutlugunu kazanmaya adayan müminlerin sevgileri de yine ancak Allah içindir. Allah'i tüm sifatlariyla taniyan, O'nun gücüne ve büyüklügüne her an sahit olan, Rabbimiz'in rahmetini, sevgisini ve sefkatini tüm yasami boyunca her an hisseden bir müminin Allah sevgisi, hiçbir sevgiyle kiyaslanmayacak kadar güçlüdür. Allah Bakara Suresi'nde müminlerin Kendisi'ne olan güçlü sevgileri ile, müsriklerin çarpik sevgi anlayislari arasindaki farki söyle bildirmektedir:
Insanlar içinde, Allah'tan baskasini 'es ve ortak' tutanlar vardir ki, onlar (bunlari), Allah'i sever gibi severler. Iman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür... (Bakara Suresi, 165)
*Allah, iman edip salih amellerde bulunanlara Kendi Kati'ndan bir sevgi bahşedecegini haber vermistir:
Iman edenler ve salih amellerde bulunanlar ise, Rahman (olan Allah), onlar için bir sevgi kilacaktir. (Meryem Suresi, 96)
Burada çok önemli bir konunun daha üzerinde durmak gerekir. Allah'in rizasina göre seven bir insan, en güzel ahlakli, Allah'a en bagli, en takva olan kimseyi herkesten çok sever. Bu nedenle Peygamberimiz (sav) bütün müminler için en sevgili, en yakin dosttur.
*Sirke dayali sevginin örnekleri, kadin ile erkek arasindaki iliskilerde siklikla görülür. Bazi kimseler Allah'a duymalari gereken sevgiyi ve bagliligi, hiçbir seye güç yetiremeyen aciz varliklara yöneltirler. Kimi zaman, bir insani hayatlarinin asil amaci haline getirir, her an her yerde onun ismini anar, onu yüceltir ve onun sevgisini kazanmaya çalisirlar. Sabah kalktiklari andan itibaren, gün boyunca sürekli olarak o kisiyi düsünürler. Ya da o kimseyi düsünüp, sabaha kadar uykusuz kalabilirler. Allah'in rizasini kazanmak yerine, sadece onu hosnut etmeyi hedefler, hatta kimi zaman, o kisiyi razi etmek için Allah'in rizasina uygun olmayan isler yapabilirler. Onun için her türlü fedakarligi göze alir, ama Allah'in rizasini kazanmak için çaba harcamazlar.
*Bir insanin baska insanlari sevmesi, onlara düskün olmasi, ailesini, yakinlarini sevgi ile korumasi elbette çok güzel bir ahlaktir. Daha önce de belirtildigi gibi, sevgi duyabilmek, sevgi ve yakinligi yasayabilmek Allah'in insanlara verdigi çok güzel bir nimettir. Ancak bu sevgi, sadece Allah'in rizasi için yasandiginda insana dünyada ve ahirette mutluluk getirir. Allah'tan üstün tutulan sevgiler, insana dünyada da ahirette de aci ve azap getirir.
*Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazirlayip imani (gönüllerine) yerlestirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen seylerden dolayi içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açiklik (ihtiyaç) olsa bile (kardeslerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularindan' korunmussa, iste onlar, felah (kurtulus) bulanlardir. (Hasr Suresi, 9)
Ayette hem Mekkeli hem de Medineli müminlerin güzel ahlaklarindan söz edilmektedir. Mekkeli müminler, mallarini, akrabalarini, esyalarini, evlerini, baglarini bahçelerini, islerini geride birakarak, Allah'in dinini yasayabilmek için yurtlarindan çikmis, Medine'ye hicret etmislerdir. Allah'in rizasini kazanabilmek için sahip olduklari herseyi geride birakmayi göze almislardir. Bu, çok üstün bir ahlakin göstergesidir ve onlarin, kendilerine Allah'i vekil edinmis güvenilir insanlar olduklarinin bir ifadesidir. Bu güzel ahlaklari, diger müminlerin onlara derin bir sevgi, saygi ve merhamet duymalarina neden olmustur.
*Insanin asil hayati, ölümü ile birlikte baslayan ahiret hayatidir. Dünya her insanin geçici olarak ve sadece denenmek için bulundugu bir yerdir. Bu gerçegin suurunda olan müminler, birbirlerine olan sevgilerini, asil olarak birbirlerini ahiretteki sonsuz hayatlarina hazirlayarak gösterirler. Kendileri Allah'in rizasina, rahmetine ve cennetine ne kadar çok kavusmak istiyorlarsa, çok sevdikleri mümin kardeslerinin de ayni nimetlere ve güzelliklere kavusmalarini isterler. Aksinde, insanin sonsuza dek, bir daha kurtulus imkani olmaksizin cehennem azabiyla karsilik görecegini bilmeleri, iman edenlerin bu konuda büyük bir sevk ve kararlilik içerisinde hareket etmelerini saglar. Birbirlerinde gördükleri hatali ya da kusurlu yönleri hiç vakit geçirmeksizin hemen telafi etmeye ve birbirlerini Allah'in en fazlasiyla razi olacagi ahlaka ulastirmaya çalisirlar. Birbirlerini daima iyi ve güzel olana davet eder, kötülüklerden sakindirmaya gayret ederler. Onlarin bu konudaki sevk ve azimleri, birbirlerine olan gerçek sevgilerinin de en açik göstergelerinden biridir. Allah Kuran'da, iman edenlerin birbirlerinin ahiretlerine yönelik bu güçlü sevgi anlayislarini söyle haber vermektedir:
Mümin erkekler ve mümin kadinlar birbirlerinin velileridirler. Iyiligi emreder, kötülükten sakindirirlar, namazi dosdogru kilarlar, zekati verirler ve Allah'a ve Resûlü'ne itaat ederler. Iste Allah'in kendilerine rahmet edecegi bunlardir. Süphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 71)
*Insanlarin birçogu için hayatlarinin en önemli konusu, kendi nefislerinin rahatidir. Ancak gerçek sevgide insan kendi nefsini unutur ve sevdigi insanin nefsi ön plana geçer. Onu rahat ettirmek için elinden gelen her türlü gayreti gösterir. Her zaman, sevdigi kisinin isteklerini, kendi isteklerine tercih eder. Örnegin birlikte yaptiklari bir is nedeniyle kendisinin övülmesindense sevdigi insanin övülmesi onun için daha önemli olur. Kendi hakli çikmaktansa sevdigi kisinin hakliligindan daha çok zevk alir. Eger emek gerektiren bir isin yapilmasi gerekiyorsa, sevdigi kisinin yorulmasi yerine kendisi yorulmayi tercih eder. Asla karsi tarafi utandiracak, küçük düsürecek, kiracak bir tavir içine girmez. Bunun sebebi ise Allah'in rizasini, sevgisini ve cennetini kazanma istegidir. Bir insan ancak Allah'in rizasini kazanmak için karsisindaki kisiyi bu kadar fedakarane ve samimi bir anlayisla sevebilir.
*Bazi insanlar, din ahlakini yasamak ve Allah'in razi olacagi bir insan olmak için yalnizca Allah sevgisinin yeterli oldugunu zannederler. Ancak Allah Kuran'da, razi oldugu takva sahibi kullarinin, Allah'i çok sevmelerinin yaninda, Kendisi'nden güçlerinin yettigi kadar korkup sakindiklarini bildirmektedir. Allah'i tüm sifatlariyla taniyan, O'nun büyüklügünü geregi gibi takdir edebilen, akil ve vicdan sahibi her insan, Allah'tan gücü yettigince korkup sakinir. Allah, Kendisi'nden korkup sakinan kullarina dogru ile yanlisi birbirinden ayirt edebilme yetenegi verir; Allah'in sinirlarina eksiksiz olarak uymasi, daima vicdanina göre hareket etmesi için ona güç kazandirir. Allah, iman edenler üzerindeki bu nimetini Kuran'da söyle bildirir:
Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakinirsaniz, size dogruyu yanlistan ayiran bir nur ve anlayis (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bagislar. Allah büyük fazl sahibidir. (Enfal Suresi, 29)
*Allah korkusu olmayan her insanin kendine göre bir siniri vardir; o sinira kadar dürüst ve dogru olsa bile, bir yerden sonra nefsine göre hareket eder. Allah'tan korkup sakinan bir insan ise, ne kadar zor durumda kalirsa kalsin, hiçbir zaman için Allah'in razi olmayacagi bir yolu seçmez. Bir zorlukla karsilastiginda Allah'a dayanip güvenir, kendisine bir çikis yolu göstermesi için Rabbimiz'e dua eder ve tevekkül eder.
*Allah'in sevdikleri, müminlerin de sevdigidir; Allah'a dost olan, müminlere de dosttur; Allah kimden razi ise, müminler de ondan razidir; Allah'i seven, Allah'in sevdigi kullarini da sever. Allah yolunda olan salih müminler, Allah'in en sevdigi kullarindandirlar. Bu nedenle müminler birbirlerini çok severler ve birbirlerine çok düskündürler.
*İnsanların büyük bir çoğunluğu, Allah'ın açık ayetlerinden, emir ve yasaklarından habersiz bir şekilde, sadece kendi istek ve arzuları doğrultusunda yaşarlar. Bu insanların, dünya nimetlerine sahip olmak, mutlu olmak, eğlenmek, nefsani arzularını tatmin etmek dışında başka bir istekleri yoktur. Sadece dünyanın çekici süsüne ilgi duyar ve istedikleri şeylere sahip olmak için yaşamları boyunca çaba harcarlar. En büyük sıkıntıyı ise, bu çabalarının boşa çıkması ya da ellerindekini yitirmeleri sonucunda yaşarlar.
Oysa yalnızca kısa bir süre yaşadıkları dünya hayatı herşeyiyle bir gün sona erecektir. Onlar ise, kendileri ve Allah'ın hoşnutluğundan uzak bir hayat süren diğer insanlar için hazırlanmış olan şiddetli ve ebedi azaptan habersizdirler. Büyük bir korku ve sıkıntı duyacakları ahiret gününe doğru ilerlerken dünyanın geçici süsüne tutkuyla bağlanıp sadece dünyevi tutkularını kaybetmenin endişesini ya da üzüntüsünü duyarlar.
İnsanların, Allah'ın açık delillerine, emir ve uyarılarına rağmen gösterdikleri bu şuursuz, kayıtsız ve ilgisiz tutumlarına "gaflet" adı verilir.
*İnkâr edenler ise, onların amelleri dümdüz bir arazideki seraba benzer; susayan onu bir su sanır. Nihayet ona ulaştığında bir şey bulamaz ve yanında Allah'ı bulur. (Allah da) Onun hesabını tam olarak verir. Allah, hesabı çok seri görendir. (Nur Suresi, 39)
Ayette açıkça bildirildiği gibi, dünya için yapılanların hepsi birgün yok olup gidecek ve insan yalnız Allah rızası için yaptıklarıyla Rabbimizin huzurunda hesap verecektir. İşte o an insan yanılgısını farkedecek ve cehennem azabı karşısında sonsuz bir çaresizlik ve pişmanlık duymaya başlayacaktır.
*"Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin; işte Biz de senin üzerindeki örtüyü açıp-kaldırdık. Artık bugün görüş-gücün keskindir." (Kaf Suresi, 22)
Artık insan, gaflet halinin hakim olduğu toz pembe dünya hayatında sürekli yüz çevirdiği, inanmamakta direndiği gerçekleri, alenen görmeye başlayacaktır. Daha önce kendisine haber verilen ancak hiç dikkate almadığı cehennem azabı ile karşılaşır. O gün yok olmayı ya da dünya hayatına dönüp Allah rızasını kazanacak şekilde yaşamayı ister.
*müminlerin aksine gaflet içindeki insanların kalpleri dünya malına sahip olma hırsıyla doludur. Bu hırsla, ne durumda olurlarsa olsunlar, hep daha fazlasını kazanmak ve daha iyi yaşamak için çalışırlar. Para ile güç ve kişilik kazanarak, mutlu olabileceklerini düşünürler. Önce kazanmaya çalışır, sonra da kazandıklarını yığıp-biriktirmeye başlarlar. Bu hırslarını meşru ve makul göstermek için de çeşitli bahaneler öne sürerler. Allah'ın rızası için kazanıp, harcamaktan kaçınan, yalnızca dünyevi arzularını tatmin etmeyi düşünerek malını yığıp-biriktiren bu insanları bekleyen son Kuran'da şöyle haber verilmektedir.
Bunların üzerlerinin cehennem ateşinde kızdırılacağı gün, onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak (ve:) "İşte bu, kendiniz için yığıp-sakladıklarınızdır; yığıp-sakladıklarınızı tadın" (denilecek). (Tevbe Suresi, 35)
Ki o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanıyor. Hayır; andolsun o, 'hutame'ye atılacaktır. (Hümeze Suresi, 2-4)
Mal ve mülk hırsı nedeniyle kendini bekleyen bu sondan gafil olan insanın zihnini, para kazanma ve harcama tutkusu sürekli meşgul eder. Para kazanıyorsa, parasıyla elde edebileceklerini düşünür, eğer kazanamıyorsa da gıpta edip imrendiği şeylere sahip olmanın yollarını arar. Bu düşüncelerinin sebep olduğu gaflet onu, Allah'ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekatı vermekten alıkoyar. Oysa kalbi yalnızca Allah'ın rızasını kazanma arzusuyla dolu bir mümin kazandığı parayı, elde ettiği mal ve mülkü yalnızca Allah'ın verdiğini ve bütün bunları O'nun rızasını kazanmak için harcaması gerektiğini hiç unutmaz. Sadece Allah'ın rızasını ve rahmetini düşünerek, dine katkıda bulunmak amacıyla işine sarılır. Bu durumda müminin samimi bir çabanın dışında hırs ve tutkuya kapılması söz konusu değildir. Bu durumu ise, günün her saatinde Allah'ı anmasına, O'na yönelerek dua etmesine ve herşeyin Rabbimizden geldiğini bilerek, sahip olduklarının tümünü ancak bir şükür ve zikir vesilesi olarak görmesine sebep olur.
*Gaflet içinde Allah'ın rızasından yüz çevirerek, zenginlik, makam ya da şöhretin mutluluk ve huzur getireceğini düşünenler, bu tür sohbetlerin yapıldığı ortamlardan da büyük bir nefsani zevk alırlar. Kendini övme, başkalarını eleştirme gibi konular üzerinde konuşur, boş ve faydasız konuşmaların yer aldığı televizyon programlarını saatlerce izlerler. Hiçbir sonuca varılamayan, hiçbir fayda sağlamayan bu sohbetleri büyük bir zevkle dinlerken, Kuran'ı dinlemekten hoşlanmaz hatta dinlemeye katlanamazlar. Gaflet içindeki bu insanların durumu bir ayette şöyle haber verilmektedir:
Ki onlar, Beni zikretme (konusun)da gözleri bir perde içindeydi. (Kuran'ı) dinlemeye katlanamazlardı. (Kehf Suresi, 101)
*Cahiliye toplumuna göre akılsızlık, yalnızca zihinsel özürlü olan ve anormal davranışlar gösteren insanlar için geçerlidir. Oysa Kuran'a göre bu tanım daha farklıdır. Kuran'a göre Allah'ı ve ahiret gününü tanımayan, Allah'ın rızasının değil, kendi nefsinin ve hevasının istekleri doğrultusunda yaşayan insanlar akledemeyen kimselerdir. Bu tarife göre düşünüldüğünde ise, akılsız kimselerin yalnızca akıl hastanesindeki hastalardan ibaret olmadığı, toplumun oldukça geniş bir kesiminin bu tanımın içinde yer aldığı görülür.
*Gaflet içinde olduğu halde doğru yolda olduğunu düşünen bazı insanlar ise, Allah'ın rızasını gözetmeden, gelenek ve göreneklerinden gelen bir alışkanlığı sürdürmek, gösteriş yapmak, ya da vicdanlarını rahatlatmak için kendilerince birtakım iyiliklerde bulunurlar. Bu iyilikler ise menfaatleriyle kesinlikle çatışmayan işlerle sınırlıdır. Oysa gerçek amacı gösteriş ve minnet etmek olan bu tür işler onlara ahirette bir yarar sağlamayabilir. Onlar ise, Allah'ın rızası yerine insanların rızasını gözeterek yaptıkları bu işlerin karşılığı olmayabileceğinden habersiz, kesinlikle doğru yolda olduklarından emindirler.
*Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. (Bakara Suresi, 155)
Mümin, Allah'ın bu müjdesini zorlu olaylar karşısında hatırlayarak, sabırda daha kararlı ve istekli olur. Ayrıca kendisine verilen mal, mülk, makam, mevki gibi nimetlerin ona, denenmesi için verildiğinin, karşılığında ise şükretmesi ve bunları Allah'ın rızası ve istekleri doğrultusunda kullanması gerektiğinin bilincindedir.
*gaflet içindeki insanlar günlük hayatlarında tevekkülsüz, isyankar ve Allah'ın rızasından uzak bir hayat yaşarlar.
*Vicdanını dinlemeyen insanın, Allah'ın rızasından uzak gafil davranışlarının sonucu ise, elbette büyük bir yıkım olacaktır. Bu yıkım da dünyadaki en büyük acı ve en büyük işkencelerle bile kıyaslanamayacak derecede şiddetli ve sonsuz bir azap demektir. Bu azap yeri de şüphesiz ateş çukuru olan cehennemdir.
*İnsanın gözlerini dünyaya açtığı andan itibaren sahip olduğu hiçbir fiziksel özelliğin seçimi kendine ait değildir. Anne-babasını seçemez, ten rengini, göz rengini, boyunu kendi isteğine göre belirleyemez. Açıktır ki, hiçbir fiziksel özelliğini seçme gücüne sahip olmayan insanın yaşayacaklarını da kendi isteğine göre belirlemesi söz konusu değildir. Kuran'da, "Hiç şüphesiz, biz herşeyi kader ile yarattık." (Kamer Suresi, 49) ayetiyle bu gerçek insanlara haber verilmiştir.
Bunun bilincinde olan insanın yapması gereken, sahip olduğu herşeyi ve karşılaştığı her olayı Allah'ın rızası ve rahmetine yönelerek Allah'ın istediği şekilde değerlendirmektir. Kuran bu değerlendirmede tek yol göstericidir.
*Dünyada yaptıklarının karşılığını hemen görmeyen, kendisine süre verilen gaflet içindeki insanlar ahirette de böyle olacağını zannederler. Bu düşünceleri sebebiyle Allah'ın rızasına uygun olmayan bir davranışı yaparken de yanlarına yandaşlar ararlar.
*Muttakiler hariç olmak üzere, o gün, dostların kimi kimine düşmandır. (Zuhruf Suresi, 67)
O gün, bir dost dosttan herhangi bir şeyle yarar sağlayamaz. Ve onlara yardım edilmez. (Duhan Suresi, 41)
Dünyadaki sahte dostluklar yok olup gitmiş, ahirette yerini düşmanlığa bırakmıştır. Çünkü, bu dostluklar Allah'ın rızası göz ardı edilerek kurulan çıkar dostluklarıdır.
*Allah'ın göklerde ve yerde olanların tümünü gerçekten bilmekte olduğunu görmüyor musun? (Kendi aralarında gizli toplantılar düzenleyip) Fısıldaşmakta olan üç kişiden dördüncüleri mutlaka O'dur; beşin altıncısı da mutlaka O'dur. Bundan az veya çok olsun, her nerede olsalar mutlaka O, kendileriyle beraberdir. Sonra yaptıklarını kıyamet günü kendilerine haber verecektir. Şüphesiz Allah, herşeyi bilendir. (Mücadele Suresi, 7)
Ayette açık olarak tarif edilen bu gerçek, samimi bir biçimde üzerinde düşünüldüğünde insanı gafletten kurtarmaya yeter. Gerçekleri idrak etmesine, hem dünyada hem de ahirette güzel bir yaşam sürmesine vesile olur. Çünkü kendisinin sürekli Allah'ın hükmü ve kontrolü altında olduğunu bilerek Allah'ın rızasının dışına çıkmaktan şiddetle korkup sakınacaktır.
*Öyleyse melekler, yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını aldıkları zaman nasıl olacak? (Muhammed Suresi, 27)
Kuran'da bildirildiği gibi, inkar edenlerin canları acı içinde alınacaktır. Bu anda, uğrunda hırs göstererek Allah'ın emir ve yasaklarını göz ardı ettiği herşeyin önemini yitirdiğini görecektir. Hayatı boyunca en çok değer verdiği ailesi, arkadaşları, akrabaları, çok sevdiği işi, arabası, evi, malı-mülkü hepsi tamamen değerini yitirir. Artık çaresiz ve yalnız kalmış, korkusu daha da artmıştır. Bu durumda inkar eden kişi tüm hayatını boşa geçirdiğini ve Allah'ın rızasına yönelik hiçbir şey yapmadığını fark ederek derin bir pişmanlık duyar.
*Bu dünyanın geçiciliğinin farkına varmak, gaflet içinde olan bir insanın gafletten kurtulmasına vesile olur. İnsan, geçici fayda sağlayan dünya nimetlerine duyduğu tutkulu isteklerden arınır, sonsuz güzellikteki cennet nimetlerini ve Allah'ın rızasını kazanmaya yönelir.
*Cehennemde sürekli olarak, büyük bir acı çekileceği, oradan hiçbir şekilde kurtuluşun olmadığı, acıların hiç son bulmayacağı, acıya karşı bir bağışıklık ya da alışkanlık da olmayacağı çok açık bir gerçektir. Bunları vicdanlı ve samimi bir biçimde tefekkür etmek insanın Allah korkusunu artırarak şuurunun açılmasına, gafletten kurtularak Allah'ın rızasını aramasına vesile olur.
*Cennet, geçici olan dünya hayatında yapılan salih amellerin, Allah'tan korkmanın, Allah'ın rızasını kazanmanın karşılığıdır.
*Dünyada eksik olan ve özlemi duyulan bütün hareket ve tavırlar cennette tamdır. Allah'ın emrettiği güzel ahlak orada tam olarak yaşanır. Orada gıybet, iftira, çekiştirme, küfür, yalan, riya, haset, kibir, sadakatsizlik ve kin yoktur. Selam, esenlik ve Allah'ın rızası vardır.
*Gaflet içinde yaşayan, bu durumdan kurtulmak için çaba harcamayan, Kuran'dan ve Allah'ın rızasından habersiz bir şekilde ölen insanlar cehenneme sürüklenirler.
*Sonsuzluk, bir insanın ömrü kadar süre değildir. Birkaç insan nesli kadar bir süre de değildir. Sonsuzluk bin yıl değil, on bin yıl değil, yüz bin yıl değil, milyon veya milyar yıl değil, hatta trilyon yıl da değildir. Sonsuzluk bunların tamamının dışında, hiçbir sona ulaşmayan, asla bitip tükenmeyen bir zamanı ifade eder.
İşte bu gerçeği düşünen insan sonsuz yaşamını cehennemde geçirme tehlikesini asla göze alamaz. Dünyada bir an bile dayanamadığı kadar şiddetli azapları, bitip tükenmesi olmayan zamanlar boyunca hissetmeyi tercih edemez. Dolayısıyla sonsuzluğu düşünmek gafil olan insanı uyandırır, kendine getirir ve Allah'ın razı olacağı işler yapma konusunda harekete geçirir. Sonsuz cehennem hayatından korkan imanlı bir insan, aynı zamanda sonsuz cennet nimetleri içinde yaşama imkanı olduğunu da düşünür ve dünyadaki kısa süren yaşamı bir an bile sonsuz ahiret hayatına tercih etmez.
*İnsan sabah kalktığında aynaya bakarken genelde yüzünün genel görünümü, bakımı veya saçlarının şekli dışında başka bir şeyi aklına getirmez. Zihninde genelde iş, okul ya da gün içinde yapacakları dışında bir düşünce yoktur. Oysa çoğunluğun dikkatinden kaçan gerçek şudur: Yeni başlayan bir günle tüm insanlara Allah'a yönelmeleri ya da O'na olan yakınlıklarını artırmaları için yeni bir fırsat daha verilmiştir. Belki de bu fırsat kişiye tanınmış son bir fırsattır. Kim bilir belki de o gün dünyada geçireceği son gündür. Ne yazık ki, insanların büyük çoğunluğu kendilerine verilen bu fırsatın farkında değildir. Bu nedenle de genelde zihinlerini, Allah'ı değil kendilerini ya da çevrelerindeki insanları hoşnut etmeyi düşünerek ve bunun planlarını yaparak meşgul ederler.
*Suçlu-günahkarları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak: "Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha dünyaya) geri çevir, salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız" (diye yalvaracakları zamanı) bir görsen. (Secde Suresi, 12)
Bu durumun ayetlerde bildirilmesinin bir hikmeti de geri dönüşü olmayan günden önce insanların kaçınılmaz olan bu gerçeği bilmesi, aksine kuruntulara kapılmadan Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaya çalışmalarıdır.
*Böylece İbrahim'e, -kesin bilgiyle inananlardan olması için- göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk. Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: "Bu benim Rabbimdir." Fakat (yıldız) kayboluverince: "Ben kaybolup-gidenleri sevmem" demişti. Ardından Ay'ı, (etrafa aydınlık saçarak) doğar görünce: "Bu benim Rabbim" demiş, fakat o da kayboluverince: "Andolsun" demişti, "Eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum." Sonra Güneşi (etrafa ışıklar saçarak) doğar görünce: "İşte bu benim Rabbim, bu en büyük" demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine demişti ki: "Ey kavmim, doğrusu ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım." (Enam Suresi, 75-78)
Hz. İbrahim örneğinde olduğu gibi Allah'ın varlığı düşünebilen, vicdan sahibi insanlar için apaçıktır. Bu gerçeği bilen insan Allah'ın kendisinden hoşnut olacağı bir yaşam sürmekle yükümlüdür. Allah ayetlerinde 6-7 tane 10 seneden oluşan dünyadaki hayatın, sonsuz bir yaşam olan ahirete göre tercih edilmeyecek bir yer olduğunu haber vermiştir. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
Dünya hayatı yalnızca bir oyun ve bir oyalanmadan başkası değildir. Korkup-sakınmakta olanlar için ahiret yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz? (Enam Suresi, 32)
Allah'ın kendisini kulluk için yarattığının bilincinde olan ve bu nedenle Rabbimizin hoşnut olacağı bir yaşam süren kişi hem dünya hayatında güzel bir hayat yaşar hem de sonsuza kadar sürecek olan ahiretteki yaşamında cenneti umabilir.
*Dinle romantizmin birbirine nasıl karıştırıldığını anlamak için, dinin temeli olan "ihlas" kavramını iyi kavramak gerekir. İhlas, bir işin sadece ve sadece Allah'ın rızasını kazanmak için yapılmasıdır. Bir iş ancak ihlaslı olarak yapılırsa ibadet olur ve Allah katında değer kazanır. Örneğin namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek, Allah yolunda çaba harcamak ve tüm diğer ibadetler, Allah'ın rızasını kazanmak kastıyla yapıldığı takdirde ibadet olur. Allah Kuran'da "işte şu namaz kılanların vay haline, ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar, onlar gösteriş yapmaktadırlar" (Maun Suresi, 4) buyurarak, Allah rızası için yapılmayan ibadetin geçersizliğini bildirmiştir.
Romantizmin dini çarpıtması da bu şekilde olur. Dini, Allah'ın rızasından başka bir amaca yönlendirir: İnsanlara dini, Allah'ın rızası için değil de, kendi duygusal ihtiyaçlarını tatmin etmek için yaşatır.
*Kadın-erkek ilişkilerinde, Allah rızası dışında karşılıklı kurulan bağlılık ve beraberlikler, insanları şirke saptıran en önemli konulardan birisidir. Bunlar evlilik ya da toplumda giderek yaygınlaşan evlilik dışı beraberlikler şeklinde olabilir. 
*Mutlak sevgiye layık olan tek varlık, hepimizin yaratıcısı olan   Allah'tır. Allah bizi var etmiş, sayısız nimetle rızıklandırmış, bize yol göstermiş ve ebedi cenneti vaat etmiştir. Her türlü sıkıntımıza O yardım eder, her samimi çağrımıza icabet eder. Bizi O doyurur, hastalandığımızda bize O şifa verir, kalbimizi O felaha kavuşturur. Dolayısıyla kainatın sırrını kavramış olan insan, herşeyden çok Allah'ı sever. Sonra da Allah'ın sevdiklerini, yani Allah'ın rızasına uyan salih insanları sever.
*Kalbindeki istek, hırs, tutku, nefret veya öfke gibi duygulara esir olmuş yüzmilyonlarca insan, akla aykırı işler yaparlar ve bunu da "ne yapayım, seviyorum işte" veya "ne yapayım, çok istiyorum, içimden geliyor" gibi çaresizlik dolu sözlerle savunurlar. Oysa bir şeyin bir insanın "içinden gelmesi", o şeyin doğru ve meşru olduğu anlamına gelmez. İnsanın nefsi kendisine daima kötülüğü emretmekte, şeytan da onu daha büyük kötülükler için kışkırtmaktadır. "Ne yapayım, içimden geliyor" diyerek Allah'ın rızasına aykırı işler yapan insan, aslında nefsinin ve şeytanın oyuncağı olmuştur. Allah bu insanlardan Kuran'da şöyle söz eder:
Şimdi sen, kendi hevasını ilah edinen ve Allah'ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah'tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp-düşünmüyor musunuz? (Casiye Suresi, 23)
*Şüphesiz akıl, bir insanın sahip olduğu en önemli özelliklerdendir. Akıllı bir kimse kendisine olduğundan çok daha fazla faydayı çevresine sağlar. Çünkü imanın getirdiği ahlakta, Allah'ın rızasını kazanmak dışında hiçbir düşünce, hedef ya da ideal yoktur. Böyle bir kişi Kuran'da tarif edilen mümin özelliklerini eksiksiz olarak yaşar; mazlumların korunup kollanması, yolda kalmışlara, kimsesizlere, yardıma ihtiyacı olanlara sahip çıkılması, adaletin hak olarak işlemesi, kimsenin aç bırakılmaması gibi her konunun sorumluluğunu üzerinde hisseder. Kuran'dan öğrendiği bu incelikleri, vicdani sorumlulukları aklı sayesinde kusursuz bir şekilde gerçekleştirir. Nitekim çözüm getirme, hikmetli konuşma ve yazma, tedbir alma, uygulama, yol gösterme gibi pek çok konuda doğal olarak herkesin gözü akıllı bir kimseyi arar. Çünkü böyle bir kimsenin her tavrından, her konuşmasından, her fikrinden istifade edilir.
*insan, Allah'ın kendisinde yarattığı duyguları yine Allah'ın rızası doğrultusunda yönlendirmelidir. Yani Allah'ın razı olmadığı bir sevgi anlayışını, bir korku ya da öfkeyi kendinde barındırmamalıdır. Aksi takdirde Allah'ın gösterdiği değil, duygularının gösterdiği yolu benimsemiş olur. Bu da başlı başına bir şirktir.
*Şeytani merhamet beraberinde haksızlık ve adaletsizliği de getirir. Akıl sahibi bir mümin her durumda adaletle ve Allah'ın rızasına uygun karar alıp hüküm verirken, duygusal insanlar şeytani merhamet hislerine ve acıma duygularına kapılarak kolayca adaletsiz davranabilir, haksızlık yapabilirler.
*Dinden uzak toplumlarda çoğu zaman doğrular yanlış, yanlışlar ise doğru olarak tanıtılır. Allah'ın hoşnut olmayacağı, hatalı bir tavır takdir ve teşvik görürken, güzel bir tavır ise son derece sıradan karşılanabilir, hatta eleştiri konusu olabilir.
*Şeytani merhamet, kişiyi karşı tarafa fayda değil tam aksine zarar verecek bir merhamet göstermeye yöneltir. Dinden uzak toplumlarda insanlar, karşılarındaki kişinin ahirette zarara uğrayıp uğramayacağını düşünmeden herşeyi yapmalarına göz yumarlar. Örneğin, kötü bir ahlak göstermesine müsaade eder, Allah'ın haram kıldığı bir fiili uygulamasına ses çıkarmaz, hatta bu konuda yardımcı olurlar. Örneğin oruç tutabilecek yaşa gelmiş olan çocuğunun kendince "aç kalmasına dayanamadığı için" oruç tutmasına izin vermeyen bir anne-baba, ya da elinde olduğu halde "uyandırmaya kıyamadığı için" yakınındaki birini sabah namazına kaldırmayan bir kimse gerçekte şeytani bir merhamet anlayışına sahiptir.
Müminlerin bu konuda kendilerine aldıkları ölçü ise, gösterilecek merhametin karşı tarafın ahiretini mutlaka olumlu yönde etkilemesidir. Kimi zaman bir mümine olan sevgileri ve merhametleri, onlar adına birtakım önlemler almayı ya da eleştirilerde bulunmayı gerektirebilir. Karşılarındaki kişinin yaptığı kötü bir tavırda onu eleştirebilir, içinde bulunduğu durumdan caydıracak konuşmalar yapabilir, Kuran'ın bir emri olarak kötülükten men edebilirler. Gerçek merhamet de budur. Çünkü müminler bunları yaparak, karşılarındaki kişinin nefsine ağır gelebilecek bir söz söylemeyi, onun Kuran dışı bir hareketini engellemeyi göze alır, ama o kişinin sonsuz hayatını cehennem gibi geri dönüşü olmayan bir azap içinde geçirmelerini göze almazlar. Bu nedenle de Allah'ın en beğeneceği ve en çok hoşnut olacağı ahlakı yaşaması yönünde teşvik ederek onu cennete hazırlar ve dolayısıyla da olabilecek en üstün merhamet örneğini sergilerler. Unutmamak gerekir ki, asıl merhametsizlik, karşı tarafın ahiretini düşünmeksizin, yaptığı yanlışlara bile bile seyirci kalmaktır.
*Duygusallık kimi insanlarda, içine kapanıklık, insanlarla iletişim kuramama biçiminde kendini gösterir. Bu tür duygusallıkta kişi yalnızca kendi dünyasında, kendi sorunlarıyla ilgilenen, çevresinde olup bitenlere karşı duyarsız ve etkisiz bir yapı sergiler. Kuran'da emredilen güçlü bir kişiliğe sahip olmadığından dış dünyanın olaylarıyla başa çıkacak dirayeti ve gücü gösteremez, karşısına çıkan sorunların üstesinden gelmeyi göze alamaz, sürekli aciz, çaresiz ve başarısız bir yapı gösterir. Tevekkülü,    Allah'a dayanıp güvenmeyi, Allah'a yönelip O'ndan yardım istemeyi  düşünmediği için, kendini tüm dünyaya karşı tek başına ve savunmasız hisseder. Bu yüzden kendi içinde yarattığı hayal dünyasının dışına çıkmaktan korkar.
Duygusallığın sebep olduğu bu melankoli hali bu tip kişileri bunalıma kadar sürükler. Kendini insanlardan tecrit etme, stresli olma, moral bozukluğu, sinir krizleri geçirme, yas tutma, efkarlanma, bunalıma girme, intihar düşünceleri gibi, duygusal insanlar tarafından doğal karşılanan tavırların özel anlamları vardır. Örneğin arkadaşının yaptığı bir espriden alınan bir genç kız bütün geceyi ağlayarak geçirmeyi, bütün akşam arkadaşının bu sözü söylemesinin nedeni üzerine düşünmeyi makul görebilir. Bir başkası içinse saçının beyazlaması, değişmeyecek fiziksel bir kusurunun olması bunalıma girmesi için yeterli olabilir. Gözü neden renkli değil, boyu neden biraz daha uzun değil gibi onlarca, yüzlerce konu zihnini meşgul ederek, soruna dönüşür. Tüm bunlar için de canı sıkılır, üzüntü duyar.
Bu tür kişilerde karanlıkta oturarak "düşünme" adı altında vesvese yapma, hüzünlü şiirler yazma, saatlerce duvara bakarak hayal kurma, yağmurda yürüme, derin derin iç çekme, uzaklara dalma, omuza yaslanıp ağlama, gözleri dolarak sesi titreyerek konuşma gibi tavırlar sık sık görülür. Bazıları "efkar dağıtma" adı altında aşırı derecede içki ve sigara içer. Neticede bunların hepsi karanlık bir dünyaya ait iç sıkıntısına, huzursuzluğa ve ruhen-bedenen sağlıksız bir hayat sürmelerine sebep olur. Hepsinden önemlisi de Allah'ın beğenmediği bir ahlakı yaşamış, O'nun hoşnut olmadığı bir hayatı benimsemiş olurlar.
*İman sahibi şuurlu bir kişi, bütün kalbiyle sevmesi, yakınlaşması, bağlanması gereken varlığın Allah olduğunu bilir. Çünkü kendisini yoktan var etmiş, bedenini, aklını, şuurunu, imanını ve sahip olduğu bütün herşeyi kendisine O vermiştir. Bütün ihtiyaçlarını karşılamış ve karşılamaktadır. Kendisi için bu dünyada sayısız nimetler yaratmıştır. Dahası, kendisine iman ettiği ve itaat ettiği takdirde onu hem dünyada hem de ahirette çok büyük ve sonsuz bir nimetle, kendinden bir sevgi ve hoşnutlukla müjdelemektedir. Bütün bunları da yalnızca kendisinden bir rahmet ve lütuf olarak karşılıksız bir şekilde vermektedir. O halde gerçek anlamda, herkesten çok sevilmeye, bağlanılmaya layık olan yalnızca Allah'tır. Nitekim Allah, müminleri "Ve yalnızca Rabbine rağbet et" ayetiyle bu konuda uyarmaktadır. (İnşirah Suresi, 8)
*Akıl sahibi kişiler olarak hayatlarını tevazu üzerine kuran peygamberler ve müminler, bizlere en güzel örnekleri oluşturmaktadırlar. Örneğin Hz. Süleyman çok zengin ve güçlüydü ama bunu sadece Allah rızası için kullanmıştı. Aynı şekilde Zülkarneyn de kavimler üzerindeki hakimiyetini Allah’ın dinine hizmet etmek için bir araç olarak görmüştü. Hz. Davud ise bulunduğu makamda Allah’ın rızasına uygun davranmaya ve adaletli olmaya çok titizlik göstermişti.
Bu üstün insanların yanı sıra Peygamberimizin yanında bulunan sahabelerin hayatları da müslümanlar için iyi bir model teşkil eder. Birçoğu kavmin önde gelen elit tabakasına mensup ailelerin bireyleri oldukları halde, Allah’ın diniyle makam, mal, çevre arasında bir seçim yapma durumunda kaldıklarında, hepsi hiç düşünmeden Allah’ı ve Resulünü seçmişlerdi. Çünkü onlar dünya hayatının önemli olmadığını, asıl olanın ahiret hayatı olduğunu biliyorlardı. Allah’ı hoşnut ve razı etmek kasdıyla Peygamberin safında yer aldılar, gerektiğinde hicret ettiler, mallarını-servetlerini geride bıraktılar, mevkilerini-itibarlarını önemsemediler, bütün hayatlarını dine hizmet etmeye adadılar.
Allah’ın hoşnut olduğu model bellidir. Birtakım özelliklere sahip olan kişiler (mal, para, güzellik, zeka, itibar, gençlik v.b.) bilmelidirler ki, bunların hepsi Allah tarafından onlara verilmiştir ve kendileri böylece denenmektedirler. Ahirette de hepsinden tek tek hesaba çekileceklerdir. Bunu kavrayamayıp Allah’a karşı büyüklenen kişilerin ruh hallerinden bahseden bir ayet şöyledir:
O, hiç kimsenin kendisine asla güç yetiremeyeceğini mi sanıyor? O: 'Yığınla mal tüketip-yok ettim’ diyor. Kendisini hiç kimsenin görmediğini mi sanıyor? (Beled Suresi, 5-7)
*İnkarcılar Allah’ın kendilerine verdiği imkan ve nimetlerle şımarıp azarken, müminler şımarıklığın ve kibirin Allah katında sevilmeyen bir hareket olduğunu bilirler. Alçakgönüllü ve teslimiyetli davranarak Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya çalışırlar. Allah rızası için gösterdikleri bu ahlakı hayatlarının her anında ve herkese karşı uygularlar. Müminler nefislerine ters gelen bir olayda veya sıkıştıkları bir anda da çevrelerindeki insanlara tevazulu davranır ve güzel ahlak gösterirler. Çünkü onlar için en önemli şey Allah’ın razı olmasıdır. Allah’ın her an herşeyi gördüğünü bildiklerinden bu konuya çok titizdirler.
*Müminler Allah’a karşı acizliklerini ve dünyada onlara verilen eksiklikleri kabul ettiklerinden hata yapmaktan korkmazlar. Bir büyüklük iddiası ile ortaya çıkmadıkları için eksiklikleri, yanlışları olması onları etkilemez. Çünkü insanlara karşı "prestijlerini koruma" derdinde değildirler; tek amaçları Allah’a kul olmak, O’nu razı etmektir.
*hedefi Allah’ın rızası olan bir dini, Allah’ın razı olmadığı enaniyetten taviz vermeden yaşamaya çalışmak, anlamsız ve kendi içinde çelişkili bir davranış olacaktır.
Din tevazu, teslimiyet, alçakgönüllülük, Allah’a karşı boyun eğicilik gerektirir. Enaniyetli bir kişide ise bu tür mümin özellikleri barınamaz. Bu yüzden böyle bir kişi gerçek anlamda iman edemez.
*itaat konusu, enaniyetli insanların dine girebilmelerine kesinlikle geçit vermeyen bir kale gibidir. Bu kalenin kapıları ancak tevazu, teslimiyet ve alçakgönüllülükle açılır.
Bütün bunların yanı sıra enaniyet, bir kişinin bütün ahlaki vasıflarının körelmesine, kalbinin katılaşmasına yol açan bir hastalıktır. Yani enaniyet bizzat dinde istenmeyen bir özellik olduğu gibi enaniyetin doğurduğu diğer olumsuz karakter özellikleri de dinin öngördüğü üstün ahlak modeliyle bütünüyle tezat teşkil eder. Örneğin mümin, cömertlik, fedakarlık, sabır, anlayış, şefkat, merhamet, kararlılık, vefa, hoşgörü, ve bunlara benzer pek çok üstün ahlaki özelliğe sahiptir. Oysa enaniyetli bir kimsede bu mümin özelliklerinin gerçek manada bulunması mümkün değildir. Bunların aksine enaniyetli kişi, cimri, sadece nefsinin çıkarlarını düşünen, sabırsız, kararsız, anlayışsız, zalim ve benzeri özelliklerin toplandığı bir karakter yapısı sergiler. Böyle bir yapıyla da dini yaşamak ve onun hükümlerini gereği gibi yerine getirebilmek mümkün değildir. Zaten dinin en önemli amacı insanın, Allah’ın razı olduğu, beğendiği bu üstün ahlaki vasıfları kazanmasıdır.

ÖNEMLİ BİLGİLER

Tarih: 3/10/2006 17:15 - yok Yorum - Yorum yaz - Bağlantı

*"Gerçekten Allah'a ve Resûlü’ne karşı (onların koydukları sınırları tanımayıp kendileri sınır koymaya kalkışmakla) başkaldıranlar, kendilerinden öncekilerin alçaltılması gibi alçaltılmışlardır. Oysa biz apaçık ayetler indirdik. Kafirler için küçültücü bir azap vardır.
Allah, hepsini dirilteceği gün, onlara neler yaptıklarını haber verecektir. Allah, onları (yaptıklarıyla bir bir) saymıştır; onlar ise onu unutmuşlardır. Allah, her şeye şahid olandır." (Mücadele, 5-6)
Buna karşılık Resul'e tabi olan müminler ise dünyada zafer ve hakimiyetle, ahirette Cennetle ve hepsinden en önemlisi, Allah'ın rızasıyla ödüllendirilirler.
*insan Allah'ın kendisini yaratmış olduğunu unutmaya son derece eğilimlidir. Allah'ı unuttuğu anda ise, kendi bencil hırs ve tutkuları (nefsi) devreye girerek ona yeni ilahlar gösterecektir. Artık kendisini yaratan ve "düzgün bir adam kılan" (Kehf,37) Allah'a değil, başka varlıklara kulluk etmeye; onları hoşnut etmeye, onlardan medet ummaya, onları sevip onlardan korkmaya başlar.
*İnsan kendi içindeki sesleri birbirine karıştırmaktan, hangisinin doğruyu, hangisini yanlışı söylediğini anlayamamaktan endişe edebilir. Ama bilmek gerekir ki, vicdan doğruyu gördüğünde bir an dahi tereddüt etmez, hiçbir zaman insanı kararsızlık içinde bırakmaz ve doğruyu anında söyler. Ancak vicdanın bu sesinin hemen sonrasında nefis devreye girer ve vicdanın söylediğini kişiye yaptırmamak için binbir türlü bahaneler uydurur. Yani bir insanın karşılaştığı bir olay karşısında duyduğu ilk ses vicdanının sesidir. Arkasından gelen tüm mazeretler, olumsuzluklar ise nefis kaynaklıdır. Siz duyduğunuz anda, Allah rızası için en güzele çağıran o ilk sesin vicdanınıza ait olduğunu anlamazlıktan gelmeyin.
*Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene', Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). (Şems Suresi, 7-8)
Ayette de bildirildiği gibi nefis insanı en küçüğünden en büyüğüne kadar yaşadığı her olayda Allah'ın sınırlarını aşmaya, isyana ve kötülüğe çağırır. İnsanın kendi istek ve tutkularını ön plana çıkartarak Allah'ın rızasını göz ardı etmesini ister.
*Şu anda ölmeyeceğinizin garantisini size ne kendinizin, ne başkasının veremeyeceğini bilen biri olarak hayatınızı bu keskin gerçeği unutmadan düzenleyin ve Allah’ın razı olacağı bir insan olmaya çalışın. Pişmanlığın ve tevbenin fayda etmediği o gün gelmeden evvel...
*Kuran’a tabi olan insanlar Allah’ı olabilecek en fazla şekilde razı etmeye ve O'nun hoşnutluğunu kazanmaya çalışırlar. Bunun için Kuran'ın gösterdiği şekilde sürekli bir tavır mükemmelliği içinde, hayır, güzellik peşinde olurlar. Hiçbir karşılık ve takdir beklemeksizin fedakarlıkta bulunur, Allah'ın emrine uygun olarak kötülüğü iyilikle uzaklaştırırlar. Her kararları, konuşmaları, tavırları, tepkileri Allah korkusuna dayalı olduğundan yaşamlarının her anında olabilecek en güzel ahlakı sergilerler.
*İnsan Allah'ın Zatı'nı göremez, ama O'nun varlığını ve kudretini çevresinde var olan sayısız delilden anlayabilir. Ve O'nun insanlardan isteklerini, emirlerini, hoşnutluğunu kazanmanın yollarını, samimiyeti oranında idrak edebilir.
*Dönüp arkanıza baktığınızda, zamanın müthiş bir süratle geçişinden dolayı hiçbir şeyden tam tatmin olamadığınızı görürsünüz. Belki belli bir zamana kadar bu gerçeği fark edememiş de olabilirsiniz. Ama bu keskin gerçeği anlamaya başlayan bir insan artık herşeyi daha akılcı düşünmeli, kendisini ve herşeyi yaratan Allah’ın insanlardan istediklerini öğrenmeli, hayatını da buna göre düzenlemelidir. En başta dünyada kendisine herşeyi veren, ahirette ise sonsuza kadar verecek olan Rabbini hoşnut etmeye çalışmalıdır. Çünkü bu gerçeği anlamazlıktan gelip kısacık dünya hayatlarını sorumsuzca tüketen inkarcılar, ahirette şiddetli bir şaşkınlık yaşayacaklardır. Diriltilip Allah’ın huzuruna getirildiklerinde dünyada çok kısa bir süre kaldıklarını anlayacaklardır.
*Allah, seçip beğendiği dininin hükümlerini, sınırlarını Kuran’da tüm insanlara bildirmiştir. İnsanlar ancak Allah’ın emrettiği bu hükümleri eksiksiz olarak uygulamak suretiyle kurtuluş bulabilirler. Ahirette, bu sınırları büyük bir şevkle uygulayan, tüm hayatı boyunca kendisini yaratan Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya çalışmış bir kişi ile bu sınırları gözardı edip, kendi zevkleri uğruna dünya hayatını tüketmiş bir kişinin görecekleri karşılığın aynı olmayacağı APAÇIK ortadadır.
Allah Kuran’da nasıl bir kuldan hoşnut olacağını çok ayrıntılı ve açık bir şekilde anlatmıştır. Dolayısıyla insanın en büyük sorumluluğu Allah’ın kitabında anlatılanları uygulamaktır.
*Allah'ın hoşnut olacağı bir ahlakın en önemli göstergelerinden biri, insanın Allah'a karşı olan samimiyeti ve dürüstlüğüdür. İnsan hiç kimseye karşı değil, yalnızca Allah’a karşı sorumludur ve ahirette kendisini hesaba çekecek olan da Allah’tır. Öyleyse dünyevi birtakım çıkarlar uğruna, Allah’ı unutup da insanların rızası için birtakım yalanlara, samimiyetsiz tavırlara başvurmak son derece anlamsızdır.
*Allah’ın varlığına inanan bir insan tüm yaşamı boyunca, O’nun kendisine gösterdiği yolda ilerler. O'nun emirlerine, hükümlerine büyük bir hassasiyet gösterir, ömrünü Rabbinin hoşnutluğunu kazanmak için geçirir. Bunun için de Allah’ın insanlar için seçip beğendiği din olan İslam’a göre yaşar ve Kuran’ı kendisine rehber edinir. Yüksek vicdanları sayesinde Allah’ın kendilerinden istediği ve birçok ayetinde örneklerini bildirdiği güzel ahlakı tüm yaşamlarına yansıtırlar. Asla Rableri’nin hükümlerinin dışına çıkmaz, yasaklarını göz ardı etmezler. Bu, Allah'ın kendilerini yarattığı gibi, ölümü, hayatı ve ahireti de yarattığını bilerek O'ndan korkup sakınan insanlarda var olan bir ahlaktır.
*Yalnız Allah'tan korkmanız ve yalnız O'nun rızasını aramanız gerektiğini unutmayın. Yaşantınızda önemli olduğunu düşündüğünüz veya güç sahibi gibi gördüğünüz, bu nedenle kendi kendinize gözünüzde büyüttüğünüz hiçbir insanın, gerçekte kendisine ait en ufak bir gücü yoktur. Böyleyken bir insandan, Allah'tan korkar gibi korkmak, çekinmek veya Allah'ı sever gibi sevmek Kuran'a göre "o kişiyi Allah'a eş ve ortak" tutmaktır ki, Kuran'da Allah bunun büyük bir günah olan şirk olduğunu bildirmiştir:
İnsanlar içinde, Allah'ta başkasını 'eş ve ortak' tutanlar vardır ki, onlar(bunları), Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah'ın olduğunu ve Allah'ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi. (Bakara Suresi, 165)
Yukarıdaki ayette de haber verildiği gibi inananlar ise Allah'ın rızasını herşeyden üstün tutarlar. Bu öylesine önemli bir konudur ki, eğer insanın yaşantısı bu temel üzerine olursa, kişi her an Allah'tan başka korkacak, sakınacak, muhtaç olunacak, boyun eğilecek bir varlık olmadığının bilinciyle hareket eder. Bu bilinçle gerçek anlamda bir hürriyete sahip olurken, aynı zamanda sonsuz güç sahibi bir Veli edinmiş, mağlup edilemez bir kişi olur. Bu şekilde var olan herşeyin tüm ihtiyaçlarını gideren, iç huzuru ve sükunet veren, sıkıntı ve ihtiyaç içinde olana yardım eden, herkesin yaptıklarının karşılığını eksiksiz olarak veren ve koruyan Allah'ın rızasını kazanmayı umar. Kuran'da Allah rızasının önemine şöyle bir örnek verilerek dikkat çekilmektedir:
Binasının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden bir topluluğa hidayet vermez. (Tevbe Suresi,109)
İnsanların çoğunun içine düştüğü en büyük yanılgılardan biri budur: Tüm hayatını insanları razı etmek üzerine kurmak. Oysa kendini yaratanı ve yaşatanı unutup da insanları razı etmek için harcanan her saniye, yapılan her iş, sonunda o kişiye azap olarak döner. Allah bu konuyla ilgili olarak Kuran'da, düşünebilenler için çok hikmetli bir örnek vermiştir. Ayette şöyle buyrulmaktadır:
Allah (ortak koşanlar için) bir örnek verdi: Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sahipleri de çok ortaklı olan bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu?... (Zümer Suresi, 29)
Allah, Kendi istediği şekilde yaşayan kullarını hem dünyada hem de ahirette olabilecek en güzel hayatla yaşatır. Ama Allah'ın rızasına uymaktan uzaklaşıp, kendisi gibi aciz birer kul olan insanlardan veya başka varlıklardan medet umanlar daima büyük bir çıkmaz ve zulüm içerisindedirler. Allah bunu bir ayetinde şöyle bildirmiştir:
Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez. Ancak insanlar kendi nefislerine zulmediyorlar. (Yunus Suresi, 44)
Dahası Allah ile birlikte başka ilahlar edinenler ayette bildirildiği üzere, kınanmış olarak kendi başına, yapayalnız ve yardımcısız bırakılırlar.
Allah ile beraber başka ilahlar edinme, yoksa kınanmış ve kendi başına (yapayalnız ve yardımcısız) bırakılmış olursun. (İsra Suresi, 22)
*Ölüm, hayatını Allah'ın rızasına uygun olarak değerlendirenler için mutluluk ve kurtuluşa açılır. Allah'tan yüz çevirmiş olanlar içinse, kesin bir yıkım ve felaketin başlangıcıdır.
*Gerçek şu ki, kıyamet saati yaklaşarak gelmektedir, onda şüphe yoktur. Gerçekten Allah kabirlerde olanları diriltecektir. (Hac Suresi, 7)
Şu an durup kolunuzdaki saate bir bakın, geçen her saniye sizi Allah'ın huzuruna çıkıp hesap vereceğiniz o güne daha da yaklaştırıyor. Üstelik size dünyada kalmanız için ne kadar süre verildiğini de bilmiyorsunuz. Fakat sizin için belirlenen o vakit muhakkak gelecek ve büyük ihtimalle sizin hiç beklemediğiniz bir anda melekler canınızı alacak, sonrasında ise kıyamet günü ile karşılaşacaksınız. Bir anda dünyaya dair tüm işleriniz anlamını tamamen yitirecek, önemli olanın sadece takva ve Allah'ın rızasını kazanmak olduğunu kesin olarak göreceksiniz.
*Allah cennetini özletmek ve insanların Allah'ın rızasına göre yaşamasını sağlamak için dünyayı eksikliklerle dolu yaratmıştır. Cennete göre nimetleri az olan bu dünyanın en önemli eksikliklerinden biri de, herşeyin bir sonunun olmasıdır. Ayrıca inkarcılara Allah'ın verdiği bir bela daha vardır ki, dünyaya bağlanıp ahireti unutmaları dolayısıyla, buradaki en güzel şeylerden dahi bir süre sonra artık bıkarak zevk alamaz hale gelirler. Oysaki cennet, güzelliklerle dolu olan, bıkmadan ve yorulmadan tüm bu nimetlerin her birinden en fazla lezzetin alınacağı bir mekandır. Müminlere aynı dünyada olduğu gibi, cennette de bir bıkkınlık dokunmayacak ve üstelik hiçbir yorgunluk da kesinlikle hissetmeyeceklerdir. (Fatır Suresi, 35)
Ancak unutmayın ki, cennetteki bütün nimetlerin de üstünde, en büyük güzellik, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmış olmaktır. Allah'ın hoşnutluğunu kazanmış olmak, hiçbir maddi güzellikle kıyaslanamayacak bir mutluluk ve huzurdur müminler için... Kuran'da da bildirildiği gibi "... Allah'tan olan hoşnutluk ise en büyüktür…" (Tevbe Suresi, 72)
Cennetteki tüm mükafatlar, Allah'ın hoşnutluğu neticesinde verildikleri için çok değerlidirler. Allah, cennete layık gördüğü kişinin yaşamı boyunca yaptığı işlerden hoşnut olmuş, hatalarını bağışlamış ve kendisini sonsuz olan asıl yaşamında, hoşnut olacağı en güzel mekana koymuştur. Allah iman edenleri Kuran'da şöyle müjdelemektedir:
Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık kullarımın arasına gir. Cennetime gir. (Fecr Suresi, 27-30)
İşte Allah'ı hoşnut edenlere vaad edilen cennet budur. Bu güzel sonuca yani cennete yalnızca dünyanın imtihan yeri olarak yaratıldığını bilen, Allah'ın uyarılarını dinleyen, vicdanına uyan, yalnız Allah'ın rızasına göre hareket edenlerin ulaşacaklarını asla unutmayın.
*Kuran, insanların Allah'ı tanımaları, O'nun bir tek ilah olduğunu bilmeleri, Rabbimize nasıl kulluk edeceklerini öğrenmeleri ve akıl sahiplerinin iyice öğüt alıp düşünmeleri için Allah katından gönderilmiş bir kitaptır. Yol göstericimiz olan Kuran'da Allah bize ihtiyaç duyacağımız herşeyi açıklamakta, Kendisinin razı olacağı yolları göstermekte ve Kendisine kulluk etmenin güzel sonucunu müjdelemektedir:
... Biz Kitab'ı sana herşeyin açıklayıcısı, Müslümanlara bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik. (Nahl Suresi, 89)
*O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. (Mülk Suresi, 2)
Yukarıdaki ayette de görüldüğü gibi Allah insanları denemek için yaşamı yaratmış ve insanları dünyaya geçici olarak yerleştirmiştir. Burada karşımıza çıkan olaylarla bizi denemekte; inkarcıların ortaya çıkması, inananların kötülüklerden arınması ve cennet ahlakına ulaşması için hayatı devam ettirmektedir. Yani dünya sadece Allah'ın hoşnutluğunu kazanabilmeniz için bir sınanma, bir eğitim yeridir.
Allah, insanlara korumaları gereken sınırları, hoşnut olacağı davranışları ve Kendisini razı etmeyecek herşeyi açıkça bildirmiştir. Buna göre, insan dünyada gösterdiği tavırlarla ebedi hayatında ceza görecek veya mükafata kavuşacaktır. Bu durumda yaşadığımız her saniye, bizleri ya cennete veya cehenneme yaklaştırmaktadır. Öyleyse siz de şu an denenmekte olduğunuzu, bu denemenin sonucunun sonsuz yaşamınızı belirleyeceğini ve bu sonucun çok yakın olduğunu sakın unutmayın. Allah bu gerçeği kullarına pek çok ayette hatırlatır ve o güne karşı onları şöyle uyarır:
Ey iman edenler, Allah'tan korkun. Herkes yarın için neyi takdim ettiğine baksın. Allah'tan korkun. Hiç şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. (Haşr Suresi, 18)
*İnsan bedeninin ölümden sonra girdiği hal kuşkusuz ibret vericidir. Böyle bir görüntüyle birkaç dakika hatta saniyeler süresince muhatap olmak bile bir insan için dayanılmazdır. Peki yaşamı süresince son derece düzgün görünümü olan insan bedeninin, ölümün ardından neden bu hale geldiğini hiç düşünmüş müydünüz? Elbette bu, üzerinde düşünmeniz gereken bir konudur. Çünkü kendi bedeninizin de, değer verdiğiniz tüm insanların bedeninin de bir gün çürüyüp kokuşacağı gerçeği sizi dünyaya bağlanmaktan, ahireti unutmaktan kesin bir suretle alıkoyacaktır.
Tüm bu gerçeklere rağmen insanların çoğu dünyayla ilgili her konuda kendi çıkar ve menfaatlerini en ince ayrıntılarıyla hesaplarken, kendileriyle ilgili en büyük hakikat olan ölümü hesaba katmazlar. Ama bu büyük bir yanılgıdır; bu yanılgı sebebiyle ölümden sonrası için hazırlık yapmamaları onlar için sonsuz bir azaba neden olur. O halde insanın yapması gereken, öleceğini asla aklından çıkarmamak ve dünyada Allah'ı razı edecek işler yapmaktır.
*Ben görmekte olan biriyken, beni niye kör olarak haşrettin Rabbim?" diye sormalarına karşılık; (Allah da) Der ki: "İşte böyle, sana ayetlerimiz gelmişti, fakat sen onları unuttun, bugün de sen işte böyle unutulmaktasın. (Taha Suresi, 125-126)
İşte siz de hesap günü bu duruma düşmek istemiyorsanız yaşamınız boyunca Allah'ı razı etmeniz gerektiğini unutmayın.
*Yanlış yapılan şey ne olursa olsun dürüstlükten ödün vermemeyi sağlayacak olanın; Allah'tan başka kimseden korkmamak olduğunu sakın unutmayın. Şeytan, daha çok insanlar arasında küçük düşme, adaletsizliğe uğrama, zarar görme gibi düşüncelerle insanları samimiyetsizliğe sürükler. Oysa bu bir kuruntudur. Çünkü en önemli olan Allah'ın razı olması ve affetmesidir ki dünyada da, ahirette de ceza ve mükafat yalnızca Allah'tandır.
*insanın gerçek bir samimiyetle bağlanması gereken yalnızca Allah'tır. Bir insan cahil olabilir, Allah'ı razı etmek için yapması gereken bazı şeyleri bilmiyor da olabilir. Ama Allah samimi olarak Kendisine yönelmek isteyen kullarına mutlaka doğruyu gösterecek, onları hidayete ulaştıracaktır. Önemli olan; kişinin samimi bir kalple Rabbimize bağlanmasıdır.   Allah Kendisine teslim olanların, asla zarara uğramayacaklarını şöyle bir örnekle müjdelemiştir:
Kim ihsanda bulunan (biri) olarak yüzünü (kendini) Allah'a teslim ederse, artık gerçekten o kopmayan bir kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin sonu Allah'a varır. (Lokman Suresi, 22)
*Bir insan şu dakikaya kadar dinsiz olarak yaşamış olabilir, tüm ömrünü Allah'ın razı olmayacağı bir şekilde geçirmiş de olabilir. Ama bir anda samimi ve kesin olarak aldığı bir kararla tevbe etmesi karşılığında, Allah'ın bağışlamasını ve tevbesini kabul etmesini umabilir. Unutmayın Allah'a karşı işlenen suçlardan samimi bir tevbe ile kurtulmak bir anlık karara bağlıdır ve tek kurtuluş yoludur. Fakat önemli olan Allah'a verilen sözün tutulması ve Allah'ın tavsiye ettiği samimiyeti yakalayabilmektir.
*Allah hoşnut olacağı ahlakı Kuran'da tarif etmiştir. Dolayısıyla her insan Kuran'ı yaşamakla yani hükümlerini uygulamakla yükümlüdür. İnsanlar, dünya hayatında yaptıklarının hesabını verecekleri gün, Kuran'dan sorulacaklardır. Bu nedenle tüm davranışlarınızın, düşünce yapınızın, aldığınız kararların kısacası yaşam şeklinizin toplumun çoğunluğuna değil, sadece Kuran'a uygun olması gerektiğini unutmayın. Kuran'a göre yaşamak insanı kurtuluşa götürecek yegane yoldur.
*halk arasında özellikle kader ile ilgili olarak pek çok yanlış kanaat vardır. Cahil bakış açılarından dolayı bu konuda herkes düşünmeden konuşabilmektedir. Üstelik bunun Allah'ın hoşnut olmayacağı bir tavır olduğunu da göz ardı ederek… Şarkılarda, şiirlerde, günlük konuşmalarda farkında olarak ya da olmayarak kadere isyan manasına gelecek ifadeler kullanılabilmektedir. Bozuk mantık örgüsünden kaynaklanan "kaderini yenmek", "kaderini değiştirmek" gibi birtakım yanlış ifadeler de toplumda oldukça yaygındır. Bu mantığa sahip olan kişiler bazı beklenti ve tahminlerine "kader" adını koyup, bunların gerçekleşmediğini görünce de kaderin belirlendiği gibi gitmediğini, değiştiğini zannederler. Bu tür tutarsız mantıklar kaderin anlamının tam olarak kavranamamış olmasından kaynaklanır.
*Unutmayın ki şeytan, kendisi gibi sizin de Allah'a karşı küstah, saygısız, itaatsiz ve kibirli olmanızı ister. Kötü ahlak göstermenizi, Allah'ın hoşnut olmayacağı her türlü tavrı uygulamanızı ve Allah'a karşı birtakım zanlarda bulunmanızı emreder; O'nun gücünü ve büyüklüğünü gereği gibi takdir etmenizi engellemeye çalışır. Allah Kuran'da bu tehlikeye özellikle dikkat çekmiştir:
Ey insanlar, yeryüzünde olan şeyleri helal ve temiz olarak yiyin ve Şeytan'ın adımlarını izlemeyin. Gerçekte o, sizin için apaçık bir düşmandır. O, size yalnızca, kötülüğü, çirkin-hayasızlığı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder. (Bakara Suresi, 168-169)
*"... Siz dünyanın geçici yararını istiyorsunuz. Oysa Allah (size) ahireti istemektedir..." (Enfal Suresi, 67) ayetinde de belirtildiği gibi Allah kullarının ahirette en güzel makama ulaşmaları için dünyanın eksikliklerle dolu olduğunu sürekli hatırlatır.
Siz de bu hatırlatmaları sakın göz ardı etmeyin ve sonsuz mutluluk için dünyada Allah'ı hoşnut etmeniz gerektiğini unutmayın.
*İnsan unutkandır ama Allah asla unutmaz ve yanılmaz, bu nedenle dünyada işlenen kötülüklerden, sahipleri hiçbir şekilde kaçamayacaklardır. Bir kişi bundan 10 sene önce Allah'ın hoşnut olmayacağı bir sözü söylediğini veya aklından isyankar bir düşünce geçirdiğini hatırlamayabilir ama hesap günü Allah o sözü de, düşünceyi de an an karşısına getirecektir:
De ki: "Sinelerinizde olanı -gizleseniz de, açığa vursanız da- Allah bilir. Ve göklerde olanı da, yerde olanı da bilir. Allah, herşeye güç yetirendir." Her bir nefsin hayırdan yaptıklarını hazır bulduğu ve her ne kötülük işlediyse onunla kendisi arasında uzak bir mesafe olmasını istediği o günü (düşünün). Allah, sizi kendisinden sakındırır. Allah, kullarına karşı şefkatli olandır. (Al-i İmran Suresi, 29-30)
Allah, hepsini dirilteceği gün, onlara neler yaptıklarını haber verecektir. Allah, onları (yaptıklarıyla bir bir) saymıştır; onlar ise O'nu unutmuşlardır. Allah, herşeye şahid olandır. (Mücadele Suresi, 6)
*Yüzlerinin ateşte evrilip çevrileceği gün, derler ki: "Eyvahlar bize, keşke Allah'a itaat etseydik ve Resûl'e itaat etseydik." (Ahzap Suresi, 66)
Ateş, onların yüzlerini yalayarak yakar da onun içinde onlar, (etleri sıyrılmış olarak sırıtan) dişleriyle kalıverirler. (Müminun Suresi, 104)
Cehennemde yüzünüzün ateşte evrilip çevrilmesini istemiyorsanız sakın dünyada bulunuş amacınızı ve Allah'ın hoşnutluğunu kazanmadığınız takdirde mutlaka cehennemle yüzyüze geleceğinizi unutmayın.
*Din Allah korkusu temeli üzerine kurulmuştur. Ancak Allah'tan gereği gibi korkanlar dinde samimi olabilirler. Çünkü Kuran'a baktığımızda samimiyetin, Allah'tan içi titreyerek korku duyan, sadece Allah'ın hoşnut olacağı tavra yönelen kişinin tutumu olduğunu anlarız.
*Allah kullarına, elçileri ve onlara gönderdiği kitaplar vasıtasıyla emirlerini bildirmiş, hoşnut olacağı tavırları hatırlatmıştır.
*insanlarin zorunlu olarak Müslüman ya da Hiristiyan yapildigi bir ülkeyi düsünelim. Dahasi bu dinlere inanan kisilerin, dinlerin kurallarina göre yasamalari için de zorlandiklarini farz edelim. Diyelim ki söz konusu devlet modeli, toplumdaki insanlari namaz kilmalari ya da kiliseye gitmeleri için devletin kolluk kuvvetleriyle zorlasin. Ya da biraz daha 'ilimli' bir yöntem benimseyip, namaz kilanlara ya da kiliseye gidenlere ödül versin. Böyle bir devlet laiklige tamamen aykiri bir devlet olacaktir. Dahasi, bir o kadar da Islam'a ve Kuran ahlakina aykiri olacaktir.
Bunun nedeni, zorla ya da menfaat karsiligi elde edilen bir dini inancin ya da ibadetin, Islam'a göre hiçbir degerinin olmayisidir. Çünkü inanç ve ibadet, Allah'a yönelik ve Allah rizasi için oldugunda bir deger tasir.
*Ölüm vaktinin bilinmemesi insanın dünyadaki imtihanının bir sırrıdır. Bunun bilincinde olan mümin her an ölecekmiş gibi ahiret yurdu için hazırlık yapar. Allah'ın tüm emir ve yasaklarını samimi bir şekilde hayatının her anında yerine getirir.
İman etmeyen bir insan ise, Allah rızasının değil, nefsinin istekleri doğrultusunda yaşar.
*insan dünyada sergilediği hal, tavır ve ahlakıyla Allah'ın rızasını kazanırsa, Allah onu dünyada ve ahirette koruyup gözetecektir. Ama dünyadayken bu fırsatı kaçırırsa, daha ölüm melekleri yanına geldiği anda artık hiçbir zaman telafi edemeyeceği bu korkunç hatasının farkına varacak ve sonsuza kadar sürecek bir pişmanlık içinde yaşayacaktır.
*gerçek pişmanlık, insanları hemen harekete geçiren, hatta onları değiştiren, hatalarını düzeltmeye yönlendiren böyle bir pişmanlıktır. Böylesine samimi bir pişmanlıkta insanlar, hayatlarının geri kalan bölümünü Allah'ın rızasına uygun olarak yaşayacak ve Allah'ı bağışlayan ve esirgeyen olarak bulmayı umacaklardır.
*Bilinmelidir ki Allah sonsuz adalet sahibidir. Yapılan hiçbir hatayı karşılıksız bırakmaz, ancak Kendi rızası için yapılan güzelliklerin de kat kat karşılığını verir. Samimi bir pişmanlık duyarak Kendisi'ne yönelen bir kimseyi mutlaka kurtuluşa erdireceğini ve onu rahmeti ve cennetiyle mükafatlandıracağını müjdeler. Bu durumda insanın kendine şu soruyu sorması gerekir: Dünyada yaşanan geçici bir pişmanlığın dahi ne kadar büyük bir sıkıntı olduğunu biliyorken, sonsuza dek sürecek bir pişmanlığı göze almak doğru olur mu? Üstelik azabın bir an olsun hafifletilmeyeceği cehennem hayatında yaşanacak bir pişmanlığı...
Elbette hiç kimse böyle bir pişmanlığı göze alamaz. Bu durumda insanın yapması gereken bellidir. Dünyada bu fırsatı değerlendirme imkanı her insan için halen mevcuttur. Dahası bu fırsatı kullanabilen bir insan sadece cehennem azabından kurtulmakla kalmayacak, hem dünyadaki hem de cennetteki tüm nimetlerin varisi olacaktır.
İşte bu nimetlere kavuşmak ve cehennem halkının pişmanlığından uzak kalmak isteyen her insan, hayatını Allah'ın rızasını kazanmaya adamalıdır.
*Ölüm ile birlikte Allah'ın vaat ettiği her olayın gerçek olduğunu kavrayan bu kimselerin pişmanlığını artıran bir konu daha vardır. Dünyada iken inanmadıkları, sözlerini ciddiye almadıkları ve hatta alay ettikleri müminler, o gün inkar edenlerin çektiği azapların hiçbirini yaşamazlar. Onlar tüm hayatlarını samimiyetle      Allah'ın rızasını isteyerek geçirmelerinden dolayı sonsuza kadar her şeyin en güzeliyle mükafatlandırılırlar.
*Sur'a üfürüleceği gün, artık siz dalga dalga geleceksiniz. (Nebe  Suresi, 18) 
İşte bu hesap günü inkarcılar, hiçbir şeyin Allah'ın rızasını kazanmaktan ve O'nun azabından korunmaktan daha önemli olmadığını anlarlar. Allah'ın gücünün ve varlığının delilleri son derece açıkken ve Allah Kendi rızasını kazanmanın yollarını göstermişken, bu fırsatı nasıl kaçırdıklarını düşündükçe, yaşadıkları pişmanlık şiddetlenir.
*O gün, öyle yüzler vardır ki apaydınlıktır; Güler ve sevinç içindedir. Ve o gün, öyle yüzler de vardır ki üzerini toz bürümüştür. Bir karartı sarıp-kaplamıştır. İşte onlar da, kafir, facir olanlardır. (Abese Suresi, 38-42)
İşte o gün insanların sahip oldukları en kıymetli şey, Allah'ın rızasını arayarak yaptıkları salih amellerdir.
*...Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenen (müstekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir. (Mümin Suresi, 60)
Bu insanların bir kısmı dünyada kendilerini çok güçlü görmüşler ve bundan dolayı baş kaldırmışlardır. Güçlerinin kendilerini her türlü tehlikeye karşı koruyacağını sanmışlardır. Ne zaman kendilerine cehennemin varlığı, bu dünyada Allah'ın rızası için yaşamaları, ahirette cennet yurdunu istemeleri ve Allah'ın Kahhar (kahreden) sıfatı hatırlatılsa, şöyle demişlerdir:
Ve kendi kendilerine: "Söylediklerimiz dolayısıyla Allah bize azab etse ya." derler. Onlara cehennem yeter; oraya gireceklerdir. Artık o, ne kötü bir gidiş yeridir. (Mücadele Suresi, 8)
*İnsanın unutmaması gereken en önemli gerçek şudur: Dünyada bulunmasının asıl amacı, Allah'ın razı olduğu bir kul olmaktır. Bunun dışındaki her şey, kazandığı başarılar, sahip olduğu mal mülk, ailesi, çevresi, makamı Allah'a yakınlaşmak için yalnızca birer araçtır. Bunların kendisine Allah'a şükretmesi, O'na yönelmesi için verildiğini unutup veya göz ardı edip, yalnızca bu araçları elde etmeyi amaç edinenlerin ise dünyada yapmakta oldukları her şey boşa çıkacaktır. Dünyada elde ettikleri geçici faydalar bu kişilere ahiret gününde hiçbir şey kazandırmayacaktır.
*Her insan henüz dünyada iken, hayatını Allah'ın kendisinden istediği şekilde yönlendirme ve tevbe ederek geri kalan yaşamını Allah'ı razı edecek şekilde sürdürme imkanına sahiptir.
*İşte, kimin tartıları ağır basarsa,
Artık o, hoşnut olunan bir hayat içindedir.
Kimin tartıları hafif kalırsa,
Artık onun da anası (son durağı) "haviye"dir (uçurum).
Onun ne olduğunu (mahiyetini) sana bildiren nedir?
O, kızgın bir ateştir. (Kaari'a Suresi, 6 -11)
Tüm bunlar hesap günü inkar edenlerin yaşayacakları büyük pişmanlığın şiddetini anlayabilmek açısından son derece önemlidir. Çünkü o gün geldiğinde insan pişman olmak için çok geç kalmış olacaktır. Eğer burada anlatılanları düşünür ve Allah'ın razı olacağı güzel davranışlarını artırırsa, yukarıdaki ayette bildirildiği gibi "tartıları ağır  basacaktır". Ve ancak bu şekilde ebedi pişmanlıktan kurtulabilecektir.
*Ve hiç kimsenin, hiç kimse adına bir şey ödemeyeceği, hiç  kimsenin şefaatinin kabul edilmeyeceği, hiç kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği bir günden sakının. (Bakara Suresi, 48)
İnkarcılar kendilerine yapılan her türlü uyarıya rağmen inkarda diretmiş ve bile bile kendilerine böyle bir son hazırlamışlardır. O gün kavrayacakları en büyük gerçeklerden biri kendi kendilerine zulmettikleri yani kendi yaptıkları dolayısıyla cehennemi hak ettikleri olacaktır.
Bunu anladıklarında hissettikleri pişmanlık ise sonsuz hayatları boyunca hiçbir zaman kurtulamayacakları bir azap olacaktır. Çünkü artık çok önemli bir gerçekle yüzyüze gelmişlerdir. Eğer hayatlarını boş amaçlar yerine kendilerini yaratan Rableri'ni razı etmeye adamış olsalar, bugün cehennemin kapısında değil cennetin yanında olacaklardır. Ama onlar doğru olanı yapmamışlardır ve bu yüzden de ebedi hüsranla karşılaşmışlardır.
*Kuran'da Allah, samimi olarak yapılan her tevbeyi bağışlayacağını müjdeler. Allah insanın içinde sakladığı, düşündüğü, aklından geçirdiği her kelimeyi, her düşünceyi ve insanın kendi içinde samimi olup olmadığını bilir. Nitekim "Rabbiniz, sizin içinizdekini daha iyi bilir. Eğer siz salih olursanız, şüphesiz O da, (kendisine) yönelip dönenleri bağışlayıcıdır." diyerek insana olan yakınlığını haber verir. (İsra Suresi, 25)
Ancak çok önemli bir gerçek daha vardır ki; öldükten sonra dünyada yapılan hataların, işlenen günahların telafi edilmesi asla mümkün değildir.
O halde insanın kaybedeceği tek bir an dahi yoktur. Yaşadığı dakikalar göz açıp kapayıncaya kadar geçmekte, insan ölüme her geçen saniye daha da yaklaşmaktadır. Üstelik ölümün ne zaman, hangi gün ve saat kendisini bulacağından da emin değildir.  Bir gün mutlaka ölecek ve dünyada yapmış olduğu davranışlar ile yaşadığı hayattan dolayı Rabbinin huzurunda hesaba çekilecektir.
Bu nedenle insan çok yakında öleceğini sürekli aklında tutmalı ve ahirette pişman olmamak için yaşamını yeniden  gözden geçirmelidir.
Şu an ölüm melekleri ile karşılaşmış olsa, acaba geçirdiği bunca senenin hesabını verebilecek midir?
Bugüne kadar Allah'ı razı etmek için neler yapmıştır?
O'nun hükümlerini uygulamadaki titizliği yeterli midir?
Bu soruların belki de hiçbirine verebileceği olumlu bir cevabı olmayabilir. Ama eğer, şu anda tevbe eder ve bundan sonraki hayatını Allah'ı razı etmek için geçireceğine samimi olarak karar verirse, Allah'ın tevbesini kabul edeceğini, onu bağışlayacağını umabilir.
*Allah'a yönelip dönen insan dünyada ve ahirette Rabbinin rızasını kazanır ve hoşnut edilmiş olarak cennete girer:
"Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık kullarımın arasına gir. Cennetime gir." (Fecr Suresi, 27-30)
Ölümün pişmanlığından kurtulmak ve sonsuz cennetin güzelliklerine kavuşmak isteyen insan, ölümü ve sonrasını şimdiden düşünmeli ve kendisini yaratan Rabbinin yolunu seçmelidir.
*Allah istemedikçe insan kendine zarar veya fayda sağlama gücüne sahip değildir. Başına gelecek hiçbir şeyi önleyemez, hiçbir hayra da kavuşamaz. Mümin, Allah rızasını aradığı için yapılması gereken herşeyi yapar, alınması gereken tüm tedbirleri alır. Ama sonucun Allah'ın izni ile olduğunu kesin olarak bilir, yanlızca O'na güvenip dayanır.
*Bir insanın başka bir insanı Allah'tan daha çok sevmesi, Allah'tan daha çok ona değer vermesi, Allah'ın rızası yerine onun hoşnutluğunu tercih etmesi veya Allah'tan korktuğundan daha çok o insandan korkması da birer müşrik özelliğidir.
*Nefsin istekleri, Allah'ın rızasına uygun olan tavırlarla çeliştiğinde, müminler hiçbir zaman nefislerinden yana bir tavır göstermezler. Her olayda Allah'ın rızasını gözetirler.
*Allah'ın rızasını gözardı ederek harama giren ve bu şekilde kazanç elde eden kişi, bu tavrını ölünceye kadar sürdürmesi durumunda ahirette de sonsuza kadar cehennem azabı ile karşılık görür.
*Müşrik kavimlerin en belirgin özelliklerinden biri bu insanların başka insanlardan veya varlıklardan Allah'tan korktuklarından daha çok korkmaları, bunları Allah'tan daha çok sevmeleri veya Allah'ın rızasını bu varlıkların rızasına tercih etmeleridir.
*Sahip olduğu herşeyin Allah'ın kendisine verdiği birer nimet olduğunu bilen Hz. Süleyman, bunları Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla istediğini ise şöyle ifade etmiştir:
Hani ona akşama yakın, bir ayağını tırnağı üstüne diken, öbür üç ayağıyla toprağı kazıyan, yağız atlar sunulmuştu. O da demişti ki: "Gerçekten ben, mal (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim." Sonunda bu atlar (koştular ve toz) perdesinin arkasına saklandılar. "Onları bana geri getirin" (dedi). Sonra (onların) bacaklarını ve boyunlarını okşamaya başladı. (Sad Suresi, 31-33)
*... "Sizler bana mal ile yardımda mı bulunmak istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır; hayır, siz, hediyenizle sevinip övünebilirsiniz" dedi. (Neml Suresi, 36)
Hz. Süleyman bu sözleriyle Allah'ın rızasını hiçbir dünyevi çıkara tercih etmeyeceğini göstermiştir. Hz. Süleyman'ın hiçbir şeye tamah etmeyen bu tavrı önemli bir üstünlüktür. Ve müminlerin örnek alması gereken güzel bir iman özelliğidir.
*Allah'ın Hz. Muhammed'in kavmini denediği imtihanlardan birisi savaş olmuştur. Bu insanlardan bir kısmı savaşa çıkmaları gerektiğinde insanların kendilerine bir zarar vermesinden korkmuş ve geride kalmak istemişlerdir. Elbette bunun altında ölüm korkusu ve dünya sevgisi vardır. Oysa dünya hayatı çok kısadır. İnsan savaşta veya başka bir yerde ama mutlaka Allah'ın kendisi için belirlediği zamanda ölecektir. Bu sebeple ölmekten veya başka bir şeyden korkarak Allah'ın rızasını gözardı etmek, insanın ahireti için çok büyük bir kayıptır. Bu nedenle Hz. Muhammed kavmine dünya hayatının yararının çok az olduğunu tebliğ ederek, asıl yurtları olan ahiret için çalışmalarını emretmiştir.
Kendilerine; "Elinizi (savaştan) çekin, namazı kılın, zekatı verin" denenleri görmedin mi? Oysa savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, insanlardan Allah'tan korkar gibi- hatta daha da şiddetli bir korkuyla- korkuya kapılıyorlar ve: "Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?" dediler. De ki: "Dünyanın metaı azdır, ahiret, ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz 'bir hurma çekirdeğindeki ip-ince bir iplik kadar' bile haksızlığa uğratılmayacaksınız." (Nisa Suresi 77)
Aynı şey Allah'ın emri olan her konu için geçerlidir. Allah'ın beğendiği ahlakı insanlara anlatmak, Müslümanlara fayda sağlamak, dine hizmet etmek belki kimi zaman insanın nefsi ile çatışabilir. Müslümanın yerine göre fedakarlık yapması gerekebilir. Ama Allah'ın rızasını kazanma amacı ile yaşayan gerçek bir mümin için böyle anlar büyük birer fırsattır. Çünkü çok kısa olan dünya hayatında şeytanın kayıp gibi göstermeye çalıştığı fedakarlıklar, ahirette insana büyük fayda getirecektir.
*Dünya Allah'ın insanları imtihan ettiği bir yerdir ve insanın sahip olduğu herşey ona Allah kendisini denemek için vermiştir. İnsanın bu gerçeği bilerek şükretmesi ve sahip olduğu şeylerle yalnızca Allah'ın rızasını kazanmaya çalışması gerekir. Oysa birçok insan sahip olduklarını Allah'a ortak koşar. Hz. Muhammed bu insanları Allah'ın azabı ile uyarmıştır:
De ki: "Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kar getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun Resûlü'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 24)
*tüm elçilerin hayatlarında gördüğümüz gibi, ömür boyunca insanlara tebliğ yapıp, onlardan hiçbir karşılık beklememek önemli bir mümin özelliğidir. Bir mümin hangi devirde yaşarsa yaşasın, kimlerle beraber olursa olsun insanları Allah'ın beğendiği ahlaka çağırmakla, onlara yaklaşmakta olan hesap gününü hatırlatmakla sorumludur. Bundan dolayı ise kimseden bir karşılık beklemez, yalnızca görevini en iyi biçimde yerine getirmeyi ve Allah'ın kendisinden razı olmasını ister.
*İnsanın en büyük düşmanı şeytandır. Allah ilk insan olan Hz. Adem'i yarattığında, şeytana Hz. Adem'e secde etmesini emretmiş, ancak şeytan büyüklenerek Allah'ın emrine karşı gelmiştir. Bunun üzerine Allah şeytanı lanetlemiş ve cennetten kovmuştur. Şeytan cennetten kovulduktan sonra insanları doğru yoldan saptırmak kastıyla, Allah'tan, kıyamete kadar kendisine izin vermesini istemiştir. Şeytanın amacı kendisinin cennetten kovulmasına sebep olarak gördüğü insanları, Allah'ın razı olacağı hak yoldan alıkoymak ve böylece onların da cehenneme gitmesini sağlamaktır.
*Dedi ki: "Gerçekten ben, sizin bu yaptığınıza öfke ile karşı olanlardanım." (Şuara Suresi, 168)
Bu ayetten de anlaşıldığı gibi, Hz. Lut, kavminin tüm ısrarlarına ve azgınlığına rağmen, Allah'ın emirlerine uymuş, insanları da buna davet etmiş ve bunda kesin bir kararlılık göstermiştir. Allah'ın razı olmayacağı her türlü davranıştan, kendisinin de razı olmadığını ve buna engel olmak için çaba harcayacağını dile getirmiştir.
*Evinde kalmakta olduğu kadın, ondan murad almak istedi ve kapıları sımsıkı kapatarak: "İsteklerim senin içindir, gelsene" dedi. (Yusuf) Dedi ki: "Allah'a sığınırım. Çünkü O benim efendimdir, yerimi güzel tutmuştur. Gerçek şu ki, zalimler kurtuluşa ermez." (Yusuf Suresi, 23)
Amacına ulaşamayan kadın ise Hz. Yusuf'a iftira atmıştır. Yapılan şahitlik ve kullanılan delillerde Hz. Yusuf'un suçlu olmadığı anlaşılmasına rağmen bir süre sonra zindana atılmıştır. Her durumda Allah'ın kendisini denediğini bilerek, Rabbimizi en çok razı edeceği tavrı seçen Hz. Yusuf, bu olayda da zindanda olmanın kendisi için daha makbul olduğunu şöyle dile getirmiştir:
(Yusuf) Dedi ki: "Rabbim, zindan, bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden bana daha sevimlidir. Kurdukları düzeni benden uzaklaştırmazsan, onlara (korkarım) eğilim gösterir, (böylece) cahillerden olurum." (Yusuf Suresi, 33)
Bu olayda gördüğümüz gibi, Allah'a kesin bir bilgiyle iman eden kişi, karşısına çıkan hiçbir olayda itidalini kaybetmemeli, Allah'a tevekkül etmeli ve mutlaka güzel bir sonuçla karşılaşacağını unutmamalıdır. Çünkü Allah samimi kullarına dünyada ve ahirette yardım edeceğini bildirmiştir. Nitekim Hz. Yusuf'un hayatı Kuran'da bu konuyla ilgili verilen önemli bir örnektir.
*İnsanın, Allah'ın beğendiği ahlakı tam olarak yerine getirebilmesi için gerçek anlamda bir Allah korkusuna sahip olması gerekir. Eğer bir insan Allah'tan korkuyorsa, Allah'ın beğenmediği bir ahlakı bile bile üzerinde barındırmaz. Bilmeden yaptığı yanlış bir davranış varsa da doğruyu öğrendiği anda hatalı tavrını düzeltir. Allah'ın hoşnut olacağı bir yaşam sürer ve hem dünyada hem de ahirette güzel bir hayat umabilir.
*"Andolsun, biz Nuh'u kendi kavmine (elçi olarak) gönderdik. Böylece kavmine dedi ki: 'Ey Kavmim, Allah'a kulluk edin. Onun dışında sizin başka ilahınız yoktur, yine de sakınmayacak mısınız?' Bunun üzerine, kavminden inkara sapmış önde gelenler dediler ki: 'Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler indirirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz'." (Müminun, 23-24)
Bu ayetler göstermektedir ki, inkarcılar Resulleri de kendileri gibi basit insanlar zannetmektedirler. Hz. Musa ve başka tüm Resuller, insanları kendilerine itaate çağırmaktadırlar; ama onlardan Allah rızası için kendilerine itaat etmelerini istemektedir. Yoksa istenen kişisel bir itaat değildir.
*"Erzak yüklerini kendilerine hazırlayınca da, su kabını kardeşinin yükü içine bıraktı, sonra bir münadi (şöyle) seslendi: "Ey kafile, sizler gerçekten hırsızsınız."
Onlara doğru yönelerek: "Neyi kaybettiniz?" dediler. Dediler ki: "Hükümdarın su tasını kaybettik, kim onu (bulup) getirirse, (ona armağan olarak) bir deve yükü vardır. Ben de buna kefilim."
"Allah adına, hayret" dediler. "Siz de bilmişsiniz ki, biz (bu) yere bozgunculuk çıkarmak amacıyla gelmedik ve biz hırsız değiliz."
"Öyleyse" dediler. "Eğer yalan söylüyorsanız (bunun) cezası nedir?" Dediler ki: "Bunun cezası, (su tası) yükünde bulunanın kendisidir. İşte biz zulmedenleri böyle cezalandırırız."
Böylece (Yusuf) kardeşinin kabından önce onların kablarını (yoklamaya) başladı, sonra onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte biz Yusuf için böyle bir plan düzenledik. (Yoksa) Hükümdarın dininde (yürürlükteki kanuna göre) kardeşini (yanında) alıkoyamazdı. Ancak Allah'ın dilemesi başka. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır." (Yusuf, 70-76)
Ancak dikkat edilmesi gereken, Resulün ve müminlerin sözkonusu tuzağı Allah rızası için ve meşru bir amaca yönelik olarak tasarlamalarıdır.
*Binasının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden bir topluluğa hidayet vermez.
Onların kalpleri parçalanmadıkça, kurdukları bina kalplerinde bir şüphe olarak sürüp-gidecektir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Tevbe,107-110)
Ayette de belirtildiği gibi, münafıkların kurduğu mescidin amacı, müminlere zarar vermek ve müminlere karşı savaşanlarla işbirliği yapmaktır. Her ne kadar bu mescidi kuran münafıklar, "biz iyilikten başka bir şey istemedik" deseler de amaç budur. İki mescidi ayıran en önemli fark ise, müminlerinkinin "takva", yani Allah korkusu ve Allah rızası üzerine kurulmuş olmasıdır.
*"İnkâr edenler dediler ki: "Siz darmadağın olup dağıldığınızda, gerçekten sizin yeni bir yaratılışta bulunacağınızı size haber veren bir adamı gösterelim mi size? Allah'a karşı yalan mı düzüp uyduruyor, yoksa kendisinde bir delilik mi var?" Hayır, ahirete inanmayanlar, azapta ve uzak bir sapıklık içindedirler." (Sebe, 7-8)
"Onlar için öğüt alıp-düşünmek nerede? Onlara, açıklayan bir elçi gelmişti. Sonra, ondan yüz çevirdiler ve dediler ki: "(Bu,) Öğretilmiştir, bir delidir." (Duhan, 13-14)
İnkarcıların önde gelenlerinin Resullere karşı sürekli olarak böyle bir iftirada bulunmalarının en önemli nedeni, kuşkusuz Resulleri karalamak istemeleridir. Ancak bunun yanısıra, böyle bir suçlamayı seçmelerinin ikinci bir nedeni daha vardır: Önde gelen inkarcılar, Resul'ün nasıl olup da tüm bir kavme karşı açıkça meydan okuyabildiğini bir türlü anlayamazlar. Resul'ün kendi hayatını tehlikeye atarak, çok büyük bir maddi güce sahip olan önde gelenlere "kafa tutması", onların gözünde gerçekten de bir tür deliliktir. Çünkü inkarcıların tek kıstası çıkardır; yalnızca ve yalnızca kendi şahsi çıkarlarını gözetirler. Buna karşın, Resul tüm şahsi çıkarlarını dini tebliğ edebilmek için feda etmektedir. İnkarcıların gözünde bu son derece "karsız" bir davranıştır ve bir tür deliliktir.
Oysa Resul çıkarlarından vazgeçerken, Allah'ın rızasını, rahmetini ve Cennetini kazanmaktadır ki, bunların değeri hiçbir şeyle ölçülemez.
*"De ki: "Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Yeryüzü ve onun içinde olanlar kimindir?"
"Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?"
De ki: "Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş'ın Rabbi kimdir?"
"Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Yine de sakınmayacak mısınız?"
De ki: "Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Her şeyin melekutu (mülk ve yönetimi) kimin elindedir? Ki O, koruyup kolluyorken kendisi korunmuyor."
"Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Öyleyse nasıl oluyor da böyle büyüleniyorsunuz?"
Hayır, biz onlara hakkı getirdik, ancak onlar gerçekten yalancıdırlar." (Müminun, 84-90)
Ayetlerde tarif edilen kişilerin durumu son derece ilginçtir: Kendilerine sorulan tüm sorulara doğru cevap vermekte (yani Allah'ın herşeyin yaratıcısı olduğunu tasdik etmekte)dirler. Ancak davranışları bu sözlerine uygun değildir ki, onunla muhatap olan mümin "düşünmeyecek misiniz?" "sakınmayacak mısınız?" "nasıl oluyor da büyüleniyorsunuz?" gibi sorularla onların aklını açmaya çalışmaktadır. Bunun nedeni ise, sorulara cevap veren kişilerin gerçekte verdikleri cevapların anlamını kavramıyor oluşlarıdır.
Peki acaba bu garip durumun sebebi nedir?..
Sebep gayet açıktır: Sözkonusu kişiler Hak Din'in değil, cahiliye dininin üyeleridir. Bu dinin özelliği ise, Allah'a iman, Allah korkusu, Allah'ın rızası üzerine kurulu bir din olmayışıdır. Bu dinin temelinde, atalardan gelen bir takım inanç ve değerlerin gelenek biçiminde korunması yatar.
*İnfak etmek, Kuran'da emredilen, Allah'ı razı edecek ibadetlerden biridir.
*Şu halde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi doğru bir istikamet tuttur. Onların heva (istek ve tutku)larına uyma... (Şura Suresi, 15)
Münafığa itaat etmek, ona uymak birçok zararı da peşinden getirecektir. Allah'ın razı olacağı tavırları bırakıp münafıklara uyan kişi aslında şeytana uymuş olur. Şeytana uyanlar da ancak onun fırkasıdır ve dünyada da ahirette de asla kurtuluş bulamazlar. Bu nedenle Allah böyle bir tehlikeye karşı müminleri uyarmakta, münafıkların hevalarına uymak gibi bir davranışta bulunmaktan onları men etmektedir.
*insan kendini kandırıp, gerçekleri görmezden gelerek dünyaya yönelik isteklerinin hayatın yegane amacı olduğunu zannederse, hiç ummadığı bir anda ölümle karşılaştığında büyük bir pişmanlık yaşayacaktır. O ana kadar kendisi için en önemli değerlerin evi, işyeri, arabası, diploması, kıyafetleri, arkadaşları, akrabaları, iş çevresi olduğunu zannetmiştir. Ancak bunların ne kadar geçici olduğunu ve dünyadaki imtihan ortamının birer parçası olduğunu daha ölüm meleklerini gördüğü ilk anda anlar. Devamında, bir tarafında sonsuz mükafaat yurdu olan cennet bir tarafında ise insanın bedenine ve ruhuna en şiddetli azapların yaşatıldığı cehennem olduğu halde, Allah'ın huzurunda sorgulanırken yaşadığı çaresizlik ve pişmanlık dayanılmaz boyuttadır.
O anda geçerli olan tek şey Allah'ın rızası için yapılan işlerdir. Ama söz konusu kişi hayatı boyunca hiç böyle bir şey yapmamış, Allah rızası için çalışmamıştır. İşte o zaman dünyada hayatını adadığı, uğruna yaşlandığı, ömrünü tükettiği işlerin hiçbir anlamı ve önemi olmadığını olabilecek en açık şekilde anlar.
*Nefsinin istek ve tutkuları uğruna Allah'ın emir ve yasaklarını aşanlar hep "cehennemde cezamı çeker sonra nasıl olsa cennete giderim" gibi bir inanca sahiptirler. Bu kişiler dünya hayatından istedikleri gibi yararlanıp, bunun karşılığında cehennemde bir süre kalacaklarını, daha sonra bağışlanacaklarını düşünürler. Oysa hiçbir insanın -Allah'ın dilemesi dışında- böyle bir garantisi yoktur. Cehennem sonsuza kadar var olacak bir azap yeridir. Ve Allah rızasına göre yaşayan her insanı sonsuza dek bu azap yurdunda tutabilir. "Nasıl olsa bir süre kalır cehennemden çıkarım" mantığıyla düşünenler, Allah'tan gereği gibi korkmayan, O'nun azabını düşünüp kavramayan kişilerdir.
*Çoğunluğa uymanın temelinde "herkes öyle düşünüyordu, ben de onlara uymaya mecbur olduğumu düşündüm" gibi aciz bir mantık yatar. Yani kişi doğru bildiğinden vazgeçip çoğunluğa uymadığı takdirde insanların tepkisini çekmekten, onlar tarafından kınanmaktan ya da dışlanmaktan çekinir. Bu, genç yaşlı tüm insanlar arasında son derece yaygın bir mantıktır. Sırf bu yüzden ibadetlerini yerine getirmeyen, bir ömür boyu Allah'ın rızasını unutup çoğunluğun rızası için yaşayan insanlar vardır. Oysa insan yüzlerce, binlerce insanın değil yalnızca Allah'ın rızasını aramakla sorumludur. Aynı şekilde insan kimin ne düşüneceğini hesaplamak ve buna göre hareket etmek durumunda da değildir. Allah Kuran'la insanları her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturmuştur. İnsan yalnızca Allah'a hesap verecek ve Kuran'a uyup uymadığından sorulacaktır.
*Hayır; eğer o, (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursa, andolsun, onu perçeminden tutup sürükleyeceğiz; O yalancı, günahkar olan alnından. O zaman da meclisini (yakın çevresini ve yandaşlarını) çağırsın. Biz de zebanileri çağıracağız. Hayır; ona boyun eğme (Rabbine) Secde et ve yakınlaş. (Alak Suresi, 15-19)
Bu durumdaki bir insan, dünyadayken çevresinin hatırı için Allah'ın rızasını gözardı etmiş, hesap günüyle karşılaşacağını hiç aklına getirmemiştir. Şimdi, çok önemsediği ve uğruna Allah'ın rızasını gözardı ettiği o "dinden uzak çoğunluk"la beraber cehenneme girecektir. O halde siz bu gerçeği bile bile sakın çoğunluğu bahane ederek kendinizi kandırmayın ve dinden uzaklaşmayın. Hiçbir konuda çoğunluğa uymak zorunda değilsiniz. Kuran'a göre doğru bildiğinizden asla vazgeçmeyin ve tek başınıza da olsanız hakkı yaşayın. Unutmayın, Allah'ın rızasını arama konusunda gösterdiğiniz kararlılık, sonsuza kadar büyük bir rahmet içinde yaşamanıza vesile olacaktır.
*İnsanın karakterinin şekil almaya başladığı ilk yıllar çocukluk yıllarıdır. Bu yıllarda çocukların oldukça sorumsuz ve dünyadan habersiz bir yaşantısı olur. Ardından okul hayatı ve gençlik yılları gelir. Bu yıllarda amaç, kalabalık bir arkadaş çevresi edinmek, okulda popüler bir insan olmak, modaya uygun markalarda giyinmek, çevresindekilere gösteriş yapmak gibi klasik isteklerle sınırlıdır. Ardından okul biter ve iş hayatı başlar. İş hayatında kişi kendi mesleğinde yükselmeye, daha çok para kazanmaya, daha üst bir mevkiye ulaşmaya çalışır. Bunun için tüm vaktini ve imkanlarını kullanır. Bu arada iyi bir eş bulup evlenmek ve bir an önce "çoluk çocuk sahibi olmak" için de uğraşır. Dünyadaki tek önemli olayın -kendi deyimiyle- "mutlu bir yuva kurmak" olduğunu düşünür. Kısacası doğar, büyür, eğitim görür, iş hayatına atılır, evlenir, çocuk sahibi olur, bu arada gücü yettiğince para ve itibar kazanmaya çalışır, sonra çocuklarını evlendirir, torun sahibi olur… Ve böyle belirli birkaç dünyevi amaç ve idealle yaşar.
Derken hiç ummadığı bir anda hayatın en büyük ve kaçınılmaz gerçeklerinden biriyle karşılaşır. Ölüm vakti gelmiştir; belki 50, belki 60 veya en fazla 70 yaşındayken bu dünyadan ayrılır.
O ana kadar ölümü ya hiç düşünmemiş veya çok az düşünmüştür. Çevresinde birçok insanın ölümüne şahit olmuştur, ama kendi ölümünü her zaman uzak görmüştür. Hayatı boyunca ölümün düşüncesine bile yanaşmamıştır; çünkü ölümü aklına bile getirmeyecek kadar dünyevi hırslara kapılmıştır. Bu yüzden Allah'ın rızası, cennet, cehennem gibi konulara çok uzaktır; bu gerçekler üzerinde düşünerek hayatının gerçek amacını kavrayamamıştır.
*Şüphesiz Biz insanı karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık. (İnsan Suresi, 2)
Bu imtihan ortamı içerisinde insan, her an Allah'ın emir ve yasaklarını gözetmekle, Allah'ın rızasına uygun hareket etmekle sorumludur. Bu sorumluluğu red veya inkar eden insanların, sonsuza dek cehennem azabı ile karşılık göreceği Kuran'da bildirilmiştir. Çünkü bu, Allah'ın verdiği tüm nimetlere karşı büyük bir nankörlük ve büyük bir suçtur.
*Bir insanın dünyada bütün yaptıklarından hesaba çekileceği, sorgulanma günü ile yüzyüze geleceği kuşkusuz apaçık bir gerçektir. Buna rağmen kişinin derin bir gaflet içinde olması ve bundan çıkıp kurtulmak için çaba harcamaması en büyük akılsızlık ve vicdansızlıktır. Ve elbette bu vicdansızlık ahirette Allah'ın dilemesiyle kesin bir karşılık görecektir.
Eğer siz de kendinizi kendi ellerinizle asla telafisi olmayan bir pişmanlığa sürüklemek istemiyorsanız, dikkat edin. Sakın dünyevi amaçlarla kendinizi kandırıp oyalamayın. Sizin bu dünyada bulunmanızın gerçek amacı, ne iyi bir kariyer yapmak, ne çok zengin olmak, ne de iyi bir yuva kurup, çoluk çocuk sahibi olmaktır. Bunların hiçbiri gerçek varoluş amacınız değildir. En büyük amaç, Allah'a kulluk ederek O'nun rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmaktır. Elbette bir insan dünya hayatı süresince başarılı bir işadamı olabilir, yüksek bir mevkiye ulaşabilir, evlenip pek çok çocuğa, toruna da sahip olabilir ya da bunlara sahip olmak için gayret gösterebilir. Ama bunları dünyaya yönelik tek amaç haline getirmemek ve bunları yaşarken de Allah'ın rızasını aramak şartıyla… Yoksa dünyaya yönelik bu değerlerin hepsi insanın ölümüyle birlikte anlamını tamamen yitirecek ve insan, geçerli olan tek şeyin Allah'a olan kulluğu olduğunu anlayacaktır.
*Gerçek ve samimi imana sahip insanlar hiçbir konuda kendilerini kandırmaz ve gerçeklerden kaçmazlar. Çünkü bu insanlarda güçlü bir Allah korkusu vardır ve bu nedenle Allah'ın rızasını kaybetmekten, O'na kullukta kusur etmekten şiddetle sakınırlar.
Allah'ın kendisini her an sarıp kuşattığını, kendisine şah damarından yakın olduğunu, herşeyi gördüğünü, işittiğini, herkesin gizlediklerini de açığa vurduklarını da bildiğini bilen bir insan, O'na olan kulluğunda asla samimiyetsizlik yapmaya kalkışamaz. Bir bahane öne sürecek olsa bunu, daha kalbinden geçirirken ve hatta henüz geçirmeden Allah'ın bileceğini ya da kullukta çekimser davranan bir insanın içindeki isteksizlikten Allah'ın haberdar olacağını çok iyi bilir. Ve böyle bir samimiyetsizliğe kalkışmanın karşılıksız kalmayacağını da düşünüp anlar. Dolayısıyla da kendisini kandırmanın bir kaçış olamayacağının aksine onu çok büyük kayıplara uğratacağının bilincindedir. Böyle bir insan hiçbir şartta Allah'ın rızasından taviz vermez. Çünkü Allah'a kesin bir bilgi ile iman ettiği için zaafı yoktur. Kayıtsız şartsız bir samimiyet içindedir.
*Şeytan'ın, sürekli fırsat kollamasına rağmen etki edemediği yegane insanlar, Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi salih Müslümanlardır. Çünkü başta da belirtildiği gibi, müminler Allah'tan korktukları ve cehennemden şiddetle sakındıkları için Şeytan'ın olası bir sinsiliğine karşı dikkatleri son derece açıktır. Ayrıca Allah'a olan imanları nedeniyle çok güçlü bir akla, vicdana ve iradeye sahiptirler.
Şeytan'ın taktikleri, telkinleri tüm insanlara yöneliktir. Yani siz de Şeytan'ın bu sinsi telkinlerine maruz kalma tehlikesi altında olan bir insansınız. O halde eğer samimi imana sahip bir insansanız, sakın bu gerçekleri bile bile Şeytan'ın tuzağına düşmeyin. Unutmayın; Şeytan sizi de kendisiyle birlikte cehenneme sürüklemek için pusuda bekliyor, hakkınızda planlar yapıyor. İlk fırsatını bulduğunda sinsice harekete geçecektir. Siz Şeytan'a bu fırsatı vermeyin. Sizi Allah'ın yolundan alıkoymak, O'na kulluk ve dua etmenizi engellemek için binbir türlü mazeret fısıldayacaktır. Üstelik bunları son derece makul ve mantıklı göstermeye de çalışacaktır. Böylelikle kendi kendinizi de kandırarak ikna etmenizi sağlamaya çalışacaktır. Halbuki siz vicdanınız sayesinde bunların hepsini rahatça anlayabilirsiniz ve Allah'ın rızasından yana iradenizi kullanarak Şeytan'ın etkisini kendinizden kolayca uzaklaştırabilirsiniz. Bu dünyada sizin için hiçbir şey cehennemden kurtulmaktan daha önemli ve acil olamaz. O halde Şeytan'ın sizin için ürettiği mazeretleri benimseyerek kendinizi kandırmaya kalkmayın. Çünkü din günü hiçbir mazeret geçerli olmayacak, hatta Allah'ın ayetinde bildirdiği gibi insanların mazeretlerini sayıp dökmelerine dahi izin verilmeyecektir.
Gerçek budur; dikkat edin! Sakın Allah'ın dinini yaşama konusunda bahaneler öne sürüp kendinizi kandırmayın. 
*Şeytan'ın, insanların kendilerini kandırmaları için kullandığı taktiklerden biri de onları boş ve amaçsız işlerle oyalamaktır. Bunun için de yaptığı telkinlerle, Allah'ın rızasından uzak olan işleri insanlara süsleyip çekici gösterir.
*Rabbin(in buyruğu) geldiği ve melekler dizi dizi durduğu zaman;
O gün, cehennem de getirilmiştir. İnsan o gün düşünüp-hatırlar, ancak (bu) hatırlamadan ona ne fayda? Der ki: "Keşke hayatım için, (önceden bir şeyler) takdim edebilseydim." Artık o gün hiç kimse (Allah'ın) vereceği azap gibi azaplandıramaz. Onun vuracağı bağı hiç kimse vuramaz. (Fecr Suresi, 22-26)
O halde siz ahirette "keşke" diyenlerden olmamak için hemen şimdi, hayatınızın gerçek amacını düşünün ve yaptığınız işlerin bu amaca ne kadar hizmet ettiğini bir daha gözden geçirin. Dikkat edin, sakın boş ve amaçsız işlerle kendinizi, iyi işler yapıyormuş gibi avutup kandırmayın. Bu, gün boyunca yaptığınız tüm işler, meşgul olduğunuz tüm uğraşılar için geçerlidir. Mutlaka maddi ve manevi pek çok şey için çalışıp, çabalıyorsunuz. Bunların hepsini yapmaktaki asıl gayeniz, Allah'ın rızasını ve cennetini kazanmak olmalı. Eğer bir işte Allah'ın rızasını görmüyorsanız ve ahiretinize bir fayda sağlamayacağını düşünüyorsanız onu terk edin. Ancak yapmakta hayır ve fayda gördüğünüz işlere yönelin. Vicdanınızın sesi size bu ayrımı en doğru şekilde söyleyecektir; mutlaka ona kulak verin ve dikkat edin; Şeytan değersiz, geçici şeyleri süsleyip çekici kılarak sizi de kandırmasın.
*Şeytan'ın etkisine giren insanlar önlerinde çok uzun yılların olduğuna kendilerini inandırıp, uzun vadeli planlar peşinde koşarlar. Sanki bu dünyada sonsuza dek yaşayacakmış gibi mal, mülk, makam, mevki hırsına kapılarak Allah'ın rızasından tamamen uzaklaşırlar. Allah bunun Şeytan'ın bir kışkırtması olduğuna başka bir ayetinde şöyle dikkat çeker:
Şüphesiz, kendilerine hidayet açıkça belli olduktan sonra, gerisin geri (küfre) dönenleri, Şeytan kışkırtmış ve uzun emellere kaptırmıştır. (Muhammed Suresi, 25)
*Bir insana, günde 1 saatini ayırarak bir iş yapması karşılığında çok yüklü bir miktarda para teklif edilse (örneğin, aylık kazandığı maaşın 10 mislinin ödeneceği söylense), bu kişi içinde bulunduğu şartlar ne olursa olsun hemen teklifi kabul eder. Üstelik bu insan bir yandan üniversite sınavına hazırlanıyor olabilir veya aynı zamanda bir işte çalışması gerekebilir. Her ne olursa olsun, gerekirse uykusundan fedakarlık yapar, gerekirse kendine ayırdığı vakitten kısar, ama zaman gibi bir konuyu problem olarak öne sürmez. Aynı şekilde tüm şartlarını da hemen bu işe uygun hale getiriverir. Bu, dünya üzerindeki insanların çoğu için geçerli olan, inkar edilemez bir gerçektir.
İşte bu yüzden eğer bu insan aynı kararlılığı Allah'ın rızası için göstermezse, bu, büyük bir samimiyetsizlik ve vicdansızlık olur. Üstelik insan yaptığı ibadetler karşılığında üç beş kuruş para ile kıyaslanmayacak kadar değerli bir kazanca kavuşacak, sonsuza kadar Allah'ın rahmetini ve cennetini kazanacaktır.
*dinden ve Kuran ahlakından uzak insanlar, kendilerine Allah'ın rızasını ve cennetini kazanma fırsatı verilmişken fiziki rahatsızlıklarını bahane ederek, ibadetlerini bir yana bırakır, nefislerine uymayı tercih ederler. Bu samimiyetsizliklerinin karşılığını ise ahirette acı bir azap olarak alırlar. Çünkü Allah'ın emirlerini yerine getirmeme konusunda öne sürdükleri mazeretlerde samimiyetsizdirler.
*Hiç kuşkusuz Allah'tan cennetini ümit etmek ve istemek güzel bir beklentidir. Ama bu temenninin samimi olduğunun en önemli göstergelerinden birisi, kişinin hayatının her anında cennete yakışacak bir ahlak sergilemesi ve Allah'tan korkup sakınarak hareket etmesi olacaktır. Aksi takdirde, yani Allah'ın razı olmayacağı bir yaşam tarzı içindeyken, kulluk görevlerini yerine getirmeden cennete gideceğini ileri sürmek son derece samimiyetsiz bir yaklaşım olacağı gibi, bu düşünce kişinin kendisini kandırmasından başka bir şey değildir.
*(Hz. Yusuf) …Göklerin ve yerin yaratıcısı, dünyada ve ahirette benim velim Sensin. Müslüman olarak benim hayatıma son ver ve beni salihlerin arasına kat." (Yusuf Suresi, 101)
Bu durumda kimse kendisini kandırmasın; Allah'a boyun eğip teslim olmadığı ve Rabbini razı etmediği sürece hiç kimse cennetin kapılarından içeri giremeyecektir.
*tüm insanlar gibi bilimadamları da sahip oldukları bilgilerin, ünvanların çokluğuna göre değil, sahip oldukları bilgileri yaratılış amacına uygun kullanıp kullanmadıklarına, Allah'ın razı olacağı şekilde yaşayıp yaşamadıklarına göre değerlendirilmelidir. Allah'a iman eden bir insan için doğru olan budur.
*Bir insanın Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaktan ve cennetine layık bir kul olmaktan daha önemli bir işi olamaz.
*Allah'ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır. Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenler, ne de kafir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azab hazırlamışızdır. (Nisa Suresi, 17-18)
O halde insanın bir hataya düştüğünde önem vermeyip "nasıl olsa bağışlanırım", "nasıl olsa affedilirim" diye düşünmesi değil, hemen samimi bir şekilde Rabbine yönelmesi ve hatasını düzeltme konusunda kesin bir kararlılıkla tevbe etmesi gerekir. Önemli olan insanın Allah'a karşı samimi ve dürüst bir kul olmasıdır. Ancak bundan sonra Allah'ın bağışlamasını umabilir. Ama son derece pervasız ve samimiyetsiz şekilde hareket etmeye devam ederken, Allah'tan sakınmaz ve bağışlanma da dilemezken "nasıl olsa Allah affeder" gibi bir üslup ve mantık içinde olanlar hiç de bekledikleri gibi bir sonuçla karşılaşmayabilirler.
İşte bu yüzden siz dikkat edin, "nasıl olsa Allah affeder" gibi bir mantıkla kendinizi kandırarak bile bile Allah'ın hoşnut olmayacağı bir hayata yanaşmayın. Aksi takdirde sonsuz hayatınızı kendi ellerinizle büyük bir tehlikeye atmış olursunuz.
*Dini yaşamayan toplumlarda insanların kendilerini kandırdıkları konulardan biri de, kendilerinin cennete girmeye hak sahibi olduklarını düşünmeleridir. Bu insanların büyük bir çoğunluğunun ölümden sonra hayat olduğunu kabul etmelerine rağmen dini yaşamamalarının nedeni, kendilerinin mutlaka cennete gideceklerini dair olan zanlarıdır. İnsanların nereden böyle bir kanaate vardıkları bilinmez. Ama büyük çoğunluğu kendisini diğer insanlarla kıyaslayarak sadece iyi yönlerini görür ve bu yüzden de genele göre iyi bir insan olduğu ve bu durumda cennete girmeye hak sahibi olduğu kanaatine varır. En şaşırtıcı olanı da, bu insanlar "iyilik" kavramını, Kuran'a göre değil cahiliye kıstaslarına göre değerlendirirler. Allah'ın hoşnut olacağı bir yaşamı ve ahlakı değil, bulundukları toplumun hoşnut olacağı bir yaşamı ve ahlakı seçerler. Ve cahiliye kıstasları ile yaptıkları değerlendirme sonucunda, kendilerini kandırarak cennete gireceklerini düşünürler.
*Yer, o şiddetli sarsintisiyla sarsildigi, yer agirliklarini dişa atip-çikardigi ve insan: "Buna ne oluyor?" dedigi zaman; o gün (yer), haberlerini anlatacaktir. Çünkü senin Rabbin, ona vahyetmiştir. (Zelzele Suresi, 1-5)
Korkunç bir gürültü, ardından yerin şiddetle sarsılması ve bir de yeraltındaki maddelerin volkanik patlamalarla her yandan dışarı boşalması, dünya üzerindeki herşeyin değerini bir anda yok etmiştir. İnsanlar bu ana kadar bu şeylere çok önem vermektedirler. Örneğin evleri, işyerleri, arabaları, tarlaları onlar için çok önemlidir. Tüm hayatlarını iyi bir ev satın alıp içinde oturmak üzerine kurmuş olabilirler. Ancak bunların ne kadar boş olduğu kıyametin daha ilk dakikalarında ortaya çıkar. İnsanların hayatlarını adadıkları yapılar, kağıttan bir ev gibi bir anda yıkılıp yok olur. Hayatını içinde çalıştığı şirkette yükselmeye adamış olan bir insan, artık bir hiç haline gelmiştir. Tüm çabasını bir ülkede iktidarı ele geçirmek için çalışmış olan bir başkası da aynı korkunç durumdadır. Çünkü artık ortada ülke kalmamıştır... Herşey anlamını yitirmiştir, Allah rızası için yapılmış ibadetler dışında. Kuran'ın ifadesiyle, "o, 'herşeyi batirip gömen büyük-felaket' (Kiyamet) geldigi zaman. O gün, insan, neye çaba harcadigini düşünüp-anlar. Görebilenler için cehennem de sergilenmiştir." (Naziat Suresi, 34-36)
*İman etmemiş insan; dünyadayken Allah'ın etrafında yarattığı hikmetli olaylardan ibret almaz, Allah'ın gönderdiği uyarıları dinlemez, vicdanını bastırarak anlamazlıktan, görmezlikten gelir, ölümü kendinden çok uzakta görür, Allah'ın rızası değil, nefsinin istekleri doğrultusunda hareket eder.
*O inkar edenler Müslüman olmayı nice kereler dileyecekler. Onları bırak, yesinler, yararlansınlar ve onları (boş) emel oyalayadursun. İleride bileceklerdir. (Hicr Suresi, 2-3)
Sonsuz azaptan ve bu pişmanliktan kurtulmanin ve Allah'in rizasini ve cennetini kazanmanin yolu ise bellidir:
Geç olmadan Allah'a gönülden iman etmek,
Tüm yaşamini O'nu razi edecek davranişlarla geçirmek…
*Dünya hayatında inkarcının en büyük hedeflerinden biri, başka insanların kendisine imrenmeleri, kendisini takdir etmeleridir. İyi bir iş, çocuklar, güzel evler, arabalar ve benzeri dünyevi tutkular insanlara yapılan gösterişle değer kazanır. Nitekim Kuran'da dünya hayatının aldatıcı süslerinin arasında insanların kendi aralarında "övünme"leri sayılır:
İşte, insanların dünyadaki en büyük tutkusu olan bu "övünme" inkarcılar için ahirette şiddetli bir azaba dönüşür. Bu azab, önceden sözünü ettiğimiz fiziksel acıların yanında, aşağılanmayı, hor ve aşağılık kılınmayı da içermektedir. Çünkü kafir dünyadayken "Övülmeye layık olan" (Bakara Suresi, 267) Allah'ı unutmuş, buna karşın "kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edinmiş"tir. (Furkan Suresi, 43) Bu nedenle de hayatını Allah'ı övmekle değil, kendisine övgü toplamaya uğraşmakla geçirir. Kendisini yaratan Allah'ın değil, insanların hoşnutluğu üstüne bir hayat kurmuştur. İşte bu yüzden de, en büyük yıkımı insanlar karşısında küçük düşüp aşağılanınca yaşar.
*Karada ve denizde sizi gezdiren O'dur. Öyle ki siz gemide bulunduğunuz zaman, onlar da güzel bir rüzgarla onu yüzdürürlerken ve (tam) bununla sevinmektelerken, ona çılgınca bir rüzgar gelip çatar ve her yandan dalgalar onları kuşatıverir; onlar artık bu (dalgalarla) gerçekten kuşatıldıklarını sanmışlarken, dinde O'na 'gönülden katıksız bağlılar (muhlisler)' olarak Allah'a dua etmeye başlarlar: "Andolsun eğer bundan bizi kurtaracak olursan, muhakkak Sana şükredenlerden olacağız." "Ama (Allah) onları kurtarınca, hemen haksız yere, yeryüzünde taşkınlığa koyulurlar. Ey insanlar, sizin  taşkınlığınız, ancak kendi aleyhinizedir; (bu) dünya hayatının geçici metaıdır. Sonra dönüşünüz Bizedir, Biz de yaptıklarınızı size haber vereceğiz. (Yunus Suresi, 22-23)
Size denizde bir sıkıntı (tehlike) dokunduğu zaman, O'nun dışında taptıklarınız kaybolur-gider; fakat karaya (çıkarıp) sizi kurtarınca (yine) sırt çevirirsiniz. İnsan pek nankördür. Kara tarafında sizi yerin dibine geçirmeyeceğinden veya üzerinize taş yığınları yüklü bir kasırga göndermeyeceğinden emin misiniz? Sonra kendinize bir vekil bulamazsınız. (İsra Suresi, 67-68)
İnsana bir zarar dokunduğunda, yan yatarken, otururken ya da ayaktayken Bize dua eder; zararını üstünden kaldırdığımız zaman ise, sanki kendisine dokunan zarara Bizi hiç çağırmamış gibi döner-gider. İşte, ölçüyü taşıranlara yapmakta oldukları böyle süslenmiştir. (Yunus Suresi, 12)
İnsanlara bir zarar dokunduğu zaman, 'gönülden katıksız bağlılar' olarak, Rablerine dua ederler; sonra kendinden onlara bir rahmet taddırınca hemencecik bir grup Rablerine şirk koşarlar. (Rum Suresi, 33)
Görüldüğü gibi ayetlerde tarif edilen insanlar, bir sıkıntıyla karşılaştıkları an Allah'a yönelirler. Ancak tehlikeden kurtulduktan sonra bir anda Allah'a verdikleri sözü unutarak nankörlük ederler. Buradan da anlaşılmaktadır ki, yaşadıkları pişmanlık, tehlike anındaki çaresizliklerinden kaynaklanmaktadır.
inanan insanlara has, fayda getiren pişmanlık böyle değildir. Gerçek pişmanlık, bir anda unutulmayan, insanı harekete geçiren, hatta kimi zaman insanda köklü değişiklikler meydana getirebilen bir duygudur. Samimi bir pişmanlığı kalbinde hisseden kişi, hayatının kendisine bağışlanan ondan sonraki bölümünü Allah'ın rızasına uygun olarak yaşar ve     Allah'ı bağışlayan ve esirgeyen olarak bulmayı umar. Şartlar değiştiğinde ve kendisine yeni bir fırsat tanındığında asla eski tutumuna geri dönmez. Çünkü  böyle bir nankörlüğün, Allah'ın, ayetlerinde belirttiği gibi, kendi aleyhine olacağını bilir.
Ayetlerde geçen, gemideki insanların psikolojilerini Allah tüm insanlara bir ibret olarak Kuran'da aktarmaktadır. Zira bu, her insanın nefsinde bulunan bir eğilimdir. Öyleyse her insan nefsinin bu olumsuz özelliğinden sakınmalı, ayetlerde tarif edilen insanların durumundan ibret alarak samimi bir vicdan muhasebesi yapmalıdır. Ve şunları düşünmelidir:
"Ben, buna benzer bir durumla karşı karşıya kalsam nasıl bir ruh haline sahip olurdum? Nelerden pişmanlık duyar ve bana isabet eden tehlikeden kurtulduğum takdirde kendimde neleri değiştireceğime dair Allah'a söz verirdim? Nelerden vazgeçer, hangi kararlarımı samimiyetle uygulamaya başlardım?"
İnsanın bunları düşünmesi ve doğru bir karar alması için mutlaka tehlike içinde olması gerekmez. Hatta böyle bir tehlikeyle karşı karşıya olmadığı için kimse aldanmamalıdır. Bugün böyle bir duruma hiç düşmeyeceğini düşünen bir insan, belki çok yakın bir zamanda benzeri bir olay yaşayacaktır. Veya belki de hayatının sonuna kadar böyle bir olayla karşılaşmayacaktır. Ama kesin olan bir şey vardır ki, kendisi için takdir edilen ölüm anı gelip çattığında, bir anda ölüm meleklerini yanında bulacaktır. Ve ölümün gerçekliğini gördüğü anda, eğer Allah'ın rızasına uygun bir yaşam sürdürmediyse mutlaka pişmanlığını hissedeceği şeyler olacaktır.
*Dinsizligin hakim oldugu bir hayatin kisiye getirdigi azabi çok iyi bilen müminler, insanlarin Allah'a ve dine iman etmeleri ve içinde bulunduklari durumdan kurtulabilmeleri için çok çesitli yollar denerler. "Kalbi dine isindirilacak" olan kimselere dini anlatma konusunda maddi manevi hiçbir fedakarliktan kaçinmazlar. Kuran'da, bu kimselerin imani kavramalari için müminlerin karsiliksiz olarak yaptiklari tüm maddi harcamalar "sadaka" olarak adlandirilmistir. Bu, Allah katinda makbul tutulan ve karsiligi güzel olan bir harcamadir. Zira bir kisinin iman etmesi onun ayni zamanda cehennem azabindan kurtulup sonsuz cennet hayatini kazanmasi demektir. Müminlerin hiçbir karsilik beklemeksizin bu harcamayi yapmalari ise, Allah korkularindan kaynaklanan merhametlerinin bir geregidir. Çünkü onlarin bu harcamalar sonucunda elde edecekleri hiçbir menfaat söz konusu degildir. Aksine tüm bunlar kendi imkanlarindan kisarak ve büyük fedakarliklarda bulunarak gerçeklestirdikleri yardimlar da olabilir. Ancak tüm bunlari sadece Allah'in rizasini kazanmak amaciyla yaptiklari için hiçbir karsilik beklemezler. Öyle ki "kalbi dine isindirilacak" olan bu kisilerin tüm bu çabalarin sonucunda dini kabul etmeme ihtimali de söz konusu olabilir. Ancak bu durumda da müminler için bosa giden bir sey yoktur. Çünkü tüm yapilanlarin karsiligi ahirette kendilerine eksiksizce, hatta fazlasiyla verilecektir.
*… Onlari yararlandirin, zengin olan kendi gücü, darda olan da kendi gücü oraninda, maruf (mesru ve örfe uygun) bir sekilde yararlandirsin. (Bu,) iyilik edenler üzerinde bir haktir. (Bakara Suresi, 236)
Genis-imkanlari olan, nafakayi genis imkanlarina göre versin. Rizki kisitli tutulan da, artik Allah'in kendisine verdigi kadariyla versin. Allah, hiçbir nefse ona verdiginden baskasiyla yükümlülük koymaz. Allah, bir güçlügün ardindan bir kolayligi kilip-verecektir. (Talak Suresi, 7)
Allah zengin olana da, fakir olana da kendi imkanlari oraninda yardimda bulunmalarini bildirmistir. Cahiliye toplumlarinda bosanilan ve artik hiçbir menfaatin söz konusu olmadigi bir kimseye yüklü miktarda maddi yardim yapmak, bosa giden bir harcama olarak degerlendirilir. Bu nedenle de kisiler bosandiklari kadinlara mümkün oldugunca az miktarda bir nafaka vermeye çalisir ve hatta kimi zaman sirf bu amaç için sahtekarca yöntemlere basvurmaktan da çekinmezler. Ancak mümin vicdani ve merhameti geregi bu konuda asla çekimser davranmaz. Çünkü mümin bu yardimi herseyden önce Allah'in rizasini kazanmak için ahirete yönelik salih bir amel olarak gerçeklestirmektedir.
*Müminler birbirlerine olan merhametlerini, birbirlerini Allah'in rizasinin en fazlasini kazanacak tavirlara tesvik ederek gösterirler. Gerçek sefkatin karsilarindaki kimseyi cennete en layik olacak sekilde hazirlamak oldugunu bilirler. Iste bu nedenle de bu konuda güçlerinin yettigi oranda yardimlasir ve birbirlerinin eksiklerini tamamlamaya, yanlislarini düzeltmeye çalisirlar. Bu yardimlasma ayni zamanda da Allah'in bir emri ve Kuran ahlakinin geregidir. Kuran'da bu yardimlasmanin sinirlari söyle bildirilmistir:
... Iyilik ve takva konusunda yardimlasin, günah ve haddi asmada yardimlasmayin ve Allah'tan korkup-sakinin. Gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandirmasi pek siddetli olandir. (Maide Suresi, 2)
*Allah müminlere "güzellikle davranmayi" emretmistir. Bu, müminin Allah korkusundan ve Kuran'a olan bagliligindan kaynaklanan istikrarli bir ahlak anlayisidir. Bu nedenle mümin hayati boyunca bu ahlaktan taviz vermez ve Allah'in rizasini kazanmak için çevresindeki insanlara güzellikle davranir. 
*merhametsizlik ilk basta insanin kendisine zarar verir. Vicdani kendisine merhameti emrettigi ve dogru olani gösterdigi halde bu sesi bastirip, zalimligi tercih eden insan hiçbir zaman gerçek anlamda bir iç huzuru yasayamaz. Çünkü vicdani onu rahatsiz eder ve içinde bir vicdan azabi yasamasina neden olur. Her yardima muhtaç insan gördügünde, kendisinin imkani oldugu halde bu insanlara yardim etmedigi ve onlari bu hayata terk ettigi aklina gelir. Yine ayni sekilde her bencillik yaptiginda vicdani bunun yanlis oldugunu söyleyerek onu huzursuz eder. Vicdanin bu baskisindan ve verdigi rahatsizliktan kurtulmanin tek yolu ise, onun sesini dinlemek ve söyledigini yapmaktir. Çünkü vicdan Allah'in rizasina ve Kuran'a yönelten bir güçtür. Insan ancak vicdaninin sesini dinlediginde huzur duyacak sekilde yaratilmistir.
*. Kuran'in ögrettigi merhamet anlayisi ne kadar serefli, ne kadar üstün ahlakli insanlar ve ne kadar huzurlu toplumlar olusmasini sagliyorsa, aksi bir zihniyet de o kadar zalim, huzursuz ve kötü ahlakli insanlar üretir.
Dahasi Allah'in rizasini kazanma amaciyla yasanan bu merhametin sagladigi güzellik sadece dünyayla da sinirli degildir. Onlar ahirette de serefli bir karsilik görecek ve bu ahlakin güzelligini ahirette de yasayacaklardir. Zira Allah "sag yanin adamlari" olarak adlandirdigi cennet halkinin bir özelliginin de dünyada iken birbirlerine "merhameti tavsiye etmeleri" oldugunu bildirmistir:
Sonra iman edenlerden, sabri birbirlerine tavsiye edenlerden, merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak. (Beled Suresi, 17)
*Kuran'a uyan insanlarin ise dogrulari, yanlislari, iddialari, talepleri, kisacasi her türlü görüs ve düsünceleri ortaktir. Dahasi bu ortak anlayisin temeli Allah'in indirdigi hak kitaba dayali oldugu için mutlaka en güzel ve en dogru sonuç ortaya çikar. Bu anlayis içerisinde evlenen insanlar, bosandiklarinda da ayni ortak uyum içerisinde hareket ederler.
Çünkü müminler için olaylar ya da sartlar degisebilir, ancak esas olan Kuran ahlakini en mükemmel sekliyle yasamalari ve Allah'in razi olacagi sekilde hareket etmeleridir.
*(Kesilen kurbanlarin) Onlarin etleri ve kanlari kesin olarak Allah'a ulasmaz, ancak O'na sizden takva ulasir... (Hac Suresi, 37)
Buna günlük hayattan da pek çok örnek vermek mümkündür. Söz gelimi bir kimse fakirlere para yardiminda bulunabilir, çok yardimsever, ince düsünceli ve fedakarca tavirlar gösterebilir. Ancak buradaki ölçü sudur; eger bu kisi tüm bunlari yaparken, Allah'i razi edebilme umuduyla ve sadece Allah'in takdirini kazanmak amaciyla hareket ediyorsa tavri takvaya uygundur. Eger insanlarin hosnutlugunu, övgüsünü kazanmak, gösteris yapmak gibi bir niyeti varsa, bu durumda tüm yaptiklarinin bosa gitmis olma ihtimali vardir. Çünkü, kisi ahirette takvasina göre karsilik görecektir.
*Karsi tarafin kötü bir ahlak göstermesi kisinin kendisinin de kötü ahlak göstermesine bir gerekçe degildir. Her insan Allah'a karsi yaptiklarindan tek basina sorumludur. Dahasi kötü bir tavra karsi sefkat, merhamet ve güzel ahlak gösterebilmek Kuran'a göre üstün bir ahlakin göstergesidir. Çünkü müminin bu güzel tutumu, onun Allah'a olan bagliliginin gücünü ve siddetini gösterir. Söz konusu kisi bu ahlaki sadece Allah'in razi olmasi için sabirla uygulamaktadir.
* iman edenlerin yasadiklari merhamet anlayisi, insanlara her zaman güzellikle davranmalarini saglar. Hiçbir zaman kavgaci, ters, bozucu bir yapi sergilemez ve etraflarindaki insanlari da bu konuda dogruya yönlendirirler. Kuran ahlakini yasamalari nedeniyle en basta kendileri her zaman için barisçi, uzlasmaci ve yapici bir karakter gösterirler. Dinden uzak yasayan kimselerin sik sik yasadiklari "darilma", "kavga etme", "tartisma" gibi tavir bozukluklarinin Kuran ahlakinda yeri olmadigini bilirler. Bu nedenle de ne olursa olsun affetme, hosgörme ve karsi tarafi güzel olana çekme yoluna giderler.
Diger insanlari da daima bu ahlaki yasamaya tesvik ederler. Onlara Allah'in böyle bir ahlaki daha çok begenecegini ve ahirette daha güzel bir karsiligi olacagini hatirlatirlar. Insanlarin arasindaki ayriliklarin ya da anlasmazliklarin çözümlenmesine vesile olduklari için ayrica kendileri de Allah'in razi olacagi bir tavir içerisine girmis olurlar. Allah onlarin sirf Rabbimizin hosnutlugunu arayarak gösterdikleri bu ahlaka büyük bir ecirle karsilik verecegini bildirmistir:
Onlarin 'gizlice söylesmelerinin' çogunda hayir yok. Ancak bir sadaka vermeyi veya iyilikte bulunmayi ya da insanlarin arasini düzeltmeyi emredenlerinki baska. Kim Allah'in rizasini isteyerek böyle yaparsa, artik ona büyük bir ecir verecegiz. (Nisa Suresi, 114)
*Müminler, yaptiklari fedakarligin karsi tarafi memnun etmesinden dolayi büyük bir mutluluk duyarlar. Vicdanen dogru olanin bu tavir oldugunu ve Allah'in da bundan razi olacagini bilmenin verdigi vicdan rahatligini yasarlar.
*Halk arasinda Kuran'a göre yanlis bir merhamet anlayisi hakim olabilmektedir. Bu, karsi tarafa fayda yerine zarar getirecek bir merhamet olmasi nedeniyle "seytani" bir merhamet olarak nitelendirilebilir. Dinden uzak toplumlarda insanlar, karsilarindaki kisinin ahirette zarara ugrayip ugramayacagini düsünmeden herseyi yapmalarina göz yumarlar. Örnegin kötü bir ahlak göstermesine müsaade eder, Allah'in haram kildigi bir fiili uygulamasina ses çikarmaz, hatta bu konuda yardimci olurlar.
Müminlerin bu konuda kendilerine aldiklari ölçü ise, gösterilecek merhametin karsi tarafin ahiretini mutlaka olumlu yönde etkilemesidir. Kimi zaman bir mümine olan sevgi ve merhametleri, nefislerine zor ve agir gelebilecek bazi noktalarda onlara müdahale veya elestirilerde bulunmayi gerektirebilir. Karsilarindaki kisinin yaptigi kötü bir tavirda onu elestirebilir, içinde bulundugu durumdan caydiracak konusmalar yapabilir, Kuran'in bir emri olarak kötülükten men edebilirler. Asil merhamet de budur. Çünkü müminler bunlari yaparak, karsilarindaki kisinin nefsine agir gelebilecek bir söz söylemeyi, onun Kuran disi bir hareketini engellemeyi göze alir, ama o kisinin sonsuz hayatini cehennem gibi geri dönüsü olmayan bir azap içinde geçirmelerini göze almazlar. Bu nedenle de Allah'in en begenecegi ve en çok hosnut olacagi ahlaki yasamasi yönünde tesvik ederek onu cennete hazirlar ve dolayisiyla da olabilecek en üstün merhamet örnegini sergilerler. Unutmamak gerekir ki, asil merhametsizlik, karsi tarafin ahiretini düsünmeksizin yaptigi yanlislara bile bile seyirci kalmaktir.
*Müminler sahit olduklari, duyduklari, hatta dolayli yoldan haberdar olduklari zulme yönelik hiçbir harekete karsi duyarsiz kalmazlar. Kuran ahlakindan kaynaklanan merhametleri onlari her türlü zulme karsi tavir almaya, mazlumlarin hakkini korumaya, onlar için mücadele etmeye yöneltir.
Karsilarinda en yakin dostlari da olsa, hiç tanimadiklari ve hiçbir menfaatlerinin olmadigi yabanci biri de olsa yapilan zulmü engelleme konusunda kararli davranirlar. Bu durumun Allah'in hosnutlugunu kazanmak ve Kuran ahlakini uygulamak için degerli bir firsat oldugunu düsünürler.
*Iyilikle kötülük esit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülügü) uzaklastir; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasinda düsmanlik bulunan kimse, sanki sicak bir dost(un) oluvermistir. (Fussilet Suresi, 34)
Kötülügü en güzel olanla uzaklastir; biz onlarin nitelendiregeldiklerini en iyi bilenleriz. (Müminun Suresi, 96)
Ayette görüldügü gibi Allah müminlere, kötülüge karsi en güzel tavirla karsilik verdikleri takdirde hayirli bir sonuç elde edeceklerini vaat etmistir. Hatta karsilarindaki kisiyle aralarinda düsmanlik gibi bir durum söz konusu olsa dahi sicak bir dostluk olusabilecegine dikkat çekmistir.
Bu, ayni zamanda inananlarin merhamet anlayislarinin da bir geregidir. Karsi tarafin Allah'in begenmeyecegi kötü bir tavir içerisinde oldugunu gördükleri zaman, herseyden önce bunun o kisinin ahireti açisindan riskli bir durum oldugunu düsünerek, kibir ve gurura kapilmadan, hosgörülü ve tevazulu bir biçimde yaklasirlar; alttan alan bir üslup kullanirlar. Kuran ahlakini yasamayan insanlarda oldugu gibi "hatali olan, kötülügü yapan karsi taraf, önce o alttan alsin" ya da "ne yaparsa yapsin" gibi bir mantikla hareket etmezler. Güzel tavri kim gösterirse Allah'in o kisinin tavrindan hosnut olacagini ve kötülüge maruz kalindigi halde güzellikle davranmanin Kuran'a en uygun olan tavir oldugunu bilirler. Bu nedenle de alttan almanin bir kayip degil aksine büyük bir kazanç oldugunu düsünerek hareket ederler.
*Su halde bil; gerçekten, Allah'tan baska ilah yoktur. Hem kendi günahin, hem mü'min erkekler ve mü'min kadinlar için magfiret dile. Allah, sizin dönüp-dolasacaginiz yeri bilir, konaklama yerinizi de. (Muhammed Suresi, 19)
Kuran'in müminlere kazandirdigi merhamet anlayisi, müminlerin birbirlerine karsi olan düskünlükleriyle kendini gösterir. Müminler ahiretteki azaba karsi hissettikleri korkuyu mümin kardesleri için de duyarlar. Kendi kurtuluslarini istedikleri kadar diger müminlerin de Allah'in hosnutlugunu ve cennetini kazanmalarini isterler. Bu nedenle de Allah'in emrettigi sekilde onlarin da bagislanmalari için dua ederler.
*Münafıkların, müminlerin arasında bulunmalarının başlıca sebebi daha önce de belirttiğimiz gibi, kendi menfaatleridir. Yaşadıkları rahatı bozacak, menfaatlerine olumsuz etki edecek bir durumla karşılaştıklarında ise, hemen dönerler ve müminlerden ayrılırlar. Bu anlar genellikle zorluk veya mücadele anlarıdır. Allah'ın rızasını kazanmaya yönelik bir hayat yaşamadıklarından, zorluk durumunda din ahlakını yaşamaya yanaşmazlar.
Nefislerinin ilk zora girdiği anda müminlerden ayrılan bu kişilere bir örnek, Hz. Musa'nın kavmindeki münafıklardır. Savaşa çıktıkları gün, asıl yüzlerini ortaya çıkarmışlar ve hem savaştan kaçmışlar, hem de Allah'ın elçisine karşı saygısız bir tavıra girmişlerdir:
Dediler ki: 'Ey Musa biz, onlar durduğu sürece hiçbir zaman oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin git, ikiniz savaşın. Biz burada duracağız. (Maide Suresi, 24)
Allah'a gerçek anlamda inanmayan ve ayetleri inkar eden bu insanların müminlerin arasında birtakım nedenlerden dolayı bulunmaları elbette ilginçtir. Bu insanların en önemli değerleri kendi menfaatleridir. Bu değer uğruna, sırf kendilerine menfaat sağlayabilmek için mümin topluluğunun arasında belirli bir süre kalabilmeyi başarırlar. Menfaatlerinin tehlikeye düştüğünü anladıkları zamanlar ise, ayrılma vakitleridir. Bu zoraki beraberliklerini belli bir süre devam ettirirler, ta ki menfaatleri zarar görene kadar... Zorluk ve mücadele anları, Allah rızası için yapılan bir mücadelede kimlerin salih olup olmadığını ortaya çıkarmaktadır. Menfaati zarar gören bu kişiler için, artık müminlerle beraber kalmalarına sebep olacak bağlayıcı bir durum yoktur.
*Ayetlerde münafıkların yalnızca iman ettikleri için müminlere karşı takındıkları tavırlar net bir biçimde anlatılmaktadır. Kendilerini üstün ve ahiretten olabildiğince uzak görmelerinin bir sonucu olarak, karşılarındaki kişilerin Allah için yapmakta olduklarına anlam verememekte, Allah rızası ve ahiret için yaşanan bir hayatı alaya almaktadırlar:
Doğrusu, 'suç ve günah işleyenler,' kimi iman edenlere gülüp-geçerlerdi. Yanlarına vardıkları zaman, birbirlerine kaş-göz ederlerdi. (Mutaffifin Suresi, 29-30)
Allah bu tutumlarına karşılık olarak ahirette karşılaşacakları ortamı ise şöyle bildirmektedir:
Artık bugün, iman edenler, kafir olanlara gülmektedirler. (Mutaffifin Suresi, 34)
*Allah'ın ayetleri size okunuyorken ve O'nun elçisi içinizdeyken nasıl oluyor da inkar ediyorsunuz?... (Al-i İmran Suresi, 101)
Yukarıdaki ayet münafıkların Allah'ın ayetlerine karşı olan bakış açılarını ortaya koyması bakımından oldukça önemlidir. Zira Kuran'ı okumak ve dinlemek müminin imanını arttırır. Elçiyle aynı ortamı paylaşan münafığın da "inanıyorum" dediği ayetleri işittiğinde, normal şartlarda imanının artması ve kalbinin yumuşaması gerekir. Fakat o imanını artırmak değil, dünya hayatından kar ve çıkar elde etmek peşindedir. Bu nedenle de, işte bu mucize gerçekleşir; Kuran ayetlerini sürekli dinliyor ve uygulama yöntemleri kendisine sürekli gösteriliyor olsa da, kalbindeki hastalık bir türlü şifa bulmaz. Unutulmamalıdır ki sadece Allah'ı razı etmek için yapılan şeyler birer kıstas olabilir ve cenneti hak etmeye vesiledirler. Oysa münafığın en belirgin özelliklerinden biri, "bir şekilde" iman ediyor gözükse bile, Allah'ı razı etme konusunda gösterdiği gevşek tavırlardır. Nitekim bu zayıflık ve gevşeklik, karşısına çıkan en ufak bir zorlukta kendini hemen gösterir.
*müminler "namazlarında huşu içinde olanlardır" (Müminun Suresi, 2); ibadetlerinin karşılığında da Allah'ın rızasını kazanırlar.
*(Şeytan) Onlara vaatler ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa Şeytan, onlara aldanıştan başka bir şey va'detmez. (Nisa Suresi, 120)
Şeytan insana sadece boş vaatlerde bulunur. Bu vaatlerin hepsi, geçici dünya hayatına yöneliktir. Müminlere verilmiş bir nimet olan akla sahip olmamasına rağmen oldukça zeki olan şeytan, herkese zayıf yönlerinden ulaşmaya çalışır. Bu zayıf yönler, kişinin Allah'ın rızasının yerine tercih ettiği 'put'lardır.
*Münafıkların dayandıkları temel Allah'ın rızasından uzaktır.
*Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla O'nun sözlerini kıstas alarak yaşayan müminlerin kararlılığı, münafıkları daima huzursuz etmektedir. Müminler, cesur ve kararlı halleriyle güçlü bir imana sahip olduklarını, hiçbir şeyden olumsuz etkilenmeyeceklerini tam anlamıyla ortaya koymaktadırlar. Bu da münafıkların en çekindiği yönlerden biridir. Çünkü sarf ettikleri çabalar, detaylı planlanmış olmasına ve belli bir amaca yönelik düşünülmesine rağmen, istenen sonucu vermemektedir.
*Kendilerini Allah'ın ayetlerinden müstağni gören, yani ayetlerin kendi durumlarını tarif ettiğinden habersiz olan inkarcı gruplarından biri münafıklardır. Kuran'ı okudukları halde, kendilerini birçok ayetin hükmünden uzak görürler. Örneğin, cehennemi tasvir eden ayetler mümin olanların korkusunu artırır, zira Allah'ın rızasını kaybetme ve cehenneme girme ihtimali her zaman vardır. Ancak münafık olanlar, kendilerini kesin olarak cennetlik gördükleri için bu ayetler onların üzerinde hiçbir etki uyandırmaz. Bu doğrultuda, birçok ayetin aslında tam da kendilerine hitap ettiğini göremez ve anlayamazlar.
*Allah'a ve elçisine teslim olmamakla, mücadele etmemekle infak etmemekle ve daha birçok ibadeti uygulamamakla kendilerini 'karda' zanneden münafıklar, bu ibadetleri yerine getirirlerse kayba uğrayacaklarını düşünürler. Dolayısıyla Allah'ın rızasını aramadıkları ve kendilerini müstağni gördükleri için, bu ibadetleri yapmak onlara zor gelir.
*Allah mümin topluluğunu hayırla da şerle de denemeden geçireceğini bildirmektedir. Müminler dünyada ahireti kazanmak için bir imtihandan geçirilmektedirler. Dolayısıyla karşılarına kimi zaman hayırlı görünen, kimi zaman da şer gibi görünen ama Allah'ın sonucunu müminlerin hayrına çevirdiği çeşitli olaylarla karşılaşırlar. Kendileri bunun imtihanın bir sırrı olduğunun farkına vardıkları için her zaman aynı şevk ve gayretle Allah'ın rızasını kazanma yarışı içerisindedirler. Asla ümitsizliğe, korkuya kapılmazlar.
*müminlerin ve özellikle elçilerin en önemli vasıfları 'iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek'tir. Yani inananlar sürekli olarak birbirlerine öğüt verir, hatalarını, eksikliklerini gidermeye çalışırlar. Münafıklar da mümin topluluğunun içinde bulunduğu için onlar da müminlerin Allah'ın rızasını kazanmak için uyguladıkları bu ibadetle sık sık muhatap olurlar.
Kendilerini kusursuz gören münafıkların, verilen öğütler karşısında öfkeye kapıldıklarını, Hz. Muhammed (sav) döneminde yaşamış münafıkların anlatıldığı ayetlerde görürüz. Kuran'dan kendilerine yapılan hatırlatmalar karşısında öylesine azgınlaşmışlardır ki, "... seni neredeyse gözleriyle devireceklerdi..." (Kalem Suresi, 51) ayetinde ifade edildiği gibi, peygambere duydukları kini, öfkeyi, nefreti gizlemeye dahi gerek görmemişler, bunu bakışlarıyla açıkça ortaya koymuşlardı.
*Münafığın en önemli özelliklerinden biri, dine inandığını söylediği halde, inandığı din anlayışının Kuran'a uymamasıdır. Bunun nedeni Kuran'dan ayrı, kendine has, müstakil bir mantığının oluşudur. Kuran'a göre değil, kendi mantığına göre düşünür. Münafıkların bu mantık örgüleri, Kuran'da "saçma akıl" olarak şöyle tabir edilmektedir:
Yoksa bunu kendilerine saçma-akılları mı emrediyor? Yoksa onlar azgın bir kavim midir? (Tur Suresi, 32)
Münafık, yukarıda da belirtilen gibi Allah'tan korktuğunu iddia eder; fakat tavırları, Allah'tan korkan bir insanın tavırlarına benzemez. Amacı Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak değildir; aksine O'nun gazabını üzerine alacak her türlü davranışı sergiler. Bütün bunları yaparken kendisinin oldukça takva olduğunu, her davranışının da Kuran'a uyduğunu şiddetle savunabilir.
*mümin sadece Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için namaz kılarken, münafık insanlara gösteriş yapmak için namaz kılar. Allah münafıkların bu tavrını aşağıdaki ayetle bildirmiştir:
Gerçek şu ki, münafıklar (sözde), Allah'ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman, isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah'ı ancak çok az anarlar. (Nisa Suresi, 142)
*Allah'ın mümine vermiş olduğu önemli sorumluluklardan biri de, insanlara iyiliği emredip onları kötülükten menetmek ve Kuran ahlakının gereklerini yeryüzünde duyurmaktır. İnsanlara gaflet içinde oldukları hayati bir konuyu anlatarak, ebedi ahiret hayatlarını kurtarmaları için kendilerini uyarmaktır. Sorumluluk büyük, yapılacak iş oldukça kapsamlıdır. Çünkü müminler için bir kişinin bile iman etmesine vesile olmak, Allah'ın hoşnutluğunu kazanabilmek açısından büyük önem taşır.
*Allah'ın elçisine itaat eden mümin, Allah'ı ve O'nun kitabını herşeyden üstün tutuyor demektir. Çünkü Allah'a ve Kuran'a itaat, elçiye de itaat etmek demektir. Allah'a gönülden bağlı ve itaatli olan müminler, elçiye de aynı bağlılığı ve itaati gösterirler. Allah'ın elçisi onlar için kendi canlarından, kendi öznefislerinden daha değerlidir. Kuran'da Peygamberimiz (sav)'i canları pahasına koruyan, onunla birlikte savaşa giderek, onun nefsini kendi nefislerinden üstün tutan müminlerden söz edilmektedir.
O dönemin münafıkları ise savaşa gitmemiş ve Peygamber Efendimizi korumak zorunda kalmamış oldukları için kendilerini son derece karlı ve akıllı saymışlardır. Savaşa katılan, ancak korkup geri dönen münafıklar ise Hz. Muhammed (sav)'in kendilerini çağırmasına kulak vermemişler ve ardlarına bakmadan kaçmışlardır:
Siz o zaman durmaksızın uzaklaşıyor, kimseye dönüp bakmıyordunuz. Elçi de sürekli sizi arkadan çağırıyordu... (Al-i İmran Suresi, 153)
Bu kaçışın onları kurtardığı kanaatindedirler. Oysa Peygamberimiz (sav)'in emrinden çıktıkları için, çok büyük bir hataya düşmüşler, Allah'ın hoşnutsuzluğunu kazanmışlar ve dolayısıyla sonsuz bir azaba mahkum olmuşlardır.
*Münafık kendini mümin olarak tanıtma konusunda oldukça yeteneklidir. Mümin gibi namaz kılarak, Allah'ı anarak kendini -bir süre de olsa- gizleyebilir. Kendini gizleyebilmesinin bir başka nedeni de, müminlerin hüsn-ü zanla, yani iyi gözle bakmaları, onları olumlu değerlendirmeleridir. Aralarına "ben müminim" diyerek gelen bir kişiye samimi mümin gözüyle bakmaları da, tamamen güzel ahlaklarından ve Allah'ı razı etme çabalarından kaynaklanmaktadır. Nitekim çoğunlukla, başından itibaren kişinin niyetinin çarpık olduğu farkedilse bile, "belki zamanla iman edip düzelir" düşüncesiyle müminlerin arasında bulunmasına izin verilir.
*Bir insanın, sadece Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için yaptığı her eylem ve davranış salih bir ameldir. Örneğin bir insanın Allah'ın dinini insanlara anlatması, tevekkülsüz birine kaderi hatırlatması, dedikodu yapanı engellemesi, evini ve bedenini temiz tutması, ilmini ve kültürünü artırması, güzel söz söylemesi, insanlara ahireti hatırlatması, hasta olan birini kollaması, yaşlı birine sevgi ve şefkat göstermesi, hayır için kullanacağı parayı kazanmak için çalışması, kötü söze iyilik ve sabırla karşılık vermesi gibi insanın her tavrı Allah'ın hoşnutluğu için yapıldığında salih amel olur. Ahirette, Allah'ın kötülüklerini örterek iyiliklere çevirmesini dileyenler, daima Allah'ın en hoşnut olacağı tavrı seçmelidirler. Bunun için insanın ahiret günü vereceği hesabı düşünmesi gerekir. Örneğin, ahiret gününde cehennem ateşinin yanında durdurulan bir insana, dünya hayatında işlediği kötülükler gösterilse ve ona, bu kötülüklerinin bağışlanması için salih amellerde bulunması gerektiği söylense bu insanın tavrının nasıl olacağı açıktır. Cehennem ateşini yanıbaşında gören, cehennemdeki insanların umutsuzluklarını, pişmanlıklarını, azaptan dolayı çıkardıkları ızdırap dolu inlemeleri duyan, cehennemdeki azabın nasıl olacağına gözleriyle şahit olan bir insan, Allah'ı en hoşnut edecek davranışları seçecek ve vargücüyle çaba gösterecektir. Bu durumdaki bir insan, salih amellerde bulunmak konusunda gevşeklik gösteremez, asla tembellik yapamaz, Allah'ı daha hoşnut edecek bir tavır varken, daha az hoşnut edecek olanı seçemez, umursuzluk yapamaz veya asla gaflete düşemez. Çünkü cehennem her an yanıbaşındadır ve ona sonsuz hayatını ve Allah'ın azabını her an hatırlatmaktadır. Bu durumdaki bir insan yapacağı amelleri geciktirip ertelemez de. Vicdanının emrettiği herşeyi derhal ve eksiksizce yapar. İbadetlerinde çok titiz ve devamlı olur. İşte,   Allah, dünya hayatında da, sanki cehennemi görüp de gelmiş, ya da cehennemi her an yanıbaşında gören biri gibi, salih amellerde bulunan, Allah'tan ve ahiretten korkup sakınarak davrananların kötülüklerini iyiliğe çevirecektir. Bu müminler, ahirete kesin bir bilgiyle iman ederler ve Allah'in azabindan siddetle korkup sakinirlar.
*İnsanı maddi ve manevi pisliklerden temizleyen, nefsini eğiterek Allah'ın hoşnut olduğu bir ahlaka erişmesine vesile olan en önemli ibadetlerden birisi de Allah yolunda ve hayır için yapılan harcamalardır.
* Allah Peygamberine müminlerin mallarından sadaka almasını bu şekilde onları temizlemesini bildirmiştir.

"Onların mallarından sadaka al, bununla onları temizlemiş, arındırmış olursun…" (Tevbe Suresi, 103)

Ancak, insanların temizlenip arınmalarına vesile olan harcamalar, Kuran'da bildirildiği şekilde yapılan harcamalardır. İnsanlar yolda gördükleri dilencilere bozuk paralarından  biraz  verdiklerinde ya da eski kıyafetlerini fakir gördükleri bir iki kişiye dağıttıklarında veya aç gördükleri birini doyurduklarında, üzerlerine düşen sorumluluğu fazlasıyla yerine getirdiklerine inanırlar. Bunların hepsi elbette Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için yapıldığında Allah katında sevabı olan davranışlardır. Ancak, Allah'ın Kuran'da bildirdiği sınırlar vardır. Örneğin    Allah, ihtiyaçlardan arta kalanın infak edilmesini bildirir:
...Ve sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: "İhtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size ayetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz;" (Bakara Suresi, 219)
*Bir müslüman için hiçbir şey, Allah'ın hoşnutluğundan ve O'nun sevgisini kazanmaktan daha üstün değildir. Mümin hayatı boyunca sürekli olarak kendisini Allah'a yakınlaştıracak vesileler arar.
*İman edenler sadece Allah'ın hoşnutluğunu, rahmetini ve cennetini kazanmak için infak ederler.
*Ey iman edenler, size meclislerde "Yer açın" dendiği zaman, yer açın; Allah size genişlik versin. Size: "Kalkın" denildiği zaman da kalkın. Allah, sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır." (Mücadele Suresi, 11)
Allah, bir toplantıda, yeni gelenler için veya kalabalığın azaltılması için yer açılması gerektiğinde, müminlerin bu çağrıya hemen uymalarını emreder. Bu, hem ince düşünce, hem fedakarlık, hem de itaat göstergesidir. Allah, bu davranışın bir karşılığı olarak, müminlere genişlik vereceğini ve onları derecelerle yükselteceğini  bildirir. Allah her insanın niyetini ve kalbini elinde tutar. Allah bir davranıştan hoşnut olduğunda, o insana dilediği her şekilde nimet ve güzellik verebilir. Bu nedenle, müminler herşeyin sonucunu ve karşılığını Allah'tan beklerler. Bir toplantıda yer açtıklarında, insanlardan teşekkür veya minnettarlık değil, Allah'ın hoşnutluğunu ve O'nun kalplerine verecegi huzur ve genisligi ve derecelerindeki artisi umarlar.
*Ey Peygamber, mü'minleri savaşa karşı hazırlayıp-teşvik et. Eğer içinizde sabreden yirmi (kişi) bulunursa, iki yüz (kişiyi) mağlub edebilirler. Ve eğer içinizden yüz (sabırlı kişi) bulunursa, kafirlerden binini yener. Çünkü onlar (gerçeği) kavramayan bir topluluktur.
Şimdi, Allah sizden (yükünüzü) hafifletti ve sizde bir za'f olduğunu bildi. Sizden yüz sabırlı (kişi) bulunursa, (onların) iki yüzünü bozguna uğratır; eğer sizden bin (kişi) olursa, Allah'ın izniyle (onların) iki binini yener. Allah, sabredenlerle beraberdir. (Enfal Suresi, 65-66)
Allah'ın bu ayetlerinde de bildirildiği gibi, eğer müminler kendi içlerinde bir zaaf taşımazlarsa, sabır ve takvada güçlü olurlarsa bir müminin  gücü, 10 kişiye bedel olabilir. Bu güç ilk anda anlaşılan fiziksel güç olarak düşünülebileceği gibi daha birçok anlamda da düşünülebilir. Örneğin bir müminin insanlara dini anlatma, onları Allah'ın yoluna çağırma konusundaki çabası, on kişinin anlatmasına bedel olabilir. Bir müminin ilmi, on kişinin ilmine bedel olabilir. Bir müminin Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için yapacağı bir hayır işi, on kişinin biraraya gelip yapacağı bir işe bedel olabilir. Bir mümin, on kafirin saptırdığı kadar insanı Allah'ın doğru yoluna çağırıp, ıslah olmalarına vesile olabilir. Bir mümin, on inkarcının anlattığı inkarı bozup yerine hakkı getirebilir.
Allah'ın Kuran'da bildirdiği bu sır son derece önemlidir. Çünkü her müslüman, Allah'ın izniyle, eğer takvada ve güzel ahlakta üstünlük yarışında olursa, sayıları ne kadar az olursa olsun farketmez, Allah onları her giriştikleri işte üstün duruma getirecektir. Örneğin karşılarında inkar eden bir dünya dolusu insan, üniversiteler dolusu profesör olsa, ve bunlar yine şehirler, kıtalar dolusu insanı inkara sürüklese de, Allah çok az sayıda müslümanı, tüm bu insanlara hakkı ve gerçeği gösterecek kadar güçlü, yetenekli, akıllı kılar, küfrün işlerini zorlaştırırken, onların işlerini kolaylaştırıp çabuklaştırır. Bu sırrı bilen müminler,  "benim çabamdan veya benim küçük bir katkımdan ne olur ki" dememeli, sadece Allah'ın hoşnutluğu için samimi olarak yaptıkları her amelin, Allah tarafından etkisinin artırılacağından emin olmalıdırlar.
*Allah'ın gösterdiği gerçek imanda, Allah'ın hoşnutluğu herşeyin üstündedir. Allah dışındaki tüm varlıklar, tüm ilgi, sevgi ve yakınlıklar, ancak Allah'ın hoşnutluğunu kazanmada bir aracı olabilirler.
*Allah, Kuran'da dinin gönülden yaşanmasını emreder.
…Kim gönülden bir hayır yaparsa bu da kendisi için hayırlıdır. Oruç tutmanız, -eğer bilirseniz- sizin için daha hayırlıdır. (Bakara Suresi, 184)
Namazları ve orta namazını (üstlerine düşerek, titizlik göstererek) koruyun ve Allah'a gönülden boyun eğiciler olarak (namaza) durun. (Bakara Suresi, 238)
Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti; Allah'a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi. (Nahl Suresi, 120)
Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü gibi Allah, yapılan ibadetlerin hep gönülden olmasını bildirmiştir. Örneğin namaz kılan, oruç tutan, zekat veren, itaat eden bir insanın asıl niyeti, kalbinden geçirdikleri önemlidir. Allah, Kuran'da gösteriş için infak eden veya gösteriş için namaz kılan insanlar olduğunu haber verir. Bu insanlar, namaz kılarken Allah'ı düşünmüyor, O'nun karşısında ne kadar aciz ve boyun eğici olduğunu düşünmeden sadece ağzıyla dua ve tespihleri yapıyor olabilirler. Veya dıştan bakıldığında bir insan sürekli hayır işleri yapıyor, okullar açıp, fakirlere yardım ediyor olabilir. Ancak bu insan eğer bu yaptıklarını, Allah'ın kendisinden hoşnut olmasını dileyerek, Allah'a karşı aciz ve muhtaç olduğunu düşünerek, ahiretten korkarak yapmıyorsa yaptıkları Allah katında kabul edilmeyebilir.
*Yeryüzündeki hemen her insanın kendisine göre doğru ve yanlışları bulunur. Herbirinin doğrularını tespit etmedeki kaynağı ise farklıdır. Kimi okuduğu bir kitabı, kimi çevresinde gördüğü bir insanı, kimi bir politikacıyı, kimi ise bir felsefeciyi kendisine rehber edinir. Oysa, en doğru ve insanı kurtuluşa kavuşturacak tek yol Allah'ın insanlar için belirlediği dindir. Ve bu yolda insanın tek hedefi Allah'ın hoşnutluğunu, rahmetini ve cennetini kazanmaktır.
*Allah'ın verdiği nimetlerle azıp şımarmayan, hepsi için Allah'a şükredici olanlar, ellerindeki nimetler alındığında ise, Allah'a tevekkül ederek, sabır gösterenler Allah'ın hoşnut olduğu kullardır.
*Allah, “Sonra is(ler)i taksim edene andolsun” (Zariyat Suresi, 4) ayetiyle islerini aralarinda bölüserek yapanlar üzerine yemin ederek, bu uygulamanin faydalarina isaret etmistir. Kuran’in bu tavsiyesine uyularak tüm gerekli isler müminler arasinda paylasildiginda öncelikle hiz ve vakit kazanilacaktir. Nitekim bir kisinin 10 saatte gerçeklestirebilecegi bir isin, on kisi tarafindan 1 saatte tamamlanabilecegi bilinen bir gerçektir.
Is bölümü yapmanin diger bir avantaji ise, ise dahil olan herkesin akil, bilgi, beceri ve tecrübelerinden ayri ayri yararlanma firsatinin dogmasi ve böylece yapilan isin kalitesinin artirilmasidir.
Bunun yaninda, bir isi ayni anda birçok kisinin üstlenmesi, aceleden kaynaklanabilecek potansiyel hata ve zarar riskini en aza indirmis olacaktir.
Oysa cahiliye toplumunda insanlar mümkün oldugunca her isi tek baslarina yapmak isterler ki böylece elde edilen basariyi da sahiplenebilsinler ve çevrelerinden de bu oranda takdir toplayabilsinler. Iste Kuran’da tavsiye edilen is bölümü yönteminin bir baska faydasi da kisilerin bu hirslarini kirmasi ve sahiplenme duygusunu ortadan kaldirmasidir. Çünkü ortaya çikan sonuç ve elde edilen verim sadece bir kisinin degil, çok sayida müminin aklinin, bilgi ve becerisinin bir göstergesi olacagindan kisiler, nefisleri adina büyüklenecek, böbürlenecek, övünecek ve sahiplenecek bir malzeme bulamazlar. Herkes esit oranda bir üstünlük göstermis olur; ki müminler de zaten böyle bir arayis içinde degil, yalnizca Allah’i razi etmenin kaygisi içindedirler.
*Cennet ile ilgili ayetlerde tahtlardan sik sik bahsedilmekte ve tahtlar Allah’in razi oldugu kullarina verdigi bir mükafat olarak tanitilmaktadir:
Orada yükseklerde kurulmus tahtlar da vardir. Konulmus (içecek dolu) kaplar. Dizi dizi yastiklar. Ve serilmis yaygilar. (Gasiye Suresi, 13-16)
*Ancak Rablerinden korkup-sakinanlar ise; onlara yüksek köskler vardir, onlarin üstünde de yüksek köskler bina edilmistir. Onlarin altinda irmaklar akmaktadir. (Bu,) Allah’in va’didir. Allah, va’dinden dönmez. (Zümer Suresi, 20)
Altindan irmaklar akan yerlere, Kuran’da cennet tasvirlerinin yapildigi ayetlerde dikkat çekilir. Cennetteki evlerin ve kösklerin hep böyle mekanlarda yer aldigi bildirilir. Allah’in, razi oldugu kullarini cennette altindan irmaklar akan mekanlarla ödüllendirmesi, dünyada da buralarin en güzel yerler olduguna açik bir isarettir.
*Cennetin ve cehennemin varligina kesin bir bilgiyle iman eden elçiler, karsilastiklari her insanin cehennem gibi sonsuz ve korkunç bir azaba ugramasindan endise ederler. Onlari yanlis olan seylerden sakindirmaya çalisir ve onlara Allah’in gücünü ve büyüklügünü anlatirlar. Tüm bu çabalarinin karsiliginda ise tek beklentileri Allah’in hosnutlugunu kazanabilmektir. Bunun disinda insanlardan bekledikleri dünyevi hiçbir menfaat yoktur.
*Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kuran'dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, Biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61)
Bu ayetten de anlaşıldığı gibi, yeryüzünde gerçekleşmiş ve gerçekleşecek olan her olay, henüz bu evren yaratılmadan Allah katında yazılmıştır. İşte bu nedenle de insan henüz dünyaya gelmeden, hatta annesi, babası, dedesi bile dünyada yokken yapacağı konuşmayı da Allah bilmektedir.
Bu gerçeğin öğrenilmesi, insana karmaşık gelen birçok konunun da, kolayca anlaşılmasına vesile olur. Burada en önemli konu, Allah'ın tek mutlak varlık, tek güç sahibi olması ve herşeyi sarıp kuşatmasıdır. Allah bize şah damarımızdan da yakındır. Herşey kontrolü altındadır, herşeyi Allah en güzel şekilde düzenleyip belirlemiştir. İnsan sadece kendisi için belirlenmiş kaderi seyreder. Bu ise her türlü maddi veya manevi endişeyi, gelecekle ilgili korkuları yok eder. İnsanın dünyaya yönelik tutku ve hırsları önemini yitirir, yalnızca Allah'ın rızası önem kazanır. Böylece insan, olayları gerçek anlamıyla ve doğru bir şekilde görüp yorumlar. Ve herşeyin yaratıcısı ve mutlak hakimi olan Allah'ın gücünün ve hakimiyetinin farkına varır.
*İnsanlık anlamalıdır ki, bu dünyaya Darwinizm'in iddia ettiği gibi tesadüfen değil, Allah'ın yaratmasıyla gelmiştir. Darwinizm'in iddia ettiği gibi başıboş bir varlık değil, Allah'a karşı sorumlu bir varlıktır. Ve Darwinizm'in iddia ettiği gibi "yaşam mücadelesi" sürmek için değil, Allah'ın rızası için güzel ahlak göstermek için yaşamaktadır.
*Hani Musa genç yardımcısına demişti: "İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim ya da uzun zamanlar geçireceğim." (Kehf Suresi, 60)
 Bu ayette kullanılan "genç" kelimesi ile, bir iş yapılırken genç insanların da yardımını almanın ve onlarla birlikte hareket etmenin önemine işaret ediliyor olabilir.Gençlerin yatlarının getirdiği enerjilerini, dinamizmlerini, güçlerini, şevk ve heyecanlarını Allah rızası için hayır işlerinde kullanmalarını teşvik etmek gereklidir.                  
*“Dedi ki: "Kim zulmederse biz onu azablandıracağız, sonra Rabbine döndürülür, O da onu görülmemiş bir azabla azablandırır. Kim iman eder ve salih amellerde bulunursa, onun için güzel bir karşılık vardır. Ona buyruğumuzdan kolay olanını söyleyeceğiz." (Kehf Suresi, 87-88)
Hz. Zülkarneyn konuşmalarında hemen Allah'ı ve ahiret gününü hatırlatmakta yani onlarla Müslümanca konuşmaktadır. Ayetlerde geçen ifadelerden Hz. Zülkarneyn'in Müslüman bir idareci, devletinin ise Müslüman bir devlet olduğu; tebası altındaki insanları eğittiği, onlara Allah'ın rızasına uygun tarzda hükmettiği açıkça anlaşılmaktadır.
*İnananlar Allah'a olan imanları, Allah korkuları ve ahiret özlemleri nedeniyle doğal bir cesaret ortaya koyarlar. Her davranışları son derece samimi ve cesurdur. Allah rızası için, Allah'ın emrettiği ahlakı yaşamak ve diğer insanların da bu güzelliği yaşamasını sağlamak için çabalar, etraflarında işleyen kötülüklere karşı sessiz kalmaz, gereken Kurani tavrı gösterirler. Kötülüklere karşı mücadele etmeyi, doğruyu, güzeli, iyiyi anlatmayı görev edinmişlerdir.
Müminlerin cesaretinin kökeninde tamamen Allah sevgisi, Allah korkusu ve Allah'ın rızasını kazanmaya yönelik samimi bir çaba bulunmaktadır. Bu yüzden güzel ahlakı yaşama konusundaki cesaretleri belirli şartlara bağlı değildir. Her ortamda ve her durumda mümin Rabbine güvenmenin getirdiği cesaretini korur.
*Allah korkusu taşıyan insanlar vicdanen cesaret göstermeleri gereken bir olayda, o olayı görmezlikten gelerek kaçmayı vicdanlarına sığdıramazlar. Örneğin, bir kişi suçsuz olduğu halde suçlanıyorsa ve bir mümin de onun suçsuzluğuna şahitse, kendi çıkarlarına ters de düşse, kendini riske de atsa bu kişinin hakkını Allah rızası için savunur. Bu gerçekten güzel bir cesaret örneğidir. Müminin gösterdiği bu cesaretin kaynağı,     Allah korkusudur.
*Kuran'a uygun bir cesaret, Allah'tan başka hiçbir şeyden ve hiç kimseden korkmamayı, Allah rızasına en uygun davranışı yapmakta hiç tereddüt göstermemeyi ve kararsızlıkta bulunmamayı da gerektirir.
*sabretmek çok güzel bir ahlak özelliği iken, şeytan bu kavramı insanlara yanlış tanıtır. İnsanlar sabır kavramının güzel yönlerini hemen hemen hiç tanımaz, çoğunlukla sabretmenin zor, sıkıntılı ve eziyetli bir his olduğunu zannederler. Sabır deyince akıllarına gelen, bir şeye katlanma zorunluluğundan kaynaklanan isteksiz bir bekleyiş, "tahammül"dür. Oysa sabır, Allah'ın rızası olan bir işte kararlı ve sürekli davranmak, vazgeçmemek, yılmamak, o işi sıkı tutup sonuna kadar azimle götürmektir. Örneğin, her olay karşısında hoşgörülü olabilmek, kızgınlık oluşturabilecek bir ortam da olsa öfkeyi yenerek güzel söz söyleyebilmek ve her ne pahasına olursa olsun bunda kararlılık göstermek, yılmamak güzel bir sabır örneğidir. Aynı zamanda sabır, Allah'ın vaat ettiği güzel bir sonucu sevinç ve özlemle beklemektir. Bu da şeytanın göstermeye çalıştığı gibi zor ve sıkıntılı bir şey değil tam aksine müminin şevk, heyecan ve neşesini artıran bir durumdur. Örneğin, bütün müminler ahirete karşı büyük bir istek ve özlem duymakta, cennete kavuşmayı şiddetle arzulamakta ve bunun için sabırla beklemektedirler. Herhangi bir konuda Allah rızası için sabreden mümin, bunun karşılığını muhakkak Allah'tan bulacağını bilmenin mutluluk ve sevincini yaşar.
*Müslüman gördüğü kişiye hiçbir kınamadan korkmadan mutlaka yardımda bulunur. Çünkü yardıma muhtaç insanı Allah yaratmış ve karşısına özel olarak çıkartmıştır. Bununla, belki de onun güzel ahlaklı davranıp davranmayacağı denenmektedir. İnce bir kavrayışa sahip olan mümin bir kimse Allah'ın bu olayı özel olarak yarattığını ve kendisini imtihan ettiğini derhal anlar ve Allah'ın rızasına uygun olan davranışı seçer.
*Cesaret Allah'ın rızasını kazanmak için gösterilen bir tavırdır. Müminler Allah'ın hoşnutluğunu elde etmek maksadıyla canlarını ve mallarını gözden çıkarırlar. Esasında bu, inanan insanlar için sonradan alınan bir karar değildir. İnananlar bu kararı "iman ettik" dedikleri anda vermişlerdir:
Hiç şüphesiz Allah, mü'minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu) Tevrat'ta, İncil'de ve Kuran'da O'nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah'tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte 'büyük kurtuluş ve mutluluk' budur. (Tevbe Suresi, 111)
Bu kararı ilk başta vermiş oldukları için geriye sadece bunun gereğini yerine getirecekleri fırsatın önlerine çıkması kalmıştır. Gerçekte müminlerin gösterdikleri bu cesaret yanlızca Allah'ın kendilerine emretmiş olduğu davranıştır. Bu yüzden müminler en büyük cesaret örneklerini gayet soğukkanlı, tevekküllü ve korkusuzca sergilerler. Çünkü Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak sözkonusu olduğunda inanan bir kimsenin vazgeçemeyeceği ve göze alamayacağı hiçbir şey yoktur.
*İnsanların çoğu ön plana çıkmaktan ve kötülerin dikkatini çekmekten çekinir. Doğru bildiği yolda mücadele etmeye cesaret edemez. Bu konuda vicdanlı davrananlar, Allah'tan korkan, yaşamını Allah'ın rızasını kazanmaya adamış ve bunun için sorumluluk almaktan kaçınmayan müminlerdir. Karşılığında inkarcılar tarafından iftiralara uğrayacaklarını ve baskılara maruz kalacaklarını bilmelerine rağmen Allah'ın varlığını, birliğini ve O'nun emrettiği ahlakı insanlara duyurur, şevk ve kararlılıkla bu fikri mücadelelerine devam ederler.
*"Sen onlara dön, biz onlara öyle ordularla geliriz ki, onların karşı koymaları mümkün değil ve biz onları ordan horlanmış-aşağılanmış ve küçük düşürülmüşler olarak sürüp çıkarırız". (Neml Suresi, 29-37)
Hz. Süleyman'ın bu kararlı ve cesur tutumu, Allah'ın rızasını araması ve dünyevi hiçbir şeye tamah etmeyen tutumu Sebe melikesini derinden etkilemiş ve imanına vesile olmuştur
*Hz. Nuh'ta gördüğümüz ahlak, kınayanın kınamasından hiç çekinmeyen, aksine yalnızca Allah'ın rızasını kaybetmekten çekinen ve O'na tam bir teslimiyetle güvenen mümin tavrıdır. Ve Nuh Peygamber bu tavrıyla kendisinden sonra yaşamış olan bütün müslümanlara çok güzel bir örnek teşkil etmektedir.
*İnsan bu dünya hayatında ancak çok kısa bir süre yaşar. Asıl yaşayacağı yer, sonsuz ahiret hayatıdır. Sonsuz hayatta cennete layık bir kul olabilmek için bu dünyada Allah'ın rızasını kazanacak davranışlarda bulunması şarttır. Allah'ın insanlardan istediği ise, Kendisine kulluk etmeleri ve emrettiği güzel ahlakı yaşamalarıdır.
* Kuran'a uygun cesaret insana maddi manevi birçok kazanç sağlar. Öncelikle, insan kesin bir kararlılıkla Allah'ın rızasına uygun davranıyor olduğu için, vicdanı son derece rahat olur. Vicdanı rahat olduğu için ise huzurlu bir hayatı olur.
*Cesaret insanın Allah'ın rızasını kazanma, Kuran ahlakını insanlar arasında yaygınlaştırma amacına daha da güçlü bağlanmasını sağlar.
*Gerçek cesaretin bize en güzel şekilde tarif edildiği Kuran'da, peygamberlerin ve onları izleyen müminlerin hayatlarından verilen örneklerde, Allah'ı razı etmek için sergilenen cesaretin son derece üstün bir meziyet olduğu anlaşılmaktadır.
*Kurani bir cesaretin amacı ne insanların takdirini, hayranlığını toplamaktır, ne de kişinin kendi egosunu tatmin etmesidir; amaç sadece Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaktır.
*toplumda oturmuş olan cesaret anlayışında "dünyevi hedefler" vardır; yani kişi herhangi bir konuda cesaret gösterirken ahirete yönelik bir amaç gözetmeden, dünyaya dair hesaplar yapmaktadır. Belki güzel ve faydalı bir iş yapıyordur, örneğin; aniden yola fırlayan bir çocuğu ezilmekten kurtarıyordur; ama burada amacı kendi vicdanını rahatlatmaktır. Ya da topluluk önünde haksızlığa uğrayan birinin hakkını savunuyordur. Davranışı güzeldir, ancak amacı oradakilerin takdirini kazanabilmektir. Oysa bu davranışını   Allah katında geçerli kılacak olan, bu davranışını Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için yapıyor olmasıdır.
*hicret edenlere Allah rizasi için güzel bir tavir gösterenler, Allah'tan bir bagislanma ve üstün bir rizik ile müjdelenmislerdir:
… (Hicret edenleri) barindiranlar ve yardim edenler, iste gerçek mü'min olanlar bunlardir. Onlar için bir bagislanma ve üstün bir rizik vardir. (Enfal Suresi, 74)
*Kadinlari bosadiginizda, bekleme sürelerini tamamlamislarsa, onlari ya güzellikle tutun ya da güzellikle birakin. Fakat haklarini ihlal edip zarar vermek için onlari (yaninizda) tutmayin. Kim böyle yaparsa artik o, kendi nefsine zulmetmis olur... (Bakara Suresi, 231)
Allah'in bu hükmü geregi müminler gönül rizasiyla yaptiklari evlilikleri, gerektigi zaman, yine gönül rizasiyla sona erdirirler. Evlenirken eslerine gösterdikleri hürmeti bosanma aninda da korurlar. Bosanmayi bir kavga veya kirginlik sebebi yapmazlar. Allah rizasi için evlendikleri gibi Allah rizasi için bosanirlar. Bu nedenle mümin bir erkek bosandigi esini ne sözleriyle ne de tavirlariyla kesinlikle zor bir durumda birakmaz. Dahasi bir mümin bir baska mümini imanindan ve ahlakindan dolayi sevdigi için, bosandigi kisiye karsi duydugu imani sevgi, saygi ve hürmet de her zaman devam eder.
Müminler, Kuran ahlakinin kendilerine kazandirdigi merhamet geregi, bosandiklari kadinlari bir anda ortada birakmazlar. Bu kimselerin kendilerine bakacak aileleri, geçinebilecek maddi imkanlari ve hatta kalabilecekleri bir baska evleri dahi olmayabilir. Bu ve benzeri sartlari göz önünde bulunduran müminler, kadin kendini bu yönde garanti altina alana kadar, bosanmis olduklari halde, ona her yönden güvence saglarlar.
Karsilikli tercihleri dogrultusunda onlarin kendi evlerinde ya da yine kendi gözetimleri altindaki bir baska yerde barinmalarini saglarlar. Ancak bu davranislarinin tek amaci Allah'in rizasini kazanmak ve mümin bir kimseye karsi güzel ahlakli ve merhametli bir tavir sergileyebilmektir.
*Infak ederken asil önemli olan insanin Allah rizasi için nefsinden feragat edebilmesi ve kendi sevdigi seylerden fedakarlikta bulunabilmesidir. Çünkü insanin kendisi için hiçbir deger ve önem tasimayan bir seyi bir baskasina vermesi zaten özveride bulunmayi gerektirmez.
*Sonra iman edenlerden, sabri birbirlerine tavsiye edenlerden, merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak. Iste bunlar, sag yanin adamlaridir. (Beled Suresi, 17-18)
Allah'in, ahiret günü kurtulusa erenlerden olmalari, rahmetine ve cennetine kavusabilmeleri için kullarina emrettigi hükümlerden biri ayette görüldügü gibi "merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak"tir. Hayatlarini Allah'in rizasini kazanmaya adayan müminler de Allah'in bu hükmünü eksiksiz ve kusursuz olarak yerine getirmeye çalisirlar. Onlarin merhamet anlayislarinin temelinde Allah'a olan samimi imanlari yatar. Müminler, Allah'in izni disinda hiçbir olayin gerçeklesmeyecegini ve O'nun kendilerine bagisladiklarina ne kadar muhtaç olduklarini bilirler. Dolayisiyla, bu kavrayistan kaynaklanan bir tevazuya sahiptirler. Iste bu özellikleri de onlarin merhametlerinin temelini olusturur.
*Gerçek su ki, iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallariyla ve canlariyla cihad edenler ile (hicret edenleri) barindiranlar ve yardim edenler, iste birbirlerinin velisi olanlar bunlardir... (Enfal Suresi, 72)
Allah'in "barindiranlar" olarak adlandirdigi müminler, maddi manevi sahip olduklari her türlü imkani arkalarinda birakarak kendilerine siginan bu kimselere, belki de daha önce hiç tanimadiklari halde yardim elini uzatirlar. Hicret edip gelen bu kimselerin ne mal varliginin miktari, ne itibarlari, ne de meslekleri, onlar için hiçbir önem tasimaz. Çünkü onlar bu kimselere sadece Allah'a iman ettiklerini söylemelerinden dolayi destek olurlar. Ayrica bu kisilerden ne o an için, ne de ileriye yönelik bir karsilik ummazlar. Buradaki amaçlari sadece Allah'in rizasini kazanabilmektir, dolayisiyla verdikleri destegin karsiligini da yine yalnizca Allah'tan beklerler.
*müminler, gösterdikleri merhametten, yaptiklari yardimdan dolayi kimseyi minnet altinda birakmaya kalkismaz ve bir tesekkür kadar bile karsilik ummazlar. Onlarin asil hedefledikleri yasadiklari güzel ahlakla Allah'in rizasini kazanabilmektir. Çünkü onlar ahiret günü yoksula hakkini verip vermediklerinden sorguya çekileceklerini bilirler. Kuran'da, Allah'in bu hükümlerini bile bile yerine getirmemenin sonucunun cehennem oldugu birçok ayetle bildirilmistir:
"Sizi su cehenneme sürükleyip-iten nedir?"
Onlar: "Biz namaz kilanlardan degildik" dediler.
"Yoksula yedirmezdik." (Müddessir Suresi, 42-44)
(Allah buyruk verir:) "Onu tutuklayin, hemen baglayin."
"Sonra çilgin alevlerin içine atin."
"Daha sonra onu, uzunlugu yetmis arsin olan bir zincire vurup gönderin."
"Çünkü, o, büyük olan Allah'a iman etmiyordu."
"Yoksula yemek vermeye destekçi olmazdi." (Hakka Suresi, 30-34) 
*Mümin hayatının her anında Allah'ın rızasını kazanmayı kendine tek hedef edinmiş, Allah'ın yarattığı olaylardaki hikmetleri arayan, ahireti düşünen bir ahlaka sahiptir.
*cehennemden kurtulmanın, Allah'ın rızasını ve rahmetini kazanmanın yolu "iyi insan" olarak tanınmak değil, Allah'ın Kuran'da tarif ettiği şekilde bir mümin olmaktır.
*Allah'ın ayetlerine karşılık az bir değeri satın aldılar, böylece O'nun yolunu engellediler. Onların yaptıkları gerçekten ne kötüdür. (Tevbe Suresi, 9)
Oysa tüm diğer ibadetler gibi dini anlatma vazifesini de ancak Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla yapan gerçek müminler için böyle basit bir maddi çıkar beklentisi söz konusu olamaz.
* İslam'ın temeli sevgi üzerine kuruludur. Allah müminlerin kalbine diğer müminlere karşı bir sevgi bağı koymuştur. Mümin önce Allah'ı, ondan sonra da Kuran ahlakını yaşayan insanları sever. Aralarında Allah'ın rızasına dayalı böyle bir sevgi bağı bulunan, aynı güzel ahlakı yaşayan, sonsuza kadar birlikte olmaya niyet etmiş insanların ayrı kalmaya, farklı uğraşlar içinde olmaya razı olmaları düşünülemez.
*Allah'ın birçok ayette kendisinden övgüyle bahsettiği ve örnek gösterdiği Hz. Süleyman, kuşkusuz Allah'ın rızası dışında bir amaca ve Allah'ın dini dışında bir yol göstericiye sahip değildi.
*İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını 'eş ve ortak' tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle  Allah'ın olduğunu ve Allah'ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi. (Bakara Suresi, 165)
Allah'a karşı olan sevgi de, kuşkusuz yeryüzünde O'na kulluk eden, Allah'ın rızasını arayan müminlere yöneltilecektir.
*cahiliye toplumunun içinden çıkıp gelen insanın ailesi de Kuran ahlakına sahip değilse ve çocuklarını Allah'ın rızasından alıkoymaya çalışıyorsa, bu durumda onlara güzellikle doğruları anlatmak gerekir. Eğer bu anlatım fayda etmezse, onlara karşı takınılacak tavır, Kuran'ın "itaat etmeme, ancak iyi geçinme" prensibine uygun olarak yürütülmelidir.
*iman edenler bilirler ki, insan yalnızca Allah'a karşı sorumludur ve yalnızca Allah'ın rızasını kazanmak için yaşamalıdır.
*Şeytanın samimi bir kalple Rabbimize yönelen, çok büyük bir titizlikle O'nun emir ve tavsiyelerini uygulayan, sadece Allah'ın rızasını kazanabilmek için ihlasla salih amellerde bulunan ve her yaptıklarının karşılığını ahirette göreceklerini bilen insanlar üzerinde hiçbir gücü yoktur.
*Şeytan insanlara şiddetli bir büyüklenme duygusu vererek, herşeyi en doğru ve eksiksiz şekilde kendisinin bildiğine inandırır. Bu nedenle de kişi çevresinden gelen hatırlatmalara, tavsiye ve eleştirilere açık olmaz, bunlara alayla ve kibirle karşılık verir. Hiç kimseyi ya da hiçbir şeyi yol gösterici tanımadığı gibi, sadece kendi inancından vazgeçmemek uğruna yanlış olduğunu gördüğü şeylerden dahi vazgeçemez. Kendi fikrinin bazı eksiklikleri, hatalı yönleri olduğundan biraz olsun şüphe etse dahi doğruyu görebilecekken, hiçbir konuda ikna edilemeyen, inatçı, sabit fikirli ve kuralcı bir karaktere sahip olur.
Bu nedenle de kendine yapılan daveti samimiyetle değerlendirmez, yanlış anlar, iman edenlerin bu davetle kendine karşı bir üstünlük sağlamak peşinde olduğunu düşünürek kendini kandırır. İman edenlerin hiçbir karşılık beklemeden, sadece Allah'ın rızası için insanlara Kuran ahlakını anlattıklarına bir türlü inanmak istemez.
*Kuran okumaktan ve Kuran'da bildirilen gerçekleri düşünmekten kaçanlar, insanların kendilerine bu apaçık gerçeği anlatmasına da fırsat vermezler. Oysa Kuran'ı okusalar ya da kendilerine yapılan davetlere kulak verseler, Allah'ın ayetlerde bildirdiği gerçeklerden haberdar olacak, Allah'ın hoşnut olacağı şekilde bir hayat sürdürmenin önemini ve aciliyetini kavrayacaklardır. Böylece kendileri ve yakınları için yarar sağlayacak, sonsuz cehennem azabından kurtulmayı umabileceklerdir. Bu kavrayış ve umut her insan için çok önemlidir, çünkü asıl varılacak yurt, sonsuz ahiret hayatıdır.
*Bazı insanların Kuran'da bildirilen gerçeklerden kaçmalarının bir başka önemli nedeni ise içlerindeki şiddetli büyüklük duygusu yani kibirleridir. Kendi fikirlerinin, inançlarının, hayat tarzlarının doğruluğuna ve kusursuzluğuna o kadar inanmışlardır ki, bunlardan daha doğru bir fikrin, inancın varlığını asla kabullenmek istemezler. Böyle bir düşünce dahi onları rahatsız eder. Allah'ın "Ona: "Allah'tan kork" denildiğinde, büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o." (Bakara Suresi, 206) ayetinde de bildirildiği gibi, insanı inkara sürükleyen de işte bu "büyüklük gururu" yani kibiridir.
Böyle insanlar Kuran'a davet edildiklerinde onu inkar ederler. Çünkü hak dine tabi olmaları demek, o ana kadar batıl bir inanca sahip olduklarını kabul etmek demektir. Yıllar boyunca yanlış bir yol izlediklerini, doğru yolda olmayan kişileri kendilerine önder seçtiklerini ya da yazdıkları, okudukları, değer verdikleri tüm bilgilerin büyük bir yanılgı olduğunu öğrenmeleri demektir. Bu da onlar için büyük bir felakettir. Bu felaketi yaşamamak için, her türlü delili ile ispat edilse dahi sahip oldukları fikirlerin hezimetini kabul etmek istemezler. Çünkü kibirleri buna izin vermez. Kibirleri, ayette bildirildiği gibi "onları günaha sürükler".
Oysa yapmaları gereken Kuran'ın tek gerçek olduğunu idrak ettikten sonra, yanlış bir yol üzerinde olduklarını hemen kabul etmek, vicdanlarının sesine kulak vermek ve tevbe edip yepyeni bir hayata başlamaktır. Kolay olan ve Allah'ın hoşnut olacağı ahlak da budur. Aksi, hem dünyada hem de ahirette sıkıntılı bir hayat demektir.
*Allah insanları güzel ve doğru olanı yapmaya, Allah'ın hoşnutluğunu kazanarak nimet içinde yaşam sürmeye davet ederken, insanların çoğu şeytanın emirlerine uyarak kendilerine anlatılanı duymamak için ellerinden gelen herşeyi yaparlar. Allah, "İnkar edenler dediler ki: 'Bu Kuran'ı dinlemeyin ve onda (okunurken) yaygaralar koparın. Belki üstün gelirsiniz'." (Fussilet Suresi, 26) ayetiyle bu kimselerin nasıl bir yaklaşım içinde olduklarını bildirmiştir.
*İnsanların büyük bir bölümü Allah'a ve Kuran'a iman ettiklerini söylerler. Ancak bu kişilerin büyük bir bölümü hayatları boyunca bir kez bile Kuran'ı okumamış ve Kuran'da bildirilen ahlakı, ibadetleri ve hükümleri uygulamamış olabilirler. Oysa tüm hayatını Kuran'dan habersiz geçirmek ya da sadece iman ettiğini söyleyip, Kuran'da tarif edilen hayatı gerçek manasıyla yaşamamak Allah'ın hoşnut olmadığı bir davranıştır.
*tüm peygamberler insanları, dini yalnızca Allah'a has kılarak ibadet ve kulluk etmeye davet etmişlerdir. İnsanlara Allah'ın dışında başka ilahlar edinmemelerini ve sadece Allah'ın rızasını aramaları gerektiğini tebliğ etmişlerdir.
*Kuran'da, insanların niçin ve nasıl yaratıldıkları, nasıl bir hayat sürerlerse Allah'ın rızasını kazanabilecekleri, ibadet şekilleri, güzel ahlakın tarifi, beden ve ruhça sağlıklı olmanın yolları, zor anlarda ve beklenmedik durumlarda alınması gereken önlemler, çeşitli insan karakterleri detaylı olarak açıklanmıştır. Ayrıca bilimsel gerçeklere işaret eden ayetler, günlük hayata ve toplumsal sorunlara dair bilgiler, kıyamet günü, cennet ve cehennem gibi daha pekçok konu hakkında bilgiler verilmiştir. Yani Kuran'da bir insanın yaşamının her anında gereksinim duyacağı temel bilgilerin tümü mevcuttur.
*Kuran'da insana, Allah'ın hükümlerini kayıtsız şartsız kabul etmesi, sadece Allah'ı dost ve vekil edinmesi, hayattaki tek amacının Allah'ın rızası, rahmeti ve cenneti olması gerektiği bildirilir.
*Müslümanlar tevekküllü, sabırlı, şefkatli, merhametli, sevgi dolu, tevazu sahibi, yumuşak huylu ve kanaatkar insanlardır. Allah'ın tarif ettiği dini yaşamanın huzuru ve rahatı içindedirler. Kuran'da emredildiği gibi Allah'tan başkasından korkmazlar. Allah'ın rızasını herşeyin üzerinde görürler.
*Allah'ın dünya hayatında belirlediği süre içerisinde her anlarını Allah'ın rızasına ve rahmetine uygun olarak, vicdanlarını kullanarak yaşayan müminler ise sonsuz ahiret hayatlarında cennetle ödüllendirilirler. Ölüm melekleri ile karşılaşmalarının ardından canları güzellikle çekilip alınan müminlerin bölük bölük cennete sevk edilecekleri ve cennet bekçileri tarafından ne şekilde karşılanacakları ayetlerde şöyle haber verilmiştir:
Adn cennetleri; ona girerler, onun altından ırmaklar akar, içinde onların her diledikleri şey vardır. İşte Allah, takva sahiplerini böyle ödüllendirir. Ki melekler, güzellikle canlarını aldıklarında: "Selam size" derler. "Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere cennete girin." (Nahl Suresi, 31-32)
*günümüzde Kuran'la ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetiyle düşünen, hükmeden, konuşan ve karar veren bir neslin yetişmesi son derece önemlidir. Peygamberlerin ahlakını kendilerine örnek alan, sadece Allah'ın rızasını hedefleyen bu salih Müslüman topluluğun özellikleri Kuran ayetlerinde tüm detayları ile anlatılmıştır.
*insan şeytanın, "Bugüne kadar yapmadın, bundan sonra yapsan ne fayda eder?" şeklindeki yanlış yönlendirmelerine kapılmamalı ve şeytanın benzer aldatmacalarına karşı da dikkatli olmalıdır. Allah, her insanı son halinden sorumlu tutacaktır. Eğer kişi, gerçekleri görerek, Allah'a ve Kuran'a yönelir, Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmak için yaşamaya başlarsa, Allah geçmiş günahları için ettiği tevbesini kabul eder.
*Akla ve vicdana uygun olan insanın hayatını Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmak için geçirmesi ve Allah'ın emrine uymasıdır.
*Kuran bir insanın, Allah'ı ve İslam ahlakını tanımak ve Allah'ın razı olacağı bir hayat sürmenin yollarını öğrenmek için başvurabileceği tek kaynak, doğru ile yanlışı birbirinden ayıran mutlak ölçüdür. Bu nedenle Kuran'ın bir ismi de Furkan, yani doğruyu yanlıştan ayırandır.
*Kuran'da haram ve helaller açık bir dil ile anlatılmış, Allah'ın razı olacağı ahlak ise tüm detayları ile tarif edilmiştir. Bu nedenle de müminlerin hayatlarında Kuran'da tarif edilenlerin dışında hiçbir kuralın yeri yoktur.
*Peygamberimiz (sav), Kuran'da da bildirildiği gibi, yüksek ahlak sahibi, müminlerin sıkıntıya düşmesi gücüne giden, onlara pek düşkün, şefkatli ve esirgeyici olan (Tevbe Suresi, 128), insanlara iyiliği emreden ve onları kötülüklerden men eden, onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiren (Araf Suresi, 157), insanlara Allah'tan bir lütuf olan, onları sapkınlıklardan arındıran, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten kutlu bir insandır. (Al-i İmran Suresi, 164)
Bir kişinin Allah'ın razı olduğu gerçek bir Müslüman olabilmesi için Kuran'ın hükümlerine uyması, Hz. Muhammed (sav)'in sünnetini anlayarak kabul etmesi ve bu hükümleri yaşamının her anında dikkatle uygulaması gerekir.
*insanların büyük çoğunluğu yalan söylemekten kaçınmaz, bir yalan söylediklerinde bunun Allah katında bir cezası olduğuna ihtimal vermez ve "bu kadarından günah olmaz" diye düşünürler. Veya kendi akıllarınca "beyaz yalanlar" diye bir yalan ismi uydurur ve bu yalanların günah olmayacağı hükmünü verirler. Oysa bu, dinleri hakkında içine düştükleri büyük yanılgılardan biridir. Çünkü Allah Kuran'da yalan söylemenin haram olduğunu açıkça bildirmiştir.
Veya karşısındaki insana Allah'ın hoşnut olmayacağı bir şey yaptırmak isteyen kişi, "Sen yap, ben senin günahını yüklenirim," veya "Günahı benim boynuma" gibi batıl ifadeler kullanır. Ancak, Allah "Hiçbir günahkar bir başka günahkarın günahını yüklenemez" (Fatır Suresi, 18) ayetiyle bu konudaki hükmünü bildirmiştir.
*Onların hidayete ermesi, senin üzerinde (bir yükümlülük) değildir. Ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir. Hayır olarak her ne infak ederseniz, kendiniz içindir. Zaten siz, ancak Allah'ın hoşnutluğunu istemekten başka (bir amaçla) infak etmezsiniz. Hayırdan her ne infak ederseniz -haksızlığa (zulme) uğratılmaksızın- size eksiksizce ödenecektir. (Bakara Suresi, 272)
…Allah yolunda her ne infak ederseniz, size 'eksiksiz olarak ödenir' ve siz haksızlığa uğratılmazsınız. " (Enfal Suresi, 60)
De ki: "Şüphesiz benim Rabbim, kullarından rızkı dilediğine genişletip-yayar ve ona kısar da. Her neyi infak ederseniz, O (Allah), yerine bir başkasını verir; O, rızık verenlerin en hayırlısıdır. (Sebe Suresi, 39)
Müminler mallarını ve canlarını infak ederken sadece Allah'ın rızasını ve cennetini isterler, ancak ayetlerde görüldüğü gibi    Allah'tan bir sır olarak her ne infak ederlerse kendilerine geri ödenir.
*Herşeyden önce kişinin doğru yola iletilmesi için iman etmesi gerekir: Eğer bir insan göklerin yerin ve ikisi arasındakilerin tek sahibi ve yaratıcısının Allah olduğuna ve dünyada var olma amacının Allah'a kulluk etmek olduğuna iman edip, hayatı boyunca Allah'ın rızasını ararsa Allah onu doğru yola iletir.
*İman edenlerin tam bir teslimiyetle Allah'a yönelmeleri, Allah'a kalpleri tatmin bulmuş olarak bağlanmaları da doğru yola iletilmenin sırrıdır. Allah'a iman eden ve ahiretten korkan bir müminin dünyaya yönelik bir hırsı yoktur. Tek amacı Allah'ı razı etmektir. Bu sebeple, bir mümin her tutum ve davranışında Allah'a yönelir, Allah'ın kendisini denediğini bilerek, her olayda Allah'ın kendisi için yazdığı kadere tabi olur.
*Allah'tan korkan müminler sürekli olarak hatalarından arınmak ve Allah'ın en çok razı olacağı ahlaka ulaşmak için çalışırlar. Ancak, elbette hatalardan hızla arınmak ve doğru yola iletilmek için kişinin tevazulu olması  gerekir. Tevazulu ve arınmayı isteyen bir insan başta Allah'ın emirlerini tam olarak yerine getirir. Ayrıca salih müminler birbirlerinin velileridir. Birbirlerine iyiliği emreder, kötülükten men ederler. Bu sebeple, müminlerin birbirlerinin verdiği öğütlere karşı da tevazulu olması, bir hatayı mümin bir kardeşinin kendisine söylemesinin ahireti için büyük bir nimet olduğunu bilerek söz dinlemesi gerekir. Kendisine verilen öğütleri tutan bir insan hızla hatalarından arınacak ve Allah'ın ayette bildirdiği gibi doğru yola ulaşacaktır.
*Dünya üzerinde, Allah'a inanmadığı halde bolluk ve nimet içinde yaşayan, bereketli topraklar, sağlıklı çocuklar sahibi olan, uzun ömür sürmüş ve halende sürmekte bulunan birçok insan vardır. Bu insanlar sahip olduklarıyla Allah'ı razı etmek yerine şımarmakta, bunlarla Rabbinin rızasını aramak yerine, Allah'tan uzaklaşmaktadırlar. Her geçen gün küfürleri artan ve durmadan günah toplayan bu insanlar, sahip olduklarının kendileri için hayır olduğunu zannederler. Oysa, Allah Kuran'da bu insanlara verdiği nimetlerin ve tanıdığı sürenin  hikmetini ve sırlarını şu ayetlerle  açıklamaktadır:
Onların malları ve evlatları seni imrendirmesin; Allah bunlarla, ancak onları dünyada azablandırmak ve canlarının onlar inkar içindeyken zorluk içinde çıkmasını istiyor. (Tevbe Suresi, 85)
"O küfre sapanlar, kendilerine tanıdığımız süreyi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar, biz onlara, ancak günahları daha da artsın, diye süre vermekteyiz. Onlar için aşağılatıcı bir azab vardır." (Al-i İmran Suresi, 178)
Artık sen onları, belli bir süreye kadar kendi gafletleri içinde bırak. Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz mal ve çocuklarla Biz onların hayırlarına koşuyoruz (veya yardım ediyoruz)? Hayır, onlar şuurunda değiller. (Mü'minun Suresi, 54-56)
*Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma (vesvese veya iğva) gelirse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. (Allah'tan) Sakınanlara şeytandan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah'ı zikredip-anarlar), sonra hemen bakarsın ki görüp bilmişlerdir.  (Araf Suresi, 200-201)
Ayette görüldügü gibi müminler seytandan gelen vesveselere karsi çok dikkatlidir. Uzun uzun oturup ondan gelen vesveseleri düsünerek vakit kaybetmez, söz konusu vesveselerle  Allah'in razi olmayacagi, bir mümine yakismayacak sikintili, hüzünlü korkulu bir ruh haline girmezler. Bir sikinti, Kuran'a uygun olamayan bir düsünce hissettiklerinde hemen düsünürler. Bunun Allah'in hosnut olmayacagi seytandan gelen bir vesvese oldugunu  anlarlar. Hemen Allah'i ve Kuran ayetlerini düsünerek seytanin fisildamalarindan kurtulurlar.
*Allah, izzet ve onuru, Kendisine dost olan, gönülden bağlı, Kuran'a uyan kullarına verir. Kuran'a uyan bir insan, hiçbir zaman kendisini ahirette Allah'ın karşısında küçük düşürecek, onu utandırıp, pişmanlığa sevkedecek bir ahlaka ve tavra yaklaşmaz. Hiçbir insandan korkup çekinmez, kimseye yaranmaz, kimsenin güç ya da zalimliğinden korkup çekinmez. Sadece   Allah'ı razı etmek ister ve sadece Allah'tan korkup sakınır. Bu nedenle hiçbir zayıflığı, insanlar karşısında ezikliği yoktur. Mala, zenginliğe, makam ve mevkiye sahip olmasa dahi Allah onu Kendi katından yardımıyla güç ve şeref sahibi yapar. Böyle bir insan aynı zamanda Kuran ahlakını yaşamanın ve imanın getirdiği üstünlüğü ve şerefi üzerinde taşır.
*Müminler de dualarında Allah'tan sağlık, zenginlik, ilim ve güzellik isterler. Ancak onların her dualarında Allah'ın hoşnutluğu ve dine uygun bir niyet vardır. Örneğin zenginliği, Allah yolunda kullanmak için isterler. Bu konuyla ilgili olarak Allah'ın Kuran'da örnek verdiği peygamberlerden biri Hz. Süleyman'dır. Hz. Süleyman, Allah'tan kendisine kimsenin erişemeyeceği kadar büyük bir mülk vermesini isterken bunu dünyaya yönelik bir hırs olarak değil, Allah yolunda kullanmak, insanları Allah'ın dinine çağırmak ve Allah'ı zikretmek için istemiştir. Hz. Süleyman'ın Kuran'da bildirilen sözleri onun samimi niyetinin bir göstergesidir:
"...Gerçekten ben mal sevgisini Allah'ı zikretmekten dolayı tercih ettim." (Sad Suresi, 32)
*Müminler, kadere iman ederler ve Allah'ın yarattığı kaderin en hayırlısı ve en güzeli olduğunu bilirler. Bundan dolayı da hayatlarının her anında tevekküllüdürler. Yani olayları Allah'ın belli bir hikmetle yarattığını ve şahit oldukları olay ne olursa olsun, Allah'ın bunda bir hayır dilediğini bilirler. Örneğin, ölümcül bir hastalığa yakalanmak, çok çetin ve acımasız bir düşman ordusu ile karşılaşmak, masum olmasına rağmen iftiralara uğramak veya insanın aklına gelebilecek en ürkütücü olaylar dahi, müminleri telaşa veya korkuya kaptırmaz. Onlar Allah'ın kendileri için yarattığını sabır ve metanetle beklerler. İman etmeyen bir insanın dehşete ve ümitsizliğe kapılacağı olaylar karşısında onlar büyük bir zevk alırlar. Çünkü en ürkütücü görüntü ve konuşma dahi, Allah katında önceden planlanmış ve insanın imtihanı için yaratılmıştır. Bunlara sabır ve tevekkülle karşılık verenler, Allah'a ve O'nun yarattığı kadere teslim olup güvenenler Allah'ın hoşnutluğunu ve sevgisini kazanacaklar, karşılığında sonsuza dek cennette yaşayacaklardır. Dolayısıyla, müminler hayatları boyunca tevekkülün konforunu ve imani neşesini yaşarlar. Bu, Allah'ın müminlere verdiği bir sır ve güzelliktir ve Allah Kuran'da tevekkül edenleri sevdiğini bildirir. (Al-i İmran Suresi, 159)
*Allah, insanları kaderlerinde belirlediği birçok olayla dener. Bu olaylara tevekkül edenler, Allah'ın hoşnutluğunu ve sevgisini kazanırlar. Tevekkülsüz davrananlar ise, hem dünyada sıkıntı, huzursuzluk ve mutsuzluk yaşarlar, hem de ahirette sonsuz bir azapla karşılık görürler. Tevekkülün insan için hem dünyada hem de ahirette büyük bir kazanç ve kolaylık olduğu çok açık bir gerçektir. Allah, tevekkülle ilgili sırları müminlere vererek onların üzerinden
zorlukları almış ve onlar için dünya hayatındaki imtihanı kolay hale getirmiştir.
*Ahireti düşünerek yaşayan bir insan için dünya hayatındaki olayların her biri ahirete yönelik bir hayır ve güzelliktir. Böyle bir olay yaşayan insan aczini ve muhtaçlığını daha da iyi anlayarak, Allah'a dua ve tefekkürle daha çok yönelecek ve yakınlaşacaktır. Bu da insanın ahireti için çok önemli bir hayır ve güzellik demektir. Ayrıca böyle bir olaya tevekkül edip sabır göstererek Allah'ın hoşnutluğunu kazanmış olacaktır. Allah'ın hoşnutluğu ise herşeyin üzerindedir.
*insan dünyada hangi olayla karşılaşırsa karşılaşsın, o olay geçer biter. Her insan hayatındaki en zorlu veya en tehlikeli günü düşünse, bunun zihninde sadece bir anı olarak kalmış ve bitmiş bir hayal olduğunu görecektir. İnsanlar izledikleri film sahnelerini de aynı şekilde hatırlarlar. Dolayısıyla, insan için en önemli veya en "sarsıcı" gün dahi bir gün gelecek ve izlenen bir film karesi gibi bir anı, bir hayal olarak akılda kalacaktır. Ancak bu anıdan geriye tek birşey kalır ve o sonsuza kadar devam eder: O da, bu kişinin o zor anda gösterdiği tavır ve Allah'ın o kişiden hoşnut olup olmamasıdır.
*bir kişinin iyilikte bulunması, Allah'tan korkup sakınarak, ahiretteki hesabını düşünmesi ve vicdanını kullanarak her an Allah'ı en çok hoşnut edecek davranışı seçmesidir. Allah, imanlarından, Allah korkularından ve Allah'a duydukları sevgiden dolayı sürekli iyilik işleyenleri seveceğini ve onlara iyilikle karşılık vereceğini bildirmektedir:
Böylece Allah, dünya ve ahiret sevabının güzelliğini onlara verdi. Allah iyilikte bulunanları sever. (Al-i İmran Suresi, 148)
...Bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir. (Nahl Suresi, 30)
Bu, iyilikte bulunarak fedakarlık yapanlara, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için ciddi bir çaba gösterenlere Allah'ın Kuran'da bildirdiği bir müjdedir. Allah, hem dünyada hem de ahirette böyle insanları güzel bir hayatla yaşatacağını müjdelemektedir. Bu, hem maddi hem de manevi nimetlerde bir artıştır.
*Müminler hiçbir zaman dünyanın peşinde koşmazlar. Dünya malının, itibarının ve gücünün hırsını yapmazlar. Allah'ın ayetinde de bildirdiği gibi, onlar ahireti satın almak için canlarını ve mallarını satarlar. Ne alışverişleri, ne ticaretleri onların ibadetlerini, Allah'ı anmalarını, din için hizmette bulunmalarını engellemez. Hatta, açlık ve yoksullukla denendiklerinde dahi, son derece teslimiyetli ve sabırlı olurlar ve asla şikayette bulunmazlar. Peygamberimiz döneminde hicret eden müminler bunun bir örneğidir. Onlar, Allah yolunda evlerini, işlerini, ticaretlerini, tüm mallarını, bağlarını, bahçelerini arkalarında bırakarak, başka bir şehre gitmişler ve çok azla yetinmeyi bilmişlerdir. Bunların karşılığında ise sadece Allah'ın kendilerinden hoşnut olmasını dilemişlerdir. Allah, müminlerin bu samimi, katıksız olarak ahiret yurdunu düşünen kanaatkarlıklarına karşılık olarak onları daima rızıklandırmış ve güzel ve temiz nimetler içinde yaşatmıştır. Bu nimetler ve zenginlikler ise onların dünyaya bağlanmalarına değil, aksine Allah'a şükredip O'nu anmalarına vesile olmuştur. Allah'ın vaadinin bir sonucu olarak, bu ahlaklarına karşılık her mümin dünyada güzel bir hayatla yaşar.
*Müminlerin hedefi Allah'ın hoşnutluğunu, rahmetini ve cennetini kazanmaktır.

ÖNEMLİ BİLGİLER

Tarih: 3/10/2006 17:12 - yok Yorum - Yorum yaz - Bağlantı

*Allah'ın rızasını gözeten kişi, sürekli olarak O'na ibadet halinde olur. Basit çıkar hesapları yapmadığı için, dünya hayatının süsü onu etkilemez.
*Akıl, müminin, Allah'ın en çok razı olduğu, en doğru tutum ve davranışları sergilemesini, Allah'ın sınırlarını korumada, Kuran'ın emir ve yasaklarına uymada tam bir titizlik göstermesini, Allah'ı gereği gibi takdir edebilmesini, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırt edebilmesini, en güzel ahlakı edinmesini, her konuda en doğru kararı vermesini, en isabetli tercihi yapmasını, ahireti için en faydalı ve en güzel bir biçimde hareket edebilmesini sağlayan bir yol göstericidir.
*Şirk herşeyden önce kalpte olur, daha sonra düşünce ve hareketlere yansır. Kuran'dan anladığımıza göre bir kişinin şirke girmesinin temelinde Allah'tan başka herhangi bir şeyi Allah'a tercih etmesi yatar. Örneğin bir kimsenin hoşnutluğunu Allah'ın hoşnutluğuna tercih etmek veya bir kimseden Allah'tan korkar gibi hatta daha fazla korkmak ya da bir kimseyi Allah'ı sever gibi sevmek o kimseyi Allah'a ortak koşmak, onu Allah'ın yanı sıra ayrı bir ilah edinmek demektir. İşte Kuran'da en çok üzerinde durulan şirk çeşitleri de bunlardır.
*Müminin dünya hayatında nasıl yaşaması gerektiğini, herşeyin Yaratıcısı olan Allah en ince ayrıntısına kadar bildirmiştir. Ancak insan istek ve tutkularını ölçü aldığında, bedeni arzularını ve kendi beklentilerini dinin menfaatlerinin ve Allah'ın hoşnutluğunun önüne alabilmekte, gaflet dolu bir ruh haline girebilmektedir. Böyle olunca da Allah'ın, sakınmasını söylediği şeylerin içine büsbütün dalabilmekte, titizlik göstermesi gereken konularda vurdumduymaz bir duruma gelebilmektedir.
*Allah korkusu olan bir kimse yaptığı hayırlı işleri yeterli görmez, daima Allah rızasının en fazlasını gözetir. Çünkü elinde imkan olduğu halde sınırlı bir gayret göstermek, nefsinin arzularına da yer vermek, kişinin diğer amellerini de tehlikeye atabilir.
*Ümitsizlik kişiye hiçbir şey kazandırmaz; ne ahlaka, ne kişinin ruh sağlığına, ne geleceğine, ne de halihazırdaki yaşantısına en ufak bir olumlu etkisi yoktur. Aksine insanı hastalıklara, hatta ölüme dek sürükleyebilecek şekilde moral çöküntüsüne sokar. Ümit dolu olmanın ise maddi ve manevi olarak kazandıracağı çok şey vardır. Öncelikle Allah'ın bir emrini uyguladığı için kişi çok önemli bir ibadeti yapmış ve Allah'ın rızasını kazanmış olur.
İnsanın her olay karşısında ümit dolu olması, asla ümitsizliğe kapılmaması ruhunda birçok olumlu gelişmeye yol açacaktır. Tevekküllü, dünya hırsları olmayan, sabırlı, sakin, olayların kapıp sürüklemediği, güçlü, mutmain, insanlar tarafından saygı duyulan, aklına başvurulan, olgun, lider karakterli bir kişi olacaktır.
*Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): "Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum" dedi. "Kıyamet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım". (Kehf Suresi, 32-36)
Görüldüğü gibi, kıyamet gününden dahi şüphesi olan bu kişi, ahirete gittiği takdirde hayırlı bir sonuçla karşılaşacağı şeklinde tutarsız bir mantığa sahiptir. Bu tutarsız mantığı da, gerçekten iman etmemesinin getirdiği akılsızlığından kaynaklanmaktadır. Bu örnek günümüzde de oldukça yaygın bir zihniyeti yansıtmaktadır.
Bu saçma ümit ve beklenti içinde olanlar dünyada -kendi çıkarları doğrultusunda- yaptıkları iyiliklerin karşılığını almaları gerektiğini, bunun doğal hakları olduğunu düşünürler. "Çalışmak en büyük ibadettir", "halka hizmet Hak'ka hizmettir" gibi sloganları benimser ve sık sık kullanırlar. Elbette bu düşünceler samimi olduğu sürece insana fayda sağlayabilir, ama bir yandan Allah’a karşı nankör ve isyankar bir tavır sergilerken, bir yandan Kuran’da yasaklanan her türlü çirkin tavrı, kötü ahlakı uygularken, bir yandan da dünyada nefsine yönelik yaptığı çalışmalardan karşılık beklemek mantıksızdır. Ama bu tür insanlara bunun boş ve saçma bir beklenti olduğu, Allah katında değerli olanın iman edip yalnızca Allah'ın rızasını kazanmak için yapılan işler olduğu hatırlatılınca, bu gerçeği kabul etmeye yanaşmazlar. Oysa Allah'a iman olmadan ve Allah'ın rızası gözetilmeden yapılan işlerin ahirette bir kazanç sağlamayacağı, boşa gideceği Kuran'da bildirilen gerçeklerdir.
*Allah'ın rızasına göre davranan, O'nun emir ve tavsiyelerine uyan, hiçbir şart ve ortamda Allah'ın ayetlerinden taviz vermeyen kişi bu durumda Allah'ın cennetle ödüllendireceğini belirttiği kişilerden olmayı ümit etmeye hak kazanır.
*Allah dünyaya bağlı, gelecek kaygısı taşıyan, hırslı, olayları kendisinin kontrolünde sanarak büyüklenen ve en küçük bir olumsuzluk karşısında umudunu yitirip, nankörlük edenlerden ise razı olmadığını bildirmiştir:
Andolsun, biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra bunu kendisinden çekip-alsak, kuşkusuz o, (artık) umudunu kesmiş bir nankördür. Ve andolsun, kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra, ona bir nimet taddırsak, kuşkusuz; "Kötülükler benden gidiverdi" der. Çünkü o, şımarıktır, böbürlenendir. Sabredenler ve salih amellerde bulunanlar başka. İşte, bağışlanma ve büyük ecir bunlarındır. (Hud Suresi, 9-11)
*Allah'a kesin bir imanla iman eden ve O'nun kendisinden istediklerini yapan kişinin vicdanı çok rahattır. Dünya hayatı boyunca Allah'a karşı gösterdiği bağlılığın karşısında Rabbimizin kendisini cennetle ödüllendireceğinden yana büyük bir ümit içerisindedir. Taşıdığı bu ümit, hayatının her anına yansır. Daha dünyadayken "cennete kavuşmuş gibi" sevinçli, neşeli ve heyecan doludur. Çünkü Allah'ı dost edinmiş, O'nun rızasını kazanmak için çalışıp çabalamış, nefsini kötülüklerden arındırmış ve hep hayır peşinde koşmuştur. Sonunda da Rabbimize varacaktır. Bunun heyecanını taşıyan mümin ahirette Allah'ı razı etmiş olarak O'na kavuşmaktan yana büyük bir ümit içindedir.
*Kuran'da iman etmeyenler tarafından sürgün edilmiş, zindanlarda tutulmuş peygamberlerden, müminlerden bahsedilmektedir. Buna benzer olaylarda müminler asla ümitsizliğe kapılmazlar. Kendileri için bunun büyük bir hayır olduğunu bilirler. Onların amaçları her durumda en güzel ahlakı göstererek ecir toplamak ve Allah'ı razı etmek olduğu için, bulundukları her mekanı ibadetlerini uygulayabilecekleri bir yer haline getirir, bundan büyük haz duyarlar.
*Muhammed, Allah'ın elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar da kafirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise merhametlidirler. Onları, rüku edenler, secde edenler olarak görürsün; onlar, Allah'tan bir fazl (lütuf ve ihsan) ve hoşnutluk arayıp-isterler... (Fetih Suresi, 29)
Ayette görüldüğü gibi, Allah'ın vaatlerine karşılık olarak müminlerin tavrı yaşamları boyunca Rabbimizi hoşnut edecek davranışlarda bulunmalarıdır. Kendilerine dünyada ve ahirette verilen müjdelere karşılık müminler, daima Allah'ın elçileri ve kitaplarıyla bildirdiği emirlere uyar, O'nun hoşnut olacağı güzel ahlakı en güzel şekliyle yaşamak için çaba harcarlar. Allah'ın merhametli, hoşgörülü, adaletli, sabırlı, ümitvar, tevazulu, yardımsever, fedakar kullarından hoşnut olduğunu bilir ve bu ahlakın en üstününe sahip olmak için birbirleriyle yarışırlar.
*hata yapan, günaha giren mümin, tevbe edip Allah'tan bağışlanma dilediği takdirde üzüntü ve ümitsizliğe kapılmamalıdır. Çünkü ümitsizlik Allah'ın hoşnut olmayacağı bir tavırdır. İşlediği bir kusur karşısında Kuran’a uygun tavrı gösteren bir müminin şevk, heyecan ve neşesi kaybolmaz, hatta tam tersine daha da artar.
*Her zaman ümitvar olan, geleceğine daima ümitle bakan mümin ise hem Allah'ın hoşnutluğunu ve ahiret sevabını kazanır, hem de Allah'ın bir nimeti olarak dünyada da sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürer. Her şartta ümitvar, Kuran'a sıkı sıkıya bağlı ve Allah'ı çok yakın dost edinmiş olacağı için şeytan ümitsizliğe kapılması yönünde onu kandıramayacaktır. Bu konu dinin özünü oluşturan önemli konulardan biri olduğu için mümin Kurani her konuya olduğu gibi bu konuya da oldukça titizlik gösterir.
*İnsanı yaratan, ona can veren ve onu yaşatmaya devam eden Allah'tır. Ve Allah insanın yaratılış amacını çok açık bir şekilde bildirmiştir: "Allah'a kul olmak". İnsanı mutlu edecek olan tek şey de, yaratılış amacına uygun olarak Allah'a boyun eğmek, herşeyini O'na adayıp sadece Allah'ın rızasını kazanmaktır.
*Dünya hayatını Allah'ın rızasına göre yaşamamış biri içinse bedeni nasıl ölürse ölsün, ruhunun yaşadıkları azap dolu yaşamının bir başlangıcı niteliğinde olacaktır. Allah bu insanlara karşılaşacakları zorlu günü şöyle hatırlatmaktadır:
Öyleyse melekler, yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını aldıkları zaman nasıl olacak? (Muhammed Suresi, 27)
*Ölüm melekleri dünya hayatında Allah'ın rızasına göre yaşamamış, ölümü ve ahireti unutmuş kişilere çok korkunç bir yüzle görünebilirler.
*Bir insanın yaşamasının, var olmasının, hayat sürmesinin yegane nedeni Allah'ın dilemesidir. Bu gerçeğin farkında olan bir kişi için elbette ki en önemli varlık Allah, en önemli konu da O'na yakınlaşmak olacaktır. Ancak insanlar dünya hayatının büyüsüne ve detaylarına kendilerini kaptırarak bu gerçeği hiç düşünmezler. Yaptıkları elbette büyük bir nankörlüktür. Çünkü bu kadar önemli bir gerçeği düşünmeyen insan, yakınlarının veya çevresindeki insanların kendisi için ne düşündüğünü çok önemser. İnsanların gözüne girmek için herşeyi yapar, beğenilerini kazanmak için ciddi bir çaba harcar ve bunun için türlü yollar düşünür. Ama kendisini yoktan var eden Rabbimizi hoşnut etmenin yolları nelerdir, ne yaparsa Allah'ın sevgisini kazanır, düşünmez.
İnsan bilmelidir ki, Allah'ın rızasını kazanmak yalnızca bir sorumluluk değil, aynı zamanda insana mutluluk ve huzur verecek yegane yoldur. Allah'ı unutup başka insanların rızasını arayanlar ya da benzeri boş hedeflere kapılanlar, asla tatmin bulamaz ve mutlu olamazlar. Oysa Allah'ın rızası, bir insanın kalbinin kendisiyle tatmin bulacağı en büyük sevinç ve mutluluktur.
*Küçük-büyük karşılaştığınız her olayda vicdanınızın sesine uymanız, aslında Allah'ın rızasına uymanız demektir.
*Her karşılaşılan olayda hem vicdan hem de çıkarların, tutkuların, kötülüklerin kaynağı olan şeytan devreye girer. Her ikisi de kişiyi kendi yoluna çağırır. Bu iki sesi ayırt edebilenler ve vicdanlarına uyanlar, Allah'ın rızasını kazanırlar.
*Kuran'da bir insana dinin ve Allah'ın rızasına uygun tavrın ve ahlakın tüm temel noktaları ayrıntılı şekilde verilir. İnsan da akıl ve vicdan sahibi ise, bu temele dayanarak, Kuran'da verilen örnekleri ve olayları rehber edinerek tüm hayatını düzenler.
*bir insan hayatı boyunca Allah'ın hoşnutluğunu hedeflemediyse ve Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için var gücüyle çabalamadıysa, ölüm anında duyduğu korkunun yanında yaşayacağı en büyük his, telafi edilemez bir pişmanlık olacaktır.
*Allah'ın ve ahiretin varlığının farkına varan insanın tek amacı Allah'ı hoşnut etmek ve sonsuz hayatında cennette yaşayabilmek olacaktır.
*De ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır. (Enam Suresi, 162)
Bunun anlamı şudur; bir insan her tavrında, her konuşmasında, her kararında, kısacası hayatının her anında Allah'ın kendisinden hoşnut olup olmayacağını düşünmeli, eğer Allah'ın hoşnut olmayacağına kanaat getirirse o tavırdan tamamen vazgeçmelidir.
*her kim vicdanına başvurursa hayatının tek amacının Allah için yaşamak olduğunu anlayacaktır. Dünyada sürdürdüğü yaşamdan sorguya çekilecek ve sonucunda sonsuz hayatını geçireceği mekan belirlenecek bir insan için başka bir seçenek mümkün değildir. Dahası, nankör olmayan, düşünen, gerçekleri idrak etme yeteneğine sahip her insan elbette ki kendisini yoktan var eden, kendisine bir hiçken hayat veren ve sonsuz cennette yaşama imkanı tanıyan Rabbimizi hoşnut kılmaktan daha önemli birşey görmez.
Bütün hayatını Allah için yaşamaya karar veren insan, Allah'ı nasıl hoşnut edeceğini bulmak için yine vicdanına başvurur.
*Vicdanına uyan, daima Allah'ın hoşnutluğunu arayan bir insanın ilk bakışta diğer kişilerden bir farkı yokmuş gibi görünebilir. O da okula veya işe gider, alışveriş yapar, eğlenir. Ancak her yaptığında Allah'ın hoşnutluğunu aramaktadır. Bir ayette Allah şöyle bildirmektedir:
(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah'ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten 'tutkuya kaptırıp alıkoymaz'; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar. (Nur Suresi, 37)
"Bir insan, yaptığı sıradan, gündelik işler esnasında Allah'ın hoşnutluğunu nasıl arar, Allah'ı her an nasıl zikreder?" diye düşünülebilir. Öncelikle belirtmek gerekir ki, vicdanına uyan biri için ibadetleri ve Allah'ın emirleri herşeyden çok daha önceliklidir.
*Vicdanlı bir insan Allah'ın hoşnutluğunu aramada çok titiz davranır. Her zaman "Allah'ı en fazla nasıl razı ederim" diye düşünür. Hiçbir tavrında başka insanların hoşnutluğunu, onların gözündeki konumunu gözetmez. Katıksız olarak Allah'a yönelir.
*Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır. (İsra Suresi, 53)
Allah'ın bu emrini bilen kişi sözün en güzelini vicdanına başvurarak bulacaktır. Konuşmalarında "ne olursa olsun" deyip ilk aklına geleni söyleyip bırakmaz. Aksine, en güzel, en etkileyici konuşmaları yapar, karşısındaki kişileri incitmemeye, onların neşelerini kaçırmamaya özen gösterir. Allah'ın en hoşnut olacağı konuşmayı seçer ve bunda vicdanını anahtar olarak kullanır.
*vicdanını sonuna kadar kullanan bir kişi, Allah'ın yüceliğini kavrayabildiği için O'na karşı saygı dolu bir korku duyar. Bu diğer bilinen korkulardan farklı bir korkudur; Allah'ın hoşnutluğunu kaybetme korkusudur. Bundan korku duyan insanın tüm yaşamı yalnızca Rabbimizin rızasını kazanmaya çalışarak geçer.
*Allah'ın ve cehennemin varlığından emin olan biri Allah'ı hiçbir zaman unutamaz. Herkes bir düşünsün: Cehennem ateşinin yakınında dünya hayatından sorguya çekilen hangi insan, Allah dışındaki bir varlığı düşünebilir? Öyle bir anda Allah'tan başka bir varlığın hoşnutluğu gözetilir mi? O durumdaki kişi en çok kimin sevgisini ve dostluğunu aranır mı? Bu durumdayken tanıdığı herhangi birinin fikri veya kendisine yakınlığı onun için bir önem taşır mı?
*Allah'ı razı etmek için çaba harcamayan insanlar da kimi zaman çevrelerine veya kendilerine göre güzel görünen davranışlarda bulunabilirler. Örneğin karakter olarak insanları kırmayan, ince düşünceli kişiler olabilirler. Fakat eğer işledikleri hayrı Allah'ın hoşnutluğu için istemiyorlarsa, yaptıkları işlerin Allah katında geçerliliği olmayabilir. Çünkü bu kişiler vicdanlarına uydukları için değil, kendi birtakım çıkarları için iyilikte bulunuyorlardır. Bu çıkar, "iyiliksever" insan olarak bilinmenin vereceği tatmin duygusu ya da sadece duygusal bir tatmin de olabilir.
Kısacası insan yaptığı işten çok, vicdana tabi olma konusundaki niyetinden sorumludur. Eğer tüm yaşamının "Allah için" olmasını istiyorsa, niyetini değiştirmesi gereklidir. Örneğin ince düşünceli davranırken insanların gözüne girmeyi, onlardan takdir beklemeyi değil, Allah'ın hoşnut olmasını aramalıdır. Bu sürekli olarak Allah'ı düşünmesini, O'na yönelmesini, O'na dua ederek herşeyi O'ndan istemesini sağlar.
*Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler. (Rum Suresi, 30)
Ve Allah vicdanlara bu fıtrata uygun tavır ve düşünceleri ilham eder. Bu nedenle her insanın vicdanı aslında Allah'ı hoşnut etmek ister. Bu yüzden insanın vicdanına ters düşecek şeyleri yapması zor ve sıkıntı verici bir iştir. Vicdana uyulmadan yapılan şeylerde kalp sıkıntısı, huzursuzluk veya gerginlik oluşur. Kalbin rahatlaması ise, ancak Allah'ın anılması ve O'nun rızasının aranması ile olur.
Vicdana uymanın kolaylığı Kuran'da birçok ayette bildirilmektedir. Ayrıca Allah Kendi rızasına uyan kişiler için özellikle kolaylık sağlayacağını söylemektedir:
… Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez… (Bakara Suresi, 185)
… Kim Allah'tan korkup-sakınırsa (Allah) ona işinde bir kolaylık gösterir. (Tahrim Suresi, 4)
Kim iman eder ve salih amellerde bulunursa, onun için güzel bir karşılık vardır. Ona buyruğumuzdan kolay olanını söyleyeceğiz. (Kehf Suresi, 88)
Ve seni kolay olan için başarılı kılacağız. (Ala Suresi, 8)
*Dinin öngördüğü güzel ahlakı göstermek, Allah'ın hoşnutluğuna uygun yaşamak ise ciddi bir çaba ve irade gerektirir. Vicdanına uyan kişi daima "daha iyi ne yapabilirim" diye düşünür ve bunu yaşantısının her anında uygular. "Müminlere karşı daha tevazulu, daha yumuşak huylu, daha sevgi dolu, daha düşkün, daha ilgili nasıl olabilirim?", "Allah'ın dinini insanlara anlatmak, onları güzel ahlaka, samimiyete ve dürüstlüğe çağırmak için daha fazla ne yapabilirim?", "İnsanların kalbini dine ve güzel ahlaka nasıl ısındırabilirim?", "Allah'a daha fazla nasıl yakınlaşabilirim?", "Allah'ı inkar edenleri bu sapkın ve dar görüşlerinden vazgeçirmenin yolları nelerdir?" gibi, hiç durmadan düşündüğü birçok yüksek hedefi vardır.
*Vicdana uymak tabii ki beraberinde birtakım fedakarlıkları getirecektir. Örneğin bir insanın aç olduğu, ihtiyaç içinde bulunduğu halde hırsızlık yapmaması, ihtiyacını karşılayacak meşru yollara başvurması vicdanı sayesinde olur. Bu zor görünen şartlar altında kişinin asla   Allah'ın hoşgörmeyeceği bir tavra yönelmemesi, ilk bakışta nefsi bir kayıp olarak görülebilir. Ancak vicdanlı kişi bu sayede birkaç günlük çıkarı için, ahiretteki sonsuz çıkarını göz ardı etmemiş ve Allah'ın hoşnut olacağı şekilde davranmış olur. Ve sonsuz bir kazanç sağlar.
*Vicdanına uymayan kişi, "nasılsa bu yaptığım Kuran'da yasaklanmamış" mantığı ile hareket ederek kendini karda zannedebilir. Ama böyle kişiler bilmelidirler ki, Allah'ın en hoşnut olacağı tavırları vicdanlarını dinleyerek uygulamadıkları sürece, ahirette büyük bir pişmanlık yaşayacaklardır.
*Vicdanına uyan kişilerin en büyük hedefleri ise Allah'ın hoşnutluğunu ve cennetini kazanmaktır. Allah bu kişilere, büyük bir özlem duydukları cenneti hatırlatmak ve cennete olan arzularını arttırmak için onlara zenginlik ve ihtişamı dünyada da yaşatır. Ayrıca Allah vicdan sahibi, seçkin ve onurlu insanların dünyada diğer kişilere karşı her yönden üstün ve güçlü olmalarını da istemektedir.
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, Allah dünya hayatındaki imtihanın bir gereği olarak bazı kullarına burada zenginlik vermeyebilir. Böyle bir durumda da müminler Allah'ın dilediği kişiye, dilediği kadar rızık verdiğini bilir ve bulundukları durumdan razı olurlar. Ahireti düşündükleri için kısa dünya hayatındaki hiçbir koşul onları sıkıntıya düşürmez. Her türlü durumda Allah'a şükrederek, ahireti isterler.
*Allah dilediğine rızkı genişletir-yayar ve daraltır da. Onlar ise dünya hayatına sevindiler. Oysaki dünya hayatı, ahirette (ki sınırsız mutluluk yanında geçici) bir meta'dan başkası değildir. (Rad Suresi, 26)
Dünyadaki maddi zenginlik ve refahın yanı sıra Allah bu üstün ahlaklı kişilere asıl olarak manevi bir refah verir. Bu kişiler vicdanlarını kullanmalarına ve Allah'ın hoşnutluğunu aramalarına karşılık, bir insan için en önemli özelliklerden biri olan huzura sahiptirler. Ruhlarında hiçbir sıkıntı ve karmaşa olmaz. Dürüstlüğün ve samimiyetin rahat ve güvenli halini yaşarlar. Allah'tan başka hiç kimseden korkmadıkları ve çekinmedikleri için sıkıntı, endişe, korku gibi hisleri yaşamazlar. Dünyevi hırslarının, kıskançlıklarının, bencilliklerinin olmaması onların mutlu, rahat ve neşeli olmalarını sağlar.
*Vicdan sahibi kişiler sadece kendileri gibi güzel huylu kişilerin yanında rahat edebilir. Çünkü bir insanın başkasıyla dost olabilmesi için onun ahlakından ve karakterinden hoşlanması gerekir. Vicdan ise sadece vicdanlı tavırlardan zevk alır. Nefsindeki istek ve tutkulara uyan kişilerin kararları, tavırları, sohbetleri hep Allah'tan uzak olur. Allah'a yakınlaşmak için çaba harcayan insan ise böyle bir ortamdan kaçınarak, Allah'ın hoşnut olacağı ortamlarda bulunmayı ister.
*Çünkü Allah insanın ruhunu sadece vicdanına uymakla, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmakla tatmin olacak şekilde yaratmıştır.
*Allah'ın yardımı ve koruması altında doğumunu tek başına gerçekleştiren Hz. Meryem kavmine döndüğünde güçlü bir karakter göstererek yine alemlere örnek oldu. Hz. Meryem ve ailesi kendi yaşadıkları şehirde dindar, iffetli ve inançlı insanlar olarak tanınıyorlardı. Fakat Hz. Meryem aradan uzunca bir süre geçtikten sonra, kavmine yanında bir çocukla dönünce bütün kavmini karşısında buldu. Hz. İsa'nın Allah'ın Hz. Meryem'e verdiği bir müjde olduğuna inanmayanlar, ona iftira edenler, suçlayanlar, hatta zarar vermeye kalkanlar oldu.
Fakat Hz. Meryem insanların rızasına göre değil, yalnızca Allah'ın hoşnutluğuna göre hareket ettiği için bu durum onu hiç etkilemedi.
*Müminler mülkü Allah rızasına uygun olarak, hayırlı işler için harcarlar.
*İslam'da insanlar zenginlik kıstasına göre değerlendirilmezler. Bir insanın fakir ya da zengin olması onun Allah katındaki konumunu etkilemez. Önemli olan, sahip olduğu mülkü, ister çok az ister çok fazla olsun, Allah'ın rızasına uygun olarak harcayıp-harcamadığıdır. Müminin zengin olma talebinin ardında da, elde edeceği malları Allah rızasına uygun olarak kullanabilmek isteği vardır. Bunun aksi bir tavır, yani "mal biriktirmek" müminler için sözkonusu olamaz.
*İnsan, Kuran ahlakını içine sindirdikçe, Kuran'da bildirilen mümin özelliklerini kazandıkça, eskisinden çok daha farklı zevklerin varlığını fark edecektir. Örneğin cahiliye toplumundaki bir insan için hayatın en büyük zevki, gezip-eğlenmektir. Oysa mümin, daha üstün, daha asil ve daha kalıcı zevkler vardır. Allah rızası için çalışmak, Allah'ın dinini tebliğ etmek, Kuran ahlakının güzelliklerini insanlara anlatmak, insanları kötülüğe sürükleyen inkarcılara karşı fikri bir mücadele vermek gibi.
*Sizin dostunuz (veliniz), ancak Allah, O'nun elçisi, rüku ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren mü'minlerdir. Kim Allah'ı, Resûlü'nü ve iman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar Allah'ın taraftarlarıdır. (Maide Suresi, 55-56)
Allah bu ayette yalnızca müminleri dost edinmenin, aynı zamanda Allah rızası için yapılan amellerin başarısının da anahtarı olduğuna işaret etmektedir.
*Müslüman, son derece içli, ince ruhlu, hassas bir insandır, ama Allah'ın dininin gerekleri, İslam'ın menfaatleri söz konusu olduğunda en ufak bir duygusallığa kapılmaz ve Kuran ayetlerini uygulama konusunda taviz vermez. Ölçüsü Allah'ın rızasının en çoğunu gözetmek olduğu için hiçbir konu, hiçbir kişi, hiçbir şey hakkında saplantısı ve önyargısı yoktur. Gerçek iman ancak böyle bir ruh haliyle elde edilebilir. Duygusallığın özünde yatan, sevginin yanlış yönlendirilmesidir. Gerçek bir mümin sevgisini ancak Allah'a ve O'nun rızasının olduğu kişilere yöneltir. Bunun dışında, yani Allah rızası dışında beslenen bir sevgi Kuran'da "put edinme" ya da "şirk (ortak) koşma" adı verilen durumu oluşturur.
*"Sen de sabah akşam O'nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte sabret. Dünya hayatının (aldatıcı) süsünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma. Kalbini Bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi 'istek ve tutkularına (hevasına)' uyan ve işinde aşırılığa gidene itaat etme." (Kehf Suresi, 28)
Ayette, müminlere hangi davranışın Allah'ın rızasına uygun, hangi davranışın da nefis kaynaklı olduğu bildirilmektedir: "Sabah akşam O'nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte" olmak, Allah'ın rızasına uygun bir davranıştır.
*"De ki: 'Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır" (Enam Suresi, 162) ayeti gereğince, bir müminin tüm yaşamı Allah rızasına göredir; yaşamın bir bölümünü dine, bir bölümünü "dünya işlerine" ayırmak ise Allah'a ortak koşmaktır.
Dolayısıyla bir mümin işiyle de okuluyla da Allah rızası için ilgilenir. İşinden kazanacaklarını Allah rızasına göre harcayacak, okulda öğreneceklerini yine Allah'ın dinine hizmet için kullanacaktır. Ve böyle bir durumda da -dinin bir hükmünü uygulamak, ötekini uygulamaya engel olamayacağı için- "iş ya da okul yüzünden dini yaşamaya zaman bulamamak" gibi bir şey sözkonusu olamaz.
Aksi halde "gelecek endişesi"nden kaynaklanan birtakım dünyevi çıkarlar gözetilmesi ve bunların da dinden üstün tutulması gibi bir durum ortaya çıkmış olur. Bu ise, Kuran'ın ifadesiyle "dünya hayatı"nın Allah'ın rızasına ve ahirete tercih edilmesidir. Oysa dünya hayatı, Allah rızası ve ahiretin yanında son derece değersizdir:
"Dünya hayatı yalnızca bir oyun ve bir oyalanmadan başkası değildir. Korkup-sakınmakta olanlar için ahiret yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz?" (Enam Suresi, 32)
*Mümin Allah'ın rızasını (hoşnutluğunu) aramaktadır. İnsanların kendisinden razı olup-olmaması onun için önem taşımaz. Zaten eğer Allah kendisinden razı olursa (ve gerekirse) onu insanların gözünde de yükseltecektir.
*Bundan sonra kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır, ondan sular çıkar, öyleleri vardır ki Allah korkusuyla yuvarlanır. Allah yaptıklarınızdan gafil (habersiz) değildir. (Bakara Suresi, 74)
Allah yukarıdaki ayetinde, Allah korkusundan dolayı içinden ırmaklar fışkıran, coşkuyla yuvarlanan taşların örneğini vermiştir. İşte Allah korkusu, tıpkı bu benzetmede olduğu gibi şevksiz kimseleri şevkli hale getirecek ve onların Allah'ın rızasını aramak için hayırlarda yarışmalarını sağlayacak ahlaka ulaştıracaktır.
*şevkin insanın hangi tavırlarından anlaşılabildiği konusu müminler için büyük önem taşır. Zira insanların birbirlerinin imanlarının derinliği ve Allah'a olan yakınlıkları hakkında kesin bir fikir yürütebilmeleri mümkün değildir. Bu konunun bilgisi Allah katında gizlidir. Kimin samimi bir imana sahip olduğunu kimin ise kalbinde hastalık olduğunu bilen tek güç Allah'tır. Ancak Allah bu konuda müminlere yol gösterici olması için bir ölçü kılmıştır. Bu ölçü, müminlerin Allah'ı razı etme ve O'nun dinini yaşama konusunda gösterdikleri "şevk ve heyecan"dır.
*Allah'ın razı olacağı bir insan olabilmek, kişinin Kuran'da bildirilen ayetlerin tümünü birden karşılaştığı olaylarda uygulamasıyla mümkündür.
*Allah rahmetini dilediğine verendir. Eğer kişi güzel ve mutlu bir hayat yaşıyorsa, bu sadece Allah'tandır. Bu gerçek per çok ayette vurgulanmaktadır. "Allah dilediğini yaratır ve seçer", "karanlıklardan nura çıkarır", "dilediğini hidayete erdirir." Nimetler içinde yaşayan bir mümin, bunu, Allah'a borçlu olduğunu bilir. Ve Allah'ın onu seçmiş olması, ona güzellikleri yaşatması, kötülüklerden onu uzak kılması, nimetler içinde yaratması büyük bir coşkuya kapılmasına neden olur. Duyduğu şevk ve heyecanla O'na yönelir, tüm hal ve tavırlarıyla O'nu razı etmeye çalışır.
*Allah'ı razı etmek gayretiyle büyük sorumluluk yüklenen insanların ahlaklarının güzelleştiğine İslam büyüğümüz Bediüzzaman Said Nursi de bir sözünde dikkat çekmiştir:
"Maksadın büyümesiyle himmet (samimi gayret) de büyür ve hamiyet-i İslamiyenin (müslümanlara sahip çıkma gayreti) galeyanı (coşkusu) ile ahlak da tekemmül eder (olgunlaşır). (Divan-ı Harbi Örfi, s.45)
İbadetleri yerine getirmenin verdiği heyecan...
Allah'ı razı edebilmek ve sevgisini kazanabilmek müminler için herşeyden önemlidir. Bu nedenle hayatları boyunca Allah'a daha da yakınlaşabilmenin yollarını ararlar. Allah "Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakının ve (sizi) O'na (yaklaştıracak) vesile arayın..." (Maide Suresi, 35) ayetiyle müminlere bunu emretmiştir.
*"Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır." (Al-i İmran Suresi, 104)
Salih müslümanlar Allah'ın bu ayeti doğrultusunda insanlara Kuran ahlakının güzelliğini ve cahiliye sisteminin yanlışlığını anlatmaya ve onları doğru olana yöneltmeye çalışırlar. Kendileri cahiliye yaşamının zorluklarından kurtulup, dinin getirdiği güzel ahlakın nasıl konforlu bir hayat sunduğunu görebildikleri için aynı huzuru ve güzelliği diğer insanların da yaşamasını isterler. Daha da önemlisi cehennemin ne kadar kesin bir gerçek olduğunu bildikleri için, tüm insanların Allah'ın razı olacağı bir hayat sürerek cehennemdeki sonsuz azaptan korunmalarını isterler.
*Kuran'da cennet nimetlerinin bir bölümü, müminlere bildirilmiştir. Örneğin müminler, cennetlerde tüm sevdikleriyle, dostlarıyla birlikte olacaklardır. Orada gelmiş geçmiş tüm peygamberlerle, şehitlerle, sıddıklarla, Rabbanilerle ve salih müminlerle dostluk edecek ve sonsuza kadar da sadece Allah'ın razı olduğu bu insanlarla birlikte yaşayacaklardır.
*Allah, "Öne geçen Muhacirler ve Ensar  ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O'ndan hoşnut olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur." (Tevbe Suresi, 100) ayetiyle, cennetine kabul ettiği kullarından hoşnut olduğunu müjdelemektedir. Nitekim Kuran'da cennet nimetleri arasında en büyük nimetin "Allah'tan olan hoşnutluk" olduğu bildirilmiştir:
Allah, mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara içinde ebedi kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaadetmiştir. Allah'tan olan hoşnutluk ise en büyüktür. Işte büyük kurtuluş ve mutluluk budur. (Tevbe Suresi, 72)
*vicdan insanın içindeki doğru bir yol göstericidir. İnsanlar vicdanlarına uydukları sürece doğru davranışlarda bulunurlar. Dinin özünde de bu vardır. Allah rızasına en uygun olan tavrı insana vicdanı vasıtasıyla bir nevi ilham eder.
*bir tebliğde karşılaşılan en büyük güçlüklerden biri de, dinle uyuşmayan dünya görüşlerini yıkıp yerine Allah rızasına ve korkusuna dayalı, dünyaya değil ahirete yönelen bir dünya görüşü yerleştirmektir.
*Allah her türlü eksikliklerden münezzehtir ve hiç kimsenin iman etmesine ihtiyacı olmayandır. Ama herkes imana ve Allah'ın rızasını kazanmaya muhtaçtır.
*Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir. (Bakara Suresi, 256)
Tebliğ yapılan kişiye bu konu anlatılmalı ve ne İslam’ın kuralları ne de kendisiyle ilgilenen müminler tarafından hiçbir şekilde bir baskı ya da zorlama ile karşılaşmayacağı, bunun Kuran ahlakına aykırı olduğu ve Allah'ın razı olmadığı bir ahlak olacağı açıklanmalıdır. Böylece cahiliyenin oluşturduğu yersiz endişeler giderilir ve tebliğin önündeki engellerden biri daha kalkar.
*...Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir söz söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söyledimse mutlaka sen onu bilmişsindir. Sen bende olanı bilirsin, ama ben sende olanı bilmem. Gerçekten görünmeyenleri (gaybleri) bilen Sen’sin Sen. (Maide Suresi, 116)
Rabbim, bilgim olmayan şeyi senden istemekten sana sığınırım. Ve eğer beni bağışlamaz ve beni esirgemezsen, hüsrana uğrayanlardan olurum. (Hud Suresi, 47)
Rabbim, sen bana mülkten (bir pay ve onu yönetme imkanını) verdin, sözlerin yorumundan (bir bilgi) öğrettin. Göklerin ve yerin yaratıcısı, dünyada ve ahirette benim velim sensin. Müslüman olarak benim hayatıma son ver ve beni salihlerin arasına kat. (Yusuf Suresi, 101)
Rabbimiz, şüphesiz sen, bizim saklı tuttuklarımızı da, açığa vurduklarımızı da bilirsin. Yerde ve gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. (İbrahim Suresi, 38)
Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasip olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz sen, karşılıksız armağan edensin. (Sad Suresi, 35)
Peki Allah, resullerin ve müminlerin tüm bu samimiyetine ve içtenliğine nasıl karşılık verir? Aslında bu karşılığı tek bir cümlede özetlemek mümkündür: Allah’ın rızası, rahmeti ve cenneti... Sonunda Allah müminlerden razı olacak, onlar da O’ndan razı olacaklardır. Ve iyilik yapanların ve sabredenlerin karşılığı, kıyamet günü küçük düşürülmemeleri ve yaptıklarına karşılık olmak üzere mirasçı kılındıkları cennete sokulmaları olacaktır... Kendilerine hiçbir sıkıntı ve yorgunluk dokunmadan, diledikleri tüm nimetler arasında, gözlerinin lezzet aldığı ve nefislerinin arzu ettiği herşeyin içinde ebediyen kalacaklardır... İşte bu, korkup sakınanların mutlu sonu ve ebedi kurtuluşudur.
*müminin, tebliğ yapmak, yani Allah’ın dinini duyurup yaymaktaki tek amacı, Allah’ın kendisine farz kıldığı bir ibadeti yerine getirmektir. Bu hareketi ile sadece Allah’ı razı edebilmeyi, O’nun merhamet ve şefkatine mazhar olabilmeyi hedeflemektedir.
*nimet, insanı azgınlaştırmak için değil, şükrettirmek için vardır. Bunun şuurunda olan mümin, Kuran’da geçen ifadeyle "dünya hayatının geçici süsünü" sadece Allah’ın rızasını kazanmak için kullanır, dünyevi zevkleri ve güzellikleri tüketebilmek için yarışmaz. Yaşadığı hayatta hiçbir şey tesadüfen karşısına çıkmamıştır, mutlaka kendisinin nasıl bir davranışta bulunacağının sınanacağı bir durumla karşı karşıyadır. Bunu bilen biri artık dünyanın önemli bir sırrına vakıf olmuştur. Böylece Allah’ın hoşnut olacağı en güzel, en doğru ve en akılcı davranışı da göstermiş olur.
* insanı dış güçlerden çok daha büyük baskı altına alan asıl güç, nefsindeki söz konusu kötülüktür. Bu kötülük, insanı bencillik içinde boğar, kıskançlık verir. Sürekli bir güvensizlik ve gelecek korkusu aşılar. En kötüsü de, insanın, nefsindeki bu güç nedeniyle, sonu gelmeyen bir tutku ve hırs içinde boğuşmasıdır. Nefsin içindeki bu güç, insana sürekli daha fazla mal biriktirmesini, daha fazla para kazanmasını, daha fazla toplumsal statü elde etmesini emreder. Oysa bu tutkuların tatmin edilmesi mümkün değildir. Zengin olmak büyük bir tutkudur, ancak bu tatmin edildiğinde yeni tutkular gelecektir. Yaşanan, bir kısır döngüdür.
Kurtuluş bu döngüden kurtulmakla elde edilir. Kuran’da geçen ifadeyle "... Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır". (Haşr Suresi, 9)
İnsan bu tutkuların esiri olmaktan kurtulduğunda özgürleşir. Bu noktada, artık onun yaşamının amacı, söz konusu sonu gelmez tutkuları tatmin etmek değildir. Yaşamının amacı, artık yalnızca Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaktır ki, insan zaten bunun için yaratılmıştır.
 *İman edenler, inkarcıların aksine sık sık ölümü düşünürler, yaptıklarının hesabını vereceklerini bilerek, her an Allah’ın hoşnut olacağı şekilde davranırlar.
*Sadece Allah’a kulluk eden mümin, aynı zamanda Kuran’dan edindiği üstün bir karaktere ve peygamber ahlakına benzer bir ahlaka sahiptir. Hiçbir zaafı yoktur ve hedefi sadece Allah’ın rızasını kazanmaktır.
*İnsanın çok mal sahibi olması ve birçok nimetle donatılması, Kuran'a göre hareket ettiği takdirde onun Allah'a yaklaşmasına vesile olur. Ama övündüğü ve sahip olduklarını Allah rızasına uygun biçimde sarf etmediği takdirde doğru yoldan sapmış olur.
*Mal, Allah rızası ve dinin menfaatleri doğrultusunda kullanıldığında rahmete dönüşecek ve ahirette olumlu karşılığı olan bir fayda sağlayacaktır.
*Allah'ın rızasını gözeterek sahip olmadığı sürece, mal ve çocuklarının insana ahirette hiçbir faydası olmayacaktır:
Ne malları, ne çocukları onlara Allah'a karşı hiçbir şeyle yarar sağlamaz. Onlar, ateşin halkıdır, içinde süresiz kalacaklardır. (Mücadele Suresi, 17)
*Müminler ve inkarcılar arasındaki bu büyük farklardan biri de sadakat konusunda ortaya çıkar. İnkarcılar asla gerçek bir sadakate sahip olamazlar: Kıstas olarak yalnızca kendi çıkarlarını seçtikleri için, bu çıkarlar uğruna kolaylıkla sevdiklerini söyledikleri insanları (dostlarını, yakınlarını) aldatabilirler. Doğru olduğunu bildikleri bir yoldan kolaylıkla geri dönebilirler.
Oysa müminler tamamen farklıdırlar. Onların kıstası kendi küçük çıkarları değil, Allah rızasıdır. Tüm tavırlarını Allah'ın istediği şekilde düzenlerler.
*Sadakatsizlik yapan bir kişi, ilk önce bu hareketini müminlerden gizli tutmaya çalışarak sahtekarlık boyutuna girer. Birbirini izleyen yalanlarla müminleri aldatmak için uğraşmaya başlar. Bu durumu yeni yalanlar takip eder ve kişi müminleri aldatabildiği hissine kapılarak farklı bir yaşam tarzını benimsemeye başlar. Bu yaşam tarzı olabildiğince müminlerden kopuk, onlara sevgi duymayan sadece müminlerden faydalanabilmeye dayanan bir yaşam tarzıdır.
Bu, kişinin Allah rızasını değil insanların rızasını alabildiğince gözettiği ve onlar karşısındaki itibarını kendi aklınca kurtarabilmek gayesiyle yalanlara sığındığı zavallılık durumudur.
*bir ameli salih kılan şey, yalnızca onun sonucu değildir, onun arkasındaki "niyet"tir. Bu nedenle de, bir amelin salih olması, yalnızca ve yalnızca Allah rızası gözetilerek yapılmış olmasına bağlıdır. Bu gerçek, "salih amel" kavramını, cahiliye toplumundaki "hayırseverlik" kavramından ayırır.
Salih amel Allah rızası için yapılır; hayırseverliğin arkasında ise sosyal bir dayanışma hissi ve özellikle de "hayırsever" olarak tanınma isteği vardır.
Aşağıdaki ayetler, müminlerin üstteki tarifteki "hayırseverlik" kavramından neden uzak olduklarını ortaya koymaktadır:
Adaklarını yerine getirirler ve şerri yaygın olan bir günden korkarlar.
Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler.
"Biz size, ancak Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür."
"Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimizden korkuyoruz". (İnsan Suresi, 7-10)
Eğer "salih amel" tanımına uygun olan işler, üstteki ayetlerde tarif edilen amaçtan, yani katıksız Allah rızasından uzaklaşırsa, o zaman salih amel olma özelliklerini yitirirler. Bu durum, aksine, insanın başka insanların rızasını araması anlamına gelir ki, bunun Kuran'daki tanımı "şirk"tir ve şirk büyük bir günahtır.
Maun Suresi'ndeki ayetlerde, Allah'ın değil, insanların rızası için namaz kılan ve bu nedenle ibadetlerinin salih amel olma niteliğini kaybettiği kişiler şöyle haber verilir:
İşte (şu) namaz kılanların vay haline,
Ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar,
Onlar gösteriş yapmaktadırlar. (Maun Suresi, 4-6)
Aynı namaz gibi salih bir amel olan infak -malın Allah yolunda harcanması- da, eğer Allah'ın değil de insanların rızası için yapılırsa tüm değerini yitirir. Kuran'da, gerçek infakla gösteriş için yapılan infak arasındaki fark şöyle açıklanır:
Ey iman edenler, Allah'a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak bulunan bir kayanın durumuna benzer; üzerine sağnak bir yağmur düştü mü, onu çırılçıplak bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremez (elde edemez)ler.   Allah, kâfirler topluluğuna hidayet vermez.
Yalnızca Allah'ın rızasını istemek ve kendilerinde olanı kökleştirip- güçlendirmek için mallarını infak edenlerin örneği, yüksekçe bir tepede bulunan, sağnak yağmur aldığında ürünlerini iki kat veren bir bahçenin örneğine benzer ki ona sağnak yağmur isabet etmese de bir çisintisi (vardır). Allah, yaptıklarınızı görendir. (Bakara Suresi, 264-265)
Aynı konu, bir başka surede şöyle vurgulanır:
Ve onlar, mallarını insanlara gösteriş olsun diye infak ederler, Allah'a ve ahiret gününe de inanmazlar. Şeytan, kime arkadaş olursa, artık ne kötü bir arkadaştır o. Allah'a ve ahiret gününe inanarak Allah'ın kendilerine verdiği rızıktan infak etselerdi, aleyhlerine mi olurdu? Allah, onları iyi bilendir. (Nisa Suresi, 38-39)
Kısacası, bir ameli salih kılan, onun ardındaki niyettir. Eğer o amelle istenen maddi sonuç elde edilememiş dahi olsa, eğer niyet salihse, amel de salih olur. Örneğin bir insan Allah rızası için bir işe el atıp uzun süre çabalayabilir. Fakat sonuç istediği gibi olamayabilir. Ancak fark etmez; o yine de kazanacağı sevabı kazanmış olur. Hem Müslüman bilmelidir ki, Allah'ın kendisini başta hedeflediği sonuca ulaştırmamasının büyük bir sırrı ve hikmeti vardır. Çünkü ayetteki, "... Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz" (Bakara Suresi, 216) hükmüne göre, ulaşılmak istenen sonucun gerçekten hayırlı olup olmadığını bilen ancak Allah'tır.
Müslüman, her işe Allah rızası için girişmeli, ancak sonucunu da  Allah'a bırakmalıdır.
*salih amel yapılırken, niyetin sürekli sağlam tutulması, yani yapılan işin sadece Allah rızası için yapıldığının akılda tutulması son derece önemlidir. Bu amaçla da, Allah'la manevi bir bağlantı içinde olmak, bir iş yaparken O'nu tesbih etmek ve işin kabulü için Allah'a dua etmek gereklidir.
*Müminin hedefi Allah'ın rızası, rahmeti ve cennetidir. Bunun dışında küçük dünyevi çıkarlar aramaz. Bu nedenle Allah müminleri "Gerçekten Biz onları, katıksızca (ahiretteki asıl) yurdu düşünüp-anan ihlas sahipleri kıldık" (Sad Suresi, 46) şeklinde tarif eder. Gerçekten de ihlas (yani halis, katıksız bir şekilde Allah rızasını aramak), mümini mümin yapan en önemli özelliklerdendir.
Zaten asıl nimetler, ahirettekilerdir. Bu dünya, geçici ve oldukça da eksik bir yurttur. Dünyadaki nimetler, ahirettekilere göre son derece sınırlıdır. Dünya, ahiretteki gerçek nimetin, yani cennetin oldukça eksik bir örneği, bir numunesi olarak yaratılmıştır.
*Kıskançlık, rekabet, darılma inananlar arasında birliğin ve kardeşliğin önündeki çok önemli üç engeldir. Hırs sonucu doğabilecek herhangi bir rekabet, insanların birbirlerine olan sevgisini azaltır. Bu tür Kuran'a uymayan bir hareket, onların ruhlarına büyük zarar verir ve manevi yönden gerilemeye yol açar.
Oysa inananlar için sonsuz bir sevap kaynağı mevcutken birbirlerinin önünü tıkayıp, haksız rekabet ve kıskançlıklarla vakit geçirmenin hiçbir anlamı yoktur. Eğer hedef Allah rızası olursa, herhangi bir rekabet olmaz. Çünkü herkes bir diğerinin önünü kesmeden Allah rızası için hizmet edebilir, sevap toplayabilir.
*Mümin her türlü olayın Allah'tan geldiğini bilir ve her türlü olay karşısında Allah'tan razı olur, en büyük sıkıntıyı bile tevekkülle karşılar. Dünyaya ait hiçbir değer onun kalbinde yer tutmadığından bunların kaybından veya elden çıkmasından üzüntü duymaz. Bu ruh halinin Allah'ın rızasını kazanabilmek için en uygun olduğunu bilir.
*Fitne ne kadar büyük olursa olsun mümin Allah'ın rızasını kazanmak için hareket ettiğinden onun üstesinden gelecektir.
*Müminler (düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: "Bu, Allah'ın ve Resulü'nün bize vadettiği şeydir; Allah ve Resulü doğru söylemiştir." Ve (bu,) yalnızca onların imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı. (Ahzab Suresi, 22)
Onlar, kendilerine insanlar: "Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun" dedikleri halde imanları artanlar ve: "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyenlerdir. (Al-i İmran Suresi, 173)
Fitne ne kadar büyük olursa olsun mümin Allah'ın rızasını kazanmak için hareket ettiğinden onun üstesinden gelecektir.
*Allah çocuk istemenin ve çocuk sahibi olmanın ölçüsünü yine Kuran'da vermiştir. Bu ölçüye göre, adet olduğu için değil, Allah'ın rızasına uygun görüldüğü takdirde çocuk istenir. Bu konudaki örnek Hz. İmran'ın karısının şu duasıdır:
Hani İmran'ın karısı: "Rabbim, karnımda olanı, "her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş olarak" Sana adadım, benden kabul et. Şüphesiz işiten bilen Sensin Sen" demişti. (Al-i İmran Suresi, 35)
*nefsini arındırıp-temizleyen, yani nefsinin fücurunu kabul edip, Allah'ın ilhamına uyarak ondan sakınanlar kurtulacaklardır. Bu, ebedi ve gerçek kurtuluştur, yani Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmak...
*Kuran'da iman edenlere ihtiyaçlarından arta kalanı infak etmeleri emredilir. Fakat ihtiyacının ne kadar olduğunu herkes kendi vicdanı ile belirler. Vicdanı yeterince güçlü olmayan bir insan ise, dinin hükümlerini Allah'ın rızasına en uygun biçimde uygulayamaz.
Mümin günlük hayatta sürekli olarak birkaç seçenek arasında seçim yapmak durumunda kalır. Karşılaştığı seçenekler içinde,   Allah'ın rızasına en uygun olanını, dinin menfaatlerine en yararlı olanını seçmekle yükümlüdür. Bu seçimi yaparken muhatap olduğu seçenekler karşısında vicdanı ilk olarak devreye girer ve hangi seçeneğin Allah'ın rızasına daha uygun olacağını ona söyler.
*Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah'tan korkup-sakının, dinleyin ve itaat edin. Kendi nefsinize hayır (en büyük yarar) olmak üzere infakta bulunun. Kim nefsinin bencil-tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa; işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Tegabün Suresi, 16)
Ayette, müminlere Allah'tan korkmaları, O'na itaat etmeleri, O'nun hükümlerini dinlemeleri ve infakta bulunmaları, yani mallarını Allah'ın rızasına uygun olarak harcamaları emredilmektedir. Çünkü bunlar, insanın "nefsinin bencil-tutkularından" korunmasına ve sonuçta felaha (büyük kurtuluş ve mutluluk) ulaşmasına neden olur. Aynı gerçek başka ayetlerde de şöyle vurgulanır:
Kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi heva (istek ve tutkular) dan sakındırırsa,
Artık şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir. (Naziat Suresi, 40-41)
Nefsinin bencil tutkularından korunarak nefsini arındırıp-temizlemiş, dolayısıyla Allah'ın hoşnutluğuna ve cennetine kavuşmuş olan kişinin nefsi ise Kuran'da mutmain olmuş, yani tatmin bulmuş nefis olarak tanımlanır.
*Müminin en belirgin özelliklerinden biri, son derece kararlı oluşudur. Hiçbir zaman şevk ve heyecanını yitirmez. O, yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak amacındadır. Dolayısıyla hiçbir zorluk onu yolundan döndüremez. İnsanların kendi hakkında ne düşüneceği de önemli değildir. Tek hedefi Allah'ın rızasıdır; tüm hayatı bu hedefe göre şekillenir.
*Kararlılık ve istikrar iki önemli mümin vasfıdır. Müminler, "Müminlerden öyle erkek -adamlar vardır ki- Allah ile yaptıkları ahide sadakat gösterdiler; böylece onlardan kimi adağını gerçekleştirdi, kimi beklemektedir. Onlar hiçbir değiştirme ile (sözlerini) değiştirmediler" (Ahzap Suresi, 23) ayetinde olduğu gibi ölünceye dek aynı kararlılık ve istikrarı Allah'ın rızası uğrunda gösteren kişilerdir.
*Sabır, Allah'ın rızasını ve cennetini kazanabilmek için gösterilecek en önemli vasıflardan biridir.
*salih amel, iyi ve hayırlı iş anlamına gelir ki, bu da Kuran'da Allah'ın rızasına ve indirdiği dine uygun her türlü fiil ve hareketi ifade eder.
*İman edip hayatı boyunca salih ameller işleyen bir müminin kavuşacağı kurtuluş ise Allah'ın rızası ve cennetidir.
*Bir insanın imanında samimi olduğunun (yalnızca Allah'ın rızasını gözettiğinin) en büyük göstergelerinden biri, basit çıkarlar peşinde koşmaması, ihlaslı yani halis olarak Allah'ın rızası için çalışmasıdır. Her nimetin Allah'tan geldiğini kavramış, yalnızca   Allah'ın rızasını hedefleyen, Allah'tan isteyen ve O'ndan korkan bir mümin, elbette basit ve küçük bazı hesapların peşinde koşmayacaktır.
*Allah yolunda yapılan tebliğ karşılığında hiçbir dünyevi çıkar gözetilmez. Bu çıkar yalnızca para değildir; yapılan hizmet karşılığında itibar, insanların beğenisi ya da takdiri de gözetilmez. Tek karşılık Allah'ın rızasıdır. Eğer Allah dilerse, yapılan hizmetin karşılığının bir kısmını da dünyada verecektir.
Dolayısıyla yapılan hizmetin kıymetinin ölçüsü de insanların beğenisi değil, Allah'ın rızasına uygun oluşudur. Bazı peygamberlerin dönemlerinde, yaptıklarını takdir eden kimse olmamıştır. Kimse onları dinlememiş, kimse onlara tabi olmamış, hatta bütün toplum onlara karşı cephe almıştır. Ancak bu, söz konusu peygamberlerin "başarısız" olması demek değildir. Çünkü başarı, insanları etkilemek, onların beğenisini kazanmak değil, Allah'ın rızasını kazanmaktır.
*Allah Kuran ayetleri ile tüm insanlara nasıl bir ahlaktan ve nasıl bir hayat şeklinden razı olacağını bildirmiştir. Allah'ın bu emrini en güzel şekilde yerine getirenler sadece "müminler"dir. İnsanların büyük çoğunluğu ise, Allah'ın beğendiği yaşam şeklinden haberdar olmasına karşılık bunu gözardı eder. Çünkü bu insanların Allah'ın rızasını kazanabilmek gibi bir hedefleri yoktur. Müminler için ise Allah'ın rızasını ve sevgisini kazanabilmek herşeyin üzerinde ve herşeyden önemli bir konudur. Bu nedenle Kuran'da bildirilen her ayeti büyük bir titizlikle uygulamaya çalışırlar. Bu konuda hayatları boyunca bir an olsun taviz vermemeleri de onların şevklerini ortaya koyan önemli bir delildir. Öyle ki Allah'ın rızasını kazanma uğruna nefislerine zor gelen bir durumla da karşılaşsalar, onlar yine de bu konuda hiçbir zaman için en ufak bir yılgınlık göstermezler. Aksine en zor görünen işleri bile büyük bir şevkle yerine getirirler.
Müminlerin Allah'ın rızasını kazanma konusunda ne kadar şevkli olduklarını gösteren diğer bir dikkat çekici tavırları da onların her zaman için sadece Allah'ın rızasını değil "Allah'ın rızasının en çoğunu" arıyor olmalarıdır. Allah'ın rızasının en çoğunu aramanın anlamı, müminlerin pek çok seçenek ile karşı karşıya oldukları durumlarda bunlar arasından Allah'ın en çok razı olacağını umduklarını seçmeleridir. Bu konudaki ölçüleri ise Kuran ayetleri ve vicdanlarıdır. Allah Kuran ile inananlara en hayırlı ve Allah katında en makbul olabilecek yaşam şeklini bildirmiş ve böylece onlara Allah'ın rızasının en çoğunu kazanmanın yollarını göstermiştir. Dahası müminlerin içlerinde hayatlarının sonuna kadar bir an bile ara vermeden onlara en doğru ve en hayırlı olanı fısıldayan vicdanları vardır. Vicdan, insanı her zaman için Allah'ı razı etmekten yana yönelten bir nimettir. Vicdanları insanlara karşılaştıkları tüm seçenekler arasında Allah'ın en hoşnut kalacağı tavrın hangisi olduğunu söyleyerek onları doğru yola yöneltir. Şevk sahibi insanlar da Kuran'a ve vicdanlarının seslerine en güzel şekilde uyarak, her zaman Allah'ın en razı olacağı şekilde hareket eden kimselerdir.
Müminlerin bu konudaki şevklerine şöyle bir örnek verebiliriz: Allah "Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle..." (İsra Suresi, 53) ayetiyle insanların birbirlerine "sözün en güzelini" söylemelerini bildirmiştir. Sadece güzel bir söz söylemek de insanlara Allah'ın rızasını kazandırabilecek bir tavırdır. Ancak "sözün en güzelini söylemek" kişiye Allah'ın rızasının en çoğunu kazandıracak, Allah katındaki ecrini en fazlasıyla artıracak bir davranıştır. Çünkü Allah Kuran'da bu tavrın daha hayırlı olduğunu bildirmiştir.
Bunun gibi yine Allah ayetlerinde yapılan bir kötülüğe misliyle karşılık verilebileceğini ancak affetmenin ve karşı tarafa örnek bir tavır sergileyerek onu ıslah etmenin daha hayırlı bir davranış olacağına dikkat çekmiştir:
Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah'a aittir. Gerçekten o zalimleri sevmez. (Şura Suresi, 40)
Ayetin ifadesinden de anlaşılacağı gibi kişiye yaptığı kötülüğün karşılığını vermek Allah'ın rızasını kazanmaya uygun bir davranıştır. Ancak buna rağmen affedip bağışlamak Allah katında makbul tutulan ve kişiye Allah'ın rızasının en çoğunu kazandıracak bir tavırdır. İnsanın haklı olduğu bir durumda, kötülük gördüğü bir kimseyi, öfkesini yenerek affedebilmesi üstün bir ahlakın göstergesidir. Zira böyle bir durumda kişi yalnızca    Allah'ın rızasını daha fazlasıyla kazanabilmek için nefsinin isteklerini yenmekte ve güzel bir sabır göstererek alttan almaktadır. Bu kişi, "Kim sabreder ve bağışlarsa, şüphesiz bu azme değer işlerdendir." (Şura Suresi, 43) ayetiyle de hatırlatıldığı gibi, sabretmenin ve affetmenin daha hayırlı olduğunu bilmektedir.
Şevk sahibi kimselerin farklılıkları, her zaman için en hayırlı olan davranışları, asla yılmadan ve gevşeklik göstermeden seçmeleriyle ortaya çıkar. Nasıl bir ortamda bulunurlarsa bulunsunlar bu kimseler Allah'ın rızasının en çoğunu aramakta kararlılık gösterirler. Müslümanların imanlarından kaynaklanan bu muazzam şevklerine karşılık Allah, onları kurtuluşa ulaştıracağını, karanlıklardan nura çıkaracağını ve doğru yola ileteceğini bildirerek onlara müjde vermektedir:
Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Maide Suresi, 16)
*Dünya hayatında müminler için asıl önemli olan Allah'ın rızasını en fazlasıyla kazanabilmektir. Çünkü onlara dünyada ve ahirette asıl fayda sağlayacak olan burada elde ettikleri menfaatler değil "Allah'ın rızası" olacaktır. Allah'ın rızası  ise, daima dinin ve müminlerin menfaatinden yana hareket etmektedir. İşte bu bilinci alan müminler büyük bir şevkle hareket eder ve her zaman için dinin menfaatlerinden yana düşünürler.
*müminler gerekirse kendi haklarından da feragat ederler. Kimilerinin aklına müslümanların bu samimi tercihleri nedeniyle "safça" davrandıkları gibi yanlış bir düşünce gelebilir. Toplum arasında sıkça kullanıldığı gibi "dünyayı kurtarmak sana mı kaldı" mantığıyla düşünenler olabilir. Ancak durum bu kişilerin sandıkları gibi değildir. Müminler kendi menfaatlerinden vazgeçerken dünyaya yönelik herhangi bir hesap içerisinde değildirler. Onlar yaptıkları fedakarlığın karşılığını Rablerinden çok daha güzeliyle beklemektedirler. Bu nedenle de büyük bir şevk içinde hizmet eder, güzel ahlakı tebliğ eder, insanları ebedi kurtuluşa davet ederler. Allah onların şevkli kararlılıklarına karşılık, onlara feragat ettiklerinden daha hayırlısını vereceğini müjdelemiştir. Dolayısıyla da kendi şahsi menfaatlerini bir yana bırakıp dinin menfaatlerini gözeten bir insan aslında dünyada ve ahirette kendi adına olabilecek en fazla menfaati elde etmiş olur. Çünkü gösterdiği şevk dolu tavrıyla hem Allah'ın rızasını kazanmış hem de ayette bildirildiği gibi "dünyada ve ahirette güzel bir hayat" ile mükafatlandırılmış olur:
Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 97)
Müminlerin bu konudaki şevkli tavırlarına günlük hayatın pek çok aşamasında rastlamak mümkündür. Sözgelimi yüklü miktarda bir kazanç elde etmek üzere olan bir kimse, topluma ve insanlara farklı bir yönde faydası olacağını görürse, hiç tereddüt etmeden kendi işini bir kenara bırakıp, daha aciliyetli olan ancak kendisine dünyadan yana hiçbir çıkar sağlamayacak olan hayırlı bir işe yönelebilir. Ya da kendi ihtiyaçları doğrultusunda harcamayı planladığı bir parayı, Kuran ahlakının anlatılması açısından daha faydalı ve verimli olacağını düşündüğü bir hayır işine derhal kanalize edebilir. İşte şevk sahibi bir mümin böyle bir olay karşısında da kendi işlerini hemen bir kenara bırakıp hiçbir sıkıntı duymadan dinin hizmetine koşar.
Böyle bir durumda kişinin büyük bir şevkle kendi haklarından feragat edebilmesi, tüm bunların kendisi için bir kayıp değil aksine bir kazanç olduğunu bilmesinden kaynaklanır. Belki maddi açıdan elde edebileceği yüklü bir karı gözardı edecek, hatta belki de zahiren maddi bir kayba uğrayacak ancak herşeyin üzerinde tek kazanç olan "Allah'ın rızası"nı kazanmış olacaktır.
*Dünya hayatında kendisine Allah'ın rızasını kazanmayı amaç edinen bir kimse, Allah'ın beğendiği güzel ahlakı en güzel şekilde yaşama konusunda da büyük bir şevk gösterir. Allah'a gönülden iman etmemiş olan, O'nun rızasını kazanmak için içinde herhangi bir şevk ya da istek duymayan kimseler için ise bu büyük bir zorluktur.
*Kuran'ın "Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz..." (Al-i İmran Suresi, 186) ayetiyle tüm bunların insanlar için bir deneme konusu kılındığı bildirilmiştir. Ancak bu gerçeği gözardı eden cahiliye toplumu insanları, içlerindeki bu şehvet nedeniyle mallarına ve canlarına karşı tutku derecesinde bir bağlılık gösterirler. En korktukları konu sahip oldukları ya da övündükleri şeylere bir zarar gelmesidir. Çünkü bu durumda hayattaki asıl amaçlarını yitirmiş olacaklardır. Bu nedenle tüm yaşantılarını, mallarını ve canlarını korumaya ve bu uğurda menfaat elde etmeye adarlar. Bu konudaki kararlı tavırları ise, onların dünya hayatını ve onun çekici süsleri olan mal ve can gibi değerleri Allah'ı razı etmekten daha önemli görmelerinden kaynaklanmaktadır.
Müminler ise cahiliye insanlarının uğruna hayatlarını adadıkları bu değerleri Allah'ın rızasını ve cennetini kazanabilmek için hiç düşünmeden bir kenara koymuşlardır. Çünkü onların asıl amaçları malca ya da makamca güçlenip dünya hayatında itibar elde edebilmek değil, Allah'ın rızasını kazanabilmektir.
*insan elindeki imkanları Allah'ın rızasını kazanmak için kullanacak olursa, dünyada da ahirette de güzellikle karşılık bulacaktır. İşte bu gerçeğin farkında olan müminler mallarını ve canlarını Allah yolunda kullanmak üzere, daha en başından Allah'a teslim etmişlerdir ki bu teslimiyeti sağlayan da ancak kalplerinde yaşadıkları imanın şevkidir. Kuran'da müminlerin bu konudaki teslimiyetleri şöyle anlatılmaktadır:
Hiç şüphesiz Allah, mü'minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır… (Tevbe Suresi, 111)
Ayetin devamında ise müminlere, "yaptıkları bu alışverişten dolayı sevinip müjdeleşmeleri" hatırlatılmıştır. İşte bu nedenle müminler de kalplerinde bu müjdenin sevincini ve şevkini taşıyarak hareket ederler. Gerektiğinde mallarını      Allah'ın rızasını kazanabilecekleri hayırlı bir yolda hiç düşünmeden seve seve harcarlar. Canlarıyla da sonuna kadar dine hizmet etmeye ve Allah'ın rızasını kazanacak salih amellerde bulunmaya çalışırlar. Elbette ki Allah yolunda gerektiğinde mallarına ya da canlarına zarar gelebileceğini de bilirler. Ancak onlar bunu zaten daha en başından büyük bir şevkle göze almışlardır. Çünkü onlar bunu bir zarar olarak değil aksine bir kazanç ve bir güzellik olarak görmektedirler. Kuran'da inananların Allah'ın rızasını kazanmak için karşılaşabilecekleri her zorluğu sevinçle karşıladıklarından ve bunları birer güzellik olarak nitelendirdiklerinden bahsedilmiştir:
De ki: "Allah'ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim mevlamızdır. Ve mü'minler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler." De ki: "Siz bizim için iki güzellikten (şehidlik veya zaferden) birinin dışında başkasını mı bekliyorsunuz? Oysa biz de, Allah'ın ya kendi katından veya bizim elimizle size bir azab dokunduracağını bekliyoruz. Öyleyse siz bekleyedurun, kuşkusuz biz de sizlerle birlikte bekleyenleriz. (Tevbe Suresi, 51-52)
*kişinin iman konusundaki samimiyeti ve ihlası, Allah'ın rızasını kazanmak için harcadığı çaba ile ölçülebilir. Allah'a ve ahirete iman eden bir kimse, daha önce de belirttiğimiz gibi Allah'ın rızasını en fazlasıyla kazanabilmeyi ve  Allah'a en yakın insan haline gelebilmeyi hedefler.
*Allah'ın Kuran'da yaşamlarından örnek verdiği peygamberler de, hayatlarını Allah'ın rızasını kazanma konusunda bir yarış içinde geçirmişlerdir. Kendilerine peygamber ahlakını örnek alan müminler de aynı şekilde onların Allah'ın rızasını kazanma konusunda gösterdikleri bu yolu izlerler.
Müminlerin hayırlarda yarışmalarının bir diğer nedeni de dünya hayatının çok kısa, ölümün de çok yakın olduğunun bilincinde olmalarıdır. Her an ölebileceklerini ve böyle bir durumda da Allah'ın rızasını kazanmakta yeterli çabayı göstermemiş olmaktan dolayı ahirette büyük bir pişmanlık duyabileceklerini bilirler. Çünkü ahirete geçişten sonra insanın bir daha dünyaya geri dönüp de hayırlarda yarışması, salih amellerde bulunması mümkün değildir. İşte bu nedenle de müslümanlar daha çok hayır kazanma konusunda zamana karşı büyük bir yarış içerisine girerler. Dünya hayatında kendilerine tanınmış olan süre içerisine hayırdan yana olabildiğince fazla şey sığdırmaya çalışırlar. Bu doğrultuda karşılarına çıkan her işe büyük bir şevkle talip olur ve her fırsatı en iyi şekilde değerlendirmeye çalışırlar. Salih müslümanların bir duası Kuran'da şöyle haber verilmiştir:
"Ve onlar: "Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soyumuzdan, gözün aydınlığı olacak (çocuklar) armağan et ve bizi takva sahiplerine önder kıl," diyenlerdir." (Furkan Suresi, 74)
Ayette görüldüğü gibi inananların Allah'a olan "bizi takva sahiplerine önder kıl" şeklindeki duaları da onların hayırlarda yarışma konusundaki şevklerini ortaya koymaktadır.
Müslümanlar bu şevk ve kararlılıkla, Allah'ın "Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et." (İnşirah Suresi, 7) emrini en güzel şekilde yaşarlar. Bir an bile boş bir vakit geçirmemeye çalışır, insanın hiçbir zaman için Allah'ın rızasını kazanma konusunda kendisini yeterli göremeyeceğini bilerek büyük bir şevk ve istekle hayırlarda yarışırlar.
*Müminler Allah'ın rızasını kazanmak uğruna bedenen veya zihnen yorulmanın insan için büyük bir kazanç olduğunun farkındadırlar. Bu nedenle bu yorgunluğu cahiliye toplumunun algıladığı gibi rahatsızlık verici bir yorgunluk olarak algılamazlar. Onlar bunu ahiretleri için önemli bir fırsat olarak görür, şevkle ve neşeyle Allah için yorulmaya, bir işlerinden boşalır boşalmaz kendilerine Allah'ın rızasını kazandıracak bir başka işe yönelmeye devam ederler. Çünkü onlar, dünya hayatlarında gösterdikleri bu ciddi çabanın "Kim de ahireti ister ve bir mü'min olarak ciddi bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şayandır." (Isra Suresi, 19) ayetinde de bildirildiği gibi, en güzel şekilde karşılık bulacağını bilmektedirler.
*Allah dünya hayatında Allah'ın rızasını kazanmak için yorgunluğa talip olanlara ahirette hiçbir yorgunluk dokunmayacağını da müjdelemiştir:
Orda onlara hiçbir yorgunluk dokunmaz ve onlar ordan çıkarılacak değildirler. (Hicr Suresi, 48)"Ki O, bizi kendi fazlından (ebedi olarak) kalınacak bir yurda yerleştirdi; burada bize bir yorgunluk dokunmaz ve burada bize bir bıkkınlık da dokunmaz." (Fatır Suresi, 35)
*Müminler zorlukların, gelmiş geçmiş tüm inananların karşılaştığı bir durum olduğunu da bilirler. Allah'ın ayette vaat ettiği üzere önceki kavimlerin karşılaştığı olaylar mutlaka kendi başlarına da gelecektir. Bu gerçeği bilen bir mümin henüz bu zorluklarla karşılaşmadan kendisini bunlara karşı hazırlamış olur. Her ne olursa olsun Rabbine sadık kalacağına, sabırda teslimiyette ve tevekkülde kararlılık göstereceğine ve Allah'tan razı olacağına dair Allah'a söz (ahid) verir. "… Allah'a verilen söz (ahid) ise, (ağır bir) sorumluluktur." (Ahzap Suresi, 15) ayetinin emri gereği de ahdini mutlaka yerine getirir. Dayanılmaz bir açlık, fakirlik, korku, yaralanma hatta ölüm bile olsa bundan razı olur ve Rabbine karşı şükredici bir tavır gösterir. Binlerce zorluk ardarda da gelse, tüm hayatı durmaksızın bu zorluklar içerisinde de geçse o, yine de bunu bir güzellik olarak değerlendirir. Çünkü bu dünyadaki bir kaç on yıllık zorluğa Allah için güzel bir sabır gösterdiği takdirde, sonsuza kadar tek bir an için bile hiçbir sıkıntı yaşamayacağını bilmektedir. Çünkü Allah'ın dilemesiyle bu şevk dolu tavrı ona nimetlerin en güzelini, Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazandıracaktır.
*Müminlerin şevklerini ifade eden bir başka özellikleri de,   Allah'ın rızasını kazanmak ve dine hizmet etmek amacıyla yaptıkları her işi sevinç ve neşeyle yerine getiriyor olmalarıdır. Onların yaşadıkları bu neşe "iman neşesi"dir. İman neşesi, kalplerinde gerçek imanı yaşamayan kimselerin hiçbir şekilde taklit edemeyeceği, içten gelen, samimi bir neşedir. Çünkü bu, iman etmiş olmaktan kaynaklanan, Allah'ın rızasını, rahmetini ve sonsuz cennet hayatını ummanın verdiği bir neşedir.
*İmanı kalplerine gereği gibi yerleştirmemiş olan kimseler de eğer Allah'ın rızasını kazanmaları nefislerine zor gelen bir iş yapmalarını gerektiriyorsa, bu durumda tüm neşelerini kaybederler. Dahası bu işi olabildiğince memnuniyetsiz bir tavırla yerine getirerek isteksizliklerini ve şevksizliklerini ifade etmeye çalışırlar. Çünkü onlar karşılığında maddi bir kazanç sağlamadıkları ya da herhangi bir ücret almadıkları bir işe harcanan zamanı, boşa geçen bir vakit olarak değerlendirirler. Allah'ın rızasını kazanabilmiş olmanın, alınabilecek tüm karşılıkların en güzeli ve en değerlisi olduğunun şuurunda değillerdir. Bu nedenle de sanki büyük bir külfet yüklenmiş ve büyük bir fedakarlıkta bulunuyormuş gibi bir tavır sergilerler. Işte müminlerin şevklerindeki farklılık da bu noktada ortaya çıkar. Yapılması gereken iş zor ya da zahmetli de olsa, onlar neşelerinden hiçbir şey kaybetmezler. Çünkü müminler Allah'a gönülden, yani isteyerek ve severek kulluk ederler. O'nun rızasını kazanabilecek salih bir ameli de aynı şekilde gönülden gelen bir şevkle yerine getirirler. İşte bu şevk de onların tavırlarına sevinç ve neşe olarak yansır.
*müslümanlar şevklerini ve imanlarını beraber oldukları insanların tavırlarına göre değil, Allah'ın rızasını ve beğenisini kazanmaya göre ayarlarlar.
*Kuran ahlakını yaşayan kişi, hangi özelliklere sahip olduğunda kendisine sevgi duyulacağını ve dost olunmak isteneceğini bilir ve bunları en mükemmel şekliyle hayata geçirir. Aynı şekilde karşı tarafın hangi özelliklerinin sevilmeye değer olduğunu takdir edebildiği için gerçek anlamda sevmesini de bilir. 
Bu anlayış devam ettiği ve kişiler arasında Kuran ahlakı en güzel şekilde yaşandığı sürece de sevgiden ve dostluktan duyulan heyecan hiçbir zaman son bulmaz. Dahası kişilerin ahlakları güzelleştikçe sevgiden ve dostluktan aldıkları haz ve heyecan da sürekli olarak artar.
Onlar birbirlerindeki mümin vasıflarını, iman ve vicdan alametlerini, birbirlerinin ihlas ve samimiyetlerini, Allah korkularına ve takvalarına dair alametleri gördükçe daha da şevklenirler, aynı şekilde bereberlerindeki müminlerin Allah'ın rızasını ve sevgisini kazanmış, ahirette üstün makam sahibi kimseler olabileceğini ummanın heyecanını da yaşarlar. Zira böyle bir durumda Allah'a böylesine yakın, O'na dost olmuş ve belki de Allah'ın dost edindiği biriyle dost olmuş olacaklardır.
*İnsanı hem zihinsel hem de fiziksel açıdan güçlü ve zinde tutacak olan tek duygu imandır. Kişinin kalbindeki Allah korkusu onu her an uyanık, zinde ve güçlü kılar. Allah müminlere, kendisine olan imanlarına ve Kuran'a olan bağlılıklarına karşılık bu gücü verir. İnananların Allah'ın rızasını kazanma konusundaki istekleri ve şevkleri onlara bu bitmek tükenmek bilmeyen gücü kazandırır.
*Münafık karakterli kimseler inançlarındaki bozukluk nedeniyle müminlerden tamamen farklı ve Kuran'dan çok uzak bir hayat felsefesi geliştirmişlerdir. Mantık örgüleri, Allah'ın rızasını kazanmak üzerine değil, nefislerini hoşnut etmek ve çıkar elde edebilmek üzerine kurulmuştur.
*kalbinde hastalık bulunan bu kimselerin dinin menfaatleri söz konusu olduğunda gösterdikleri ağırlık ile çıkar elde edeceklerini umdukları durumlarda gösterdikleri şevk arasında büyük farklılıklar vardır. Bu farklılık onların dünya hayatının sağladığı menfaatleri Allah'ın rızasını kazanmaktan daha üstün görmelerinden kaynaklanmaktadır.
*Kuşkusuz kalplerinde hastalık bulunan kimselerin "ağır davranmaları" büyük bir yanılgı içerisinde olduklarını göstermektedir. Çünkü Allah'ın rızasını kazanma konusunda ağır davranmak bir uyanıklık değil, aksine büyük bir akılsızlıktır. Zira Allah yolunda harcanan her çaba insana olabilecek en büyük menfaati sağlayacak bir çabadır. Kişinin şevkle ortaya koyduğu emek, ona Allah'ın rızasını kazandıracaktır. Allah razı olduğu kullarına hem dünyada hem de ahirette güzellik ve iyilik vaat etmiştir. Dolayısıyla dünya menfaatleri yerine Allah'ın rızasını hedefleyen bir insan, aynı zamanda nefsi adına da olabilecek en güzel karşılığı almış olacak, dünya hayatının da güzelliklerini kazanacaktır.
Ancak şunu da hatırlatmalıyız ki, salih bir müminin şevki, harcadığı çaba sonucunda dünya hayatında somut bir karşılık almak üzerine kurulu değildir. Onun için Allah'ın razı olacağını bilmek yeterlidir. Buna karşılık Allah sonsuz bir adaletin, sevginin, rahmetin ve lütfun da sahibidir. Kendi rızası için yapılan herşeyin karşılığını fazlasıyla verendir.
*"... Allah kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlü olandır, aziz olandır." (Hac Suresi, 40) ayetiyle de hatırlatıldığı gibi, Allah dine şevkle sarılanların, Allah'ın rızasını kazanmak uğruna canla başla çalışanların yardımcısıdır.
*şevksiz insanların yaptıkları işler genellikle verimsiz ve bereketsiz sonuçlar verir. Onlar ortaya çıkan bu bereketsizliğe karşı her ne kadar mazeretler öne sürseler de, olayın perde arkasındaki gerçek, sadece iman etmenin şevkini ve heyecanını yaşayamamalarıdır.
Ancak şunu da hiçbir şekilde unutmamak gerekir ki, bu kimseler sahip oldukları manevi hastalıkla herkesten çok kendilerine zarar verirler. Çünkü dünya hayatında uğradıkları bu kayıpların yanısıra ahirette de -Allah'ın dilemesi dışında- şiddetli bir hüsran ile karşılaşacaklardır. O gün onlar ağır davrandıklarına, yarışıp öne geçenlerden olmadıklarına pişman olacak ve "sorumsuzca yaptıklarımızdan dolayı yazıklar olsun bize" diyeceklerdir:
Allah'a kavuşmayı yalan sayanlar, doğrusu hüsrana uğramışlardır. Öyle ki, saat (kıyamet günü) apansız onlara geliverince, günahlarını sırtlarına yüklenerek: "Onda (dünyada) sorumsuzca yaptıklarımızdan dolayı yazıklar olsun bize…" derler. Dikkat edin, o işleyip-yüklendikleri ne kötüdür. (En'am Suresi, 31)
Hesap gününde, dünyadayken isteksizce yaptıkları, kaçmaya çalıştıkları ya da ağırdan aldıkları tüm işlerin kendilerine zarar olarak geri döndüğünü göreceklerdir. Allah'ın rızasını kazanmanın önemini anlamazlıktan geldikleri ve gereken çabayı göstermedikleri için tüm amellerinin boşa çıktığına şahit olacaklardır.
*Allah'ın varlığını ve büyüklüğünü, insanlar üzerindeki rahmetini düşünmeli, böylece O'nun rızasını kazanmanın önemini kavramalıdır. Aynı şekilde insanı bir amaç üzerine yarattığını, onu denemekte olduğunu da düşünmelidir. Allah'ın her an kendisiyle beraber olduğunu görmekte ve işitmekte olduğunu bilmelidir. Yaptığı küçük büyük herşeyin Allah katında saklandığını ve hesap gününde tüm bunlardan hesaba çekileceğini unutmamalıdır. Ölümün ne kadar yakın olduğunu ve insanı hiç beklemediği bir anda nasıl apansız yakalayabildiğini düşünmelidir. Bunun yanında dünya hayatının çok kısa olduğunu ahiret için birşeyler yapabilmenin ne kadar aciliyetli olduğunu kavramalıdır. Cennetin güzelliğini, nimetlerin insana ne kadar büyük bir haz vereceğini tefekkür etmeli ve sonsuzluğu kavramaya çalışmalıdır. Aynı şekilde cehennemin nasıl acı azaplarla dolu olduğunu, orada güzel olan, neşe ve zevk veren hiçbir şeyin olmadığını, sonsuza kadar bir daha oradan geri dönüşün mümkün olmayacağını kavramalıdır. Dünyada iken kendisine gerçekler anlatıldığı halde düşünmeyip, üzerinde durmadığı için sonsuza kadar yaşayacağı her an nasıl büyük bir pişmanlık duyacağını bilmelidir.
İnsan tüm bunları samimiyetle düşünürse doğru sonuca varır. Böyle bir sonla karşılaşmaktansa vicdanının sesini dinleyip, iradesini kullanıp harekete geçmenin, şevkle dine sarılmanın çok kolay olduğunu görecek ve kararını verecektir. Zaten üç beş on yılı aşmayan hayatını, Allah'ın rızasını, sevgisini ve rahmetini kazanmaya adar ve Rabbinin vaat ettiği cennete kavuşmak için yarışır.

Adnan Oktar (Harun Yahya) kitaplarından bölümler

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder