9 Ocak 2011 Pazar

Karma Bilgiler

Matematikte niçin (-2) ile (-2)'nin çarpım sonucu (+4)'dür?

Aslında çok eğlenceli olabilecek matematik bizlere katı formüllerle ve mantığın kolay kabul edemeyeceği ifadelerle öğretilince bir kabus olup çıkıyor. Artının artı ile eksinin eksi ile çarpım sonucu artı iken artı ile eksinin çarpım sonucu eksi oluyor. Peki, bunun mantıki izahı nedir? Yani -5 derece sıcaklıkla -8 derece sıcaklığı çarpınca sonuç +40 derece olup ortalık ısınıyor mu? Tabii bu bir şaka, şaşırtmaca. Esas bilmemiz gereken (-2)x(-2)=(+4) diye bir eşitlik yazdığımızda, bunun sadece rakamların ve önlerindeki işaretlerin belirlediği mantıksal bir denklem olmadığı, bir beyan, bir ifade olduğudur. Eğer sayıları bir çizgi üzerinde gösterirsek, '-1' sıfırın eksi tarafındaki ilk sayı olarak düşünülebilir ama eşitlik içinde bu böyle değildir. Çizginin neresinde olursanız olun bir adım geri atmaktır. Yani çizgide '+4' noktasında iseniz ve ona '-1' ilave ederseniz, bir adım geri atarak '+3'e gelmiş olursunuz. Toplama ve çıkartmada nispeten kolay olan bu açıklama, iş çarpmaya gelince biraz zorlaşıyor. Örneğin haftanın 5 günü işe otobüs ile gidip geliyorsunuz. Her sefer bir milyonluk bir biletle yapılıyor. 10 milyon tutarında 10 tane bilet aldınız. Her gün gidiş-geliş kullandıkça iki tanesi eksiliyor. Bunun eşitlikteki yeri '-2' dir. Siz bu işi 5 gün süresince yani 5 kere yaparsanız (-2)x(+5)=(-l0) olur ki biletler biter. Diyelim ki bayram tatilinin iki günü o haftanın perşembe ve cuma günlerine denk geldi ve tatil. Bu sefer yapmanız gereken hareketi yapmıyorsunuz. İki günlük 4 bileti kullanmıyorsunuz. Bu hareket yapmanız gerekene göre negatif yani ters yönde bir harekettir. Her gün bilet almak yerine iki gün süresince hiç bilet kullanmıyorsunuz. İki kere negatif hareketi '-2' bilet üzerinde yapınca o hafta elinizde (-2)x(-2)=(+4) bilet kalıyor. Hala biraz karışık değil mi? Bir örnek daha verelim. Bir eşitliğin başına '-2' yazdığınız zaman başlangıçta bu sizin sıfır noktasından iki kere geri sıçrayarak '-2' noktasına ulaşacağınız anlamına gelir. Ama siz yapacağınız bu hareketin tam tersini yani negatifini iki defa yapıyorsunuz. Sıfırdan '-2'ye sıçrama hareketini iki kere ters yönde (-2) yapıyorsunuz ve sonunda '+4' noktasına ulaşıyorsunuz. Ters bir kararın tersini yapınca doğruyu buluyorsunuz yani.

Radyasyon nedir?

Nükleer enerji denilince aklımıza Hiroşima ve Nagasaki'ye atılan atom bombaları, Çernobil'deki nükleer santral kazası ve nükleer atıklar gelir. Nükleer enerji ve onun sonucu radyasyon iyi amaçlarla kullanılmadıkları zaman insan neslini dünyadan silebilecek kadar tehlikelidirler. Kontrol altında kullanıldıkları zaman ise insan yaşamını iyileştirmekten sağlığa kadar bir çok konuda insanlığa bahşedilmiş birer lütufturlar. Nükleer enerjinin esasını anlamak için çok fazla fizik, kimya, matematik bilmeye gerek yoktur. Nasıl odun, kömür, petrol ürünleri kullanarak ısı enerjisi elde ediyorsak nükleer enerji de öyledir. Nükleer santralarda kullanılan yakıtın en bilineni uranyumdur. Uranyum santralde başka bir yakıta dönüşürken ortaya müthiş bir ısı çıkar. Bu ısı reaktörün etrafında dolaştırılan suyu buhar haline çevirir. Türbinlere verilen buhar da türbinleri çevirir. Sonunda türbinler de kendilerine bağlı elektrik jeneratörlerini çevirerek elektrik üretirler. Prensip, nükleer enerji ile çalışan uçak gemilerinde de, denizaltılarda da aynıdır. Gelelim radyasyona... Uranyum gibi kararsız elementler gerek atomik yapılarına müdahale edilerek gerekse tabiattaki halleri ile bir başka elemenle dönüşebilirler. Yani tarihte kurşundan altın elde etmek için uğraşan simyacıların başaramadıkları işin benzeri uranyumda kendi kendine oluşur. Bu dönüşüm işi olurken uranyum atomunun içindeki bazı parçacıklar da ışık olarak yayılırlar. Yani radyasyon bir ışıktır. Sadece atom bombasından, nükleer atıklardan çıkmaz tabiatta da bol miktarda vardır. Yalnız ışıma yolu ile değil besinler yolu ile de vücuda girebilir. Radyasyon olayında üç ana ışık türü vardır: Alfa, beta ve gama. Alfa ışınları deriden geçemezler, beta ışınları deriden çok az miktarda geçebilirler, gama ışınları ise deriden ve vücuttan geçebilirler. Alfa ve beta ışınları sadece yoğunlaştıkları organ üzerinde tahribat yaparlarken gama ışınları tüm organlara zarar verirler. Tabii bu arada ışına maruz, kalma süresi de önemlidir. Vücudumuz hücrelerden, hücreler moleküllerden, moleküller de atomlardan meydana gelirler. Bu radyasyon ışınları isabet ettikleri atomların yapılarını bozarak sonunda hücrelerin ölmelerine sebep olurlar. Vücut için sürekli gerekli olan hücre üreme mekanizmasını bozarlar, vücudun direncini yıkarlar. Aslında günlük yaşantımızda radyasyonla iç içe yaşıyoruz. Radyasyon her an her yerde vardır hatta Güneş ışığında bile. Yaz mevsiminde deniz kenarında yapılan bilinçsiz güneşlenmelerde isteyerek aldığımız radyasyonun etkisi cilt kanserine yol açabilecek kadar tehlikeli olabilir. Radyasyonun insan bünyesi için faydalı olduğu durumlarda vardır. Kanserin ışınla tedavisi, enfraruj ve ultraviyole tedavileri, lazerin tıpta kullanılması gibi.

Uçan balonlar ne kadar yükseğe çıkabilir?

Bazen çocuğa alınan bir uçan balon elinden kaçabilir. Hep beraber havada yükselen balona bakakalınır. Bu balon havada ne kadar yükselecektir acaba? Uçan balonların doldurma uçları ne kadar iyi bağlanmış olursa olsun, çok az da olsa hava daha doğrusu helyum kaçırırlar. Havadan çok daha hafif helyum gazı ile şişirilen bu balonların ağızlarından kaçırdıklarını eve getirdiğimiz ve tavana yapışıkmış gibi havada duran balonun sabah olunca porsuyup yere inmiş olduğunu görünce anlarız. Balonun ağzının ideal bir biçimde bağlanmış olduğunu kabul etsek bile havada yükselebileceği mesafe yine de sınırlıdır. Yükseldikçe hava basıncı azaldığından ve balonun iç basıncı dışındakinden daha yüksek kaldığından balon yükseldikçe şişmeye başlar. Sonunda balonun yapıldığı malzemeye, hacmine ve malzemenin kalınlığına bağlı olarak belirli bir yükseklikte patlar. Küçük uçan balonlar en çok 10 bin metreye, sepetinde insan taşıyan büyük balonlar 30 bin metreye, bilim insanları tarafından içinde ölçüm aletleriyle birlikte yollanan araştırma balonları da 40 bin metreye kadar yükselebilirler. Balonların belirli yükseklikte dış basıncın azlığına dayanamayıp patlamalarından bazı bilimsel gözlemlerde de faydalanılır. Hava tahmin balonlarına bağlı hava sıcaklığını, basıncını ve nem oranını ölçen aletler vardır. Bu balonlar yaklaşık 30 bin metre yükseklikte patlayacak şekilde yapılmışlardır. Aletler açılan bir paraşütle yere yumuşak iniş yaparlar. Hem üzerlerindeki değerler kaydedilir hem de oldukça pahalı olan bu ölçüm aletlerinin tekrar kullanılabilmeleri sağlanır. Bu ölçüm aletleri bir tarlanın ortasına, bir ağacın tepesine veya bir vadi yatağına da düşebilirler. Onları bulanların ilgili makamlara götürmeleri artık aletlerin ne olduklarını anlamalarına veya insaflarına kalmıştır.

Ateş böceği nasıl ışık saçıyor?

Yaz gecelerinin karanlığında otların arasında veya havada uçarken parıldayan, yanıp sönerek sarı-yeşil bir ışık veren bir böceği görmüşsünüzdür. Yanına yaklaşıldığında ışığını söndüren, gece karanlığında izini kaybettiren bu böceğin ismi ateş böceğidir. Aslında bu böceğin verdiği ışığın ateşle de sıcaklıkla da bir ilgisi yoktur. Bunun bilimsel adı 'soğuk ışık'tır ki günümüz teknolojisi bu ışığı henüz yapay olarak üretmeyi başaramamıştır. Bilim insanları dünyada milyonlarca yıldır mevcut olan bu tabiat teknolojisinin önce çalışma mekanizmasını çözmek sonra da taklit ederek insanlık hizmetine sunabilmek için çalışmalarına hız vermişlerdir. Kısa bir zaman öncesine kadar sürtünme veya ısı olmadan ışık elde etmenin imkansız olduğuna inanılıyordu. Nasıl ki normal bir ampul kendisine verilen enerjinin yüzde 4'ünü, florasan ampul ise yüzde 10'unu ışığa dönüştürebiliyor, geri kalanını ısı olarak yayıyorsa, ateş böceğinde de benzer bir durum olduğunu sanan bilim insanları, böceğin bu iş için kullandığı enerjinin tamamını ışığa dönüştürebildiğini tespit edince hayrete düştüler. Gelelim ateşböceğinin ışık üretme mekanizmasına... Aslında ateş böceklerinin ışık verme reaksiyonları o kadar hızlıdır ki bu fonksiyonun kademelerini incelemek hemen hemen imkansızdır. Yani ışık üretim mekanizması hakkındaki bilgiler hala teoride kalmaktadırlar. Kesin olarak bilinen bunun moleküler seviyede kimyasal bir işlem olduğu, bazı moleküllerin ayrışarak daha yüksek enerjili hale geçebildikleri ve bu fazla enerjiyi ışığa dönüştürebildikleridir. Ateş böceğinin karın bölgesindeki ışık organında bulunan guddelerden, ışık elde etmede rol alan iki ana kimyasal madde üretilmekledir. Bunlardan birincisinin kimyasal yapısı aydınlatılmış ve yapay olarak elde edilmiştir. İkincisinin ise yapısındaki gizem çözülmesine rağmen sentetik olarak üretilmesi hala mümkün olamamıştır. Ateş böceklerinde üretilen iki kimyasalın birleşiminin de ışık vermeye tam olarak yetmediği, böceğin ışık bölgesine yakın solunum organının ışık verme anında burayı oksijenle beslemesi gerektiği tespit edilmiştir. Bilinmeyen bir başka ayrımı ise bu ışığı hangi şalterin açıp kapadığıdır. Bu gizemli böceklerin 2 bin çeşidi olup erkekleri uçabilirken dişileri kanatsızdırlar. Erkekler dişileri aramak için geceleri uçarlar ve ışıklarını birbirleri ile iletişim kurmak için kullanırlar. En iyi ışık verimini gelişmiş dişiler verir. Ateş böcekleri geceleri 3 saat süreyle ışık verebilirler. Genellikle ısırarak zehirledikleri salyangozları yedikleri için kireçli toprakların olduğu nemli bölgelerde daha çok görünürler. Parlamayı sağlayan kimyasal maddeler sayesinde, kazara onu yiyen bir düşmanı kusmak zorunda kalır ve bir daha başka ateş böceği yemeye teşebbüs etmez.

Devekuşları niçin başlarını kuma gömerler?

Bu inanç ve görüşün nereden kaynaklandığı bilinmiyor. Güya devekuşu başını kuma gömünce düşmanlarını ve gelecek tehlikeyi görmez, onun için de rahatlarmış. Güney Afrika'da 80 sene boyunca yapılan gözlemlerde böyle bir olay görülmemiştir. Hiçbir devekuşu kafasını kuma gömmeye teşebbüs etmemiştir. Zaten bunu yaparlarsa boğulacakları da kesin. Her ne kadar beyinleri gözlerinden küçük olsa da, kuş dünyasının en akıllılarından olmasalar da, devekuşları kendilerini gizlemek için başlarını kuma gömecek kadar da aptal değillerdir. Bu görüntünün asıl nedeni devekuşu yavrularının yırtıcı hayvanlarım saldırılarına karşı açık ve korumasız olmalarıdır. Onlar yetişkin devekuşları gibi hızlı koşup kaçamazlar. Bir tehlikeyi sezdiklerinde aniden kendilerini bulundukları yere bırakarak, hareketsiz kalıp çevreye uyum sağlayarak düşmanlarının dikkatlerinden kaçtıklarını ümit ederler. Anne devekuşları bazen bütün vücutlarını, kanallarını da açarak toprak üzerine yatırırlar ve yavrularını güneşin kavurucu etkisinden korumaya çalışırlar. Ayrıca devekuşlarının dinlenirken boyun kaslarını rahatlatmak için veya çok sık olmasa da uyurken bazen bu pozisyonu aldıkları biliniyor. Hatta bir görüşe göre, bu pozisyonda kafalarını yere dayayıp düşmanlarının ayak seslerini dinledikleri de ileri sürülüyor. Daha yumurtadan çıkar çıkmaz erişkin bir tavuk büyüklüğünde olan devekuşu yavrularının uzun boyunları genellikle bej rengindedir ve üzerlerinde siyah çizgiler vardır. Bu renklerle ot renkleri ve gölgeleri karışarak iyi bir kamuflaj imkanı sağlar. Bu durumda otların aralarına başlarını soktuklarında vücutları görünürken boyun ve baş kısımları görülmez. Görülmeyen başın kuma gömülmüş gibi insanlar tarafından algılanmasının nedenlerinden biri de bu olabilir. Bu tip uçamayan büyük kuşların başlarını kuma gömme gibi aptalca bir savunma sistemine zaten ihtiyaçları yoktur. İşitme ve görme duyuları son derecede iyidir. Boylarının da avantajı ile çevreyi çok iyi gözleyebilirler. Düşmanı diğer av adaylarından önce sezebilirler. Üç metrelik boylarına ve 100 - 150 kilogramlık ağırlıklarına rağmen saatte 50 kilometre hızla koşabilirler. Köşeye sıkıştıklarında ise kolay teslim olmazlar. Çok seri ve kuvvetli tekme atabilirler, uzun boyunları sayesinde düşmanı yaklaştırmadan mücadele edebilirler.

Satrançta Şah niçin o kadar pasiftir?

Satranç oyununda Şah koruma altındadır. O sanki bir köşede korkudan sinmiş bir şekilde olanlara bakan, titrek adımlarla birer birer ilerleyen, arada sırada 'hadi ne zaman rok yapacaksanız, yapın' diye inleyen bir insan görünüşü verir. Halbuki vezir, satranç tahtasını oradan oraya dolaşarak, atlayarak, zıplayarak, rakibi yıpratarak, son derecede etkin bir şekilde hareket etmektedir. Bu taşın bizdeki adı vezir (bakan gibi bir şey) olduğu için bu hareketlilik normal görülebilir ama Batı ülkelerinin bu taşa kraliçe anlamında 'queen' adını verdiklerini düşünürseniz ortaya tuhaf bir durum çıkar. Hele satrancın tarihinin 7. yüzyıldan öncesine gittiği göz önüne alınırsa, o zamanlar daima ordularının başında savaşa giden krallara, şahlara satrançta niçin böyle pasif bir rol verilmiştir, anlaşılmaz. Satrancın ilk olarak 6. yüzyıl içinde Hindular tarafından oynanmaya başlanıldığı, daha doğrusu Hinduların 'chaturunga' (şaturanga) isimli oyunundan geliştiği ileri sürülüyor. 'Chaturunga' sözcüğü Sanskritce'de 'dört kol', 'dört kollu ordu' veya 'dört silah' anlamına gelmektedir. O zamanki Hint ordusu dört bölümden oluşuyordu. Filler, savaş arabaları, süvariler ve piyade. Bugün bu dört kola, fil, kale, at ve piyon diyoruz. Avrupa savaşlarında fil kullanılmadığı için bu taşa piskopos (bishop) adı verilmiştir. Bizdeki at Arapçada süvari, Avrupa'da ise şövalye olarak adlandırılmıştır. Yani medeniyetler satranç terimlerinde kendilerine göre bazı değişiklikler yapmışlardır. Şaturanga Hindistan'dan önce İran'a geçti ve geçerken ismi. 'şatrang' oldu. Arap orduları onu 1000 yıl kadar önce, fethettikleri İspanya üzerinden Avrupa'ya getirdiler. Araplar oyuna 'şatranj' veya 'al-şah-mat' (şah ölü) ismini verdiler. Ancak şah oyunda hiçbir zaman ölmez, diğer taşlar gibi oyun tahtasının dışına çıkartılamaz. Vatanı olan karelerde kımıldayamaz hale gelince esir düşer. Satranç ismi Türkçeye Arapçadan girmiştir. İlk oynanış şeklinde bugünkü hareket kabiliyetindeki bir vezir veya kraliçe yoktu. Gerçi şahın yanında Araplar tarafından akıllı adam diye isimlendirilen bir taş vardı ama hareket imkanı çok kısıtlıydı. Sadece bir kere o da çapraz olmak koşuluyla ilerleyebiliyordu. Asırdan asıra, ülkeden ülkeye satranç oyunu gittikçe gelişti ve bazı değişikliklere uğradı. Avrupa'ya ulaştığında vezirin ismi kraliçe oldu ama hareket imkanı hala kısıtlıydı. Bununla belki o yıllarda Avrupa'da yaşayan güçlü kraliçelerin, krallarının daima yanında olup onları kollamaları şeklinde sosyal bir bağlantı kurulabilir. Bu şekli ile satranç oyunu çok yavaş oynanabildiğinden oyunu süratlendirmek için kraliçe (vezir) ve filin güçleri, yani hareket imkanları arttırıldı, etkinlik sahaları genişletildi. Bir başka kural değişikliği ile satranç tahtasının karşı kenarına varabilen bir piyonun kraliçe (vezir) olabilmesi imkanı tanındı. Bu, çok çağdaş ve demokratik bir değişimdi. Taşların en güçsüzü ve alçak Gönüllüsü piyade, işlerinde sebat eder ve başarı ile ilerlerse en güçlü taş olabiliyor, hatta karşı tarafın şahını mat ederek en son sözü söyleyebiliyordu. Avrupa'da gün geçtikçe gelişen demokrasi, yıkılan krallıklar satranca da yansıyordu. Şah artık örneği çok az kalmış, güçsüz monarşik hükümdarlar gibi köşesinden pek çıkamıyordu. Gerçeği oyunda iken ikinci bir kraliçenin ortaya çıkması ise başlangıçta oyuncuların kafasını karıştırdı ama hangi şah bir yerine iki kraliçesinin olmasını istemez ki!

Anneler günü ne zamandan beri kutlanıyor?

Anneler gününün nereden kaynaklandığını anlatanlar günün yaratıcısı olarak hep annesini kaybetmiş olan küçük bir kızdan bahsederler. Gerçekte ise bu fikri hayata geçiren Anna Jarvis annesini 1905 yılında kaybettiğinde 41 yaşındaydı. Asıl mesleği öğretmenlik olan 1864 doğumlu Anna Jarvis, 1902 yılında babası ölünce annesi ile beraber ABD'de, Philadelphia'da yaşamaya ve çalışmaya başladı. Üç yıl sonra 9 Mayıs 1905'de de annesini kaybetti. Sürekli annesi ile beraber yaşamasına rağmen öldükten sonra "Ona hayatta iken gerekli ilgiyi gösteremediği"ne inanıyor ve bunun ezikliğini duyuyordu. İki sene sonra Mayıs'ın ikinci pazarında, annesinin ölüm yıldönümünde arkadaşlarını evine çağırdı ve bu günün anneler günü olarak ülke çapında kutlanması fikrini ilk onlara açtı. Fikir kabul gördü, anneler memnun kaldı, babalar itiraz etmedi, Amerika'nın önde gelen bir giysi tüccarı da finansal desteği sağladı. İlk anneler günü Jarvis'in annesinin 20 yıl süresince haftalık dini dersler verdiği Grafton'daki bir kilisede, 10 Mayıs 1908'de, 407 çocuk ve annesinin katılımı ile kutlandı. Jarvin her bir anneye ve çocuğa kendi annesinin en çok sevdiği çiçek olan karanfillerden birer tane verdi. O günden sonra, temizliği, asaleti, şefkati ve sabrı ifade eden beyaz karanfil Amerika'da anneler gününün sembolü olarak kabul edildi. Sıra anneler gününü "milli bir gün" olarak kabul ettirmeye gelmişti. Jarvis, tarihte tek bir kişi tarafından gerçekleştirilen en başarılı mektup yazma kampanyası ile gazete patronlarından işadamlarına, devlet adamlarından din adamlarına kadar ulaşabildiği herkese bu fikrini iletti. Fikir o kadar çok ve çabuk kabul gördü ki, Senato onaylamadan çok önce, bir çok eyalet ve şehirde anneler günü kutlamaları gayrı resmi olarak başlatılmıştı bile. Sonunda 8 Mayıs 1914'te Senato'nun onayı, Başkan Wilson'ın da imzası ile Mayıs'ın ikinci pazarı 'Anneler Günü' olarak resmen ilan edildi. Çok kısa sürede diğer ülkelere de yayılan bu gün çiçek ve tebrik kartı satışlarının tavana vurduğu bir gün oldu. Anna Jarvis sonunda muradına ermiş, kampanyasını başarı ile sonuçlandırmıştı ama kendi hayatı pek mutlu sonla bitmedi. Yoğun çalışmadan evlenmeye ve çocuk sahibi olmaya fırsat bulamadı. Her anneler günü onun için bu yönden acı oldu. Daha ziyade dini ağırlıklı bir kutlama olarak düşündüğü bu günden ticari çıkar sağlamaya çalışanlara karşı hukuki savaş açtı. Davaların hepsini kaybetti. Dünyadan elini eteğini çekti. Bütün gelirlerini hatta ailesinden kalan evini bile kaybetti. Kalan hayatını adadığı, gözleri görmeyen kız kardeşi Elsinore'da 1944'de ölünce sağlığı da tehlikeye girdi. Dostları ona destek vererek son yılını sanatoryumda geçirmesini sağladılar. Bütün dünya annelerinin en azından senede bir gün mutlu olmalarını sağlayan Anna Jarvin, mutsuz, yarı görmez ve yalnız bir şekilde 1948'de 84 yaşında öldü. Ülkemizde de Türk Kadınlar Birliği'nin girişimi ve önerisi üzerine 1955 yılından beri Mayıs ayının ikinci Pazar günü 'Anneler Günü' olarak kutlanmaktadır.

Bir hafta niçin 7 gündür?

Bir gün Güneş'in doğduğu zamandan ertesi gün doğacağı zamana kadar geçen süredir. Bir ay ise Ay'ın aynı evresinin gökyüzünde tekrar göründüğü zamana kadar geçen süredir. Çok eskilerde bu zaman birimleri insanların hayatlarını organize edebilmeleri için yeterliydi. Zamanla bir günden uzun, bir aydan da kısa bir zaman birimine ihtiyaç duyuldu. Babilliler 7 günlük haftayı zaman birimi olarak kullanmaya başladılar. Sonraları Yunanlılar, Çinliler ve Mısırlılar 10 günlük, Romalılar ise 8 günlük haftayı kullanmaya çalıştılar. Bir hafta olarak kabul edilen yedi günlük sürenin kaynağı tam olarak bilinmiyor. En kuvvetli tez bu sürenin Ay'ın evrelerinden kaynaklandığına dayanır. Ay'ın dört evresinin (yeni ay, ilk dördün, dolunay, son dördün) sürelerine en yakın olan tam gün sayısı yedidir. Ancak bu doğal ve astronomik temelin yanı sıra astrolojik bir inanışın da, ta Babilliler zamanından itibaren, yedi günün bir hafta olarak seçilmesinde rol oynadığı ileri sürülüyor. İlk çağlarda bilinen beş gezegen ile Güneş ve Ay'ın toplam sayısının yedi oluşu bu sayıya gizemli ve uğurlu bir sayı olarak bakılmasına neden olmuştur. Daha sonraları dinlerde göklerin yedi kat oluşuna inanış, müzikteki ana nota ve tabiattaki ana renk sayılarının da yedi oluşu bu sayının gizemini iyice arttırmıştır. Takvimde yedi günlük haftanın resmiyet kazanması ise milattan sonra 327 yılında Roma İmparatoru I. Constantinus'un çıkardığı bir emirle olmuştur. Tevrat'ın yaratılış (tekvin) anlayışına göre Tanrı evreni 6 günde yaratmış, yedinci günde de (cumartesi) dinlenmiştir. Hıristiyanlar haftayı Tevrat'taki şekliyle kabul ettiler, yalnız Hz. İsa'nın diriliş hatırasına yedinci günü değil de birinci günü, yani pazarı 'Tanrı Günü' olarak kabul ettiler. İslam dininin doğuşundan sonra da yine yedi günlük hafta süresi benimsendi. Ancak Hz. Muhammed'in müminleri mescitte toplayıp, namaz kıldığı, hutbede devlet ve günlük işleriyle ilgili açıklamalar yaptığı altıncı gün (cuma) dinlenme günü olarak kabul edildi. Türkiye Cumhuriyeti'nde 27 Mayıs 1935 tarihinde yayımlanan bir kanunla tatil günü cumadan pazara alındı. 1792 yılında Fransa takvim yapısını değiştirerek 10 günü bir hafta kabul etti ama yürütemedi. Rusya 1929'da 5 günlük hafta uygulamasına geçti, sonra bir haftayı 6 güne çıkardı ve sonunda pes ederek 1940'da 7 günlük haftaya geri döndü.

Çinliler yiyeceklerini niçin çubuklarla yerler?

Aslında nedeni tam bilinmiyor. Bir görüşe göre, vakti zamanında Çin imparatorlarından biri halkın ayaklanmasından korktuğundan, eritilip silah olarak tekrar kullanılabilecek metal olan her şeyin toplanmasını emretmiş. Ellerindeki bıçak, kaşık ve benzeri şeyleri vermek zorunda kalan Çinliler ne yapsınlar, çaresiz bambu kamışlarından yapılmış ince çubuklarla yemek yemeye alışmışlar. Akla daha yatkın gelen diğer bir görüşe göre ise çubukla yemek adeti Çinlilerin yiyeceklerini küçük parçalara bölüp yeme alışkanlıklarından ve buna bağlı olarak zaman içinde çok önemli bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Yemek çubukları milattan bir yüzyıl önce doğmuş. Yemeği içindeki yağa atıp karıştırarak pişirmeye yarayan tava benzeri kaplar kullanılmadan önce yiyecekler odun ateşi üzerinde pişiriliyormuş. Nüfus çoğaldıkça artan yiyecek ihtiyacından dolayı ormanlar kesilip tarlalar açıldıkça bu sefer de odun, yani yakacak sıkıntısı başlamış. Zamanla etleri ve sebzeleri çok küçük parçalara bölüp, yağ içinde karıştırarak kızartmanın hem süratli pişmeyi hem de odundan tasarrufu sağladığını görmüşler. O zamanlar ağaç sıkıntısı nedeniyle, yemek masası kullanmak zenginlere mahsus bir lüks olduğundan insanlar bir elleri ile yiyecek veya pirinç tabağını tutuyor, yemek yemek için de sadece diğer ellerini kullanabiliyorlarmış. Çinlilerin yemeklerinin bol soslu olduğunu söylemeye gerek yok. Yerken çubukları kullanmak, her şeyi tek elle yemek zorunda olan Çinlilerin bütün parmaklarının kirlenmesi sorununu çözdüğü için hızla yayılmış. O zamanlar çubukların çok azı ağaçtan, çoğunluğu fildişi ve kemiktenmiş. Şimdi artık ne metal ne de ağaç kıtlığı var. Zaten onların yerini sentetik malzemeler çoktan almış durumda. Ne var ki bırakın Çin'i, diğer ülkelerdeki bir çok insan bile bir Çin lokantası bulup, çubuklarla yemeğe uğraşıp, Çin imparatorunun veya odun yokluğunun yarattığı eziyete seve seve katlanıyorlar.

Vurgun yemek nasıl olur?

İnsanlar yüzyıllardır su altına sadece zevk veya merak için değil, inci, mercan, sünger gibi şeyleri çıkarıp, geçimlerini sağlamak için de dalmışlardır. Deniz seviyesinde hava basıncı 1 atmosferdir. İnsan vücudunun solunum ve dolaşım sistemi bu basınca ayarlıdır. Ancak suyun içinde, derine gittikçe, her 10 metrede basınç 1 atmosfer daha artar. 30 metre derinliğe inildiğinde, akciğer kapasitesi dörtte birine düşer, kan basıncı artar, vücut ısısı düştüğünden kalbin atış hızı artar, bilinç bulanıklığı başlar. Bu nedenle yardımcı gereç kullanmadan 30 metrenin altına inmek tehlikelidir. Ancak tüple dalışında kendine özgü sorunları vardır. Derinde dış basıncın yüksek olmasından dolayı tüpten solunan havanın içindeki oksijen, azot gibi gazlar, dokulara daha küçülmüş bir hacimle dağılırlar. Eğer su yüzeyine süratle çıkılırsa, basıncın azalmasıyla bu gazlar da süratle genleşir. Oksijen dokularda kullanıldığından sorun yaratmaz, ama özellikle azot gazı damarlarda süratle genleşerek, damar tıkanıklığı, akciğer yırtılması ve hatta felç gibi önemli vücut hasarlarına yol açar. Bu şekilde vurgun yiyenler, süratle basınç odalarına alınırlar. Burada tekrar vurgun yediği derinlikteki basınç verilir ve dengeli olarak azaltılır. Bir başka önlem de vurgun yiyeni, aynı derinliğe tekrar indirmektir. Vurgun yememek için yüzeye yavaş çıkılmalı, hatta belirli derinliklerde beklenmelidir. İdeal çıkış hızı dakikada 20 metre olup, pratikte eğitmenler bunu dalgıç adaylarına "yüzeye gelen en küçük hava kabarcığından daha hızlı çıkma" şeklinde öğretirler.

1 Nisan şakasının kökeni nedir?

Her ne kadar Roma İmparatoru Julius Caesar (Sezar) milattan önce 46 yılında takvimin başlangıcını Ocak ayı olarak ilan ettiyse de, 16. yüzyılın ortalarına kadar Avrupa'da yeni yıl geleneksel olarak, bahar aylarının başlangıç tarihi olarak da kabul edilen, Mart ayının 25'inde başlardı. 1564 yılında Fransa Kralı IX. Charles, takvimi değiştirerek yıl başlangıcını Ocak ayının birinci gününe aldı. O zamanki iletişim şartlarında bazı insanların bundan haberi olmadı, bazıları ise bu kararı protesto etmek amacıyla eski adetlerine devam ettiler, 1 Nisan'da partiler düzenlediler, birbirlerine hediyeler verdiler. Diğerleri ise bunları Nisan aptalları olarak nitelendirip bu güne 'Bütün Aptalların Günü' adını verdiler. Bu günde diğerlerine sürpriz hediyeler verdiler, yapılmayacak bir partiye davet ettiler, gerçek olması mümkün olmayan haberler ürettiler. Yıllar sonra takvimin ayları yerine oturup, Ocak ayının yılın ilk ayı olmasına alışılınca, Fransızlar l Nisan gününü kendi kültürlerinin bir parçası olarak görmeye başladılar. Adeti gittikçe süsleyerek, zenginleştirerek ve yaygınlaştırarak devam ettirdiler. Bu adetin İngiltere'ye ulaşması yaklaşık iki yüzyıl sürdü, oradan da Amerika'ya ve bütün dünyaya yayıldı. l Nisan şakalarının sembolünün 'Nisan Balığı' olmasının nedeni ise Mart ayının sonlarına doğru, Güneş'in Balık Burcu'nu terk ediyor olmasıdır.

Asansör düşerken zıplanılsa ne olur?

Düşünün ki, asansörünüz bozuldu ve 60-70 km/saat, yani saniyede 18 metre hızla düşüyor. Siz de son saniyede yukarı zıplıyorsunuz. Yukarı zıplamanız olsa olsa saniyede 4-5 metre hızla olabilir. Yani siz yine de yaklaşık saniyede 13-14 metre hızla yere düşmeye devam ediyorsunuz. İster saniyede 18 metre, isterse 13 metre hızla yere düşün, sonuç fark etmez. Sizi yerden kazımak zorunda kalabilirler. Lütfen panik yapmayın, asansörü tutan tek bir kablo değildir, en azından 5 veya 6 kablo vardır. Bu kabloların her biri tek başına asansörün ağırlığını taşıyabilir. Diyelim ki, bu kabloların hiçbiri görevini yapmadı, asansörü durduracak bir başka fren donanımı daha vardır. Hatta bazı asansör boşluklarında ilaveten yaylı veya yağlı, hayati tehlikeyi önleyecek özel sistemler de bulunur. Bu sistemlerin hiçbiri çalışmazsa yine de iyimser olmaya çalışın, hiç olmazsa hayatınızda bir kere, hiçbir katta durmadan doğrudan zemine inmiş oluyorsunuz.

Elektrik insanı nasıl çarpıyor?

İnsanların elektriğe çarpılmaları onun bir iletkeni haline gelmelerinden oluyor. Sıvılar iyi iletkendirler, yani elektriği iyi iletirler. Vücudumuzu içi sıvı dolu bir kap olarak düşünürsek, bütün koruma görevi derimize kalıyor. O da vücudumuzun her tarafında aynı kalınlıkta değil. Islanınca o da iletkenleşiyor, hele üzerinde bir yara varsa direnci tamamen yok oluyor. Evlerimizde 220 volt ve 50 Herz akım daima vardır. Ne kadar ilginçtir ki, bir elektrik akımının insana en tehlikeli frekans Aralığı 50-60 HZ.dir. Elektrik akımını evimizdeki su tesisatına benzetebiliriz. Suyun basıncı neyse "Volt" da odur. "Amper" de suyun miktarının karşılığıdır. Elektriğe çarpılmada süre de önemlidir. Süre uzarsa deride yaralar oluşur ve elektrik bu yaralardan daha çabuk geçer. Derimizden geçen elektrik akımı derhal sinir sistemimizi etkiler. Beyindeki nefes alma merkezini felç eder, kalbin ritmini bozar hatta durmasına neden olur. Elektrik çarpmasının sonucu genellikle kalp durması olduğu için ilk yardım da ona göre yapılmalıdır. Elektriğe nereden çarpıldığımız da önemlidir. Elektriğin elden ele veya elden ayağa geçmesi aradaki hayati organlarımıza zarar verebilir. Elektriğe çarpılınca şoka girmemizin nedeni kendi elektriğimizdir. Sinir sistemimizin ürettiği elektrik ile dışardan çarpıldığımız elektrik karşılaşıp iç içe girince vücudumuzda kasılmalar ve titremeler yaratıyor. Elektrik çarpmasında voltajın değil de akımın şiddetinin yani amperin önemli olduğu ileri sürülüyor. Bu konuda elektrik mühendisleri ile fizikçiler arasında görüş ayrılığı var. Zaten elektriğin kendisinin de tam bir tanımı yapılmış veya tek bir tanım üzerinde uzlaşma sağlanmış değil. Elektriğin öldürücü gücünün voltaj değil de akım miktarı olduğunu öne sürenlere göre akım doğrudan kalbi etkiliyor. Bu düşünüşe göre bir ila beş miliamperde acı başlıyor; 100 miliampere gelince sinirler reaksiyon gösteriyor ve 100-300 miliamperde şok oluşuyor. Tabii bütün bu değerlendirmeler tam bir bilimsel sınıflandırma değil. Yani tuzlu bir suyun içinde iseniz, cereyan tüm vücudunuza birden değeceğinden mili değil mikroamper seviyesinde bile bir akımdan zarar görebilirsiniz. Elektriğe çarpılanlar eğer ölmezlerse, genellikle hayatlarının geri kalan kısmını bu olayın izi kalmadan, problemsiz olarak yaşayabiliyorlar. Ama az miktarda da olsa sinir sistemi üzerinde hasar bırakabiliyor. Elektrikten çarpılıp şoka girenlere de, kalp ritmini düzenlemek için yine elektro şok uygulanıyor.

Banyodan sonra ellerimiz niçin buruşur?

Bütün vücudumuz, bir kısmı gözle görülebilen, büyük bir kısmı da ancak dikkatli bakınca fark edilen kıl ve tüylerle kaplıdır. Bu tüy ve kılların dibinde "sebum" adı verilen yağ bezleri vardır. Bunların çıkardığı yağ, su geçirmez keratin bir tabaka oluşturur ve suyun derimizden içeri girmesini önleyerek derimizi yumuşak tutar. Belki de en çok kullanılan yerler olmaları nedeniyle vücudumuzda sadece parmak uçlarımız ve tabanlarımızda kıl veya tüy yoktur. Dolayısıyla koruyucu keratin tabaka da yoktur. Ayrıca parmaklarımızın uçları ve ayaklarımızın tabanları kalın bir deri tabakası ile kaplanmıştır. Parmaklarımızın uçları ve tabanlarımız suyun altında belli bir süre kalıp iyice ıslanırsa, osmos denilen daha sulu bir maddenin daha koyu bir maddenin içine girişi sonucunda derimizin altına su girer ve bu su burada kendine yer bulmak ister. Ancak buradaki kalın derimizin genleşerek bu suya ayırabileceği fazla yeri olmadığı için, aynen yazın çok sıcak havalarda yollardaki asfaltlarda olduğu gibi eğilir, bükülür yani büzüşür.

Vücudumuz ısısını nasıl ayarlıyor?

Vücudumuzun ısısını korumasına kış aylarında üzerimize giysiler giyerek biz yardımcı oluyoruz ama sıcak yaz aylarında üzerimizde çıkaracak bir şey kalmayınca vücudumuz ısısını nasıl ayarlıyor? Sıcak yaz aylarında vücudumuz ısısını terleme yolu ile koruyor ve ayarlıyor. Beynimizde terlemeyi düzenleyen özel bir bez var. Adı da "hipotalamus". Ayrıca derimizin altında yumak görünümlü 2 milyon ter bezi ve bu bezlerin her santimetrekaresinde 400 ince kanal var. Çevre ısısının artması ile beyin, ciltteki ter bezlerini uyarır. Bu ter bezleri de ince kanallar vasıtası ile deri üzerine gözle görülemeyecek kadar az bir sıvı salgılarlar. Cilt üzerine çıkan bu sıvı buharlaşırken vücudun ısısını da alır. Aynen esen bir akşam rüzgârından, serinletici bir fandan veya kapı önüne dökülen bir sudan sonra duyulan serinlik hissi gibi cilt soğur. Gözle görülen ve görülmeyen olmak üzere iki çeşit terleme vardır. Nefes verirken bile terleriz. Bu arada çıkan su buharı gözle görülmez. Diğeri de yüzümüzde, ensemizde ve özellikle koltuk altlarımızda yoğun olarak bulunan ter bezlerinin salgıları sonucu oluşan terlemelerdir. Böylece vücudumuzun bir şekilde soğuması sağlanmış olur. Aynı çevre ısısında bazıları rahatsız olur ve aşırı terler, bazıları da bir rahatsızlık belirtisi, göstermez, hallerinden memnun otururlar. Kimileri sıcak yaz günlerini severken, kimileri de kapalı, puslu kış günlerini sever. Peki, bunun tıbbi bir açıklaması var mıdır acaba? Tıbbi değilse bile basit bir açıklaması vardır. Her insanın vücut ısısı, daha doğrusu önceden ayarlanmış ortalama vücut ısısı aynı değildir. Vücudu 36 dereceye ayarlanmış bir insan, 38 dereceye ayarlanmış bir insana göre, çevresindeki sıcaklık yükselmelerine daha hassastır. Terleme ve dolaşım sistemlerinin termostat düğmesi daha düşük derecelere ayarlanmış insanlar, düşük çevre sıcaklıklarında kendilerini daha rahat hissederler.

Niçin uyuyoruz?

İşte hayatımızla ilgili son derece önemli bir soruya bir sürpriz cevap daha! "Hiç kimse bilmiyor." Cevabın kolay olduğunu, uykuda enerjimizi şarj ettiğimizi söyleyebilirsiniz, ama bilimsel araştırmalar bunu göstermiyor. Yapılan araştırmalarda, İngiltere'de 70 yaşında bir kadının, her gece bir saat uyuyarak, hatta bir keresinde 56 saat uyanık kaldıktan sonra sadece 1,5 saat uyuyarak ertesi gün tam performans ile hayatını sürdürebildiği gözlemlenmiştir. Aslında normalde, hepimizin bildiği gibi, bir gece dahi uyuyamasak, ertesi gün adrenalin nedeni ile bütün aktivitelerimiz yavaşlamaktadır. İki gece üst üste uyumayan insanda ise durum daha kötüdür. Dikkat ve konsantrasyon düşer, hatalar artar. Üç günden sonra insan hayal görmeye başlayabilir, düşünce berraklığı kaybolur. Daha sonra ise artık insan gerçekle ilişkisini keser. Fareler üzerinde yapılan deneylerde bir canlıyı uyanık tutmaya çalışmakla ölümüne neden olunabileceği ispatlanmıştır. Ayrıca arka arkaya geceleri yetersiz uyuyanlarda da benzeri problemler gözlemlenmiştir. Uyku süresince oluştuğu gözlemlenen diğer iki olaydan biri çocukların büyüme hormonlarının gelişmesi, diğeri ise bağışıklık sistemimiz için gerekli olan kimyasalların salgılanmasıdır. Fakat soru hala yerinde duruyor! "Niçin uyuyoruz?" Kimse bilmiyor. İşte size çeşitli teoriler. Uyku, insana kaslarını ve diğer dokularını onarma, yaşlanan veya ölen hücrelerini yenileme şansı verir. Uyku, insan beynine hafızasındaki bilgileri düzenleme, gereksizleri unutma ve arşivleme şansı verir. Rüyalar da bu işlemin bir parçasıdır. Uyku, enerji tüketimimizin miktarını azaltır. Bu nedenle günde dört-beş kez yerine üç öğün yemekle yetinebiliriz. Gece karanlığında zaten hiçbir şey yapamayacağımızdan, anahtarı kapatarak enerji tasarrufu yaparız. Uyku, bütün gün çalışan beynin bir şarj süresi olabilir. Diğer organlardaki enerji harcamasını kısarak, beyin hücre aktiviteleri için gerekli olan enerjiyi artırabilir. Uyku hakkında tüm bildiğimiz, geceleri iyi bir uyursak, sabahları kendimizi iyi hissettiğimiz, hem vücudumuzun, hem de beynimizin yeni bir gün için kendisini tazelediği olgusudur.

Jet-lag olayı nedir?

Bütün hayvanların vücutlarının, uyuma, vücut ısısı, üreme zamanı gibi periyodik fonksiyonlarını kontrol eden biyolojik bir iç saatleri vardır. Bu saatlerin çoğu, kendi fonksiyonları için kendi zaman dilimlerinde çalışır, ancak ışık ve sıcaklık gibi dış etkenlerden de etkilenir. Eğer İstanbul'dan Newyork'a uçarsanız, sizin vücut saatiniz hala İstanbul'a ayarlıdır. Örneğin İstanbul’dan saat 12.00’de havalanır, sekiz saatlik bir uçuştan sonra Newyork'a varırsanız, vücut saatiniz 20.00’dedir ama Newyork saat 13.00’ü yaşamaktadır. Vücudunuzun saati ortama göre yedi saat ileridedir. Karnınız acıkacak, biraz sonra uykunuz gelecektir ama akşam olmasına bile daha yedi-sekiz saat vardır. İşte bu olaya jet-lag denilir. "Lag"in İngilizce'de anlamı geri kalma, gecikmedir. Bu durumda uçuştan sonra insanda yorgunluk duyulmakta, özellikle okuma, araba kullanma ve iş görüşmeleri gibi konularda motivasyon ve konsantrasyon eksikliği görülmektedir. Dünya dönüşü 24 saatte tamamlandığından, dünya yüzeyi kuzeyden güneye her biri 1 saatlik 24 zaman bölgesine bölünmüştür. Örneğin İstanbul ile Newyork arasında yedi zaman bölgesi vardır ve aynı anda İstanbul'da saat 14.00 iken, Newyork’a sabah 07.00’dir. NASA'ya göre insan vücudunun biyolojik saatinin her bir zaman bölgesine, yani bir saatlik bir zaman değişimine alışması bir gün almaktadır. Bu durumda İstanbul'dan Newyork'a gidince vücut kendini ancak yedi gün sonra adapte edebilmektedir. Jet-lag olayı uçma mesafesine değil, kaç zaman bölgesinden geçtiğinize bağlıdır. Aynı mesafe, aynı zaman bölgesinde kuzey-güney mesafesinde gidilince jet-lag olayı görülmemektedir. Jet-lag olayının doğuya doğru mu, yoksa batıya doğru mu seyahatte daha çok görüldüğü tartışma konusudur. Şüphesiz bu insanların çoğunluğunun yapısına ve yaşam düzeyine bağlıdır. Yapılan anketler sonucunda, çoğunluğun doğuya doğru yapılan uçuşlarda daha çok rahatsız olduğu, insanın vücut saatini hızlandırmada, yavaşlatmaya göre daha fazla zorlandığı görülmektedir. Küçük çocukların pek etkilenmediği jet-lag olayından en çok etkilenenler ise günlük yaşantısı düzenli ve rutin işler yaparak yaşayanlardır. Uçaktaki havanın kuru olması, seyahat süresince hareketin kısıtlı olması, içki içilmesi, yeterli sıvı içecek alınamaması, farklı iklimde farklı yemekler, insanlarda jet-lag'a karşı direnç kırıcı diğer etkenlerdir.

İnsanların niçin bazıları solaktır?

İnsanların çoğunun niçin, daha çok sağ ellerini kullandıkları henüz bilinmiyor. Eğer dünya nüfusunun yarısı solak olsaydı veya dünyada hiç solak olmasaydı, bu durum tabiatın kurallarına daha uygun olabilirdi, ancak tek yumurta ikizlerinin bile yüzde onunun farklı ellerini kullanmaları şaşırtıcıdır. Bu durumun genetik olmadığı, katılımla bir ilgisinin bulunmadığı da kesin. Bebeklerin rahimdeki pozisyonlarıyla ilgili teoriler var ama kanıtlanmış değil. İnsanın dışında hiçbir yaratık, bir elini veya ayağını diğerine göre öncelikli kullanmaz. Dünyada tarih boyunca, kültür ve ırk farkı olmaksızın insanlar arasında sağ elini kullananlar hep çoğunlukta olmuşlardır. Bilim insanları yıllardır bunun nedenini arayıp durmaktadır. Bilindiği gibi, beynimizin her iki yarısı değişik yetenekleri kontrol eder. Önceleri beynimizin sol yarısının konuşma yeteneğimize kumanda ettiği bilindiğinden, yazmamıza da kumanda ettiği, bütün önemli kumandaları bu tarafın üstlendiği sanılıyordu. Ama sonraları beynimizin sağ yarısının da idrak, yargılama, hafıza gibi çok önemli işlevlere kumanda ettiği, beynin her, iki yarısının da birbirinden üstün olmadığı ve her iki tarafın da eşit değerde görevler üstlendiği görüldü. Solakların oranı hakkında çeşidi görüşler var. Genel görüş bunun 1/9 oranında olduğu şeklindedir. Her azınlığın başına geldiği gibi solaklar toplumda bazı zorluklarla karşılaşmışlar, hatta tarihin karanlık çağlarında şeytanla bile özleştirilmişlerdir. Günümüzde bile solak doğan çocuklar, aileleri tarafından sağ elleri ile yazmaya zorlanmaktadırlar. Sağ ellerini kullananlar için hayat daha kolaydır. Onlar daha iyi organize olmuşlar, acımasız bir üstünlük kurmuşlar, dünyada her şeyi kendilerine göre ayarlamışlardır. Arabaların vitesleri, silahlarda boş kovanların fırlayış yönü, hatta tuvaletteki muslukların yeri bile hep sağ ellilere göre tasarlanmıştır. İngilizce'de sol anlamındaki "left" kelimesi, zayıf ve kullanışsız anlamında eski İngilizce'de kullanılan "lyft" kelimesinden türetilmiştir. Sağ anlamındaki "right" ise haklılık ve doğruluk anlamında da kullanılır. Türkçe'de de öyle değil mi? Sağ hem canlı ve hayatta anlamında kullanılır, hem de sağlıklı, sağlam gibi sıfatların kökünü oluşturur, solun ise soluk gibi bir sıfatın kökünü oluşturma dışında sadece bir nota ile isim benzerliği vardır.

Uyurken beynimizde neler oluyor?

Eğer bir insanın başına "elektroensephalograf" (ezberlemeniz gerekmez!) adını taşıyan bir cihaz bağlarsanız, o insanın yaydığı beyin dalgalarını kaydedebilirsiniz. Uyanık ve hareketsiz durumdaki bir insanın beyni, saniyede on kez salınım yapan "alfa" dalgaları yayar. Hareketli bir insanın beyni ise, salınımı iki kez fazla olan "beta" dalgaları yayar. Uyku sırasında ise beyin, salınımları çok daha az olan iki yür dalgayı, "teta" ve "delta" dalgalarını yayar. "Teta" dalgalarını salınımı saniyede 3,5 ila 7 arasında olup, "delta" dalgalarınınki saniyede 3,5’tan azdır. İnsanın uykusu derinleştikçe, beyin dalgaları da yavaşlar. İnsanda en derin ve uyandırılmasının en zor olduğu uyku zamanında, beyin artık "delta" dalgaları yaymaya başlamıştır. Şimdi geldik işin en ilginç yönüne. İnsan gece uykudayken çeşitli zamanlarda beklenmeyen şeyler oluşur. İngilizce'deki "Hızlı Göz Hareketleri" kelimelerinin baş harflerinden alınarak "REM" uykusu da denilen ve insanların çoğunluğunda bir gecede 3-5 kez görülen bu safhada, beyin dalgaları uyanık bir insanınki kadar hızlanır. Bir insanı veya bir köpeği REM uykuları sırasında seyrederseniz, gözlerinin öne ve arkaya hızla titrediğini görürsünüz. REM uykusu safhasında köpeklerin çoğunda, insanların ise bir kısmında, kollarda, bacaklarda ve yüz kaslarında seğirmeler de görülebilir. Rüya REM uykusu safhasında olur. Bu safhadaki bir insanı uyandırırsanız, rüyasını çok canlı hatırlar ve anlatabilir. REM safhası dışındaki uykularda insanlar genellikle rüya görmezler. Geceleri iyi bir uyku çekebilmek için, hem REM, hem de bunun dışındaki safhaların birlikte yaşanması gereklidir. REM kısmı uyku süresinin yüzde 25 kadarını kapsamalıdır. Normal uykudaki bir REM veya rüya bölümü 5 ila 30 dakika sürer. Uyku ilaçları daha çabuk ve derin uyumanızı sağlayabilirler ama uykunuzun ve özellikle de REM kısmının kalitesini değiştirirler. Uykudan önce alınan alkol de beyinin dalga yayma sistemini ve düzenini etkiler. Düzenli bir uyku için insan her zaman aynı saatte yatmalı, hafta sonları da dahil aynı saatte uyanmalıdır.

Saçlarımız niçin beyazlaşıyor?

Aslında bir saç teli, ortası boş olan ve içinde melanin denilen boya pigmentleri bulunan bir tüpten başka bir şey değildir. Genç yaşlarda bu boşlukta saça renk veren melanini bir arada tutan bir sıvı vardır. Yaşlandıkça derimiz saçalarımızı ve vücudumuzdaki diğer kılları eskisi gibi sağlıklı olarak üretemez. Kılların ortasındaki sıvı kaybolur, boya hücreleri de tutunamadığından sadece hava kalır. Saçlar boyasız hale gelir, beyaz renge yani asıl rengine dönüşür. Bütün saçlarımızın beyaza dönüşme süreci on ila yirmi yıl sürebilir. Aslında her bir saç telinin rengi ya siyahtır (sarı, kırmızı, kumral vs.) ya da beyaz. Yani her bir saç teli yavaş yavaş grileşip beyazlaşmaz. Ancak bu süreç içinde hepsi aynı anda beyazlaşmadığından, beyazların sayısı arttıkça bütün saç gittikçe açılan gri renkte görülür. İşin ilginç tarafı boya hücreleri bazen üretime hız verirler. Gittikçe beyazlaşan saçlar geçici bir süre tekrar biraz koyulaşmış gibi görünebilirler. İnsanlar arasında bir şok veya aşırı gerilim geçiren birinin saçlarının bir gecede beyazlaştığı, bir süre sonra da tekrar eski rengine döndüğü söylenir. Hatta bazı tarihçiler Kraliçe Marie Antoinette'nin giyotine gideceği günün gecesinde saçlarının hepsinin bembeyaz olduğunu yazarlar. Saçların devamlı uzadığı, belirli bir süre sonra dökülüp alttan yeni saç geldiği hatırlanacak olursa, mevcut saçın değil, ancak yeni gelecek saçın beyaz olabileceği, dolayısıyla saçların bir gecede beyazlaşmasının mümkün olmadığı görülüyor. Ancak bilim insanları bu olayın birkaç haftalık bir süreçte olabileceğini söylüyorlar. Troid bezi, şeker gibi hastalıklarda ve aşırı stres veya şok gibi durumlarda kişinin renkli saçları bu süreçte tamamen dökülebilir ve geriye sadece daha önceden beyazlaşmış saçlar kalabilir. Diğer saçlarla birlikte beyazların yerine de daha gür ve siyah saçlar çıkabilir. Saçların beyazlaşması insanlık tarihinde nedense hep sorun olmuştur. Kimileri onu olgunluğun ve bilgeliğin simgesi olarak görürken, tarih boyu savaş kahramanları, yaşlılığın ve güçsüzlüğün belirtisi olarak görmüşler ve bir şekilde saçlarını boyamışlardır. Bu arada bir şeyi daha belirtelim; saçlarımızın kıvırcık, dalgalı veya düz olmasını da ebeveynlerimizden aldığımız genler belirliyor. Kıvırcık bir saçı kestiğimizde kesitinin dikdörtgene yakın olduğunu, dalgalı saçın elips, düz saçın kesitinin ise daire olduğunu görebilirsiniz. İşte bu saç kesitlerinden dolayı bazı saçlar dümdüz uzarken bazıları hemen kıvrılmaya başlar. Kıvırcık saçlılar, saçlarınızı boşuna ütülemeyin, saçın yapısını yani kesitinin şeklini değiştirmeden kalıcı bir düz saça sahip olmanız mümkün değil.

Hayvanlar niçin kış uykusuna yatarlar?

Kış mevsimi yaklaştıkça, hava soğur, günler kısalır, yapraklar renk değiştirir ve yere düşerler, kar toprağın üzerini kaplar. İnsanlar sıcak alışveriş merkezlerinde ihtiyaçlarını alıp, sıcak arabalarında, sıcak evlerine gelirler. Üzerlerine kazaklar, hırkalar giyerler. İyi de, tabiatta doğal ortamda yaşayan hayvanlar kışı nasıl geçirir, hiç düşündünüz mü? Bir kısmı daha ılıman yerlere göçeler. Bu konuda kuşlar ve balıklar avantajlıdır. Bazıları kendilerini kışa adapte ederler, daha kalın yeni tüyler çıkarırlar. Hatta bazı tavşan türlerinde karda saklanabilmek için tüyler beyazlaşır. Bazıları yiyeceklerini önceden depoladıkları bir sığınak bulurlar. Bazıları da toprakta derin tüneller açarlar ama bazıları için de kış mevsimini uyuyarak geçirmekten başka çare yoktur. Genellikle ayıların kış uykusuna yattıkları bilinir ama bu doğru değildir. Gerçi ayılar kışın mağaralarda uzun uzun uyurlar ama bu kış uykusu değildir. Daha doğrusu kış uykusu bir çeşit uyku değildir. Normal canlılarda uyanıkken ve uyku halindeyken, vücut ısısında ve metabolizmanın çalışmasında ciddi bir fark yoktur. Oysa kış uykusu, hayvanların hayat ile ölümü ayıran çizgiye kadar gelmeleri şeklinde tanımlanabilir. Bazı hayvanların kış uykusuna yatmalarının iki sebebi vardır: Havanın çok soğuması ve yiyecek bulma güçlüğü. Soğuk havada yaşayabilmek için hayvanların daha çok enerjiye ihtiyaç duymalarına rağmen karlı kış günlerinde yiyecek bulma imkânı azalır. Kış uykusu bu zor mevsimde hayvanın enerji ihtiyacını azaltır, enerji tasarrufu sağlar. Kış uykusu bildiğimiz şekilde uymak değildir. Buna bilim dilinde ''hibernasyon'' diyorlar. Vücut ısısının ortam sıcaklığına düştüğü bu durumu birçok balık türünde, kurbağalarda, sürüngenlerde, kuşlarda ve memelilerde görebiliyoruz. Hakiki anlamda kış uykusuna yatan bir hayvanı (hibernatör) gördüğünüde, ölmüş olduğunu sanabilirsiniz. Vücut ısıları sıfır dereceye kadar düşebilir. Bir dakika içinde sadece birkaç kez nefes alırlar, kalp atış hızı o kadar düşüktür ki, hissedilmez bile. Havalar ısındığında ise vücudun normal düzene geçmesi sadece birkaç saat alır. Kış uykusuna yatan hayvanlar, uyku süresince kendi vücutlarındaki yağı tükettikleri gibi ara ara uyanarak bulundukları yere yazdan stok ettikleri yiyeceği yiyenler de vardır. Kış uykusu sırasında hayvanlar vücut ağarlıklarının yüzde kırkına yakınını kaybederler. Bu kaybın yüzde doksanına periyodik olarak uyanmalardaki ısı üretimi ve enerji kaybı sebep olurken geri kalan yüzde on kayıp ise uyku sırasında olur. Kış uykusu kış boyunca sürmez. Hayvanlar havaların soğumaya başlaması ile birkaç günlük bir uyku periyoduna girerler. Kış mevsiminin şartları ağırlaştıkça bu periyotlar uzar.

Mikrodalga fırınlar yiyeceği nasıl pişirir?

Diyelim ki, normal bir fırında bir keki pişiriyorsunuz. Kekler normal olarak 170-180 derecede pişirilirler. Ama siz fırını yanlışlıkla 250 dereceye ayarlarsanız, olacak olan, kekin daha içi ısınmamışken, dışının yanmasıdır. Normal bir fırında, ısı önce yemeğin piştiği kap sonrada yemeğin dışı ile temas eder ve oradan içine doğru yayılır. Fırının içinde ısınan kuru hava da, kekin içi hala nemli iken dışını kurutur ve kahverengi bir kabuğun oluşmasına yol açar. Bir mikrodalga fırında kullanılan, yani yiyeceğin üzerine gönderilen mikrodalgalar 2.500 megahertz frekansındaki radyo dalgaları boyutunda olup, frekansları FM radyo bandı frekansının yaklaşık 20 mislidir. Bu frekanstaki radyo dalgalarının ilginç bir özelliği vardır. Su, yağ, şeker tarafından çok rahat emilmelerine rağmen plastik, cam, seramik gibi malzemeler, nitrojen ve oksijen gibi gazlarca emilmezler ve tekrar gerisin geriye yansıtılırlar. Sık sık mikrodalga fırınların, yiyeceği içinden dışına doğru ısıttığını duyarsınız. Bu doğru değildir. Dalgalar doğrudan yiyeceğin yağ ve su moleküllerini etkilerler. Yani yiyeceğin dışından başlayıp içine doğru ilerleyen veya tam tersi yönde bir ısınma söz konusu değildir. Su ve yağ molekülleri yiyeceğin her tarafına dağılmış olmaları sebebi ile ısınma da aynı zamanda her yerde olur. Tabii ki bazı sınırlamalar da vardır. Radyo dalgaları yiyeceğin daha kalın ve yoğun kısımlarından farklı şekilde direnç görerek geçtiklerinden, yiyecekte farklı sıcaklıkta noktalar oluşabilir. Radyo frekansındaki bu mikrodalgalar, oksijen ve nitrojen tarafından emilmedikleri için, mikrodalga fırında bulunan ve çoğunlukla bu gazları içeren hava da, diğer fırınlardaki gibi sıcak olmayıp, oda sıcaklığındadır. Bu da ısınan hava tesiri ile yiyecekte, kızarmış bir kabuk oluşmasına mani olur. Bir mikrodalga fırına, giysilerinizden birini koyarsanız, kumaş aniden ısınır ve içerdeki havayı da ısıtır. Kumaş yanmasa da normal bir fırında olacağı gibi kumaşın yüzeyinde kırışık bir kabuk oluşur. Daha ilginci, bir mikrodalga fırını içine bir kahve fincanı içinde su koyarsanız, fincanın içindeki suyun ısısı, suyun kaynama noktasını geçtiği halde, suyun kaynamadığını, hava kabarcıklarının çıkmadığını görürsünüz. Bu suyu fırından alır, içine bir kahve kaşığı sokar veya onu içinde kahve bulunan bir kaba dökerseniz, aniden kabarcıklarla kaynayacak ve hatta taşacaktır.

Cereyan kesilince telefonlar nasıl çalışıyor?

Size şaşırtıcı gelebilir ama telefon evimizdeki en basit cihazdır. O kadar basittir ki, ana yapısı yüzyıldır değişmemiştir. Eğer 1920'li yıllardan kalma bir antika telefon bulabilirseniz, fişini duvardaki deliğe takın, gayet iyi çalışır. Telefon sistemi o kadar basittir ki, evimizin bir ucuna bir aparat, diğer ucuna bir başka aparat koyup, bunları birbirlerine araya dokuz voltluk bir pil ve bir rezistör koyarak bağlarsınız, kendi interkom sisteminizi yaratmış olursunuz. Bu telefonlarla kendi aralarında rahatça görüşme yapılabilir. Telefonlarımızı duvardaki duylara ve oradan da santrallere bağlayan, genellikle biri kırmızı, diğeri yeşil iki kablo vardır. Yeşil kablo konuşma için ortak hat olup, kırmızı kablo vasıtası ile santralden telefonumuza 6 ile 12 volt arası, 30 miliamper seviyesinde bir akım gelir. Eğer basit bir granüllü ahizeye sahipseniz, sesinizin dalgaları, bu granülleri az veya çok sıkıştırarak, santralden kırmızı kablo ile verilen, yaklaşık bu 9 voltluk akımın karşı tarafa değişik kuvvetlerle gitmesini sağlar. Karşı tarafta kulaklıkta da, bu defa tam tersi olur ve bu değişik akımlar titreşim yolu ile sese çevrilir. Telefon konuşmasını ileten bu çok zayıf akımı çok uzaklara taşıyabilmek için bir frekans limitlemesi yapılmıştır. Yani frekans olarak 400 saykılın altında ve 3400 saykılın üstündeki sesleri sistem kabul etmez, yok farz eder. Bu nedenledir ki, bazılarının sesleri telefonda daha farklı gelir. Telefonun çalışabilmesi için gerekli 6-12 volt akımın telefon santralinden gelen bakır telle sağlandığını belirtmiştik. Bu nedenle evinizde cereyan kesilse bile, telefona gerekli akım santralden sağlandığı için, çalışmaya devam edecektir. Peki, telefon santralının cereyanı kesilirse ne olur? Bu duruma karşı santrallerde çok büyük bir batarya sistemi bulunmaktadır. Ayrıca bir de yedek elektrik jeneratörü vardır ki, cereyanın kesilme durumunda bütün telefon şebekelerini beslerler ve telefonların çalışmasını sağlarlar.

Barkod nedir?

Bu günlerde çarşı pazardan aldığınız her şeyin üzerinde bir etiket var. Bu etikette kalınlıkları farklı dikey çizgiler ve bazı numaralar bulunuyor. Kasiyerler bu malın etiketli tarafını bir camın üzerinden geçiriyor veya etikete bir ışık tutarak, fiyatlarını otomatik olarak yazar kasalarına geçiriyorlar. Barkotlar önceleri marketler için, işlemlerini hızlandırmaları ve stoklarını daha iyi kontrol edebilmeleri için hazırlanmıştı. Ancak sistem o kadar başarılı oldu ki, süratle her tipte satılan eşyaya konulmaya başlanıldı. Şimdi, süpermarketten aldığınız ve üzerinde barkod olan herhangi bir malı elinize alın ve bu bir tip etikete bakarak anlatacaklarımızı dinleyin. Gördüğünüz gibi, bir barkod da iki kısım vardır. 1) Makinenin okuduğu dikey çizgiler kısmı; 2) İnanların okuyabildiği 12 adet rakam. İlk altı rakam eşyanın tanım numarası olup, üreticiler yılık bir ücret karşılığında, bu kodları veren uluslararası bir konseyden kendi ürünlerine tahsis ettirebilirler. İkinci gruptaki ilk beş rakam malzeme numarasıdır. Aynı kod birden fazla çeşitteki ürün için kullanılmaz. Yani üreticinin sattığı her değişik üründe, her değişik paketlemede, hatta paketlerin koli olarak tekrar paketlenmelerinde hep değişik malzeme numarası verilir. Böylece markette ne kadar mal satıldığı, depoda ne kadar kaldığı, hep kontrol altında tutulur. Örneğin, teneke kola ile şişe kolanın kod numaraları farklıdır. Hatta kutu kolanın bir kolide 6'lık, 12'lik veya 24 adet bulunması durumunda bile farklı kod verilir. Sağdaki en son rakam ise kontrol numarasıdır. Bu numara bütün taranan dikey çizgilerle hafızaya alınan bilgilerin, bir çeşit sağlamasını yapar. Görüldüğü gibi, barkodun üzerinde, malın fiyatı ile ilgili herhangi bir bilgi yoktur. Kasiyer barkodu taradığında sinyal sistem içinde bir merkeze gider, buradaki bilgisayar barkod numaralarına göre girilmiş ve her zaman değiştirilebilir fiyat bilgisini derhal kasaya gönderir. Bu merkez mağazadaki malların fiyatlarını her zaman değiştirebilme imkânı sağlar. Çeşitli kalınlıktaki dikey, kalın ve ince çizgiler ile aralarındaki boşluklar, çeşitli kombinasyonlarda dizilerek, her biri, bir rakamı temsil eder yani altlarındaki rakamın bilgisayar tarafından okunmasını sağlarlar.

Yalan makinesi nasıl çalışır?

Televizyondan veya gazetelerden, bizde pek olmasa da ABD'de polis sorgulamalarında gerektiğinde bir sanığın yalan makinesine bağlanarak, doğruyu söyleyip söylemediğinin kontrol edildiğini görmüş veya okumuşsunuzdur. Hatta ABD'de FBI veya CIA gibi çok önemli devlet görevlerine alınmaya aday memurlara da bu test uygulanmaktadır. "Polygraph" denilen bir alet ile sanığa 4 - 6 adet sensor bağlanır. Bu sensorlardan gelen çeşitli sinyaller, dönmekte olan bir kâğıdın üzerine grafik olarak kaydedilir. Bu sensorlarla sanığın, · Nefes alış hızı. · Nabzı. · Kan basıncı (tansiyonu). · Terleme miktarı. Kayda alınır. Bazı yalan makinelerinde kol ve bacak hareketleri de kaydedilir. Yalan makinesi testi başladığında, sanığa önce 3 veya 4 basit soru sorulur. Bu şekilde sanığın verdiği sinyallerin düzeni öğrenilir. Daha sonra gerçek sorular sorulmaya başlanılır ve sinyaller kayda alınmaya devam edilir. Test süresince ve sonrasında bir uzman grafikleri sürekli kontrol altında tutarak, hangi sorularda sinyallerin değiştiğini tespit eder. Kalp atışının hızının artması, tansiyonun yükselmesi ve terleme genellikle yalan söylemenin belirtileridir. İyi eğitilmiş bir uzman grafiklere bakınca nerede yalan söylediğini derhal anlayabilir. Her şeye rağmen, İnanların soruları yorumlamaları ve tepkileri farklı olduğundan, yalan farklı davranabildiklerinden, bu test mükemmele ulaşmış değildir, bazen yanıltıcı olabilir ve kesin delil kabul edilmez.

Fotoğraflarda gözler niçin kırmızı çıkıyor?

Geceleri flaşla çekilen fotoğraflarda genellikle gözler kırmızı çıkar. Peki, fotoğraftaki güzelliği bozan bu olay nasıl olur? Niçin her zaman olmaz? Niçin gündüzleri flaşla çekilen fotoğraflarda olmaz? Gözümüz iç içe geçmiş üç tabakadan oluşur. En dışarıdaki gözümüzü koruyan ve göz akı da denilen sert tabakadır. İkincisi, kan damarlarından meydana gelmiş ve ortasında göz bebeğinin bulunduğu damar tabakadır. Bu damarlar sayesinde fazla ışıkta göz bebeğimiz küçülür, karanlıkta ise daha çok ışık alabilmek için büyür ama bu hareketi oldukça yavaş yapar. Üçüncü tabakada retina adı verilen, ışığa duyarlı kılcal damar ağlarından oluşan ağ tabakasıdır. Köpek, kedi, geyik, karaca gibi hayvanların gözlerinin arkasında, yani retinalarında ayna gibi, yansıtıcı özel bir tabaka vardır. Eğer karanlıkta gözlerine el lambası veya araba farı gibi bir ışık tutarsanız, bu ışık gözlerinin içinden yansır ve gözleri karanlıkta pırıl pırıl parlar. İnsanların gözlerinin retinasında ise böyle bir yansıtıcı tabaka yoktur. Fotoğraf makinesinin flaşı çok kısa bir zamanda çok kuvvetli bir ışık verir. Gözbebeğimiz ise bu kadar kısa zamanda küçülmeye fırsat bulamaz. Işık doğrudan retinaya ulaşır ve oradan da doğrudan kılcal damarların görüntüsü yansır. İşte flaşla çekilen fotoğraflarda görülen bu kırmızılık retina tabakasındaki kılcal damarların görüntüsüdür. Günümüzde, birçok fotoğraf makinesinde, gözün bu kırmızı görüntüsünü azaltacak önlemler alınmıştır. Bu makinelerde flaş iki kere çakar. Birinci çakış resim çekilmeden az önce olur ve gözbebeğinin küçülerek gözdeki yansımayı azaltmasına zaman tanır. İkincisi de tam fotoğraf çekilirken olur ki, gözbebeği olması gereken durumu almıştır zaten. Başka bir önlem de odadaki bütün ışıkları açarak gözbebeğinin önceden küçülmesini sağlamaktır. Geceleri flaşlı fotoğraflarda, gözlerin kırmızı çıkmasının önlenmesinin bir yolu da flaşı objektiften olabildiğince uzak tutmaktır. Günümüzde fotoğraf makineleri o kadar küçülmüştür ki, flaş makinesinin bünyesinde ve objektife birkaç santim mesafededir. Flaşın ışığı göze gelip yansıyarak geri döndüğünde doğrudan objektife gelir. Gündüzleri ise gözümüze dışarıdan, her yönden ışık geldiği için, flaşın ışığı bunların arasında daha az oranda gözümüze girer ve kırmızı göz olayı yaratmaz.

Paslanmaz çelik niçin paslanmaz?

Çelik ile demir arasında çok az bir fark vardır. Saf demir bir bakır kadar yumuşaktır. Onun içine yüzde 2'ye kadar karbon katılması ile inanılmaz bir mukavemet, sertlik ve mekanik özellikler elde edilir ki, adı artık çeliktir. Demirin bol olması, kolay ve ucuz elde edilmesi nedeniyle çeliğin de kullanımı çok yaygındır. Ancak çelikte de, demirde olan zayıf bir nokta vardır. Paslanma, diğer bir deyişle oksidasyon. Günlük hayatımızda kullanılan eşyaların paslanması sonucu her yıl dünyada milyonlarca dolar boşa gitmektedir. Bu kaybın büyük bir kısmı demir ve çeliğin paslanmasından dolayıdır. Paslanmayı kısaca demirin havadaki oksijen ile birleşmesi olarak tanımlayabiliriz. Aslında bu elektro kimyasal bir reaksiyondur. Bu nedenle malzemenin bir yerinde başlayan paslanma boyanın altından geçerek diğer bir yerde ortaya çıkabilir. Sadece demir ve çelik değil diğer metaller de paslanır. Örneğin, alüminyum, pirinç, bronz gibi. Ancak onlarda malzemem ile oksijenin birleşmesinden oluşan çok ince bir tabaka, daha oluşur oluşmaz malzemenin hava ile temasını keserek koruyucu bir rol oynar, paslanmanın ilerlemesini önler. Bu tabaka o kadar incedir ki, malzemenin rengi hemen hemen değişmez. Demirdeki paslanmanın özelliği onun ve oksijen atomlarının boyutlarındaki büyük farktan dolayı yüzeyde sağlam bir birleşme olmaması, paslanmanın malzemenin içine nüfuz etmesi, sadece görüntü değil mukavemetin de bozulmasıdır. Paslanmada havadaki nemin de etkisi büyüktür. Reaksiyondaki su miktarı pasın rengini de belirler. Bu nedenle pasın rengi siyah veya çok koyu kahverengi olabildiği gibi sarımtırak da olabilir. Paslanmanın hızını artıran faktörlerden bir diğeri de tuzdur. O da elektro-kimyasal reaksiyonun hızını artırır. Kışın kar nedeni ile yollarına tuz dökülen yerler ve deniz kenarlarında paslanma daha hızlı olur. Paslanmaz çelikten önce, paslanmayı önlemek için malzeme boyanıyor veya galvaniz kaplanıyordu. Bu çözümler de özellikle sağlık ve gıda sektöründe başka sorunlar yaratıyordu. İlk paslanmaz çeliği Harry Brearley, 1913 yılında tesadüfen keşfetti. Tüfek namluları için çeşitli metalleri birleştirerek deneyler yaparken bazılarının paslanmaya karşı dirençli olduklarını gördü. Her büyük buluşta olduğu gibi, o da bunu sanayicilere kabul ettirebilmek için uzun bir uğraş verdi. Krom gibi bazı metaller, atom boyutlarının birbirine yakın olmasından dolayı oksijenle çok kolay ve süratli birleşirler. Kalınlığı birkaç atom olacak kadar çok ince ama çok sağlam bir tabaka oluştururlar. Başka reaksiyon olmaz. Bu tabaka zedelense bile tekrar oluşur. Krom belli bir oranda çeliğe katılırsa yine aynı olay olur, çelik artık paslanmaz. Paslanmaz çeliğin içinde yüzde 10-30 krom vardır. Bu orana ve eklenecek nikel, titanyum, alüminyum, bakır, sülfür, fosfor ve benzeri elemanlara bağlı olarak kullanım yeri değişir.

Arabalarda hava yastıkları nasıl çalışıyor?

Hava yastıkları 80'li yılların başında ortaya çıktıklarından beri binlerce hayatı kurtarmışlardır. Aslında hava yastıkları İkinci Dünya Savaşı sırasında uçakların yere çakılmalarında bir önlem olarak tasarlanmış ve ilk patent o zamanlarda alınmıştı. Hava yastıklarının arabalara uygulanmasında birçok problemle karşılaşıldı. Basınçlı havanın araba içinde muhafazası, süratle şişmenin sağlanması, ani şişme sırasında yastığın patlamasının veya kişiye zarar vermesinin önlenmesi vs... Hava yastığında üç ana parça vardır. Birincisi yastığın kendisi ki, ince naylon iplikten yapılmış ve konsolda bir silindir üzerine sarılmıştır. Aslında sürücü tarafındaki hava yastığı diğerlerinden farklıdır. Diğerleri tipik bir silindir şeklinde iken sürücü tarafındaki direksiyonun ortasına uyacak şekildedir. İkinci olarak yastığa ne zaman şişeceğini bildiren, arabanın ön tarafında bir sensor vardır. Bir tuğla duvara yaklaşık saatte 15-25 kilometre süratle çarpıldığında oluşacak kuvvet karşısında sinyal verecek şekilde ayarlanmıştır. Son olarak da şişme sistemi vardır. Hava yastıkları sıkıştırılmış veya basınç altındaki havanın veya bir gazın salıverilmesiyle şişmezler. Bir kimyasal reaksiyonun sonucunda şişerler. Bu kimyasal reaksiyonun ana maddesi "sodyum azide"dir, yani NaN3. Normal şartlarda durağan olan bu molekül ısıtılınca anında ayrışır ve ortaya nitrojen gazı çıkar. Çok az miktarından, yani 130 gramından 67 litre nitrojen çıkabilir. Ancak bu ayrışmadan ortaya bir de sodyum (Na) çıkar ki, çok reaktiftir. Su ile birleşince vücuda bilhassa gözlere, buruna ve ağza ağır tahribat verebilir. Bu tehlikeyi önlemek için hava yastığı üreticileri kimyasal reaksiyonda sodyum ile birleşebilecek bir gaz daha kullanabiliyorlar ki, bu da potasyum nitrattır (KNO3). Bu reaksiyondan da yine ortaya nitrojen çıkar. Arabanın önündeki sensor belli bir seviyenin üstündeki çarpmada, NaN3 çözülür, açığa çıkan nitrojen hava yastığına dolarak şişirir. Burada ilginç olan sensorun çarpmayı algılaması ile yastığın şişmesi arasında geçen zamandır. Sadece 30 milisaniye yani 0.030 saniye. Bir saniye sonra yastık üzerindeki özel delikler vasıtası ile kendi kendine söner ve kazazedeye devamlı baskı yapılmasına mani olur.

Soğan doğrarken niçin gözümüz yaşarır?

Soğanın anavatanının Güneydoğu Asya olduğu sanılıyor. Günümüzde ise dünyanın her yerinde, özellikle sıcak iklim kuşaklarında yetiştirilmekte ve tüketilmektedir. Soğanın tarihi o kadar eskiye gitmektedir ki, kayıtlı tarihten de önce Çin, Hindistan ve Ortadoğu'da yiyecek olarak kullanıldığı tahmin ediliyor. Soğan besleyici bir gıda olmasının yanı sıra müthiş bir aromatik özelliği de sahiptir. Bu aromada içindeki kükürtlü maddelerin büyük etkisi vardır, ancak aroma tek başına kükürtlü maddelerden kaynaklanmamaktadır. Soğan ve sarımsakta sülfür ihtiva eden amino grup asitlerin türevleri de vardır. Bir soğanı kestiğinizde bunlardan "S1 propenylcysteinesulphoxide" adı verilen kısım çözülür ve gözlerimizi tahriş eden "proponal-S oxit" adlı kısmı ortaya çıkar. Kimya ilminin karışık kelimeleri aklımızı karıştırmadan esasa geçersek, bu maddenin gözümüze değmesi ile bir çeşit hidroliz olur ve içinde eser miktarda bulunan sülfürik asit gözümüzü yakar ve yaşarmasına neden olur. Bu bileşimler çok dengeli değillerdir. Örneğin çok düşük bir ısı işlemi sonucunda dahi tamamen yok olurlar. Bu nedenle de pişmiş soğanda hiç bulunmazlar ve göz yaşartamazlar. Soğan doğrarken gözlerinizin yaşarmaması için önerilen birçok önlem vardır. Önce en ciddisini söyleyelim. Bazı aşçılar soğanı kesmeden önce ıslatmayı, keserken de ıslak tutmayı veya soğanı çeşmeden akan suyun altında kesmeyi öneriyorlar. Bir başka görüş ise soğan doğrarken ağızdan nefes almayı tavsiye ediyor. Bu görüşe göre gaz nefesimizle birlikte burnumuza girip gözümüze yaklaşmak yerine doğrudan ciğerlerimize girer ve çıkarmış. Bunu sağlamak için de dişlerimizin arasına bir metal kaşık koymak yeterliymiş. Soğan doğrarken gözlerimizin yaşlanmasını önlemek için, dudaklar arasına bir limon dilimi, dişler arasına bir kesme şeker veya dörtte bir dilim ekmek bulundurmayı önerenler de var. Böylece ağzımıza alacağımız bu gibi şeylerin, aldığımız nefesteki sülfür gazını emdiğini iddia ediyorlar. Diğer görüşler ise, soğanın doğranılmasına tepesinden başlanılması ve cücüğünün en sona bırakılması veya soğanı doğramadan önce yarım saat buzdolabında tutulması şeklinde. Soğan doğrarken deniz gözlüğü veya kontakt lens takılmasının faydalı olacağını ileri sürenler de var. Bu kadar çok önlem seçeneğinin içinde, siz bir tanesini bile uygulamıyorsanız, yapacak bir şey yok, soğanı ağlaya ağlaya doğramaya devam edeceksiniz.

Gökyüzü neden mavidir?

Bu işin daha ilginç bir yanı var. Güneşin ışığı ne renktir, hiç düşündünüz mü? Çoğunuzun sarı diyeceğine eminim. Güneş ışığı beyazdır, yani bir renk değildir, bütün renklerin karışımıdır. Bunun ispatı ise çok kolaydır. Eğer evinizde kristal bir avize varsa, bir parçasını annenize belli etmeden alın ve güneşe doğru tutun. Kristalin ışığı kırarak aynı gökkuşağının renkleri gibi ayrıştırdığını göreceksiniz. Bilindiği gibi, güneşin beyaz ışığı aslında mor, mavi, yeşil, sarı, turuncu ve kırmızı renklerin karışımıdır. Güneşten çıkarak atmosferimize kadar yol alan güneş ışınlarının çoğunluğu teğet geçerken, bir kısmı atmosferimiz tarafından emilir. Bu ışık atmosferden geçerken mor tarafındaki ışıklar, kırmızı tarafındakine göre daha fazla dağılırlar ve atmosferde çoğunlukla mavi renk kırılarak yeryüzüne yansıtılır. Bu durumda biz gökyüzünü mavi renkte görürken, güneşi de beyaz-sarı karışımı bir renkte görürüz. Atmosferimiz olmasaydı, güneşi yine parlak bembeyaz renkte görecek ancak bütün gökyüzü geceleri olduğu gibi karanlık olacak, güneşle beraber diğer yıldızlar da görünüyor olacaktı. Peki, aslında beyaz renk olan güneş ışınları yukarıda bahsedilenler nedeniyle sarı renk görülüyor da, güneş ufka yaklaşıp batarken nasıl turuncu, hatta kıpkırmızı bir renk alabiliyor? Güneş ufukta alçaldığı zaman, açısı nedeniyle gözümüze ulaştığı mesafe de uzandığından, ışınları ona bakanlara da çok yol kat ederek ulaşır. Bu, ışınların havada daha çok molekül ve parçacık arasından geçmesi, onlar tarafından daha çok yansıtılması ve dağıtılması demektir. Böylece güneş ufukta alçalmaya, batma noktasına doğru gelmeye başlayınca, o anda tepesinde bulunduğu yerlerde kırmızı dışındaki renkler atmosfer tarafından emildiği için gökyüzü mavi, güneş sarı renkte görüldüğü halde, güneşi ufukta görenlere kırmızı ve biraz da turuncu renkler ulaşır.

Deniz suyu niçin tuzludur?

Yirminci yüzyılın başlarında bilim insanları bu konuyu çok basit bir şekilde açıklıyorlardı. Bu açıklamaya göre, her ne kadar nehirlerin suları tatlı ise de içlerinde bir miktar da erimiş mineral vardır. Yataklarındaki bu mineralleri ve içlerinde tuz buluna kayaları erozyona uğratarak okyanuslara taşırlar. Bu mineraller içinde en çok olanı kimya dilinde sodyum klorür (NaCl) diye adlandırılan bildiğimiz sofra tuzudur ve bir daha karaya geri dönmez. Bilim insanları bu teoriden yola çıkarak dünyanın yaşının da hesap edilebileceğine inanıyorlardı. Ancak nehirlerdeki tuz oranı ile okyanuslardaki tuz oranı mukayese edilerek yapılan hesaplamalarda dünyanın yaşı 300 milyon yıl çıktı. Dünyamız ise gerçekte 4,5 milyar küsur yaşındadır. Ayrıca bu teoriye göre denizlerdeki tuzun her geçen yıl artması gerekir. Her ne kadar denizlerdeki tuz oranı bölgelere ve zamana göre değişiklik gösterse de içindeki belli başlı elementlerin yoğunluklarının yüz milyonlarca yıl hemen hemen aynı kaldıkları bilinmektedir. Öyleyse bu yüksek miktardaki tuz başlangıçta denizlere nereden gelmiştir? Bilim insanları da tam olarak bilemiyorlar ve emin değiller ama iyi bir tahminleri var. Tuz iki çeşit atomdan yapılmıştır. Sodyum (Na) ve Klor (Cl). Bilim insanları Sodyum'un ilk teoride olduğu gibi nehirler yolu ile karalardan denizlere taşındığını, Klor'un ise dünya tarihinin ilk dönemlerinde, yer kabuğu ile yer merkezi arasında kalan katmanlardan, okyanusların diplerindeki çatlaklar ve volkanlar yolu ile denize karıştığını ve bu ikisinin birleşerek denizin tuzunu oluşturduklarını tahmin ediyorlar. Ama hala niçin denizlerin gittikçe tuzlu olmadığının cevabını alabilmiş değiliz. Bilim insanları bunun açıklamasını da şöyle yapıyorlar: Tuz nehirler yolu ile denizlere ilave edilmektedir, ama aynı zamanda denizdeki diğer kimyasallarla birleşerek, okyanus tabanındaki kayalar tarafından emilerek veya deniz suyunun çözeltisinden ayrılıp çökelti haline gelerek bir şekilde deniz suyunun içinden eksilmektedir. Yüz milyonlarca yıl, eksilme ve ilave etme yolu ile deniz suyunun tuzluluk oranını hep aynı tutan bu müthiş ayar gerçekten çok etkileyici.

Güneşe yaklaştıkça hava niçin soğuyor?

Dünyamızdaki ısının kaynağı güneş olduğuna göre ve bir dağın tepesi güneşe daha yakın iken orada hava niçin daha soğuk oluyor? Öncelikle şunu söyleyelim ki, güneş ile dünya arasındaki mesafeyi düşünürsek, bir dağın tepesine çıkmakla bu mesafedeki azalış çok önemsiz kalır. Güneş dünyamızdan 149,5 milyon kilometre uzakta iken dünyamızdaki en yüksek dağın yüksekliği 9 kilometreyi bile bulmaz. (Everest: 8.846) Biz zaten her gün evimizde otururken dünyanın kendi çevresinden dönmesinden dolayı, dünyanın çapı kadar, güneşe 12 bin kilometre yaklaşıp uzaklaşıyoruz. Elips şeklindeki yörüngesinde dünya güneşin etrafında dönerken güneşe en fazla yaklaştığı mesafe 147 milyon, en uzaklaştığı mesafe ise 152 milyon kilometredir. Yani dünya zaten bir yıl içinde güneşe 5 milyon kilometre yaklaşıp uzaklaşmaktadır. Bu durum dünyamızdaki ısıyı pek etkilemez, mühim olan ışınların dik gelmesidir. Güneşin dünyamızda yarattığı sıcaklık, ışınların yeryüzünde yansıması ile olur. Ondan sonra yükseldikçe nemli havda her kilometrede yaklaşık 6-7 derece düşer. Yani Everest'in dibi ile tepesi arasında 50 dereceden fazla sıcaklık farkı olması doğal. Bu sıcaklık düşüşü atmosferin birinci katmanına kadar böyle sürüyor. Yani yeryüzünde ısı 25 derece iken 11 kilometre tepemizde -50 dereceye kadar düşüyor. Bundan sonra sıcaklık değişiminin akıl almaz dansı başlıyor. Atmosferin ikinci tabakası olan ve içinde ozon tabakası da bulunan 11. ve 48. kilometreler arasında hava ısısı bu sefer tam tersi yükseldikçe artıyor, tekrar sıfır dereceye kadar çıkıyor. 48. kilometreyi geçip 3. tabakaya girince ta 88. kilometreye gelene kadar tekrar düşüşe geçiyor. Bu tabakanın sonunda, yani 88. kilometrede -80 derecelere kadar düşüyor. Bundan sonra da sürekli yükselişe geçerek güneşe yaklaştıkça artıyor. Güneşin yüzeyinden 2 milyon derece sıcaklıkla çıkan ışığın 149,5 kilometre yol kat ettikten sonra dünyamız yüzeyine yaşayabileceğimiz bir ortamı yaratacak şekilde bu kadar ince ayarla gelmesi hakikaten inanılmaz. Yeryüzünde ısınan havanın yükseldiği doğrudur, ama hava bu enerjisini yükselirken harcar ve dağın tepesine ulaştığında çevre hava ısısı ile aynı ısı derecesine gelir. Dağ tepesinin soğuk olmasının bir başka nedeni dağ yüzeylerinin şekilleri dolayısıyla güneş ışınlarını dik alamamalarıdır. Bu nedenle dağların etekleri bile serin olur, burada ısınıp yükselen bir hava tabakası bile oluşamaz. Ayrıca dağdaki kayalarla birlikte kar ve buz da güneş ışınlarını fazla emmez ve çoğunu yansıtırlar. Yeryüzünün ısınmasında bulutlar da önemli rol oynarlar. Dikkat ederseniz bulutsuz geceler, bulutlu gecelerden daha soğuktur. Çünkü bulutlar yerden gelen ısıyı tekrar yere yansıtırlar. Dağ zirvelerinde ise ne bu sıcaklığı yere tekrar yansıtacak bulut vardır, ne de onu tutacak yoğunlukta atmosfer.

Suyun hacmi, donunca niçin küçülmüyor?

Günümüzde ilim o kadar gelişmiştir ki, atomun, çekirdeğinin, çevremizdeki her şeyin, dünyamızın hatta gökyüzündeki yıldızların hareketlerinin şimdiye kadar keşfedilen ve bilinen fizik kuralları ile izahı mümkündür. Bildiğimiz her şey fizik kurallarına uyar. Bir şey hariç. Yaşamımızın ayrılmaz bir parçası olan su. Fizik kurallarına göre bir madde ısıtıldığında genişler, genleşir. Soğutulduğunda da büzüşür, yani hacmi azalır. Ancak su bu kurala uymaz, aksine sıfır derecenin altına soğutulduğunda donar ve buz olarak hacmi azalacağına artar. Saf su buza dönüşürken, hacminin yüzde 9'u oranında genişler. Buzda su molekülleri olağanüstü gevşek bir oluşum içinde yer alırlar. Buz, arada deliklerin kaldığı bir yapıya sahiptir. Bilindiği gibi, bilimsel formülü 'H2O' olan su, iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşmuştur. Bu iki hidrojen atomu, oksijen atomu ile birleştiklerinde, kendi aralarında 105 derecelik bir açı meydana getirirler. Yapı olarak iki hidrojen atomunu birleştiren başka elementler de vardır ve onlar fizik kurallarına uyarlar. Örneğin aynı yapıdaki 'H2S' eksi 83 derecede donar ve eksi 60 derecede gaz haline geçer. Ancak su hidrojen atomlarının dipol bağlantıları nedeni ile sıfır derecede donar, artı 100 derecede gaz haline geçer, donarken de hacmi küçüleceğine büyür. İşte bu fizik yasalarına aykırı özellik dünyamızdaki yaşamı sağlar. Eğer buz sudan daha yoğun, yani daha ağır olsaydı, suyun içinde dibe batardı. Soğuk bölgelerde denizlerde, göllerde ve nehirlerdeki dibe batan buzlar, güneş ışığı alamayacaklarından eriyemeyeceklerdi. Böylece yıllar süren birikimlerle her tarafı buzlar kaplayacak ve buzullar devri başlayabilecekti. Ancak buz, yoğunluğunun azlığı nedeni ile suyun üzerinde kalır. Bu durumda buzlar altlarındaki suların donmalarına engel oldukları için dünyamızdaki ani ısı değişikliklerini de önlerler, gece ve gündüz arasındaki ısı farklarını azaltırlar ve yaz günlerindeki güneş ışığı ile kolayca erirler. Eğer buz sudan daha ağır olmuş olsaydı, gezegenimizdeki tüm su rezervleri donmuş olurdu. Belki de başlangıçtaki buzul devrinde öyleydi de, tabiat ana kendi koyduğu kurallara aykırı olarak, hidrojen atomlarının arasındaki açıya biraz dokundu, buzun suyun üstünde kalmasını sağladı ve dünyamızı bizim için yaşanır hale getirdi.

Niçin yağmur yağıyor?

Herhalde siz de haberlerin sonunda hava durumunu merakla izliyorsunuzdur. Acaba yarın yağmur yağacak mı? Şemsiyemi yanıma alayım mı? Yağmur günlük yaşantımızın çok önemli bir parçasıdır. Bazı yerlerde kuraklıktan yağmur duasına çıkılırken, bazı yerlerde de caddelerde sandallarla dolaşılıp, sel basan evlerden, eşyaları kurtarmaya uğraşırlar. Peki, nasıl oluyor da başımıza böyle göklerden sular geliyor? Aslında mekanizma basit. Güneş ışığının etkisi ile yeryüzünden su buharlaşıyor, yani gaz haline geçiyor. Bu durumda havadan hafif olduğundan atmosferde yükseliyor. Yükseldikçe hava soğuyor ve hava basıncı azalıyor. Su buharı soğudukça havadaki toz parçacıklarına tutunarak su dalası haline dönüşüyor ve bunların milyonlarcası havada birleşerek gözümüze bulut olarak görünüyorlar. Bulutları oluşturan bu su damlacıkları hemen yakınlarındakilerle sürekli birleşiyorlar, büyüdükçe büyüyorlar, ağırlıkları artıyor, yeterli ağırlığa ulaşınca yer çekiminin etkisi ile yere düşmeye başlıyorlar. Yeryüzünden buharlaşıp, bulut oluşturup sonra yağmur olarak yeryüzüne dönen su buharının havada geçen bu macerası ortalama 8 gün sürüyor. Ancak bulutun içindeki su damlacıklarının tümü yağmur olarak yeryüzüne inmiyor. Bir bulutun en fazla yarısı yağmur olarak yağabilir ve bu da normalde 30 dakika sürer ama bulut devamlı olarak yeniden oluştuğundan yağmur saatlerce, hatta günlerce sürebilir. Bu arada rüzgâra bağlı olarak bulutlar devamlı hareket ettiklerinden yağmur çok geniş bir alana yağabilir. Bugüne kadar dünyamızda tespit edilmiş en yoğun yağış 26 Kasım 1970'de Guadaloupe'de olmuş, sadece bir dakikada 3.81 santimetre yağmur yağmıştır. Atmosferde, yani başımızın üzerindeki havada 13 milyar ton su buharı bulunuyor. Bunun hepsinin bir anda yeryüzüne indiğini düşünebiliyor musunuz? Dünyamızda yağmurun çoğu, yani yüzde 78'i okyanusların üzerine yağıyor. Bu da çok normal, çünkü havanın içindeki su miktarının kaynağı hemen hemen aynı oranda okyanuslardan geliyor. Yağmur damlalarının yarı-çapları 0,5 milimetreden 6.35 milimetreye kadar değişebiliyor. 5.0 milimetre yarı-çapındaki bir yağmur damlasının 1800 metre yükseklikteki bir bulutun çıkıp başınızın üstüne düşmesi için geçen zaman yaklaşık 3 dakikadır. Yani aslında şemsiyenizi açabilmeniz için yeterli süre vardır. Suni yağmur yaratabilmek için günümüzde bazı teknolojiler geliştirildi ki, temeli su damlacıklarının yapışabilmesi için çekirdek görevi yapabilecek tozları bulutun içine gönderebilmektir. Bunun için bulut uçak veya helikopterden gümüş iyodür ile bombalanıyor. Bu işte de en iyi olan İsrailliler. Onlar bu yöntemle yağmur miktarını yüzde 13 oranında artırabilmişler. Yağmurun oluşabilmesi için ana etkenlerden biri olan toz parçacıklarının, yani hava kirliliğinin artması ise tam tersi etki yapıyor, bu durumda damlacıklar küçülüyor ve yağmur olarak yere düşmeyi başaramıyorlar.

Niçin kar yağıyor?

Kış aylarında güneş ışınları olmadığı için, bulutların bulundukları yüksekliklerde hava sıcaklığı çok düşük olunca, yükselen su buharı, süblime denilen şekilde sıvı hale geçmeden, bu aşamayı atlayarak doğrudan buz kristali haline dönüşür. 0.1 milimetre çapındaki buz kristalleri birbirlerine yapışarak kar tanelerini oluştururlar. Eğer bulut ile yer arasındaki hava sıcaksa bu kar taneleri yere düşene kadar yağmur tanesi haline dönüşebilirler, ama soğuksa yere kadar kar tanesi olarak inmeyi başarabilirler. Hafiflikleri nedeniyle yere o kadar yavaş inerler ki 3 bin metreden inmeleri 2 saat alabilir. Bazen bulutun altındaki sıcaklık öyledir ki, bir kısmı kar, bir kısmı yağmur damlası halinde düşerler, biz buna "sulu sepken" diyoruz. Yani yağmur veya kar yağmasını belirleyen ana unsur, bulut ile yer arasındaki hava sıcaklığıdır. Genel kanının aksine kar yağması havayı ısıtmaz, aksine ısınan hava karın yağmasına sebep olur. Çok soğuk havanın içine su alma kapasitesi daha azdır. İçine alamadığı su ya "don" şeklinde yeryüzünde kalır ya da "kırağı" oluşur. Bu şartlarda kar kesinlikle oluşamaz. Hava 3 derece gibi biraz ısınınca, su buharı yeryüzünden yükselebilir, çok yüksekliklerdeki soğuk hava tabakalarına ulaşabilir ve kar yağışı meydana gelebilir. Biz de sanki kar yağdığı için hava ısınmış gibi algılarız. Kar tanesinin oluşumu hakikaten bir tabiat mucizesidir. Gerçi bazı kayak merkezlerinde, kar yağışı yetersiz olduğu zamanlarda suni kar üretiliyor ama bu görüldüğü kadar kolay değil. Doğal kar tanelerinin ortasında çekirdek olarak toz parçacılarının olduğunu biliyoruz. Eğer bunlar olmazsa saf su -40 derecede bile kristalleşemiyor. İlk olarak 1975'de Berkeley, California Üniversitesinden Prof. Steve Lindow "snomax" denilen bir proteini toz parçacıları yerine kullanarak suni kar üretmeyi başardı. Bu madde sayesinde daha hafif ve kuru kar tanelerinin üretilmesi sağlandı ve Norveç'te yapılan 1994 kış olimpiyatlarında çok yaygın olarak kullanıldı. Kar kristalleri altıgen bir şekil içindedirler. Her bir koldan 3 ve 12'li kollar çıkar. Bu dizilişin sebebinin oksijen atomlarının diziliş şekli olduğu sanılıyor. Dolu yağışı daha ziyade ılıman iklimlerde ve bahar aylarında görülür. Isınan hava ile yükselen su buharı, hava akımları ile daha da yükselerek 12 bin metre civarında -50 derece hava sıcaklığında buz kristallerine dönüşür. Buradaki güçlü hava akımları ile bu buz kristalleri de birleşerek buz tanelerini oluşturur. Buz taneleri ağırlıkları nedeniyle o kadar hızlı düşerler ki bulut ile yer arasındaki sıcaklık ne olursa olsun eriyecek zaman bulamazlar. Çapı 5 milimetreden büyük dolular halinde yeryüzüne ulaşırlar. Aslında tüm bu şartların oluşması çok enderdir ve bu nedenle dolu yağışı hem çok az görülür, hem de çok kısa sürer.

Niçin gök gürlüyor?

Kış aylarında kar yağarken şimşek, yıldırım ve gök gürültüsü nadiren olur. Yıldırım ve gök gürültüsünü en çok yaz aylarında, hava ılık ve nemli iken yükselen havanın etkisiyle olur. Kış aylarında havanın alçak ve yüksek kısımları arasında ısı farkı az, alçak seviyelerde ise nem de fazla olduğundan şimşek, yıldırım ve sonucunda gök gürültüsü olayı daha az görülür. Şimşek veya yıldırım etraflarındaki havayı saniyenin milyonda biri kadar bir sürede 30 bin dereceye kadar ısıtırlar. Isınan bu hava aniden genleşir, genişler. Normal atmosfer basıncının neredeyse 100 misli bir basınçla, ses hızından çok hızlı ses dalgaları yayar. Bu aynen ses hızını geçen uçaklarda olduğu gibi kulağımıza bir nevi patlama sesi olarak ulaşır. Buna gök gürlemesi diyoruz. Şimşek de, yıldırım da tek bir olay değil bir seri olayın birleşimidirler. Yıldırımın ilk çakışından sonraki yukarı doğru olan dönüş çıkışında, elektrik akımı daha güçlü olduğundan kulağımıza gelen ikinci ses birincisinden güçlüdür. Yıldırım veya şimşeğin görülmesi ile gök gürlemesinin duyulması arasında geçen süre saniye olarak ölçülür ve üçe bölünürse uzaklık kilometre olarak bulunabilir. Çünkü gök gürültüsünün sesi bize ses hız ile ulaşırken, şimşek ve yıldırımın görüntüsü gözümüze ışık hızıyla ulaşır. Gök gürlemesi normal şartlarda 24 kilometreden daha fazla mesafelerden işitilmez.

Lavabodan su niçin sağa dönerek boşalıyor?

Lavabonuzu veya küvetinizi su ile doldurun ve tıkacı aniden çekin. Su düz olarak delikten boşalmayacak, döne döne bir hortum oluşturacak şekilde boşalacaktır. Bu dönüş yönü kuzey yarımkürede sağa doğru, yani saat yönünde, güney yarımkürede ise tam tersidir. Bilim insanları buna "Coriolis" kuvveti diyorlar. Her iki yarımkürede böyle birbirine ters yönde hava akımlarının ve okyanus akıntılarının olduğu herkes tarafından kabul ediliyor da, bir lavabodan boşalan suda, böyle küçük bir ortamda dünyanın dönüşünün etkili olup olmayacağı tartışma konusu. Dünya kendi etrafında dönerken her tarafındaki hız aynı değildir. Ekvatordaki biri, bir günde dünya çapı kadar yani 40 bin kilometre giderken bir diğer ifade ile saatte 1670 kilometre hızla yol alırken, tam kutuptaki bir insan sıfır hızla sadece kendi etrafında dönmektedir. Aynı şekilde gökyüzünde asılı gibi duran bulutlar rüzgârın etkisini katmazsanız yere göre hareketsizdirler ama altlarındaki kara parçası ile birlikte dönerler. Bu durumda ekvatordaki bulutlar da kutuptakilere nazaran hızlı dönmektedirler. A'yı ekvatorda, B'yi ise onun tam kuzeyinde 45 derece paralelinde iki nokta olarak düşünelim. Bir top mermisini A'dan tam kuzeye nişanlayıp attığımızda, atış sırasında ekvatorun dönüş hızı B noktasına göre neredeyse iki kat olacağından mermi B noktasının doğusuna gidecektir. Aynı şekilde kuzey kutbundan hemen hemen hareketsiz bir konumdan tam güneye atılan bir mermi 45 paralelinde dünya dönüş hızı daha çok olduğundan bu sefer hedefin batısına düşecektir. Yani kuzey yarımkürede kuzeye veya güneye atılan her şey atanın konumuna göre sağa gitmektedir. Bu durum güney yarımkürede ise sola doğru gerçekleşmektedir. Her iki yarımkürede kuzey - güney doğrultusunda hareket eden hava akımları ve okyanus akıntıları bu durumdan etkilenirler. Kuzey yarımkürede sağa, güneyde sola dönerler. Ancak bu, dünya yüzünde büyük bir ölçekte okyanusların dibindeki sürtünme ve bulutların, hava akımlarının üzerinde bulundukları yerle birlikte hareket etmelerinin etkileriyle oluşan bir tabiat olayıdır. Bilim insanları bunun lavabo veya küvet gibi nispeten mikro ölçüde de mümkün olup olmadığını hala tartışıyorlar. Bir kısmı burada suyun musluktan çıkış şekil ve hızının, lavaboya düştüğü noktanın, lavabonun ve suyun gittiği yerin yapısının etken olduğunu söylüyorlar, diğerleri de ideal şartlarda 50 kere deney yapın ve görün diyorlar. Haydi, banyoya, bilimsel deney yapmaya.

Neden banyo yapınca derimiz buruşur?

Elimizin iç tarafındaki ve ayaklarımızın altıntaki deri, vucudumuzun öbür kısmlarını kaplayan deriden daha kalındır.Bu deri uzun süre suda kaldığında süngerleşir.Parmağın ucundaki tırnak, parmağın o yöne doğru şişmesini engeller, bu yüzden parmak buruşur.

Çekirgeler hakkında bilmedikleriniz

Çekirgeler çok gürültücü böceklerdir . Yakın akrabaları cırcırböcekleriyle birlikte tür sayıları 1O bini aşar . Renkleri genellikle yeşil ya da kahverengimsidir . Çekirgelerin üç çift bacağı vardır . Arka bacakları sıçramaya çok elverişlidir. Bazıları bir kerede
1 metre sıçrayabilir . Çoğu arka bacaklarını kanatlarına sürterek ses çıkarır . Cırcırböcekleri ise ses çıkarmak için kanatlarını birbirine sürter . Genellikle erkeklerin çıkardığı bu sesler dişilerin dikkatini çekmeye yarar . Göçmen çekirgeler bazen büyük sürüler oluşturur ve tarım ürünlerine zarar verir

Yumurtanın niçin bir tarafı yuvarlak, diğer tarafı sivridir?

Eğerköşeli olsalardı kenarları dayanıklılık bakımından çok zayıf olurdu. En dayanıklı geometrik şekil küredir ama bu şekildeki yumurta yuvarlanacak olursa nerede duracağı belli olmaz. Yumurta yuvarlanınca düz gitmez. İnce tarafı üstünde dairesel bir yol çizer. Başladığı yere yakın bir noktada durur. Yani düz bir yerde kaybolması olanaksızdır. Yumurta, tavuğun yumurta kanalında küre şeklindedir. İlerlemesi sırasında arkada kalan dairesel kasların büzüşerek hem yumurtayı ileri iterler hem de bu kısmına baskı yaparak konik biçimini sağlarlar. Yumurtanın şeklinin nedeni de budur. Sürüngenlerde bu düzenek olmadığından yumurtaları küresel biçimdedir.

Padişah Gömleklerinin Gizemi
Osmanlı sultanlarının ayet, hadis ve sembollerle süslü her biri üç-dört yılda dokunan ‘tılsımlı gömlekler’inin sırrı hâlâ çözülemiyor. Uzmanlar, gömleklere işlenen şifrelerin Osmanlı tarihine ışık tutacağına inanıyor. Osmanlı padişahlarının savaşta galip gelmek, nazardan korunmak ve şifa bulmak için giyindikleri tılsımlı gömleklerin üzerindeki harf ve rakamların işaret ettiği anlam şimdilik bir sır.

Üstelik çözülemeyen yalnızca şifreler değil, kumaşların nasıl olup da 8 bin çözgü ipiyle dokunduğu da anlaşılabilmiş değil.

Gömleklerin şifresini ve dokuma tekniğinde kullanılan formülü bulmak ise merak tatmininden daha öte bir anlam taşıyor. Amaç, ‘altın oran’ı Türk tekstilinin hizmetinde kullanmak.Tılsımlı sultan gömlekleri, ayet ve duaları tespit eden bir alim, işe başlamak için ‘eşref saati’ni hesaplayan müneccim ve sonunda gömleği bezeyen nakkaşların ortak ürünü. Kumaşlar çoğunlukla o zamanki adıyla Tonguzlu olan Denizli’den getiriliyor saraya. Denizli’nin kaliteli pamuğundan dokunan bezler, iç giyimi olarak tasarlanan tılsımlı gömlekler için bire bir. Hattatların kağıdı terbiye etmek için kullandığı aharlama yöntemiyle yazıya elverişli hale getirilen kumaşlar nakkaşlar atölyesinde işlenmiş. Bir gömlek üzerinde 3-4 yıl uğraşan hattatlar için meçhul kahramanlar yakıştırması yerinde olur; çünkü gömleklerin pek azında kimin tarafından yapıldığı yazılı.

1978 yılından bu yana Topkapı Sarayı Müzesi’nde Osmanlı tekstili ve padişah giysileri üzerine çalışan Doç. Dr. Hülya Tezcan, tılsımlı gömlekleri grafik sanatının zirvesi olarak tanımlıyor. Gömleklerin üzerine celi, sülüs, kufi yazıyla işlenen ayetler ve dualar kare, yıldız gibi geometrik şekillerin ya da Kadem-i Saadet, Süleyman Mührü, Zülfikâr, lale gibi anlamlı motiflerin içine yazılmış. 15-20. yüzyıl arasında hazırlanan padişah giysilerini içeren saray koleksiyonunda Peygamber Efendimizin nübüvvet mührü, Hilye-i Şerif ve O’nun için yazılan Kaside-i Bürde’yle bezenmiş dört gömlek yer alıyor. Ancak diğer gömlekler üzerinde de yine Peygamberimize ait Kadem-i Saadet ve Nalın-ı Saadet motifleri kullanılmış.

Tılsımlı gömlekler üzerinde sıkça yer alan iki motif ise Hz. Ali’nin ucu çatallı kılıcı ‘Zülfikâr’ ve çoğunlukla Musevi inancıyla bağdaştırılan Süleyman Mührü. Hülya Tezcan, gömleklerde Süleyman Mührü’nün saltanatın ebediyetini temsilen kullanıldığını ve Allah, Hz. Muhammed ve Hz. Ali isimlerinin çoğunlukla bir arada anıldığını tespit etmiş. Koleksiyonun en eski tarihli gömleği Şehzade Cem’e ait. Üzerinde 1477-1480 yılları arasında yapıldığına dair bir not bulunan gömlek ihtimal ki, 18 Temmuz 1482’de Anamur açıklarında şövalyelerin gemisine binerek Rodos’a hareket eden Cem Sultan’ın üzerindeydi. Talihsiz şehzade, saltanat yarışından galip çıkması için giydiği tılsımlı gömleğe rağmen Rodos’ta esir alındı. Cem’in gömleği şimdi Topkapı Sarayı koleksiyonunda. Ancak Viyana kuşatmasında bozguna uğrayan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın gömleğinin hâlâ Viyana’da bir manastırda olduğu tahmin ediliyor.

Hülya Tezcan, Osmanlı tarihinin tılsımlı gömlekler üzerinden okunabileceğini söylüyor. Nitekim 2. Selim’e Hürrem Sultan tarafından diktirilen gömlek yalnızca Selim ve Bayezıd arasındaki taht mücadelesini değil, Rüstem Paşa’nın entrikalarıyla boğdurulan Şehzade Mustafa’nın hazin sonunu da anlatır. Sultan 3. Murat’a ait gömlekte ise Konya Mevlevihanesi’ni kuran Şeyh Sinaneddin Dede’nin padişahlarla kurduğu iletişimi görmek mümkün. Sinaneddin Dede sadece gömleği yapan kişi değil, doğu seferine çıkarken elini öpüp hatırını soran Yavuz Sultan Selim’e; “Seferden zaferle döneceksin; benim senden tek isteğim dergâha yardım etmendir.” diyen ilginç bir kişilik.

Yavuz hakikaten savaştan zaferle dönüyor ve Konya Mevlevihanesi’ni yapmaya başlıyor. Yavuz’dan sonra Kanuni ve 2. Selim dönemlerini de gören Şeyh Sınaneddin Dede’nin ömrünün son demlerinde 3. Murat’a hediye ettiği tılsımlı gömlek saraya bir teşekkür babında. Yine aynı sultana ait gömleklerden biri ‘Oğlum, aslanım.’ diye başlayan kitabesiyle diğerlerinden ayrılıyor. Oğluna pek düşkün olan Nur Banu Sultan’ın hazırlattığı gömleğin amacı gözü Safiye Sultan’dan başkasını görmeyen 3. Murat’ın başka evlilikler yapması. Nur Banu Sultan tahtı vârissiz bırakmamak için girdiği bu gömlekli mücadeleden zaferle çıkıyor ve 3. Murat ardında 19 erkek 20 küsur kız çocuğu bırakarak bu dünyadan ayrılıyor. Ancak erkek çocukların sonraki taht kavgalarında öldürülmesi Nur Banu Sultan’ın çalışmalarının boşa gittiği şeklinde yorumlanabilir.

Allahım sevgimi kulun Mustafa’nın gönlüne ver!

Tılsımlı gömlekler sadece padişahlar ve şehzadeler için yapılmamış. Saray çevresine yakın paşalardan özellikle makam hırsı olanlar da kendileri için gömlek hazırlatmışlar. Onlardan biri Moralı Hasan Paşa, gömleğinin üzerine şöyle yazdırmış: “Allahım senden sevgimi, muhabbetimi kulun Mustafa’nın gönlüne vermeni dilerim. Nasıl vahyini sevgilin Muhammed’in kalbine ilham etmişsen ruhumla Sultan Mustafa’nın ruhunu uzlaştır.” Gömleğin yakasındaki küçük karelerde ise “Ey herşeyi kolaylaştıran Allahım, Hasan Paşa’nın muradını da kolaylaştır.” yazıyor. Hasan Paşa’nın muradı nedir, sadrazam olmak.

Hülya Tezcan bu gömlekten hareketle yaptığı araştırmada, paşanın çok hırslı bir adam olduğu ve sadrazam olabilmek için padişahları canından bezdirdiği bilgisine ulaşmış. Moralı Hasan Paşa sonunda muradına ulaşıp sadrazam olabilmiş. Saltanat kavgalarının uzağındaki halk da tılsımlı gömleklerden payına düşeni almış. Dönemin tarikat dergahlarında, sarılıktan, akrep sokmasından korunmaya yönelik hazırlanan gömlekler arasında kadınları eşlerine şirin gösteren gömlekler de var. İç gömleklerden günümüze ulaşanlar, üzerlerindeki leke hatta yaka kirleriyle duruyor; çünkü bu gömleklerin yıkanması mümkün değil.

Bir de hiç kullanılmadan kaldırılan gömlekler var koleksiyonda. Tezcan, “Sarayda her şeyin bol bol yedeği vardır. Elimizde yüzlerce giyilmemiş bebek elbisesi var.” diyor. İpeğin nadir kullanıldığı bu alanda tılsımlı takke ve takma yakalar da var. Takma yakayla ilgili bir açıklamaya rastlamayan Hülya Tezcan, kendince bir çıkarımda bulunuyor: “Yaka, sultanların törenlerde giydiği kaftanın yaka kesimine benziyor. Üzerindeki iplik izlerine bakılırsa kötülüklerden korunma niyetiyle kaftanın içine monte edildiği söylenebilir.”

Gömlekler şimdi koruma altında; sergilenmek için özel izinle saraydan çıkarılabiliyorlar; ancak kimi zaman hiç hesapta olmayan çok daha özel istekler olabiliyor. Tezcan, Osmanlı Hanedanı’ndan ismini açıklamadığı bir kadının şifa bulmak için tılsımlı gömleklerden birini giyerek bir müddet beklediğini ve sonra teşekkür ederek ayrıldığını söylüyor. Hülya Tezcan yaklaşık 30 yıldır gömlekler arasında yaşasa da tılsımlarını çözmeye hiç çalışmamış. “Bir şifre var, bu açık; ama o rakamları ve harfleri çözmek uzmanlık gerektirir. Kaldı ki, giysilerin üzerindeki gubarî hatla yazılan Arapça metinler bile daha okunmadı. Gömleklerin hem dokuması hem de deseni itibariyle gerçek bir sanat eseri olduğunu kabul etmeliyiz. Dokuma üzerine çalışanlar da 8 bin çözgü teliyle dokunan Gülistanî Kemha tekniğini henüz çözemediler.” Hülya Tezcan’ın hazırladığı Padişah Giysileri kitabı önümüzdeki günlerde Kültür Bakanlığı tarafından yayımlanacak.

Şifreyi çözmek Türk tekstiline yeni bir açılım getirecek

Türkiye’de tılsımlı gömlekler üzerindeki şifreyi çözmeye çalışan tek isim Mehlika Orakçıoğlu. Bilinen tek isim demek daha doğru; çünkü gömleklere ulaşma hususunda Hülya Tezcan’la bağlantıya geçmiş başka biri yok. 1998’den bu yana “Türk Tekstilindeki Kültürel Etkiler” başlıklı doktora tezi üzerinde çalışan Orakçıoğlu, şu günlerde 2. Selim’in gömleğini inceliyor. Şimdilik gömleğin ön yüzündeki küçük karelere yerleştirilen rakamlarla Fetih Sûresi’nin kodlandığını keşfetmiş. Tezini Londra’daki bir üniversite’de hazırlayan Mehlika Hanım, İngiliz danışmanlarının kendisini bu alana yönlendirdiğini ve asıl niyetlerinin gömlekler üzerindeki kodlama sistemini çözerek günümüz tekstiline yeni bir açılım kazandırmak olduğunu söylüyor: “Bu konu, dışarıda daha çok ilgi topluyor. Harvard Üniversitesi bütün imkanlarını ücretsiz olarak seferber etti mesela. Sonunda neye ulaşacağımı bilmiyorum. Kodlama sistemini günümüze uyarlamayı başaramasam bile bu tez bitirilmeyi hak ediyor. Fakat çözebilirsem yeni tekstil tasarımları oluşturmak zor olmayacaktır.”

Osmanlı tekstilini incelerken siyaset, ekonomi ve tarihten yararlanmak gerektiğini söyleyen Orakçıoğlu, tılsımlı gömlekler üzerinde dörde yakın formül kullanıldığını tespit etmiş. Uzun yazılar yerine rakamlar ve harfler tercih etmek sınırlı zemini verimli kullanmayı sağlıyor. Ancak altta, gündelik hayatta pratik olma felsefesi yatıyor. Nitekim Osmanlı döneminde tüccarların uzun cümleler yerine kelimelerin sayısal değerleriyle anlaştığı biliniyor. Gömlekler üzerindeki geometrik desenler ve kodlanan rakamlar bir matematik dehasına da işaret ediyor. Prof. Dr. İsmail Yakıt’ın Türk İslam Kültürü’nde Ebced Hesabı ve Tarih Düşürme (Ötüken Yayınları) adlı kitabından faydalanan Orakçıoğlu, Mimar Sinan’ın da eserlerinde ebced hesabı kullandığını hatırlatıyor.

Mehlika Orakçıoğlu sadece bir gömlek üzerinde çalışıyor. İncelenmeyi bekleyen onlarca tılsımlı gömlek olduğu hesaba katılırsa gömleklerin dilinin çözülmesinin hayli vakit alacağı söylenebilir. Fakat onun halihazırda çözdüğü bir figür var. Yavuz Sultan Selim’in kaftanı üzerindeki desenleri inceleyerek ‘ellerini gökyüzüne açmış yakaran insan figürü’ne ulaşan Orakçıoğlu, yurtdışında bu kaftan üzerine üç konferans vermiş. Sanatkârın desenler arasına ustaca gizlediği figür, kutsal hazineleri İstanbul’a taşıyan ve ilk Osmanlı Halifesi unvanını alan Yavuz’un İslamî esasların koruyucusu olduğunu simgeliyor. Mehlika Hanım’a göre, görsel bir illüzyon halinde kimi zaman açıkça görünüp kimi zaman da desenler arasında yiten figürü doğrudan Yavuz Selim’e atfetmek de mümkün. Çünkü taç kullanan tek Osmanlı Padişahı Yavuz.

Damarlarımız neden mavidir?
Yaşamımızın sürebilmesi için vücudumuzdaki her bir hücrenin oksijene ihtiyacı vardır. Hücrelerimize oksijeni kanımız taşır. Kanımız oksijeni havadan aldığımız nefesin sonucunda akciğerlerimizden alır ve vücudumuzun her bir noktasına ulaştırır. Bu noktalarda oksijeni hücrelere devreden kanımız, kalp tarafından emilerek tekrar oksijen depolayabilmesi için akciğerlerimize pompalanır ve çevrim böyle devam eder.

Kanımızın içinde oksijen moleküllerini tutup, damarlarda taşıyarak, hedefe ulaşıldığında bırakan özel bir molekül vardır. Kırmızı kan hücrelerini, yani alyuvarları çevreleyen ve aslında demir içeren bir protein olan hemoglobin, oksijenle birleşerek bilinen parlak kan rengini oluşturur.

Kanımız hücrelerde oksijeni terk edip, karbondioksiti alıp geri dönerken yani toplardamarlarımızda iken rengi koyu kırmızı hatta biraz mora yakındır. Damarlarımızın çeperleri ve kan hücreleri renksiz olduklarından, kanın rengini veya renginin tonunu içinde oksijen olup olmaması tayin eder.

Damarlarımızın mavi renkte görünmesi, vücudumuza gelen ışığın bir kısmının derimizde emilmesi, bir kısmının da yansıtılması ile ilgilidir. Derimizde mavi renk gibi yüksek enerjiye sahip dalga boyundaki ışıklar daha çok yansıtılıp gözümüze geldiği için damarlarımız mavi renkte görülür.

Vücudumuzda gördüğümüz damarların hemen hemen tümüne yakını daha koyu renkli kanı taşıyan toplardamarlardır. Atardamarlarda kalp tarafından pompalanan kanın vücudun her yerine süratle ulaşabilmesi için basınç yüksektir. Toplardamarlarda ise kanın basıncı düşük, hızı da daha yavaştır.

Herhangi bir atardamar kesildiğinde kan daha hızlı dışarı çıkar, kan kaybı süratli ve çok olur. Hayati tehlike yaratır. Bu tehlikeye karşı atardamarlarımız daha kalın çeperli yapılmış ve derimizin altında daha derinlere yerleştirilmişlerdir. Bir kaza veya ameliyat olmadıkça atardamarlarımızı pek göremezsiniz.

Bu nedenle derimizde gördüğümüz damarların çoğu, et kalınlığı az olduğu için içindeki kanın rengini daha çok yansıtan ve deriye daha yakın olan toplardamarlardır. Tabii ki bu durum toplardamarlar kesildiğinde kanın koyu kırmızı veya mor renkte akacağı anlamına gelmez. Kesilme yerinden akan kan derhal hava ile temas edip, ondaki zengin oksijeni alır ve rengi yine bilinen kan rengine dönüşür.
Deniz neden mavidir?
Su renksiz ve saydam ve bir sıvıdır. Ancak beyaz renkteki bir küvete veya havuza doldurulan suyun aldığı renkten de görüldüğü gibi, kalın tabakalar halinde yeşil-mavi bir renk alır.

Denizin mavi renginin sebebi, gökyüzünün renginin mavi olmasıyla aynıdır ama sanıldığı gibi gökyüzünün maviliğini yansıttığı için deniz mavi renkte görülmez. Aslında atmosferde mevcut, azot, oksijen, karbondioksit gibi bütün gazlar deniz suyunda da bol miktarda bulunurlar.

Deniz suyunun rengi su moleküllerinin ışığı emiş ve yansıtış özelliklerine bağlıdır. Beyaz ışık dediğimiz güneş ışığında bütün renkler vardır. Deniz suyu molekülleri aynen atmosferde olduğu gibi, bu ışığın dağılımındaki kırmızı tarafındakileri emerler, mor tarafındakileri yansıtırlar. Deniz de bu nedenle mavi renkte görünür.

Ne var ki denizin rengi her yerde aynı değildir. Çeşitli yerlerde parlak mavi, koyu mavi, yeşil, turkuvaz hatta kırmızımsı renkler alır. Bu farklılıkları suyun sıcaklığı, derinliği, içinde yaşayan canlılar, dip tabiatı, tuz oranı gibi etkenler yaratırlar. Burada güneş ışığının atmosferde, bulutlarda tutulan miktarı da önemlidir.

Güneş ışığının neredeyse yarısı suyun bir metre derinliğinde soğurulmuş olur. On bir metreye varıldığında ise sadece onda birinin bu derinliğe ulaşabildiği görülür. 500 metreden sonra sadece fosforlu organizmaların biraz aydınlattıkları, mutlak karanlık hüküm sürer. Bu nedenle denizin renginde derinlik de önemli bir faktördür.

Karadaki yaşam gibi denizdeki yaşam da yeşil bitkilerin fotosentez yapabilmelerine bağlıdır. Bu enerjiyi güneş ışığı sağlar, dolayısıyla güneş ışığı denizdeki bitkilerin dağılımında belirleyici rol oynar.

Karaların kenarlarında yer alan az eğilimli kıta.sahanlığı bir bakıma karaların uzantısıdır. Bu bölge kara kökenli bitkilerin yığılma alanıdır. Bu bitkiler su içinde bile olsalar klorofil üretirler. Klorofil de en çok kırmızı ve maviyi emerken yeşil rengi yansıtır. Bu nedenle denizde derin yerler daha koyu mavi iken kıyıya yaklaştıkça renk biraz yeşile dönüşür.

Deniz suyunun rengi ve berraklığı ısıdan da etkilenir. Genel kanının aksine sıcak sularda hayat daha azdır. Soğuk sularda yaşam için önemli olan oksijen ve karbondioksit gazları daha fazladır. Su molekülleri de soğuk suda daha yavaş hareket ettiklerinden bu gazların suyun içinde çözülmüş olarak daha rahat kalmalarını sağlarlar.

Çürüyen bitkilerle birlikte deniz altındaki gıda zincirini oluşturan fotoplankton denilen su altı bitkileri ve zooplankton denilen küçük canlıların bol miktarda bulunması sonucu soğuk suların daha karanlık ve kasvetli görünümü oluşur.

Sıcak tropik sularda ise mercan kayalıkları sayılmazsa mikroskobik canlılar hemen hiç yoktur. Su daha saf ve temizdir. Bunun için de daha berrak ve mavi görünür. Tropik suların kıyılarının cam göbeği rengi ise dipteki kum tabakasının sarı renginin, sıcak suların berrak mavi rengiyle karışması sonucu oluşur.

Deniz suyu ortalama olarak bir litresinde
35 gram tuz içerir. Kutup bölgeleri ve kapalı denizlerdeki ırmak ağızlarının yakınları bir yana bırakılırsa bu oran dünya genelinde büyük bir farklılık göstermez. Buna rağmen güneş ışığına bağlı olarak buharlaşma nedeniyle sıcak denizler biraz daha tuzludurlar. Ancak bu denizlerin daha mavi görünmelerinin ana sebebi tuz oranı değil sıcak olmalarıdır.

Kızıl rengi, Kızıl denizde kırmızı renkli yosunlar, Amerika’nın batı kıyılarında ise tek hücreli organizmalar yaratırlar. Denizlerin renklerinde deniz kirliliği de önemli bir etkendir.

Zemzem suyu hakkında bilinmeyenler
1-)Avrupa`da labaratuarlarda yapilan arastirmaya gore Zemzem suyu diger sulara gore cok daha az kükürt tasimaktadir.

2-) Yine ayni arastirmaya gore diger sulara gore cok daha besleyicidir ve cok daha fazla mineral barindirmaktadir.

3-) Kaynagi henuz bulunamamistir. Nereden geldigi su anki teknolojiye gore bile bilinemiyor.

Yakinlarinda hicbir kuyu yok ve denize de
80 km uzaklikta.Bu sartlarda suyunu denizden veya baska bir kuyudan almasi imkansiz.

Nasil oluyor da yillardir suyu bitmiyor,bunu kimse bilmiyor.

4-) Açligini gidermek için içen kisinin açligini, susuzlugunu gidermek için içenin susuzlugunu giderir.

5-) Sadece
1,5 metre derinligindeki ufacik bir kuyudan cikan su,hac mevsimi boyunca milyonlarca hacinin tum su ihtiyacini gostermemektedir.

6-) Dunya Saglik Orgutu (WHO)`nun raporlarina gore Dunya`daki en icilebilir ve saglikli sulardan biri.

7-) Amerika`da yapilan test sonuclarina gore Dunya`da icinde mikroorganizma ve bakteri bulundurmayan TEK su zemzem suyu.

Ayrıca zemzem hiçbir zaman belden aşağı inmez ve anladığını üzere idrar yoluyla atılmaz yani sadece ter ile vücuttan atılır bunların hepsi bilimsel deneylerle kanıtlanmıştır.

Gözler neden farklı renktedir?
İnsanların gözlerinin sadece iris denilen orta tabakası renklidir. İrisin ortasında göz bebeği vardır ve ışık bu açıklıktan içeri girerek gözün arkasına geçer. Saydam tabakanın arkasında yer alan iris, kaslar sayesinde, gelen ışık miktarına göre göz bebeğinin boyutlarını değiştirir.

İrisin renkli olmasının sebebi içindeki pigmentlerdir. İris renksiz olsaydı gözümüze gelen ışık içerden tekrar dışarı yansıyarak görüşümüzü bozardı. Renkli olması nedeniyle bu yansımayı önler veya en aza indirir. Gözün renginin görme fonksiyonuyla alakası yoktur. Yansımayı önleme görevi için mavi olmuş, kahverengi olmuş fark etmez.

İrise rengini veren ‘melanin’ denilen bir pigmenttir. Pigmentlerin iris hücrelerinde dağılışları gözün rengini belirler. Eğer bir gözde bunların sayısı çoksa gözün rengi kahverengi, azsa mavi olur. Yeşil gözleri koyu bir zemin üzerindeki yağlı pigmentlerin sarımtırak noktalan oluştururlar. Yeşil göz hayranları için bu renge yağın sebep olduğunu öğrenmek şaşırtıcı olmalı.

Koyu renk saçlı ve derili insanların vücutları daha çok melanin ürettikleri için gözleri de genellikle kahverengidir. Açık tenlilerin gözleri ise melanin azlığından mavi veya yeşil olur. Ancak unutulmamalı ki göz renginde kalıtım ve genler çok önemli rol oynarlar. Koyu renkli bir insan yedi göbek gerideki mavi gözlü bir büyüğünün göz rengini alabilir.

Göz renginin göze giren ve retinaya ulaşan ışık miktarı ile bir ilgisi olmadığı gibi görüş kapasitesi üzerinde de etkisi yoktur. Melanin eksikliği olan ve ‘albino’ diye adlandırılan beyaz saçlı, kirpikli hastaların gözleri ışığa çok hassastırlar. Buradan melaninin gözde ışığa karşı bir koruma işlevi yürüttüğü de anlaşılıyor.

Doğdukları zaman bebeklerin gözleri mavi veya laciverttir. Bunun sebebi vücutlarının henüz yeterli pigment üretmeye başlamamış olması ve irisin moleküler yapısı nedeniyle sadece mavi rengi yansıtmasıdır. Bu durum birkaç ay içinde değişir, melanin üretimi ile beraber bebekler ömür boyu sahip olacakları göz rengine kavuşurlar.

Bazı insanların göz renkleri ortada bir sebep yokken değişebilir. Bilimsel olarak göz renkleri maviden kahverengiye 15 dereceye ayrılır. Araştırmacılara göre Kafkasya kökenli yetişkinlerin yüzde 10-15′inin göz renklerinde sonradan değişim görülüyormuş ama 15 derecelik skalada 3 dereceyi geçmediği için çok belirgin bir renk farkı oluşmuyormuş.

İki gözün farklı renklerde olması, kedi ve köpeklerin bazı türlerinde yaygınken insanlarda çok nadir görülür. Genellikle genetik kökenlidir ve görüş kapasitesini etkilemez. Tarihte Büyük İskender’in gözlerinin de farklı renklerde olduğu rivayet edilir. Aynı renkteki gözlerden birinin sonradan farklı renge dönüşmesi ise çok ciddi bir hastalığın belirtisi olabilir.
Sualtında Nefes Almak
Nefes alıp vermemizin amacı vücudumuzun oksijen ihtiyacını karşılamaktır. Oksijen vücudumuzun yakıtının yani gıdaların ve yiyeceklerin yakılmasında kullanılır. Nefes alırken ciğerlere alınan havada oksijen miktarı yüzde 21, dışarı verilende ise yüzde 16′dır.
Bilindiği gibi suyun formülü H2O’dur. Suda bulunan iki elementten biri hidrojen diğeri oksijendir. O halde havadaki oksijeni alabiliyoruz da sudakini niçin alamıyoruz? Balıklar bunu nasıl beceriyorlar?

Elementlerin ilginç bir kimyasal özellikleri vardır. İki veya daha fazla element bir araya gelip kimyasal bir reaksiyona girdiklerinde, ortaya, onu meydana getiren elementlere benzemeyen yeni bileşimler çıkar. Aynı elementlerin değişik kombinasyonlarla meydana getirdikleri değişik bileşenlerin birbirleri ile alakaları yoktur, her yönden çok farklıdırlar.

Örneğin, karbon, hidrojen ve oksijenin birleşmelerini ele alalım. 6 karbon, 12 hidrojen ve 6 oksijen birleşince ortaya çıkan glikozun, 2 karbon, 4 hidrojen ve 2 oksijenin birleşmesinden oluşan sirke ile yakından uzaktan bir benzerliği yoktur.

Aynı şekilde hidrojen ve oksijenden oluşmuş su da farklı özellikler taşır ve içindeki oksijen artık bizim ciğerlerimizde kullanabileceğimiz şekilde değildir. Zaten balıklar da suyun yapısındaki oksijeni kullanmazlar. Onların suyun altında soludukları oksijen, suda çözülmüş, gaz halindeki oksijendir. Bu oksijenin sudaki çözülmüş şekli, bira, soda ve kola gibi içeceklerin içindeki, kapağı açınca kabarcıklar halinde dışarı çıkan karbondioksite benzer.

Balıklar sudaki çözülmüş oksijeni solungaçları vasıtasıyla alırlar. Aslında bu iş balıklar için kolay değildir ama soğukkanlı hayvanlar olduklarından oksijen ihtiyaçları da pek fazla değildir. Balina gibi sıcakkanlı hayvanlar ise oksijeni insanlar gibi havadan alırlar çünkü onlar için solungaçlar yoluyla sudan oksijeni yeterli miktarda temin edebilmek imkansızdır.

Suyun içindeki oksijen miktarı az olduğundan ciğerlerimizin yüzey alanları yeterli oksijeni alacak kadar geniş değillerdir. Yoksa ciğerler sıvıların içindeki oksijeni alabilecek özelliktedirler. Örneğin, içinde zengin miktarda çözülmüş oksijen bulunan flora karbon adlı sıvının içindeki oksijeni rahatlıkla alabilirler.

Sonuç olarak su, oksijenden meydana gelmiş olsa bile 2 adet hidrojenle yaptığı bağlantıdan dolayı içinden oksijeni çıkartıp almak ve solumak mümkün değildir. Balıklar gibi yapıp içinde çözülmüş halde bulunan oksijeni almaya kalkınca da bunun miktarı vücudumuzun ihtiyacını karşılamıyor. Yani asıl sorun ciğerlerimizde değil suyun kendisinde.

Gökkuşağı Neden Yuvarlaktır?
Su damlası ve yakıcı güneş. İşte gökkuşağı bunlardan oluşur. Atalarımız gökkuşağından çok korkarlardı. Onu Tanrıların elçilerinin geçmesi için yapılmış bir köprü olarak görüyorlardı. Yağmur ve güneş ile ilişkisi ilk olarak milattan önce 310 yıllarında AristOteles tarafından ileri sürüldü. Günümüzde ise bir sır olmaktan çıktı.

Altından geçenin cinsiyetinin değişeceği veya yere değdiği noktada bir küp altın gömülü olduğu lafları sadece şakalarda kullanılıyor. Zaten gökyüzünde sabit bir gökkuşağı oluşmuyor. Herkesin bakış yönüne göre gördüğü gökkuşağı farklı yerde oluyor. Gökkuşağının görüldüğü yere doğru gidilince görülebildiği sürece kişiye hep aynı mesafede kalıyor.

Gökyüzünde gökkuşağı gördüğünüz vakit biliniz ki o yağmur damlalarından oluşmaktadır ama güneş kesinlikle arkanızdadır. Güneşin paralel ışınları başınızın üstünden geçerek yağmur damlalarına çarparlar. Yağmur damlaları burada ışığı renklerine ayıracak bir prizma görevi görürler.

Sarı gibi görünmesine rağmen güneş ışığı aslında beyazdır ve bütün renkler onun içindedir. Yağmur damlasının içine girince kırmızı turuncu sarı yeşil mavi lacivert ve mor renklere ayrışır. Mor renk çemberin içinde kırmızı ise en dışındadır.

Yağmur damlası çocukken oynadığımız misket veya bilye gibi küresel saydam bir şekildedir. Güneş ışığı bu kendi tarafındaki yüzeyinden doğrudan içine girer. İçinde renklere ayrışır ve kürenin arka duvarına vurarak gerisin geriye yansır. Işığın damlanın ön yüzünden değil de arka yüzünden yansımasının nedeni içbükey dışbükey mercek özelliklerindendir.

Ayrışmış renkler içbükey arka yüzden çeşitli açılarda yansımaları sonucu gözümüze sırayla dizili renklerden oluşmuş bir bant şeklinde görünüyorlar. Gökkuşağını görebilmek için Güneş biz ve yağmur damlaları muhakkak belirli bir açıda dizilmek zorundayız. Ama daha önemlisi milyonlarca yağmur damlasından yansıyan ışınların gözümüze geliş açıları mutlaka aynı olmalıdır ki biz gökkuşağını görebilelim.

Yağmur damlalarından yansıyan ışınların gözümüzde odaklaşabilmeleri için bir daire şeklinde dizilmiş olmaları gerekir. Aslında o bölgedeki bütün yağmur damlaları gelen ışığı renklere ayrıştırarak yansıtırlar ama sadece bir yarım daire içinde olan yağmur damlalarından yansıyanlar gözümüze odaklaşırlar.

Biz de sadece o yağmur damlalarından gözümüze gelen renklerine ayrılmış ışınları görebildiğimizden gökkuşağını da yarım daire şeklinde görürüz. Bazen bir uçaktan veya yüksek bir dağdan baktığımızda gökkuşağını tam daire şeklinde görmemiz de mümkün olabilmektedir.

Güneş ne kadar yüksekse gökkuşağı dairesi de o kadar aşağı iner. Bunun içindir ki yedi renkli gökkuşağını sabah ve akşam yağışlarından sonra daha çok görürüz.

Genellikle fark edilmez ama gökkuşağı daima içice iki halkadan oluşur. İkinci kuşak pek dikkat çekmez. Bir ikinci zayıf kuşağın daha bulunmasının nedeni bazı güneş ışıklarının su damlasının iç yüzeyine bir kez değil iki kez çarpmalarıdır. Böylece parlaklıklarını yitiren ışıklardan oluşan ikinci gökkuşağı zar zor görülür. Birinci kuşakta kırmızı renk şeridin en dışında iken ikinci kuşakta en içtedir. Diğer renklerin sıralamaları da terstir.

Cam neden saydamdır?
Cam şaşılacak derecede basit bir maddedir. Dünyanın her köşesinde rahatça bulunabilen kum, kuvars ve sodadan meydana gelmiştir. Fakat camın asıl şaşırtıcı özelliği ne tam bir sıvı ne de gerçek bir katı oluşudur. Aslında sıvıya daha yakındır, çünkü atomik yapısındaki düzen sıvılardaki rasgele düzeni andırır. Katıların atomlarının kristal yapısı ise düzgündür.

Katı bir cisimde atomların bir diziliş düzeni vardır. Yani bu diziliş düzeni belli aralıklarla kendini tekrarlar. Camda ise bu özellik yoktur. Çok kuvvetli mikroskoplarla yapılan incelemelerde bile camın yapısında hiç bir kristal oluşumuna rastlanmaz. Arada sırada görülen bazı kristaller ise camdaki kusurlardır.

Cama çok ağdalı bir sıvı diyebiliriz. O kadar ağdalıdır ki, normal dış etkenlerde bile şeklini değiştirmez. Bir sıvıda iç sınırlar bulunmadığından camın içinden geçen bir ışık demeti kırılma ve yansımaya uğramaz, doğrudan geçer. Bu nedenle bir cama baktığımızda arkasındakileri olduğu gibi görürüz. Işık sadece camın yüzeyini aşarken hafifçe kırılır.

Cam saydamdır, su da saydamdır, öyleyse donmuş su olan kar taneleri niçin beyazdır ve niçin kar örtüsü saydam değildir? Bir cismin üzerine gelen ışığın tümünü yansıttığında beyaz, hepsini tutup hiçbirini yansıtmadığında siyah renkte göründüğünü biliyoruz. Cam saydamdır ancak kırıldığında, tuzla buz olduğunda yerdeki küçük cam parçaları yığını beyaz renkte görünür, çünkü her bir cam parçası ışığı değişik yönde geçirmektedir.
Tarihte kayıtlı ilginç ölüm çeşitleri
Atilla :
Attila’nın ordusu MÖ 450 ye kadar Moğolistan’dan Rus İmparatorluğunun sınırlarına kadar Asya’nın tamamını fethetmişti. Gerdek gecesi burun kanamasından ölmüştü.
MÖ 453′te genç bir kızla evlenmişti. Savaş meydanlarındaki ünlü şiddetinin tersine, şölenlerde az yiyip içmeyi adet edinmişti. Düğün gecesi bu âdetini bırakarak tıka-basa yedi ve kafayı buluncaya kadar içti. Gecenin bir saatinde burnu kanamaya başladı, ancak bunu fark edemeyecek kadar sarhoştu. Kendi kanıyla boğuldu ve ertesi sabah ölü bulundu.

Tycho Brahe:
16. yüzyılda yasamış Danimarkalı bir astronomdur. Onun araştırmaları Newton’un genel çekim kanununun yolunu açtı. Vaktinde tuvalete gidemediği için ölmüştü.
16. yüzyılda yemek bitmeden ziyafet sofrasından ayrılmak hakaret kabul edilirdi. Brahe çok içmesiyle bilinen bir adamdı, ama o gece şölene gelmeden tuvalete gitmeyi unutmuştu. Üstelik yemekte de içkiyi fazla kaçırdı. İzin isteyemeyecek kadar da kibardı. Sonunda mesanesi patladı ve 11 gün acı çektikten sonra öldü.

Horace Wells:
1840′larda anestezi kullanımının öncülüğünü yaptı. İntihar etmek için anestezi kullanmıştı.
Anestezi araştırmaları sırasında çeşitli gazlarla deneyler yaparken, kloroform bağımlısı olmuştu. 1848 de iki kadına sülfürik asit sıkmaktan tutuklandı. Hapisteyken yazdığı bir mektupta, sorunlarının sebebi olarak saldırıdan önce fazla miktarda aldığı kloroformu suçladı. 4 gün sonra hücresinde ölü bulundu. Kendisini kloroformla uyuşturmuş ve bir usturayla kalçalarını kesmişti.

Francis Bacon:
16. yüzyılın en etkili beyinlerinden biriydi. Devlet adamı, felsefeci, yazar ve bilim adamı olmasının yani sıra, Shakspeare’in bazı oyunlarını onun yazdığı bile söylenir. Bir pilici karla doldurmaya çalışırken ölmüştü.
1625 yılının bir öğle sonrası, Bacon kar fırtınasını seyrederken, etleri korumak için karin tuz gibi kullanılabileceği fikrine kapıldı. Bu denemek için komsu köyden bir piliç satın aldı, onu kesti ve dışarıda karin altında donması için karla doldurmaya çalıştı. Piliç asla donmadı, ama Bacon dondu.

Jerome Irving Rodale:
Organik gıda hareketinin kurucusu, Organik Çiftçilik ve Bahçecilik dergisinin yayıncısı ve büyük bir yayın şirketi olan Rodalı Gazeteciliklin kurucusu. Organik gıdaların yararları hakkında kendisiyle yapılan bir röportaj sırasında ölmüştü.
1971 yılında Dick Cavett Show’a çikip ta, “kafayı bulmuş bir şoförünün kullandığı bir araba çarpmazsa, 100 yasıma kadar yasarım,” dediğinde sadece 72 yasındaydı. Sohbetin bir yerinde koltuğa yığılıp kaldı. Ölüm sebebi kalp kriziydi. Bu program hiç yayınlanmadı.

Aeschylus: MÖ 500′lerde yasamış bir oyun yazarıdır. Birçok tarihçi onu Yunan tragedyasının babası sayar. Kafasına bir kaplumbağanın düşmesi sonucu ölmüştü.
Efsaneye göre kartallar kaplumbağaları yakalar ve kabuklarını kırmak için kayalara düşürürdü. Kartalın biri Aeschylus’un kel kafasını kaya sanmış ve yakaladığı kaplumbağayı onu basına bırakmıştı.

Jim Fixx:
Çok satılan Koşu Kitabi’ni yazarıydı. Bu kitap, 1970lerde jogging modası başlatmıştı. Jogging yaparken, kalp krizi geçirdi ve öldü.
Bir gün evinden çıkmış ve jogginge başlamıştı. Kısa bir süre koşmuştu ki, ağır bir koroneri başladı. Daha sonra yapılan otopside, koroner arterlerinden birinin %99, diğerinin %80 ve üçüncünün de %80 tıkanmış olduğu ortaya çıktı. Ölümünden önceki haftalarda 3 kriz daha geçirmişti.

Lully:
16. yüzyılın favori bestecilerindendi, Fransa kralı için de besteler yapmıştı.
Bir defasında müzisyenlere prova yaptırırken, hızlı bir tempo gelmiş ve çubuğunu elinden düşürmüş, çubuk ayağına çarpmıştı. Enfeksiyon sonucu öldü

  

Sonbahar da yapraklar niçin sararır?
Her yıl sonbahar mevsimi ile birlikte ağaçlar, dinlenme dönemlerine girerler.

Yaprakları tek tek sarı renge bürünüp, kıvrılır, sonra da dökülür. Bundan sonra ağaç, artık bir sonraki ilkbahara dek çok az bir gelişim gösterir.

Bu, belki biraz hüzünlüdür ama, yaprakların önce sarı, sonra kahverengi ve kırmızı renge dönüşmeleri çok ilginç bir görünüm ortaya koyar.

Bu olayın açıklanması çok kolaydır. Yaşayan birer organizma olarak bitkiler, yaprakların sağladığı organik maddelerden yararlanarak beslenmek zorundadırlar.

Aynı zamanda, tıpkı hayvanlar gibi, kullanmadıkları maddeleri dışarıya atarlar. Hayvanların bu maddeleri hemen dışarı atabilmelerine karşın bitkiler, bu maddeleri sonbahara dek bünyelerinde bulunan bezlerde saklarlar.

Yaprak dökme zamanı geldiğinde, ağaç, yapraklarda bulunan tüm yararlı maddeleri özümler ve geriye kalan işe yaramaz maddeleri yaprakları ile birlikte döker, işte yaprağa sırası ile sarı, kahverengi ve kırmızı rengi veren de budur.
Vücudumuz ısısını nasıl ayarlıyor?
Vücudumuzun ısısını korumasına kış aylarında üzerimize giysiler giyerek biz yardımcı oluyoruz ama sıcak yaz aylarında üzerimizde çıkaracak bir şey kalmayınca vücudumuz ısısını nasıl ayarlıyor? Sıcak yaz aylarında vücudumuz ısısını terleme yolu ile koruyor ve ayarlıyor. Beynimizde terlemeyi düzenleyen özel bir bez var. Adı da ‘hipotalamus’. Ayrıca derimizin altında yumak görünümlü 2 milyon ter bezi ve bu bezlerin her santimetrekaresinde 400 ince kanal var.

Çevre ısısının artması ile beyin, ciltteki ter bezlerini uyarır. Bu ter bezleri de ince kanallar vasıtası ile, deri üzerine gözle görülemeyecek kadar az bir sıvı salgılarlar. Cilt üzerine çıkan bu sıvı buharlaşırken vücudun ısısını da alır. Aynen esen bir akşam rüzgarından, serinletici bir fandan veya kapı önüne dökülen bir sudan sonra duyulan serinlik hissi gibi cilt soğur.

Gözle görülen ve görülmeyen olmak üzere iki çeşit terleme vardır. Nefes verirken bile terleriz. Bu arada çıkan su buharı gözle görülmez. Diğeri de yüzümüzde, ensemizde ve özellikle koltuk altlarımızda yoğun olarak bulunan ter bezlerinin salgıları sonucu oluşan terlemelerdir. Böylece vücudumuzun bir şekilde soğuması sağlanmış olur. Aynı çevre ısısında bazıları rahatsız olur ve aşırı terlerken, bazıları da bir rahatsızlık belirtisi göstermez, hallerinden memnun otururlar.

Kimileri sıcak yaz günlerini severken, kimileri de kapalı, puslu kış günlerini sever. Peki, bunun tıbbi bir açıklaması var mıdır acaba? Tıbbi değilse bile basit bir açıklaması vardır. Her insanın vücut ısısı, daha doğrusu önceden ayarlanmış ortalama vücut ısısı aynı değildir. Vücudu 36 dereceye ayarlanmış bir insan, 38 dereceye ayarlanmış bir insana göre, çevresindeki sıcaklık yükselmelerine daha hassastır. Terleme ve dolaşım sistemlerinin termostat düğmesi daha düşük derecelere ayarlanmış insanlar, düşük çevre sıcaklıklarında kendilerini daha rahat hissederler.

 Ormanlarla ilgili ilginç bilgiler
Tüm avrupa’da 12 bin tür bitki var.
Türkiye’de ise 9000.

Dünyada her yıl 16 milyon hektar orman alanı yanmaktadır.
(82 nijerya kadar)

Son 30 yılda dünya orman örtüsünün beşte biri yok oldu.

Yetişmiş bir ağaç günde 17 kişinin oksijen ihtiyacını karşılıyor ve
22.5 kilogram karbondioksiti yok ediyor.

Dünyadaki kağıt tüketiminin yarısı geri kazanılsa,
Her yıl 8 milyon hektar orman alanı korunabilir.

Dünyamız dakikada
21 hektar orman alanı kaybediyor.

Son 30 yılda dünya orman örtüsünün beşte biri yok oldu.

Her yıl doğaya 7 ağaç borcumuz var!
Çünkü;
Bir yıl içinde, kullandığımız kağıt- kartonlar ve ayrıca yaşamsal ihtiyaçlarımız için 7 adet ağacı tüketiyoruz.

Bir avrupalı yılda ortalama olarak
300 kg. Kağıt ve kağıt ürünleri tüketmektedir.

Dünyada her yıl kağıt tüketiminin yarısı geri kazanılsa,
Türkiye büyüklüğünde bir ormanlık alan yok olmaktan kurtarılmış olur

Yirmi yaş dişi neden geç çıkar?
Yabancıların “akıl dişi” de dedikleri yirmi yaş dişleri geç çıktıkları gibi, çoğu kez problem de yaratırlar ve diş hekimlerince derhal çekilmeleri önerilir. Aslında çiğnemede pek fonksiyonu da olmayan bu dişler bize henüz yiyeceği pişirerek yemeyi keşfedemeyen atalarımızın mirasıdır. Onların çiğ yiyecekleri yemek için daha kuvvetli bir çeneye ve dişlere ihtiyaçları vardı.

Zaten diğer bütün dişlerimiz de aynı anda çıkmaz. Önce süt dişleri çıkar. Onlar döküldükten sonra ön dişler ve köpek dişleri çıkar sonra da azı dişleri. Yirmi yaş dişleri bu sırayı biraz gecikerek takip eder. Bütün bu olaylar olurken de çenemiz gelişmeye devam eder, ancak 20 yaşını geçtikten sonra yirmi yaş dişlerine çene kemiğimizde yer açılır.

İnsanlık geliştikçe yirmi yaş dişine de çenemizde o kadar az yer kalıyor, yani insanın evriminde çene gittikçe küçülüyor. Bu nedenle bazı insanlarda bu dişler hiç çıkmadan gömülü olarak kalabiliyor. Yerine tam oturamadığından çürüyebiliyor, iltihap yapabiliyor. Bir fonksiyonu olmadığından da diş hekimleri çekip almayı tercih ediyorlar.

Görevleri sadece çiğnemek olmasına rağmen dişlerimizin içinde sinirler de vardır. Bu sinirler dişlerimizle ilgili acı, ağrı ve ısıyı beynimize iletirler. Yani dişimiz çürürse sinir bir problem olduğu konusunda beynimizi ikaz eder ama nedense bu ikazı diş çürüdükten, iş işten geçtikten sonra yapar, diş hekimleri de o dişi kurtarmak için önce sinirini alırlar.

Suyun altında niçin bulanık görürüz?
Denize dalıp gözlerimizi açtığımızda etrafı bulanık görürüz ama deniz gözlüğünü takınca her şey netleşir. Anlaşılıyor ki, gözümüzün önünde deniz gözlüğünün içindeki hava olmadıkça, suyun içinde görme işlevinde bir aksama olmaktadır. Gözümüzün dışbükey şeklindeki dış yüzeyi sadece bir mercek görevi görür. Bu mercek olmadan gözümüz ışığı alıp, arka taraftaki retina tabakasına odaklayamaz. Yani gözümüzün dışı bir görme elemanından ziyade, görüntünün ince ayarını yapan basit bir mercektir.

Işık, havadan suya veya bir prizmanın içinden geçerken olduğu gibi, farklı yoğunluktaki cisimlerden geçerken kırılır. Bunu biliyoruz. Gözümüzün yoğunluğu ve dışbükeyliği öyle ayar lanmıştır ki, gelen ışık kırılma sonucunda gözümüzün arkasındaki retinada odaklaşır.

Işığın sudaki hızı, gözümüzü geçerkenki hızı ile yaklaşık aynıdır. Ancak suyun yoğunluğu farklı olduğundan buradan gelen ışık, havadan gelecek ışığa göre yoğunluğu ayarlanmış gözümüzde tam kınlamaz, görüntü retinada tam odaklaşamaz ve suyun altında cisimleri flu görürüz.

Eğer su ile gözümüz arasına bir cam koyar ve arkasında havanın bulunduğu bir boşluk bırakırsak, sudan havaya geçen ışık oradan gözümüze gelerek normal olarak kırılır ve görüntü de retina da net olarak odaklaşır.

Yıldırımlar nasıl oluşur?
Yıldırım Nedir?
Havanın iyi bir iletken olmaması bünyesinde yüksek gerilimli bulutları oluşturur. Fiziki sebeplerden ötürü, bulutun yüklenmesi sırasında yere yakın olan kısmi negatif değerle şarj olmuştur (%85 ihtimal). Bu sırada yer de bulut boyunca pozitif yüklenir. Bazı koşullarda bunun tersi yüklenme de olabilmektedir (%15 ihtimal). Fırtınanın artmasıyla buluttaki negatif yük oranı ve buna bağlı olarak da yerdeki pozitif yük ayrışması hızlanarak devam eder. Bulutla yer arasındaki potansiyel fark arttıkça aradaki havanın da delinmesi kolaylaşır ve belli bir değerden sonra havanın delinmesiyle oluşan iletken kanal boyunca buluttan toprağa veya topraktan buluta deşarj baslar. Bulutla bulut arasında olan deşarja simsek ve bulut – toprak deşarjına ise yıldırım denir.

Yıldırımın Oluşumu:
Yıldırımın oluşması için öncelikle yıldırım bulutunun oluşması ve sonrasında bu bulutun elektriksel olarak yüklenmesi gerekmektedir. Günümüzde yıldırım bulutunun oluşumu rahatlıkla açıklanabilse de bu bulutun elektriksel olarak nasıl yüklendiği konusunda kesin bilgiler yoktur. Ancak bu durum bazı teoriler ile açıklanabilmektedir.
Yıldırım boşalmasının çıkış noktası, atmosferde yüksek miktarda nem bulunması ve sıcak hava akımları yardımıyla yüklü bulutların oluşmasıdır. Hava akımları, yere yakın hava tabakalarının iyice ısınması ile oluşur. Çok büyük yüksekliklerden aşağı inen soğuk hava ile bu hava tabakası yer değiştirir. Nem ise yüksek sıcaklıkta buharlaşma ile meydana gelir. Hava, yukarı çıkışı sırasında soğur ve belirli bir yükseklikte su buharına doyacağı bir sıcaklığa erişir. Daha fazla yükselmesi kondenzasyona sebep olur ve bulut oluşur. Yıldırım bulutunun oluşumunda üç asama söz konusudur.
Gençlik
Olgunluk
Yaşlılık
Gençlik aşamasında aşağıdan yukarı doğru ve kenarlardan ortaya doğru hava akımları artar. Bu durum yaklaşık 10 - 15 dakika sürer. Olgunluk aşamasında yağmurlar oluşur. Sıfıra yakın sıcaklık derecelerinde iyice azalan bulut kaldırma kuvveti şiddetli yağmurlara sebep olur. Bu sırada yukarıdan aşağıya hareket eden soğuk rüzgarlar görülür. Bunlar yere ulaştıklarında kısa süreli, şiddetli fırtınalara sebep olurlar. Bu asama yaklaşık 15 – 30 dakika sürer. Yaşlılık aşamasında ise hava akımları artık son bulmuştur. Yaklaşık 30 dakika sürer.
Yıldırım bulutlarında elektrik yüklerinin nasıl oluştuğu henüz net bir şekilde bilinmemektedir. Tarih boyunca bu konuda çeşitli teorilerle bulutların yüklenmesi açıklanmaya çalışılmıştır. Bu teorilerden biri Simpson ve Lomonosow’ un teorisidir. Bu iki araştırmacıya göre bulutlardaki yükler hava akimi yardımıyla oluşmaktadır. Sıcak ve soğuk havanın yer değiştirmesi sonucunda oluşan hava akimi bulutlardaki su damlacıklarını harekete geçirir. Hareket halindeki su damlacıkları, birbirleriyle sürtünmesiyle, yüklü hale geçerler. Bulutlardaki hava akımları su damlacıklarının dağılmasına ve tekrar birleşmesine sebep olurlar. Yapılan laboratuar çalışmalarında dağılan su damlacıklarından küçük damlacıkların negatif, büyük damlacıkların ise pozitif olarak yüklendiği gözlenmiştir. Bu bilgilere göre büyük su damlacıkları yani pozitif yüklü damlacıklar bulutun alt kademelerinde ve rüzgar hızının büyük olduğu bölümlerde olmalılar. Küçük, negatif yüklü, su damlacıkları ise rüzgar tarafından itilmeli ve bulutun daha yukarı kısımlarında dağılmalılar. Yıldırım bulutundaki yüklerin bu şekilde meydana geldiği kabul edilecek olursa bulutun alt kısımları pozitif yüklü olacağından yıldırım deşarjı da pozitif kutsiyette olacaktır. Yapılan gözlemler pozitif kutsiyetteki yıldırım deşarjlarının %5-20 civarında olduğunu, deşarjların yaklaşık %80- 95′ inin negatif kutsiyette olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla Simpson ve Lomonosow’ un teorileri yıldırım bulutlarındaki elektrik yüklerinin meydana gelişini tam olarak açıklayamamaktadır. Bu konuda ikinci bir teori de Elster ve Geitel tarafından ortaya konulmuştur. Onlara göre bulutların yüklenmesi tesirle elektriklenme ile açıklanmaktadır

Dünya yüzeyindeki elektrik yükü –5×105 C kabul edilirse bu yükün içinde bulunan su damlacıkları alt uçları pozitif ve üst uçları negatif olmak üzere kutuplanırlar. Yerçekimi etkisiyle aşağıya doğru düsen büyük su damlacıkları havanın oldukça yavaş hareket eden iyonlarına yaklaşırlar ve bu sırada su damlacığının pozitif alt ucu havanın negatif iyonunu absorbe ederken pozitif iyonu da iter. Böylece ağır su damlacıkları negatif elektrikli parçacıklar haline gelir. Ayni şekilde kutuplanan küçük su damlacıkları yukarıya doğru hareket ederken havanın pozitif iyonlarını absorbe ederler ve negatif iyonları iterler. Böylece hafif su damlacıkları da pozitif elektrikli parçacıklar haline gelirler. Bu teoriye göre bulutun alt kısımlarında negatif yükler bulunmaktadır. Teori negatif kutsiyetteki yıldırım deşarjlarını açıklayabilmektedir gibi gözükse de aslında eksik yanları mevcuttur. Bir yıldırım bulutunun su damlacıklarından çok buz kristalleri ve kar parçacıklarından oluştuğu düşünülürse, bu buz kristalleri ve kar parçacıklarının dünyanın elektrik alanı ile kutuplanma olasılıkları oldukça düşüktür. Bu konu üzerine üçüncü bir teori de J. I. Frenkel tarafından ortaya atılmıştır. Frenkel’ e göre havada her iki işaretli iyonlar var olduğundan, dünyanın negatif elektrik yükleri kaçmaya ve iyonosferin pozitif elektrik yükleri ile birleşmeye yatkındır. Dolayısıyla dünyanın azalan elektrik yükünü sürekli olarak takviye edecek bir olayın olması gerekmektedir. Dünyanın elektrik yükünün sabit kalmasında en önemli rolü negatif yıldırım deşarjları sağlayacaktır. Bu teoriye göre her iki işaretli iyonlardan oluşan hava ile küçük su damlacıkları veya buz kristallerinden meydana gelen bir ortam göz önüne alınır ve havanın negatif iyonlarının daha küçük su damlacıklarına veya buz kristallerine konduğu var sayılır. Buna göre bulut, negatif elektrikli su damlacıkları ve pozitif iyonlu havadan oluşur. (negatif iyonlar su damlacıkları tarafından yutulmuştur).
Bir yıldırım boşalmasının oluşabilmesi için elektrik alan şiddetinin 2500kV/m değerine ulaşması gerekmektedir. Buluttaki elektrik alan şiddeti değeri yeterince arttığında bulut – bulut veya bulut – yeryüzü deşarjı görülür. Eğer yeryüzündeki alan çeşitli sebeplerden ötürü (yüksek kuleler, gökdelenler, v.b.) bozulmuşsa bu takdirde de yeryüzü bulut deşarjı görülebilmektedir. Bulut yeryüzü deşarjı, bulutun pozitif veya negatif yüklü bölgelerinden aşağıya veya yeryüzündeki pozitif veya negatif yüklü sivri uçlarından yukarıya başlayabildiği için, dört çeşitte olabilir .

Yukarıya Çıkan Yıldırım Bu tip yıldırımlar genelde yerin pozitif yüklü sivri bölgelerinden, bulutun negatif yüklü bölgesine başlayan ön boşalmalar seklinde görülür. Deşarjlar genelde düzgün araziler üz erindeki çok yüksek yapılardan (GSM kuleleri), veya yeryüzünün yüksek dağlık kesimlerinden başlarlar. Bu yüksek kesimlerin sivri uçlarından buluta doğru ön boşalmalar baslar. Bu sırada 1 ila 10kA arasında değişen akımlar görülür. Deşarj tam olgunlaştığında akim değeri 10kA’ i bulur.

Aşağıya İnen Yıldırım Bir bulutun alt kısmındaki enerji yeterli seviyeye geldiği zaman toprağa doğru bir elektron demeti harekete geçer. Birinci demet 10 ile 50 metrelik mesafeyi 50 000 – 60 000 km/sn arasındaki hızla kat eder. 30 ile 100 mikron saniye süren bir aradan sonra ikinci bir deşarj birinci deşarjın yolunu izler ve birinciden 30 ile
50 metre arası daha ileri gider. Daha sonra üçüncü deşarj ardından dördüncü deşarj meydana gelir. Her bir deşarj öncekinden 30 ile 50 metre ileri giderek şimşeğin ucunun yeryüzüne yaklaşmasını sağlar. Ön boşalma yere yaklaştıkça elektrik alanı havanın delinme dayanımı üzerine çıkacak kadar artar. Böylece yeryüzünün sivri bir noktasından bir boşalma yukarıya doğru ilerleyerek ön boşalma ile birleşir. Yaklaşık 50.000km/sn’ lik bir hızla aşağıdan yukarıya doğru iyonizasyonlu ve kanalda depo edilen yükü toprağa boşaltır. Bu deşarj esnasında 200 000 ampere kadar çıkan akim 100 milyon voltluk bir gerilim ile toprağa akar.

Uyurken beynimizde neler oluyor?
Eğer bir insanın başına ‘elektroensephalograf’ (ezberlemeniz gerekmez!) adını taşıyan bir cihaz bağlarsanız, o insanın yaydığı beyin dalgalarını kaydedebilirsiniz. Uyanık ve hareketsiz durumdaki bir insanın beyni, saniyede 10 kez salınım yapan ‘alfa’ dalgaları yayar. Hareketli bir insanın beyni ise, şahmını iki kez fazla olan ‘beta’ dalgalan yayar. Uyku sırasında ise beyin, salınımları çok daha az olan iki tür dalgayı, ‘teta’ ve ‘delta’ dalgalarını yayar. ‘Teta’ dalgalarının sa-lınımı saniyede 3.5 ila 7 arasında olup, ‘delta’ dalgalarmınki saniyede 3.5′tan azdır.

İnsanın uykusu derinleştikçe, beyin dalgaları da yavaşlar. İnsanda en derin ve uyandırılmasmın en zor olduğu uyku zamanında, beyin artık ‘delta’ dalgaları yaymaya başlamıştır. Şimdi geldik işin en ilginç yönüne. İnsan gece uykudayken çeşitli zamanlarda beklenmeyen şeyler oluşur. İngilizce’deki ‘Hızlı Göz Hareketleri’ kelimelerinin baş harflerinden alınarak ‘REM’ uykusu da denilen ve insanların çoğunluğunda bir gecede 3-5 kez görülen bu safhada, beyin dalgaları uyanık bir insa-nınki kadar hızlanır.

Bir insanı veya bir köpeği REM uykuları sırasında seyrederseniz, gözlerinin öne ve arkaya hızla titrediğini görürsünüz. REM uykusu safhasında köpeklerin çoğunda, insanların ise bir kısmında, kollarda, bacaklarda ve yüz kaslarında seğirmeler de görülebilir. Rüya REM uykusu safhasında olur. Bu safhadaki bir insanı uyandırırsanız, rüyasını çok canlı olarak hatırlar ve anlatabilir. REM safhası dışındaki uykularda insanlar genellikle rüya görmezler. Geceleri iyi bir uyku çekebilmek için, hem REM, hem de bunun dışındaki safhaların birlikte yaşanması gereklidir. REM kısmı uyku süresinin yüzde 25 kadarını kapsamalıdır. Normal uykudaki bir REM veya rüya bölümü 5 ila 30 dakika sürer.
Garip yasaklar
- Arabasının altında birinin bulunduğunu gören sürücününotomobilini çalıştırması yasaktır. (Danimarka)
- Otomobilinin karşısına at arabası çıkan sürücü, otosunukenara çekmek zorundadır. (Danimarka)
- Demiryolunda öpüşmek yasaktır. (Fransa)
- Domuzlara “Napolyon” isminin verilmesi yasaktır.(Fransa)
- Yağmur yağarken çimler sulanamaz. (Kanada)
- Koleje gitmek için entelektüel biri olmak zorundasınız.(Çin)
- Kapılar ve pencereler pembe renkte olmak zorundadır.(Kanada-Kanata)
- Ağaca tırmanmak yasaktır. (Kanada-Oshawa)
- Bank Street’te pazar günleri dondurma yemek yasaktır.(Kanada-Ottowa)
- Yong Caddesi’nde ölü atları pazar günü sürüklemekyasaklanmıştır. (Kanada-Toronto)
- Kadınların toplu taşım araçlarında çikolata yemesiyasaktır. (İngiltere)
- Tropikal balık satıcıları hariç Kadınların halka açıkyerde üstsüz gezmesi yasaktır. (İngiltere-Liverpool)
- Etek giyen erkekler tutuklanır. (İtalya)
- Pazar günleri balık avlamak yasaktır. (İskoçya)
- İnek sahiplerinin sarhoş olması yasaktır. (İskoçya)
- Kapınızı çalıp sizden “klozetinizi isteyen birini” içerialmak zorundasınız. (İskoçya)
- Pazar günü çamaşır asmak yasaktır. (İsviçre)
- Çocukların sigara satın alması yasak, içmesi serbesttir.(Avustralya)
- Patikada sağ elinin üzerinde amuda kalkarak yürümekyasaktır. (Avustralya)
- Pazar günleri pembe pantolon giymek yasaktır.(Avustralya-Victoria)
- Araba kullandığınız zaman gömlek giymek zorundasınız.(Tayland)
- İç çamaşırsız gezmek yasaktır. (Tayland)
- Metroda sakız çiğneyen tutuklanır. (Singapur)
- Kuaförde saç kurutucusunun altında uyuyan kadın ve salonsahibi para cezasına çarptırılır. (ABD-Florida)
- Hollywood Bulvarı’nda 2 binden fazla koyun varsa arabakullanmak yasaktır. (ABD-Hollywood)
- Sanık sandalyesinde ağlamak yasaktır. (ABD-Los Angeles)
- U dönüşü yapmak yasaktır. (ABD-Teksas)
Evde içki içmek yasaktır. (ABD-Indiana)
- Birisinin arkasından konuşmak ve dedikodu yapmakillegaldir. (ABD-Indiana)
- Berberlerin çocukların kulağını kesmesi yasaktır.(ABD-Indiana)
- Polisler, ikaz etmek amacıyla köpekleri ısırabilir.(ABD-Ohio)
- Birine yılan atmak yasaktır. (ABD-Ohio)
- Eşeklerin banyo küvetinde uyuması yasaktır.(ABD-Arizona)
- Çorbayı höpürdeterek içmek yasaktır. (ABD-New Jersey)
- Ayakkabıyla uyumak yasaktır. (ABD-Oklahoma)
- Lolipop yemek yasaktır. (ABD-Washington)
- Buzdolabının kapısı açıkken önünde uyumakyasaklanmıştır. (ABD-Pennsylvania)
- Banyoda şarkı söylemek yasaktır. (ABD-Pennsylvania)
- Ana caddede traş olmak yasaktır. (ABD-Mississippi)

Aylar ve anlamları
Olay, Sezar döneminde geçiyor.

Julius Sezar, takvimdeki karışıklıkları çözmesi için Mısırlı astronomi bilgini Sosigenes’e emir veriyor.
o zamanlarda 1 yılın 365 gün 6 saat sürdüğü biliniyor.

Sosigenes de çözüyor :
HER YIL 365 GÜN ÇEKECEK.
HER YILDAN 6 SAAT ARTACAK.
ARTAN SAATLER 4 YILDA BİR TAKVİME EKLENECEK VE O YIL 365 + 24 SAAT = 366 GÜN OLACAK.

366 gün 12 eşit parçaya bölünmediği için 6 ay 30 gün, diğer 6 ay 31 gün çekecek.
Peki 365 gün çeken yıllarda aylara göre dağılım nasıl olacak ?
Yüce Sezar emir veriyor :
365 GÜN ÇEKEN YILLARDA EN SON AYDAN 1 GÜN DÜŞÜLSÜN.

O zamanlar yılbaşı, Mart ayında. yani Şubat, yılın son ayı. (September=7, October=8, November=9, December=10 da buradan geliyor)
Böylece Şubat ayı, 4 yılda bir 30 gün, diğer yıllarda 29 gün olmuş.

Yüce Sezar, bununla da yetinmeyip aylardan birine kendi ismini vermiş : JULIUS, yani JULY.

Sonradan imparator olan Augustus, Sezar’dan aşağı kalmamış ve sonraki
aya kendi ismini vermiş : AUGUSTUS, yani AUGUST.

Ancak Julius Sezar’ın ayı 31 günken Augustus’un ayı 30 gün olur mu ?
O da emir vermiş : YILIN SON AYINDAN 1 GÜN DAHA ALIN, BENİM AYIMI DA 31 GÜN YAPIN.

Zavallı Şubat’tan 1 gün daha alınmış ve Ağustos’a eklenmiş. O gün bu gündür Şubat ayı, 4 yılda bir 29 gün, diğer yıllarda 28 gün,

Sezar’ın ayı Temmuz ve Augustus’un ayı Ağustos da peş peşe 31 gün çeker oluvermiş.

Aylar ve anlamları
Olay, Sezar döneminde geçiyor.

Julius Sezar, takvimdeki karışıklıkları çözmesi için Mısırlı astronomi bilgini Sosigenes’e emir veriyor.
o zamanlarda 1 yılın 365 gün 6 saat sürdüğü biliniyor.

Sosigenes de çözüyor :
HER YIL 365 GÜN ÇEKECEK.
HER YILDAN 6 SAAT ARTACAK.
ARTAN SAATLER 4 YILDA BİR TAKVİME EKLENECEK VE O YIL 365 + 24 SAAT = 366 GÜN OLACAK.

366 gün 12 eşit parçaya bölünmediği için 6 ay 30 gün, diğer 6 ay 31 gün çekecek.
Peki 365 gün çeken yıllarda aylara göre dağılım nasıl olacak ?
Yüce Sezar emir veriyor :
365 GÜN ÇEKEN YILLARDA EN SON AYDAN 1 GÜN DÜŞÜLSÜN.

O zamanlar yılbaşı, Mart ayında. yani Şubat, yılın son ayı. (September=7, October=8, November=9, December=10 da buradan geliyor)
Böylece Şubat ayı, 4 yılda bir 30 gün, diğer yıllarda 29 gün olmuş.

Yüce Sezar, bununla da yetinmeyip aylardan birine kendi ismini vermiş : JULIUS, yani JULY.

Sonradan imparator olan Augustus, Sezar’dan aşağı kalmamış ve sonraki
aya kendi ismini vermiş : AUGUSTUS, yani AUGUST.

Ancak Julius Sezar’ın ayı 31 günken Augustus’un ayı 30 gün olur mu ?
O da emir vermiş : YILIN SON AYINDAN 1 GÜN DAHA ALIN, BENİM AYIMI DA 31 GÜN YAPIN.

Zavallı Şubat’tan 1 gün daha alınmış ve Ağustos’a eklenmiş. O gün bu gündür Şubat ayı, 4 yılda bir 29 gün, diğer yıllarda 28 gün,

Sezar’ın ayı Temmuz ve Augustus’un ayı Ağustos da peş peşe 31 gün çeker oluvermiş.
Çağlayan nedir ?

Çağlayan yüksek bir yerden daha alçak bir yere düşen akarsudur .Genellikle bir ırmak ya da çayın sert kayaçlı bir yöreden daha yumuşak kayaçlı bir yöreye geçtiği kesimlerde oluşur. Yumuşak kayaçların daha hızlı aşınması dik bir uçurumun oluşmasına yol açar. Böylece sular bu uçurumdan aşağıya dökülür. Buzul hareketlerinin ırmak yataklarını akan sulardan daha derin biçimde oymasıyla ortaya çıkmış çağlayanlar da vardır. Çağlayanlar elektrik üretmeye yarar .Güzel manzaralarıyla da çok çekici yerlerdir . Ömeğin Antalya'daki Manavgat Çağlayanı ilin görülmeye değer yerlerindendir

Yakamoz nedir ?

"Genellikle yanlış bilinen ""Yakamoz"" ayışığının suya, denize vuran yansıması değildir. Yakamoz bir canlıdır, latince ismi Noctiluca Milliaris olan bu canlı, bir biçimde ateş böceğinin denizde yaşayan versiyonudur. Luminisens maddesini vücudunda barındıran bu canlıya dokunulduğunda bir ışık saçar. Bu canlı bir planktondur, yani milimetrik boyutlarda bir canlıdır. Bunlardan milyonlarcası bir araya geldiğinde geceleri bir kayık geçerken, veya bir balık sürüsü geçtiğinde bu canlılara çarparak ışık çıkartmalarına neden olurlar.
O yüzden balıkçı sandallarında yüksek bir direk ve bu direğin ucunda oturulacak bir yer vardır. Gırgır motorlarının köprülerinin çok katlı ve en üst kattan bile kumanda edilebiliyor olmalarının bir sebebi de budur. Balıkçılardan biri buraya oturarak ay olmayan geceleri balıkların yakamoz yaparak geçtikleri yolları görüp dümenciyi oraya yönlendirirler veya doğrudan kendileri tekneye (gemiye) kumanda eder. O yüzden Lüfer avlarken Lüks ışığı kullanılır, ışık balık gelsin diye değil misinanın değdiği, yakamozların çıkardığı ışıktan Lüfer korkmasın diye Lüks ışığı ile yakamoz ışığını öldürmek için kullanılır.
Kelimeleri harcarken yanlışlara düşmeyelim. Esasında Yakamoz (eğer göreniniz varsa bilir) olağan üstü bir şeydir, Yakamoz olduğunda denizde uzun floresan lambalar yanıyormuş gibi olur. Ama bunun için ay ışığı olmaması gerekir. Ay ışığında (daha baskın olduğu için) göremezsiniz. O kadar muhteşemdir ki, o anda tüm romantizm biter sanki uzaylılar gelmiş gibi denize yönelirsiniz. Birde Yakamozlu ve Ay ışıksız gecelerde denize girince pırıl pırıl uzaylı gibi olursunuz. Özellikle gece dalışlarında (scuba) dalış sonrası su yüzeyine çıkınca yakamozlar binlerce yıldız halinde parmaklarınızın arasından büyüleyici biçimde geçerler
Başta insan olmak üzere bütün omurgalılar ağız, akciğerler ve ses tellerini kullanarak ses çıkarır. İnsanın sesi konuşmasına, şarkı söylemesine, mırıldanmasına, bağırmasına olanak verir. İnsan sesinin oluşması için önce akciğerlerden gelen hava soluk borusuna dolar ve buradan dışarı çıkar. Soluk borusunun üst bölümünde gırtlak yer alır. Gırtlakta ses telleri bulunur. Sert lifleri andıran ses telleri tıpkı bir kemanın telleri gibi iş görür. Akciğerlerden gelen havayla titreşir ve insan sesinin çıkmasını sağlarlar. İnsanlar gırtlak kasları, ağız, dudak ve dişlerinin yardımıyla bu sesleri sözcüklere dönüştürürler
KIZ İSİMLERİ VE ANLAMLARI
Ahsen: Daha güzel, en güzel.
Aişe: Yaşayan, zenginlik ve bolluk gören.
Amine: Gönlü emin, kalbinde korku olmayan Peygamberimiz’in annesinin adı (Emine)
Asude: Rahatlamış, keder ve sıkıntıdan uzak.
Asuman: Gök, sema.
Ayşegül: Gül renkli, canlı ve güzel.
Ayşen: Ay gibi parlak, neşeli, sevimli.
Ayşenur: Nurlu, ışıltılı hayat.
Banu: Kadın, hanımefendi, prenses.
Bedia: Örneksiz yaratan ve örneksiz yaratılmış, güzel, eşsiz.
Bengisu: Ebedilik, ölümsüzlük veren su.
Betül: Bakire, namuslu kadın.
Beyza: Ak, bembeyaz, lekesiz.
Binnur: Nurla özdeşleşmiş.
Büşra: Müjde, sevinçli haber.
Canan: Sevgili, sevilen kadın, yar.
Didem: Gözüm
Dilan: Gönül dostu.
Dilara: Gönül alan, gönül kapan, gönlü dinlendiren.
Dilşad: Gönlü hoş, sevilmiş.
Eda: Naz, cilve.
Emel: Ümit, hülya.
Emine: Güvenilir, inanılır kadın.
Fatma, Fatıma: Sütten kesilmiş.
Feride: Eşşiz, benzeri olmayan, kibirli gururlu.
Feyza: Bolluk, çokluk.
Füsun: Büyü, sihir, şaşırtıcı güzelliğe sahip.
Gülbanu: Gülhanım. Gül gibi güzel kadın.
Gülcan: Gül gibi güzel canlı.
Gülizar: Gül yanaklı.
Gülperi: Gizli gül.
Gülşah: Güllerin şahı.
Günnur: Güneş ışığının aydınlığı.
Handan: Güleryüzlü.
Hatice: Vakitsiz erken doğan kız çocuğu.
Hülya: Hayal, kuruntu, vehim.
Hümeyra: Pembelik.
Jale: Sabah çiceklerin üzerinde görülen su damlacığı, kırağı.
Jülide: Karmakarışık, dağınık.
Kübra: Büyük olan.
Latife: Yumuşak, hoş, mülayim.
Leyla: Çok karanlık gece.
Macide: Şan ve şeref sahibi.
Mehlika: Ay yüzlü güzel.
Mehpare: Ay parçası, çok güzel.
Melda: Genç körpe ve nazik.
Meryem: İbadete düşkün insan.
Mihriban: Şefkatli, merhametli, muhabbetli.
Muazzez: İzzet ve şeref sahibi.
Mukadder: Takdir olunmuş ve kıymeti bilinmiş.
Mukaddes: Kutsal, temiz.
Müberra: Temize çıkmış, arınmış, müstesna.
Mücella: Parlatılmış, parlak.
Müjgan: Kirpikler
Münire: Nurlandıran, ışık veren.
Müzeyyen: Süslenmiş.
Nadide: Görülmemiş, çok değerli.
Nadiye: Seslenen.
Nâlân: İnleyen, feryad eden.
Nazan: Nazlı.
Nazife: Temiz, pak.
Necla: Çocuk, evlat.
Nermin: Yumuşak.
Nigar: Sevgili
Nihal: Sevgili, düzgün fidan.
Nihan: Gizli, saklı, bulunmayan.
Nuran: Nurlu, runa ait.
Nuray: Işık saçan ay.
Nurbanu: Nur yüzlü hanım, gelin, prenses.
Nurcan: Canlı, neşeli, hayat dolu.
Nurefşan: Aydınlık veren, ortalığı ışık içinde bırakan.
Nurgül: Gülün en parlak olanı.
Nuriye: Işıklı.
Nurten: Teni ışık gibi beyaz olan.
Rahime: Hafif sesli, latif konuşan kadın.
Rüveyda: Hoş, ince, nazik.
Saadet: Mutluluk.
Sabâhat: Güzellik, letafet.
Sabiha: Güzel, latif, şirin.
Saime: Oruç tutan kimse, oruçlu.
Saliha: Dinin emir ve yasaklarına uyan, iyi ahlak sahibi kadın.
Semra: Esmer.
Sena: Övgü ile ilgili, şimşek parıltısı.
Serpil: İyi geliş, büyü, güzellik.
Seval: Severek al, hep sev.
Süeda: Uğurlu insanlar.
Süheyla: Yumuşak iyi huylu kadın.
Süreyya: Ülker yıldızı.
Süveyda: Kalpteki gizli günah.
Şahika: Zirve, doruk.
Şebnem: Çiğ, kırağı.
Şemsinur: Nurun güneşi.
Şermin: Utangaç, mahçup.
Şevval: Arap takviminin 10. ayı.
Şeyda: Aşk çılgını, aşık.
Şule: Ateş alevi.
Şükriye: İyilik bilme.
Tuba: Kökü yukarıda, dalları aşağıda cennet ağacı.
Türkan: Benzerlerinin arasında nitelikleriyle ayrılan.
Vildan: Yeni doğmuş çocuklar, cennet çocukları.
Zehra: Çok beyaz ve parlak yüzlü. Peygamberimiz’in kızı Hz. Fatıma’nın lakabı.
Zerrin: Altından mamul, parlak.
Zeynep, Zeyneb: Değerli taşlar, mücevherler.
Zübeyde: Öz, asıl, cevher.


ERKEK İSİMLERİ VE ANLAMLARI
Abdullah: Allah’ın kulu.
Abdurrahim: Rahim’in (Allah’ın sıfatlarındandır) kulu.
Abdurrahman: Rahmanın kulu.
Abdülhamid: Bütün varlığın diliyle övülmüş Allah’ın kulu.
Abdülkadir: Her şeye gücü yeten Allah’ın kulu.
Ahmet: En çok övülmüş, methedilmiş, beğenilmiş.
Akif: Bir şeyde sebat eden.
Ali: Yüce, ulu.
Alparslan: Arslan gibi cesur ve yiğit, savaş beyi.
Alperen: Yiğit, bahadır.
Arif: Meşhur, çok tanınmış, irfan sahibi.
Asım: Günahtan, haramdan çekinen.
Avni: Yardımla ilgili, yardıma ait.
Aytekin: Ay şehzadesi.
Aziz: Muhterem, sayın.
Bahadır: Savaşlarda yılmazlığıyla üstünlük kazanan kişi.
Bahattin, Bahaddin: Dinin değeri, değerlisi.
Bârân: Yağmur.
Baykal: Yaban kısrağı, deniz, derya.
Behçet: Güleryüzlülük.
Behzat: Doğuştan iyi.
Beşir: Müjdeci.
Bülent: Yüksek, yüce, uzun.
Cafer: Küçük akarsu, çay, sütü bol deve.
Cahit: Çalışan, gayret eden, çabalayan.
Celal: Ululuk.
Celil: Çok büyük ve ulu.
Cemil: Güzel.
Cevdet: İyilik, kusursuzluk.
Cihan: Alem, kainat.
Cüneyt: Küçük asker, askercik.
Emin: Korkusuz kimse, emniyette olan.
Emre: Aşık, müptela.
Erdem: Fazilet, maharet.
Erdinç: Duru, güçlü erkek.
Erdoğan: Yiğit doğan.
Ergun: Sert başlı, oynak ve hızlı giden at.
Ergün: Yumuşak, uysal kimse.
Erhan: İyi adaletli hükümdar.
Ertan: Dericilerin yaprağıyla deri boyadıkları bir nevi ağaç.
Ertuğrul: Dürüst, doğru, yiğit.
Ertunga: Yiğit, hakan.
Esat: Oldukça mutlu, çok hayırlı.
Eyüp, Eyyüp: Sabırlı, günahlarına tevbe eden.
Fahrettin: Dinin övdüğü.
Fahri: Övünmeye mensup.
Faruk: Doğruyu yanlıştan ayıran. Hz. Ömer’in lakabı.
Fatih: Fetheden, İslam’a açan.
Fazıl: Fazilet sahibi.
Ferhat: Sevinç, neşe.
Fethi: Fethe mensup.
Fevzi: Galip gelen.
Fuad: Kalp, yürek, gönül.
Furkan: Hakkı batıldan ayırma.
Gökhan: Uranüs gezegeni.
Gültekin: Genç delikanlı, nazik.
Gürhan: Hanlar hanı.
Gürkan: Genç, taze.
Habib: Sevgili.
Hakkı: Doğrulu ve insaf sahibi.
Halid: Sonsuz, daim.
Halis: Hilesiz, katkısız.
Hamdi: Şükreden, şükredici.
Hamdullah: Allah’ın övgüsü.
Hamza: Heybetli, azametli anlamında, aslan.
Hasan: Güzellik, iyilik sahibi.
Hilmi: Yumuşak huylu, sakin tabiatlı.
İbrahim: İnananların babası.
İhsan: İyilik etem.
İlyas: Yağmurlara hükmeden İsrail peygamberi.
İsa: Dört büyük peygamberden biri.
İsmail: Hz. İbrahim’in oğlu.
Kâmil: Tam, noksansız.
Kâzım: Öfkesini yenen kimse.
Kemal: Olgunluk.
Kerem: Asalet.
Kerim: Kerem sahibi.
Lütfi: Hoşluk, güzellik.
Mahmut: Hamd olunmuş, övülmüye değer.
Mansur: Yardım olunmuş.
Mehmet: Muhammed isminin Türkçede Peygambere saygı dolayısıyla aldığı biçim.
Memduh: Övülmüş.
Metin: Metanetli, sağlam, özü sözü doğru.
Mirkelam: Güzel, nazik konuşan kimse.
Muammer: Yaşayan.
Muaz: Korunan, izzet sahibi.
Muhammed: Tekrar tekrar övülmüş. Peygamberimiz’in isimlerindendir.
Muharrem: Haram kılınmış.
Muhsin: İyilikte bağışta bulunan.
Mustafa: Temizlenmiş, seçilmiş, güzide.
Mükremin: İkram olunmuş.
Naci: Kurtulan, selamete kavuşan.
Nail: Muradına eren.
Naim: Bollukta yaşayan.
Necati: Kurtulmaya mensup.
Necdet: Korkusuz olmak, yiğitlik.
Necip: Soyu sopu temiz.
Necmeddin: Dinin yıldızı.
Nihat: Huy, yaratılış.
Nuri: Nurlu.
Nurullah: Allah’ın nuru.
Oğuz: Mübarek, saf, iyi yaratılışlı.
Orhan: Şehrin yöneticisi, hakimi.
Recai: Allah’a yalvaran.
Recep: Gösterişli, heybetli.
Rıdvan: Rıza, razı olma.
Rıfat: Yükseklik, yücelik.
Rıfkı: Yumuşaklık.
Rıza: Hoşnutluk.
Ruşen: Aydın, parlak.
Rüstem: Yiğit, kahraman.
Sacid: Secde eden.
Said: Mübarek, kutlu, uğurlu.
Sedat: Doğru ve haklı.
Sezâi: Uygun, yaraşan.
Sıtkı: İç yürek temizliği.
Süleyman: Huzur, sükun.
Şükrü: Şükretme.
Tahsin: Güzel bulma, beğenme.
Târık: Sabah yıldızı.
Tuncer: Tunç gibi güçlü kimse.
Turan: Eski İranlılara göre Türk ülkesi.
Turhan: Soylu seçkin kimse.
KIZ İSMİ
ANLAMI
ADA
Her tarafı sularla çevrili kara parçası
AFET
Ortalığı birbirine katacak kadar güzel kadın
AĞIT
Edebiyatta bir şiir türü
AHENK
Uyum
AHU
Ceylan , karaca
AJLAN
Hızlı,çabuk,telaşlı
AKARSU
Akan su
AKASYA
Güzel kokulu bir süs bitkisi
AKSU
Anadolu'da değişikm boylarda bir çok akarsuyun adı.
ALBA
Sevgililerin ayrılışını konu alan bir Fransız şarkı türü
ALEV
Yanan cisimlerin türlü biçimde uzanan dili
ALGIN
Birine gönül vermiş ,vurgun,tutkun
ALPİKE
Kahraman kraliçe.
ALTIN
Yüksek değerli bir maden
ARYA
Operada sanatçının orkestra eşliğinde söylediği uzun şarkı
ARZU
Herhangi bir şey için duyulan aşırı istek
ASENA
Güzel,alımlı kadın.
ASLI
Kerem ile Aslı öyküsündeki kadın kahraman.
ASU
Azgın huysuz(at)
ASUMAN
Gökyüzü.
ASYA
Dünyanın en büyük kıtası
ATLAS
Mitolojide dünyayı sırtında taşıdığına inanılan Tanrı
AYBİKE
Ay gibi güzel  kız.
AYBİRGEN
Ayveren
AYÇA
Yay biçimindeki ay
AYÇİÇEK
Günçiçek
AYDA
Dere kıyılarında yetişen bir bitki.
AYDAN
Güzelliğini aydan almış,ay gibi parlak ve güzel.
AYEVİ
Ay çevresinde oluşan ışık çemberi
AYKIZ
Ay-kız
AYLA
Kimi yıldızların dolayındaki ışık çemberi
AYLİN
Ayla.
AYSAR
Ayın evrelerine göre huyu değişen kimse.
AYSIN
Sen aysın ,ay kadar güzel sin.
AYSU
Ay-su
AYŞE
Rahat ve huzur içinde yaşayan.
AYŞEGÜL
Ayşe-gül
AYŞENUR
Ayşe-nur
BADE
Aşk , kutsal sevgi
BAĞLAN
Büyük bir kuş türü
BAHAR
Bir mevsim ve bu mevsimde ağaçlarda açan çiçek
BAKLAN
Büyük bir kuş türü
BALA
Yavru çocuk
BALKIN
Pırıldayan,parlak
BALKIZ
Bal kadar tatlı kız
BANU
Prenses.HAnımefendi
BAŞAK
Arpa çavdar gibi ekinlerin tanelerini taşıyan baş
BEGÜM
Hindistan'da prenslerin annelerine verilen ad
BELDE
Memleket,şehir,kasaba
BELEN
Bel
BELEN
İki tepe arasındaki alçak kısım
BELGİN
Kesin ve eksiksiz belirlenen
BELİZ
İşaret,iz
BENAN
Parmak uçları
BENEK
Namuslu kadın,
BENGİ
Sonu olmayan , sonsuz
BENİZ
Yüz
BERGÜZAR
Anılmak için verilen şey , andaç
BERİA
Olgunluk ve güzelliğiyle üstün olan sevgili
BERİL
Zümrüt
BERNA
Genç,körpe,delikanlı
BERRAK
Duru
BERRAN
Keskin,kesici
BESİSU
Bitkilerin damarlarında dolaşan besleyici su
BESTE
Bir müzik parçasını oluşturan ezgilerin tümü
BESTENİGAR
Türk müziğinde bileşik bir makam
BETÜL
Namuslu kadın,Hz Meryem ve Hz Fatma`nın lakapları.
BEYZA
Çok beyaz,lekesiz
BİKE
Evlenmemiş,çocuğu olmamış kadın.
BİLGE
Çok bilgili ve bilgisini yararlı kullanan kişi
BİLGÜN
Bil-gün
BİLHAN
Çok bilgili
BİLLUR
Pek duru , pürüzsüz
BİRİCİK
Tek ,birtane
BUĞDAY
Buğdaygillerden öğütülerek un yapılan bitki
BUKET
Çiçek demeti
BURCU
Güzel koku
BURÇAK
Bir bitki
BURÇİN
Dişi ördek
BUSE
Öpücük
BÜKÜM
Bükme eylemi
BÜŞRA
Müjde,sevinçli haber.
CANA
"Can"ın - e hali
CANAN
Gönülden sevilmiş , yar
CANDAN
İçten , gönülden
CANFEZA
Müzikte bileşik bir makam
CANKIZ
Sevilen,sevimli ,şirin kız
CANOVA
Can-ova
CANSU
Yaşam veren su
CEMRE
Bahardan az önce bir hafta arayla su,hava ve toprakta oluştuğu sanılan sıcaklık yükselişi
CEREN
Ceylan
CEVZA
İkizler burcu
CEYDA
Uzun boyunlu ve güzel
CEYLAN
Gözlerinin güzelliğiyle ünlü,ince bacaklı,hızlı koşan,zarif bir hayvan
ÇAĞLA
Kayısı,erik gibi yemişlerin olgunlaşmamış hali
ÇAKIL
Su yataklarında sürtünmeyle yuvarlaklaşmış küçük taşlar.
ÇİÇEK
Bir bitkinin değişik renklerle bezenmiş kokulu bölümü
ÇİĞDEM
Akdeniz çevresinde yetişen çok renkli kır bitkisi
ÇIĞLIK
İnce ve keskin bağırış
ÇİLEK
Yabani olarak çayırlarda yetişen meyveli bitki.
ÇİLER
Şarkılar söyleyen ,şakıyan.
ÇİM
Süs amacıyla ekilen ve yetiştirilen küçük bitkiler
ÇİMEN
Kendiliğinden yetişmiş çim
ÇİSE-M
Hafif  yağan yağmur-um.
ÇİSİL
İnce ince yağan yağmur
ÇOLPAN
Çoban yıldızı
DAMLA
Yuvarlak biçimde,çok küçük miktarda su vb. sıvı
DEFNE
Yaprakları güzel kokulu,yaz kış yeşil olan bir bitki
DEMET
Çiçek bağlamı , deste
DEMRE
Noel Baba'nın doğduğu sanılan tarihi yer
DENİZ
Yeryüzünün çoğunu örten engin su
DERYA
Büyük deniz
DESEN
Çiçek,çizgi gibi süs şekilleri
DESTEGÜL
Mevlevi dervişlerinin giydiği ince kumaştan yelek
DEVİN
Hareket ,kımıldanış
DİCLE
Bir nehir adı
DİDEM
Gözüm gibi sevdiğim,sevgilim
DİLARA
Gönül alan ,gönül okşayan.
DİLAY
Gönlü aydınlatan ay
DİLEK
İstek ,rica
DİLEM
Gönül ilacı
DİLNİŞİN
Gönülde yer tutan,hoş,güzel
DİLRÜBA
Gönlü şen,dertsiz
DİLSU
Dil-su
DİLŞAH
Gönül şahı,sevgili
DOLUNAY
Ayın tam yuvarlak olduğu an
DUYGU
Kişi,olay ve nesnelerin bireyin iç dünyasında uyandırdığı izlenim
EBRU
Hareli boyama yöntemi
ECE
Kraliçe
ECMEL
Çok güzel
EDA
Tavır,davranış
EGE
Türkiye'nin batısında yer alan deniz
ELÇİN
Deste,tutan
ELİF
Arap alfabesinin ilk harfi
ELVAN
Renkler,çeşitler
ESEN
Sağlıklı,salim
ESİN
Sabah rüzgarı
ESNA
Yüksek,yüce
ESRA
En çabuk,çok çabuk
ETİ
Hitit
EVİN
Bİr şeyin içindeki öz
EYLÜL
Sonbaharda bir ay adı
EZGİ
Melodi
FERAH
Aydınlık , iç açıcı
FERAY
Ayışığı,ayın parlaklığı
FERDA
Gelecek zaman,yarın
FEYZA
Bolluk,çokluk
FİDAN
Yeni yetişen ağaç
FİGEN
Yaralayan,kıran
FİRUZE
Açık mavi renkte,değerli bir süs taşı
FULYA
Güzel kokulu bir çiçek
FUNDA
Kurak yerlerde yetişen bir ağaçcık
FÜRUZAN
Parlayan,parlak
FÜSUN
Büyü
GAMZE
Gülerken yanaklarda beliren çukur
GAYE
Amaç , erek
GECE
Gün batımından ağarmasına kadar geçen süre
GELİNCİK
Yazın kırlarda yetişen,parlak kırmızı renkli bir çiçek
GERÇEK
Yakıştırma veya yalanı olmayan
GİZEM
Sır
GONCA
Tam açılmamış çiçek
GÖKÇE
Gök mavisi,güzel
GÖKSU
Türkiye'nin çeşitli yerlerinde bulunan akarsuların adı
GÖLGE-N
Güneş ışınlarından koruyan (senin) karartın
GÖZDE
Çok sevilen,beğenilen nitelikte
GÖZEN
İlgi çekici,samimi
GÜHER
Cevher
GÜLBAHAR
Ebru yapmakta kullanılan koyu kırmızı toprak rengi
GÜLÇİN
Gül toplayan
GÜLFEM
Gül ağızlı
GÜLGÜN
Gül renkli
GÜLİSTAN
Gül bahçesi
GÜLİZ
Gül-iz
GÜLİZAR
Alaturka müzikte bir bileşik bir makam
GÜLRİZ
Gül saçan
GÜLŞAH *
"Baraka" ile "Gülşah" öyküsünün kadın kahramanı
GÜL-ÜM
Bana ait olan gül
GÜLÜMSE
Tebessüm et
GÜNÇİÇEK
Ayçiçek
GÜVERCİN
Barışı temsil eden kuş
GÜZ
Sonbahar
GÜZEL
Hoşa giden,hayranlık uyandıran
GÜZİN
Seçilmiş,seçkin
HANDAN
Güleç,sevinçli
HARİKA
Sıradanlığın üstündeki nitelikleriyle insanda hayranlık uyandıran
HASLET
Doğuştan gelen güzel huy
HAYAL
Varmış,olmuş gibi zihinde canlandırılan imge.
HAZAL
Kuruyup dökülen ağaç yaprakları
HAZAN
Sonbahar
HAZAR
Barış
HAZİRAN
Yaz aylarından biri.
HECE
Bir solukta çıkarılan ses öbeği
HEVES
Bir şeye duyulan istek
HİLAL
Ayın yay biçimindeki görünüşü
HOŞSEDA
Hoşa giden ses
HÜLYA
İnsanın kurduğu tatlı düş
HÜMA
Efsanelerde geçen,yere konmayıp sürekli gökte kaldığına inanılan cennet kuşu
HÜMEYRA
Kızıllık,pembelik
HÜNER
İnce ve şaşırtıcı ustalık
HÜRREM
Sevinçli,güleryüzlü
HÜSNA
Pek çok güzel
HÜSÜN
Güzellik
İDİL
İçten ve saf aşk.
İLAYDA
Su perisi.
ILGAZ
Atın dört nala koşması
ILGIM
Serap
ILGIN
Süs bitkisi
İLGÜN
Ulus,halk.
İLKBAHAR
Yılın ılık mevsimi.
İLKE
Temel alınan düşünce , kural
İLKYAZ
İlkbahar
İLSU
İl-su
İLTER
Yurdu koruyan ,yurtsever.
İMGE
Gerçekleşmesi çok zor olan düş
İMREN
Görünen şeyi edinme isteği.
İNCİ
Süslemede kullanılan ,istiridyede yetişmiş değerli madde
İNCİLAY
Parlama,ışıldama
İPAR
Yüksek dağların kar tutmayan yerlerinde yetişen çiçek.
İPEK
İpekböceği kozasından elde edilen ince ,parlak kumaş
IRAZ-CA *
Rıza gösteren,boyun eğen
İREM
Bahçeleriyle ünlü masal kenti
İRİS
Mitolojide Tanrıların elçisi
IRMAK
Akarsuların en büyüğü
IŞIK
Aydınlatmada kullanılan fiziksel enerji
IŞIL
Kımıltılı ışık
IŞILAY
Ay ışığı
IŞIN
Bir kaynaktan belli bir doğrultuya giden ışık çizgisi
ITIR
Güzel koku
İYEM
Güzellik
İZEL
El izi
İZEM
Ululuk.
İZGİ
Güzel ,adaletli.
İZ-İM
Önceden bulunduğum yerde bıraktığım belirti
KAMELYA
Bir süs bitkisi
KARDELEN
Kar kalkmadan çiçek açan süs bitkisi
KELEBEK
Gövdesi ve kanatları çok renkli ve zarif olan böcek
KİMYA
Üstün nitelikler taşıyan
KÖSEM
Sürünün önünden giden,yol gösteren koç
KUĞU
Beyaz tüylü bir su kuşu
KUMRU
Sevgilisine düşkünlüğüyle bilinen bir kuş
KUMSAL
Kumla örtülü deniz kıyısı
KUTAY
Kutlu,uğurlu ay
KUTSAL
Güçlü bir dinsel saygı uyandıran kimse
LAL
Parlak ,koyu kırmızı renkte olan
LALE
Çan biçiminde bir çiçek
LERZAN
Titreyen,titrek
LEYLA
Saçları gece gibi simsiyah olan kadın.Çok karanlık gece
LEYLİFER
Gece ışığı
LİLA
Açık eflatun
MANOLYA
Bir süs bitkisi
MARAL
Dişi geyik
MAVİSU
Deniz
MEHTAP
Ayışığı
MEHVEŞ
Ay gibi güzel kadın
MELDA
Çok genç,körpe
MELİKE
Kadın hükümdar
MELİS
Bal,tatlı şey,sevgili
MELİSA
Oğul otu
MELODİ
Ezgi
MENEKŞE
Mor beyaz renkli,kokulu,yürek biçiminde bir çiçek
MENEVİŞ
Hare
MERAL
Dişi geyik
MERCAN
Tropik ve ılık denizlerde yaşayan,kırmızı kalker iskeletli bir canlı
MERİH
Mars gezegeni
MERVE
Mekke'de hacıların 7 kez gidip geldikleri dağın adı
MEVSİM
Yılın dört farklı ikliminden biri
MİMOZA
Bir süs bitkisi
MİNE
İnce ve parlak nakış
MÜGE
İnci çiçeği
NAĞME
Ezgi

NAZ
İsteksiz gibi görünen,çekingen davranış

NAZLI-M
İşvelim,edalım

NEHİR
Irmak

NERGİS
Bir süs bitkisi

NESLİŞAH
Soyu şah olan

NESRİN
Yaban gülü

NEŞE-M
Gönül açıklığım,sevincim

NEVAL
Talih

NEVBAHAR
İlkbahar,ilkyaz

NEVESER
Türk Müziğinde,Dede Efendi'nin bulduğu bileşik bir makam

NEVGECE
Yeni yeni oluşan gece

NEVGÜL
Yeni açmış gül

NEVRA
Beyaz çiçek

NEYİR
Işıklı,aydınlık,parlak

NİGAR
Resim kadar güzel sevgili

NİHAL
İnce ve düzgün vücutlu sevgili

NİHAN
Saklanmış,gizli olan

NİL
Afrika'da bir nehir

NİLÜFER
Durgun sularda yetişen,değişik renkli ve uzun ömürlü su bitkisi

NİSAN
İlkbaharın ilk ayı

NURGÜL
Nur-gül

NURGÜN
Nur-gün

NURSELİ
Nur-seli

NÜKET
Nükte,zarif,güzel sözler

NÜKHET
Güzel koku

NÜKTE
İnce anlamlı , düşündürücü şaka söz

OYA
Yazma çevresine iğne ile örülen bir çeşit tentene

OYLUM
Bir cismin uzayda doldurduğu boşluk.

ÖDÜL
Armağan

ÖRGÜN
Türlü ve düzenli parçalardan oluşan

ÖVGÜ
Bir şey veya kimsenin iyi niteliklerini,değerini belirtme

ÖYKÜ
Kısa hikaye

ÖZEN
Büyük hassasiyet göstermek

ÖZGE
Yabancı

ÖZLEM
Bir daha görmek veya kavuşmak arzusu

PAMİRA
Orta Asya'da bir yayla

PAPATYA
Baharda çiçek açan bir kır bitkisi

PELİN
Hekimlikte kullanılan bir bitki

PERA
Beyoğlu semtinin eski adı

PERÇEM
Kakül

PERİ
Güzel ve alımlı

PERRAN
Uçan,uçucu

PETEK
Arıların bal topladıkları balmumu yuvacıkları

PINAR
Büyük su kaynağı

PIRIL
Parlak ışık

PIRILTI
Pırıldayan şeyin çıkardığı ışık

PITIRCIK
Pek hafif gürültücük

PİYALE
Şarap kadehi

RANA
Güzel,göze hoş görünen

RENAN
Çok ses çıkaran,çınlayan

RENGİN
Boyalı,renkli

REZZAN
Ağırbaşlı,onurlu

RUHSAR
Yüz,çehre

RÜÇHAN
Üstünlük

RÜYA
Düş

SABA
Gündoğusundan esen hafif rüzgar

SABAH
Günün ağarmasıyla başlayan ilk saatler

SADBERK
Yüz yapraklı,katmerli

SAHİL
Deniz kıyısı

SAHRA
Kır,ova,çöl

SALKIM
Bir çoğu tek bir sap üzerinde topluca bulunan yemiş

SANEM
Put

SAYGIN
Sayılan,sevilen

SAYIL
Her zaman saygı gör

SEBİL
Karşılıksız dağıtılan içme suyu ve bu amaçlı taş yapı

SEBLA
Uzun kirpikli göz

SEÇİL
Benzerlerinden üstün olup 'en iyi' diye ayrılmak

SEÇKİN
Benzerler arasında nitelikleriyle göze çarpan,elit

SEDA
Ses

SEDEF
Deniz hayvanlarının iç yüzeyinde oluşan beyaz,parlak madde

SEDEN
Uyanık,tetikte,gözü açık olmak

SEHER
Tan ağartısı

SEL
Taşkın su

SELDA
Bir söğüt cinsi

SELEN
Haber,müjde

SELİN
Gür akan su

SELİNTİ
Ufak sel

SELİS
Akıcı söz

SELMİN
Barış ve sevgi duygusuyla dolu olan

SELVİ
İnce uzun ağaç

SEMA
Gökyüzü

SEMİRAMİS
Babil'in Asma Bahçeleri'ni kurduran Asur kraliçesi

SENA
Övme

SEREN
Gemi direği

SERENAT
Geceleyin sevgilinin penceresinin önünde verilen küçük konser

SERRA
Rahatlık,kolaylık

SERTAP
İnatçı,ayak direyen

SERVİ
İnce ve uzun boylu

SES
Kulağın duyabildiği titreşimler

SEVDEM
Sevginin en son demi

SEVEN
Bir başkasına sevgi duyan

SEVGİLİ
Kendisine aşk duygusuyla bağlı olunan kişi

SEVİ
Aşk

SEVİL
Her zaman sevilen biri ol

SEVİNÇ
İstenilen şeyin olmasıyla duyulan coşku

SEYYAL
Akıcı,akışkan

SEZEN
Hisseden,sezgili

SEZGİ
Sezme yeteneği

SİBEL
Henüz yere düşmemiş yağmur damlası

SILA
Gurbettekinin özlemini çektiği yerler

SİM
Gümüş gibi parlak ve beyaz

SİMA
Yüz , çehre

SİMGE
Anlamı olan harf,bitki gibi işaretler

SİMİN
Gümüşten,gümüşe benzeyen

SİMYA
Bir şeyi başka şeye dönüştüren düşsel güç

SİNE-M
Yüreğim,çok sevdiğim

SİREN
Uyarı işareti veren canavar düdüğü

SİRET
Bir kimsenin ahlakı,kişiliği

SIRMA
Sarı ve güzel saç

SONYAZ
Sonbahar

SU
Canlıların yaşaması için en gerekli olan şey

SUMRU
Bir şeyin yüksek yeri,tepesi

SUNA
Boylu , poslu , yakışıklı

SÜLÜN
Boylu , poslu , yürüyüşü güzel

SÜNDÜS
Çözgüsünde altın,gümüş teller bulunan eski ipekli bir kumaş türü

SÜSEN
Nisan-Haziran dönemlerinde açan güzel kokulu bir çiçek

ŞAHBANU
Hükümdar eşi

ŞAHİKA
Dağ doruğu.

ŞAN
Şöhret.

ŞANS
Talih , fırsat

ŞAYESTE
Yaraşan ,yakışan.

ŞEBBOY
Güzel kokulu bir süs bitkisi

ŞEBNEM
Bitkilerin üzerinde toplanan  su damlacıkları.

ŞEHNAZ
Alaturka müzikte bir makam adı

ŞEHRAZAT
Kendi kendine yaşayan,özgür.

ŞELALE
Büyük çağlayan.

ŞERMİN
Utangaç,mahçup.

ŞEVVAL
Hicri takvime göre yılın onuncu ayı.

ŞEYDA
Sevda nedeniyle aklını yitirmiş ,çılgın

ŞİİR
İmgelere,duygulara seslenen söz sanatı

ŞİMAL
Kuzey

ŞİRİN
Sevimli,cana yuakın

ŞÖLEN
Kutlama niteliğindeki yemekli toplantı

ŞÖLEN-DE
Bir olayı kutlamak amsacıyla yapılan yemekli toplantı.

ŞULE
Ateş alevi.

TAMAR
Damar

TANGO
Özel ritimli,çift kişilik ağır bir dans

TANYELİ
Sabah olurken çıkan hafif rüzgar

TİLBE
Gezginci ozan

TILSIM
Esrarlı ve olağanüstü güç taşıdığına inanılan nesne

TOMRİS
M.Ö. 6 yy da yaşamış bir kraliçenin adı

TÖREN
Anma , kutlama , karşılama , evlenme vb. için yapılan toplantı

TUĞBA
Dalları bütün cenneti gölgeleyen kutsal ağaç

TUĞÇE
Kadın sultanın başındaki tuğ

TULU
Gökcisimlerinin doğuşu

TUTKU
Aşırı özlem , gönül verilen

TUTYA
Göze çekilen sürme.

TÜLİN
Ayın çevresinde oluşan hale

TÜMAY
Dolunay

TÜRKUVAZ
Türk rengi de denilen mavi renkte değerli bir taş

TÜRKÜ
Halk şiirinde kendisine özgü ezgisiyle söylenen uyaklı nazım biçimi

TÜVANA
Dinç , canlı

UMAY
Çocukları ve hayvan yavrularını koruduğuna inanılan tanrıça

ÜLGEN
Bir  iyilik Tanrısının adı.Yüce

ÜLGER
Şeftalideki ince tüy.

ÜLKER
Yedi yıldızdan oluşan takım yıldızı

ÜLKÜ-M
Uğrunda özveride bulunmaktan çekinilmeyen yüce dilek

ÜRÜN
Doğadan elde edilen yararlı şeyler.

ÜVERCİNKA
Güvercin kanadı.

ÜZÜM
Asmanın      salkım durumundaki meyve.

VENÜS
Bir gezegen adı

VERDA
Gül

VERDİNAZ
Nazların gülü

VİLDAN
Yeni doğmuş çocuk

VUSLAT
Sevgiliye kavuşma

YAĞMUR
Havadaki buharın su damlaları halinde yere düşmesi

YANKI
Sesin bir yere çarpıp geri dönmesiyle duyulan ikinci ses

YAPRAK
Bitkilerin çeşitli biçimdeki yeşil bölümü

YAR
Dost , sevgili

YAREN
Arkadaş , yakın

YASEMİN
Çiçekleri güzel kokulu süs bitkisi

YAZGI
Önceden belirlenmişlik,gerçekleşmesi mutlak olan

YAZGÜLÜ
Baharın ilk günlerinde çocuğa verilen ad

YELDA
Uzun ve kara olan şey

YELİZ
Rüzgarın hızı.Güzel,havadar

YENİAY
Yeni-ay

YEŞER
Yetişip yeşil renk almak

YEŞİM
Yeşil ve pembe renkli değerli bir taş

YILDIZ
Gökyüzündeki ışıklı gök cisimlerinden her biri

YONCA
Uğur getirdiğine inanılan süs bitkisi

YOSUN
Suların yüzeyinde ya da dibinde yetişen çiçeksiz bitki

YÖRÜK
Göçebe yaşayan Oğuz Türkleri

YURDAGÜL
Yurda-gül

YURDANUR
Yurda-nur

ZEREN
Kavrayışı güçlü ,zeki.

ZERRİN
Altın gibi sarı,parlak.

ZEYNEP
Değerli taşlar,mücevherler.

ZEYNO
Zeynep.

ZUHAL
Satürn gezegeni

ZUHAL
Zeynep.

ZÜLAL
İçimi güzel su

ZÜLAL
Şakaklardan sarkan saç lülesi

ZÜLEYHA
Su  perisi.

ZÜLEYHA
İçimi güzel su

ZÜLÜF
Şakaklardan sarkan saç lülesi

ZÜLÜF
Yurda-nur

ZÜMRA
Zeki bilgili kadın.

ZÜMRA
Parlak ve yeşil renkli değerli bir taş.

ZÜMRÜT
Parlak ve yeşil renkli değerli bir taş.

ZÜMRÜT
Su  perisi.


Satürn gezegeni


Son yıllarda farklı olmak tutkusu bebek isimlerine de yansıdı. Yeni doğan bebeklerine isim arayışında olan aileler, kimsenin sahip olmadıkları farklı adları tercih ediyor. 
Son zamanlarda piyasaya çıkan bebek isimlerini konu alan kitaplar, dergiler ve internet siteleri, yeni bebek sahibi olan ailelerin farklı isim arayışlarını da gözönüne alarak, değişik anlamları olan gelen isimlere yer veriyor.
Ebeveynler, yeni doğan bebeklerine artık Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma gibi dede ve anneannelerinin isimleri yerine iki anlamlı kelimenin birleşmesinden oluşan Canel, Akay veya İngilizce Delfin, Jerfi, Arapça Laçin, ya da Yağmur, Keyhan, Uzay gibi cansız varlık adlarını veriyor.

Ada, Ahsen, Bilhan, Cevher, Cihan, Deniz, Derman, Destan, Doğa, Doruk, Evren, Eylem, Ilgın, İlter, İnal, Kamuran, Kayra, Meftun, Nisan, Nüzhet, Ogan, Omay, Ömür, Önay, Özgü, Saygın, Sezgi, Tan, Ural, Uytun, Ümür, Vurgun gibi yeni isimlerin diğer bir özelliği ise "unisex" olarak, yani hem kız hem de erkekler tarafından kullanılması şeklinde göze çarpıyor.

İHA muhabirinin bebek isimlerini konu alan çeşitli yayınlardan derlediği son moda isimler ve anlamları şöyle:

Erkek isimleri:
Abay: Sezgi, anlayış, Acun: Dünya, Ahsen: En güzel, Andaç: hatıra, Armağan: Hediye, Asutay: Hırçın tay, Aytunç: Güzel, sağlam, Baran: Yağmur mevsimi, Bars: Yırtıcı hayvan, Bayhan: Zengin ve güçlü, Berke: Cengiz Han'ın torununun adı, Canel: Dostluk eli, Çelen: Akıllı, Darcan: Sıkıntılı, Ener: En yiğit, Erem: Kavuşmak için çaba gösteren, Girgin: Kolay yakınlık kuran, Güçhan: Çetin, güçlü han, Güntan: Güneşin doğuşundan az önceki zaman, İşcan: Çalışkan, Jerfi: Derinlik, Keyhan: Dünya, Laçin: Bir cins şahin, sapr, yalçın, Merih: Dokuz gezegenden biri Mars, Oflaz: Eksiksiz, tam, Pamir: Herşeye gücü yeten, Pars: Yırtıcı hayvan, Pozan: Cana yakın, Renan: Kızıl kan, Ruşen: Aydınlık, Saner: Ünlü, Sazak: Kuvvetli ve soğuk rüzgar, Serter: Sert erkek, Songur: Şahin, ağır, hantal, Tan: Şafak Vakti, Uçkan: Allah'ın kulu, Utku: Zafer kazanmak, Ulaç: Cennette ölümsüzlüğe kavuşan, Utkan: Din uğruna çalışan, Uzay: Sonsuz boşluk, Ülker: Boğa burvunda yedi yıldızdan biri, Ünkan: Tanınmış soydan gelen, Ünverdi: Tanınan, Varol: Var olmakla ilgili, Yıldıray: ayla ilgili, Zirve: Doruk, Zorlu: Tuttuğunu koparan."

Kız isimleri:
Akay: Dolunay, Alara: Kırmızı süs, Alçin: Küçük bir kuş, Asena: Dişi bir kurt, Asya: Bir kıta, Aygen: Gönül Dostu, Ayşan: Şanlı, Azra: El değmemiş, Balca: Bal gibi, Belin: Şaşkınlık, Bike: Hanım, Bilun: Yarımay, Çağla: Badem, Çilay: Ayın üzerindeki açık renkli lekeler, Dalan: Zarif, Delfin: Yunus Balığı, Derin: Yüzeyi tabanına uzak olan, Durul: Suyun durulması, Ela: Sarıya çalar kestane rengi,en kahraman, Evşen: Hafif, Fidan: Ağaçların genç ve yeni yetişeni, Gazal: Güzel, iri göz, Gökşin: Gök gibi mavi gözlü, Güliz: Güzel iz bırakan, Harika: Eşyanın tabiatı dışında, doğa üstü, garip şey, Hazer: Deniz, büyük su, Ildır: Parıltı, parlayış, Işıtan: Aydınlatan, ışık veren, İlgi: İlişki, yakınlık kurma, İlkyaz: Bahar sonu, yaz başlangıcı, Karmen: Parlak kırmızı, Kayra: Büyük birinden gelen iyilik, Karmen: Parlak kırmızı, Kumru: Güvercinden küçük boz renkli kuş, Melda: İnce ve taze vücutlu, Miray: Yılın ilk aylarında doğan, Nisa: Kadın, Perçem: Mızrak gibi şeylerin üzerine konulan püskül, Püren: Sarı kırmız brenkli bir tür ot, Rüya: Düş, Sanay: Ay gibi güzel, Semin: Değerli, pahalı, Serra: Rahatlık kolaylık, Serva: Masal, Sezal: Sezgili, Sonat: 3-4 bölümlü müzik eseri, Su: Rengi ve kokusu olmayan sıvı, Şiir: Edebi anltım biçimi, Şelale: Büyük çağlyan, Taçnur: Mutluluk, Tamay: Sabırlı, Tennur: Yüksek ulu, Tutku: İhtiras, Umay: Üzerinden geçtiği kişilere mutluluk verdiği inanılan kuş, Umur: görgü, deneyim, Uzel: Usta, becerikli, Ülfer: Irmak, büyük su, Ünseli: Ünü sellere benzeyen, Vicdan: İyiyi kötüden ayırmaya yarayan şuur, ahlak, Vuslat: Kavuşma, yetişme, Yağmur: Yeryüzüne düşün sıvı yağış, Yeliz: Rüzgar ve izi, Zeren: Anlayışlı, zeki. 

En uzun sure ucan tavuk 13 saniye havada kalmistir.

El tirnaklari ayak tirnaklarina oranla 4 kat daha hizli uzarlar.

Yilda ortalama 10 milyon kez goz kirpariz.

Yarasalar bir magaraya girdiklerinde once sola donerler.

Sogan dograrken sakiz cignemek goz yasarmasini onler.

Ortalama bir insan gunde 13 kez guler.

Kalbimiz gunde ortalama 100.000 kez carpar.

Thomas Edison karanliktan korkardi.

Dunyanin en eski sakizi bundan 9000 yil oncesine aittir.

Beyaz Saray'da 13092 adet catal, bicak, kasik vardir.

Ortalama bir insan, yilda 1460'in uzerinde ruya gorur.

Bir insan, omuru boyunca ortalama 35000 kurabiye yer.

Timsahlarin dilleri damaklarindadir.

Muz veya yesil elma koklamak zayiflamaya yardim eder.

Aslan kukremesi
5 mil oteden bile duyulabilir.

Bir fare, susuzluga bir deveden daha fazla dayanabilir.

Bogalar renk korudur.

Kirpiler suda batmaz.

New York'ta her gun ortalama 36.000.000 telefon gorusmesi yapilmaktadir.

Sibirya'da insanlar sutu, donmus cubuklar seklinde alirlar.

Las Vegas'taki kumarhanelerin hic birisinde saat yoktur.

Italyan bayragini Napoleon Bonaparte tasarlamistir.

Italya'nin Siena kentinde, ismi Mary olanlarin fahiselik yapmasi yasaktir.

Uzay yolculugunda tasinacak her extra kilo icin gerekli olan yakit miktari
530 kg dir.

Istokozlarin kani mavi renktedir.

Timsahlar daha derine batabilmek icin tas yutarlar.

Kalinligi ve buyuklugu ne olursa olsun hicbir kagit parcasi 7 kereden fazla katlanamaz


Suudi Arabistan'da bir kadin kocasina kahve yapmazsa bu bosanma nedenidir.


Bir köpekbaligi 100 milyon damla deniz suyu içindeki bir damla kani hissedebilir.

Insan midesi, 2 haftada bir iç zarini yenilemekzorundadir; aksi halde kendi kendini sindirir.

Bir bardak taze sampanyanin içine bir kuru üzüm atarsaniz, üzüm asansör gibi bardagin altindan üstüne, üstünden altina sürekli dolasir.

Eger agzimiza attigimiz bir seye tükürügümüz degmezse, onun tadini anlayamayiz.

Erkek peygamber devesi, disinin kokusunu
7 mil öteden duyabilir.


George Washington, evinin bahçesinde marijuana yetistirirdi.

Zürafa, kulagini 53 santim uzunlugundaki dili ile temizler.

Lübnan'da disi bir hayvanla cinsel iliskiye girmek serbesttir, ama erkek hayvanla yasaktir.

McDonalds'in karinin yüzde 40'i çocuk menüsü satisindan gelir.


Her insanin dilinin izi de parmak izi gibi farklidir.


Einstein, 9 yasina kadar düzgün konusamamistir. Ailesi onun özürlü oldugunu düsünmüstür.

Tarihi film Ben Hur'da çekim ekibinin fark etmedigi kirmizi bir otomobil görünür.


Her gün dogan çocuklarin ortalama 12'si yanlis anne babaya verilmektedir.


Kagit para sanildigi gibi kagittan degil pamuktan yapilir.


1950'den önce kenevir, agaç kabugu ve marijuana yapragi kullanilarak yapilirdi.

Çikolatanin köpekleri öldürdügü dogrudur. Onlarin kalbine ve sinir sistemine zarar verir.

Yarim kilo kadar çikolata küçük bir köpegi öldürebilir.


Birçok ruj çesidi balik pulu içerir.


Katil balinalar köpekbaliklarinin midesine alttan torpil gibi vurarak onlari öldürür.


Donald Duck çizgi filmleri Finlandiya'da yasaklanmistir. Nedeni kahramanlarin don giymemesidir.


Ketçap 1830'lu yillarda ilaç olarak satilirdi.

Insan kalbi, kani pompaladiginda yarattigi basinc ile kani
10 metre uzaga firlatabilir.

Bir domuzun orgazmi 30 dakika surer.

Basinizi surekli olarak bir duvara vurarak saatte 150 kalori harciyabilirsiniz.

Bir karinca agirliginin 50 kati agirligi kaldirabilir, 30 kati agirligi cekebilir ve zehirlendiginde her zaman sag tarafina dogru duser.

Bir hamambocegi 9 gun basi koparilmis olarak, acliktan olene kadar yasayabilir.

Bazi arslanlar gunde 50 defa ciftlesebilirler.

Sicrayamayan (ziplayamayan) tek hayvan fildir.

Devekusunun gozu beyninden daha buyuktur.

Deniz yildizinin beyni yoktur.

Kutup ayilari solaktir.

Zevk icin sevisen yaratiklar sadece insanlar ve yunuslardir.

Ayı inlerinin girişleri her zaman kuzeye bakar.

Degerli taşların çoğu birkaç elementten oluşur, sadece pırlanta tamamen karbondan oluşur.

Kedilerin beyninde 32 adet kas vardır.

Bukalemunların dilleri, vücutlarından iki kat daha uzundur.

Global ısınma yüzünden yükselen deniz seviyesi 2050 yılında Shangai ve deniz kıyısındaki diğer Cin şehirlerinde büyük sellere neden olacak.

Bu sellerde 76 milyon kişi evsiz kalacak.

Üzerinde barkodu olan ilk ürün Wrigleys marka sakızdır.

Kereviz yerken harcanan kalori, kerevizin içindeki kaloriden daha fazladir.

Sümüklüböceklerin dört tane burnu vardır.

Bir timsahın gözlerinin arasındaki mesafe, ayaklarinin büyüklüğüne eşittir.

Hipopotamlar insandan daha hızlı koşarlar.

Meşe ağaçları elli yaşına gelmeden meşe palamudu üretemezler.

İnsan elinde, en yavaş uzayan tırnak baş parmaginki, en hızlı uzayan tırnak ise orta parmağınkidir.

Hawaii alfabesinde sadece 12 harf bulunmaktadır.

Güney Kore başkenti Seul, Kore dilinde "başkent" anlamına gelmektedir.

Kanada, Kızılderili dilinde "buyuk koy" anlamina gelmektedir.

İngilizcedeki Wendy ismi, Peter Pan hikayesinde kullanılmak üzere uydurulmuştur.

ABD'de, yaşları 20 ile 29 arasında olan zenci erkeklerin ücte biri ya hapiste ya da gözaltinda tutulmaktadır.

Ortalama bir erkek, hayatinin 3350 saatini tiraş olmak için harcar.

Gecen 3500 yılın, sadece 230 yılı barış içinde yaşanmıştır.

Sallanan sandalyede hiç durmadan sallanma rekoru 440 saattir.

Bir kurbaga kendi uzunlugunun 350 kati kadar oteye sicrayabilir. Bu bizim bir futbol sahasinin bir ucundan bir ucuna atlayabilmemiz gibi bisey..

Unutmayin ki, biri sizi kizdirdiginda yuzunuzu asmak icin vucudunuzdan 42
kasinizi kullanirsiniz.. ( Kasim kasim kasilasin emi... )

Kamplumbağalar kıçlarından nefes alabilirler!


İnsan saçı, üç kilo ağırlik kaldırabilecek esnekliktedir.

Gunumuzde, evlenenlerin yuzde ellisi bosanmaktadir.

Beethoven beste yapmadan once kafasini soguk suya sokardi.

Her 25 kişiden biri astim hastasidir.

Dunyadaki hayvanlarin yuzde sekseni alti ayaklidir.

Kaptan Cook, Antarktika haric butun kitalara ayak basan ilk insandir.

Gun işigindan daha fazla yararlanmak icin saat uygulamasini Benjamin
Franklin başlatmıştır.

Bir okyanusun en derin yerinde, demir bir topun dibe cokmesi bir saatten uzun surer.

Bugune kadar olculmuş en buyuk buz dagi,
200 mil uzunlugunda ve 60 mil genişligindedir ve Belcika'dan daha buyuk bir yuzolcumune sahiptir.

Bugune kadar kaydedilmiş en buyuk dalga, 1971 yilinda Japonya'nin Ishigaki Adasi'nda
85 metre yuksekligine ulaşmiştir.

Acik bir gecede, ciplak gozle iki bin ayri yildizi gormek mumkundur.

Sahra colundeki Tidikelt kasabasina on yil boyunca hic yagmur yagmamiştir.
Mumyalarin ayak parmaklari tek tek sarilarak mumyalanmistir.

Yataktan duserek olme olasiligi iki milyonda birdir.

Kita isimlerinin hepsi ayni harfle baslayip ayni harfle biter.

Herhangi bir okyanusun en uzak oldugu nokta Çin'dir.

Kis aylarinda, Moskova'daki buz pateni pistleri 250 binmetrekarelik bir alani kaplar.

Rusya'da dogudan batiya dogru seyahat edilirse, yedi saat kusagi gecilir.

Norvec'in kuzeyinde, her yaz 14 hafta gece gunduz gunesli gecer.

Sadece disi sivrisinekler isirir.

Dunyada her dakika iki tane dusuk siddette deprem olmaktadir.

Hindistan'daki yillik dogum sayisi, Avustralya'nin toplam nufusundan fazladir.

Rusya'nin dortte biri ormanlarla kaplidir.

Tarih boyunca yeryuzunde bulunan altinin 200 kat daha fazlasi okyanuslarda bulunmaktadir.

Kopeklerin ter bezleri ayaklarindadir.

Larry Hagman (JR.) Dallas dizisinin setinde hic kimsenin sigara icmesine izin vermezdi.

Yilanlar duyamaz.

Zürafalar yüzemez.

Karincalar uyumaz.

Kirpiler suda batmaz.

Sineklerin 5 gözü vardir.

Zürefalarin ses telleri yoktur.

Fareler kusamaz.

Develerin üç tane kasi vardir.

Bir sinegin hizi saatte
8 km dir.

Kelebekler ayaklari ile tat alirlar.

Kangurular geriye dogru yürüyemez.

Kediler seker tadini ayirt edemezler.

Atlar bir ay kadar ayakta kalabilirler.

Timsahlar dillerini disari çikaramazlar.

Baykus, mavi rengi görebilen tek kustur.

2600 kadar degisik cins kurbaga vardir.

Yetiskin bir ayi, bir at kadar hizli kosabilir.

Deniz kobrasi dünyanin en zehirli yilanidir.

Bir yilda gozumuzu tam 4.200.000.000 kez kirpiyoruz,


Turkiye'de Mehmet adinda 1 milyon 229 kisi var.

Peru'da hic umumi tuvalet yoktur.

Elektrikli sandalye bir disci tarafindan icat edilmistir.

Amerikan hava yollari, ucuslarda yolculara sundugu kahvaltilarda her tepsiden bir zeytini kaldirarak 1987 yilinda 40 bin dolar kar etmistir.


Ingiltere'de butun kugular kralicenin malidir.


Yunuslar bir gozleri acik uyurlar.


Bir insan, yasami boyunca iki yuzme havuzunu dolduracak kadar tukuruk
salgilar.

Karadul örümceği, bir günde 20 eşini yer.

Beş gözü olan arılar, her yıl yılandan fazla insan öldürüyor.

Uçan balıklar 90 metreye kadar yükselebiliyor.

Güvelerin mideleri yoktur.

Dünyanın en büyük yumurtası köpekbalığınınkidir.

Köstebek bir gecede 90 metrelik tünel kazabilir.

Bedenine oranla en büyük beyin karıncalardadır.

Bir bukalemunun dili, bedeninin iki katı uzunluğundadır.

Kalkan balıkları yavruyken dişidir ancak 5 yaşına geldiklerinde birçoğu erkeğe
dönüşür.

Bir salyangozun diş sayısı 25 bini bulabilir.

Çita, saatte
70 kilometre hıza iki saniyede çıkar.

Salyangozlar yemek yemeden üç yıl uyur.

Hindiler yağmurda başlarını havaya kaldırır.

Tarantula örümcekleri 2.5 yıl aç kalabilir.

Bir farenin spermi, filin sperminden uzundur.

Balinalar geri geri yüzemezler.

Dünyadaki tüm karıncaların ağırlığı, tüm insanların ağırlığının 10 katıdır.

Kaburgasız doğan develerde 3 çift gözkapağı var.

Sivrisinek kovucu spreyler sinekleri kovmuyor. Sizi gizliyor. Sivrisineğin alıcılarını bloke ederek sizin orada olduğunuz anlamamalarını sağlıyor.

Taze kakao, içinde bulunan sıvı kan plazması yerine kullanılabiliyor.

Maymunlar her yıl uçak kazalarından daha fazla insanın ölmesine neden
oluyor.


Uyurken TV izlerken olduğundan daha fazla kalori harcarsınız!!

Dişçiler diş fırçalarının tuvaletten en az iki metre uzakta tutulmasını tavsiye ediyorlar. Sıçrama nedeniyle havaya karışan partiküllerden fırçanızın korunması için!

Kupa papazı, bıyıksız olan tek papazdır!

Boeing 747'nin kanatları uçakla uçmayı ilk başaran Wright Kardeşlerin uçtuğu mesafeden daha uzundur.

Venüs saat yönünde dönen tek gezegendir!

Sabahları elma kahveden daha fazla uykunuzu açar!

Evinizdeki toz parçacıklarının büyük çoğunluğu ölmüş deri dokusudur.

Marlboro şirketinin ilk sahibi akciğer kanserinden öldü!

Barbie'nin tam adı Barbara Millicent Roberts'dir.

Michael Jordan, bir yılda Malezya'daki Nike fabrikasında çalışan tüm işçilerin toplam gelirinden daha fazla gelir kazanmaktadır.

Marilyn Monroe'nun altı adet ayak parmağı vardı!

Walt Disney'in kendisi fareden korkardı!

İnci sirkeye konulursa erir!

İnekler merdiven çıkabilir, ama inemezler!

Ördeklerin vak sesi yankı yapmaz, nedenini de kimse bilmez!

8 yil 7 ay 6 gun boyunca ciglik atmakla olusacak ses enerjisiyle, bir bardak nescafelik su isitilabilir.

6 yil 9 ay boyunca "PIRT" yapildiginda cikacak gazla, bir atom bombasi uretilebilir.



BUNLARI BILIYOR MUYDUNUZ?

* Tavuklar yilda ortalama 227 kez yumurtlar.

* En kucuk at turu yaklasik 75 cm' dir. Bu at turu fallabelladir.

* Bir ari kendinden 300 kat agir nesneleri kaldirabilir.

* Eskiden mamutlarin dislerinin uzunlugu 4 metreyi geciyormus.

* Bir agackakan gagasini agaca bir saniyede kac defa vuruyor dersiniz?

* Bir agackakan gagasini agaca 20-22 kez vurabilir.

* Sekreter kusu adiyla anilan bir kus vardir dogada. Bu kusun bacaklari o kadar narin ve incedir ki kus birden bir seyden korkarsa bacaklari kirilabilir.

* Yeni dogmus bir mavi balina ortalama 1800 kilodur.

* O kucuk balarilarinin bize biraz bal yapabilmek icin cektigi zahmeti biliyor musunuz? Bir kasik bal yapabilmek icin ciceklere 4000 kere gidip geliyorlar.

* Yeni dogan bir kanguru o kadar kucuktur ki. Yaklasik yuzuk parmagimiz kadar.

* Genelde hepimizin beyazligina , guzelligine bayildigimiz kugular aslinda gorundukleri kadar uslu degiller. Bir kanat darbesiyle bir insanin kolunu kirabilirler.

* Baliklar ve surungenler dis dollenme yaparlar. Dis dollenme de mesela bir balikbir defa da binlerce hatta milyonlarca yumurta birakabilirler. Yalniz cevre sartlari yuzunden bunlardan o kadar azi hayata gozlerini acabilir ki . Mesela morina adiyla bilinen bir balik bir kerede 4-4.5 milyon yumurta birakir . Yaklasik 3-4 tanesi yumurtadan cikip suyla tanisir.

* Aslan gunde ortalama 19 saat uyur .

* Ilk hayvanat bahcesi bundan binlerce yil once Cin'de acildi.

* Insanin tek tel saci 85-90 gr agirligi kopmadan tasir.

* Kanimizin vucudumuzu dolasmasi yalnizca 22-23 saniye suruyor.

* Dunyanin en gurultulu kusu "Aglayan turna kusudur". Bagrislarini kilometrelerce oteden duyabilirsiniz.

* Denizatini erkeginin dogum yaptigini biliyor muydunuz?

* Hic dusundunuz mu neden agaclar meyve olusturuyor. Sadece bizim icin mi acaba? Evet bu da var ama asil amaclari yavrulari olan tohumlarini korumak.

* Deniz hiyari tehlikede oldugunu hissettigi anda beyaz ve yapiskan bir madde salgilar .

* Hem yararli hem de zararli kelebeklerin oldugunu biliyor musunuz?

* Guve zararli, ipek bocegi ise yararli kelebektir .


(Ozlem GOKCE Hacettepe Universitesi Biyoloji Bolumu Ogrencisi)

 
BiLMEDiKLERiMiZ





· Kapilariniz veya cekmeceleriniz bir müddet sonra itsenizde ceksenizde kapanmalari zorlasir.
Kapinizin, cekmecenizin sürten kismina vazelin sürün.

· Bas agrisi için:
Kahve cekirdegine limon suyu sIkIn yavas yavas yiyin(birkaç tane)
Mantar kapakli siseleri yatik vaziyette saklamalisiniz.

· Buz dondururken:
Suyu kaynatin, soguyunca buz kaliplarina koyup dondurun. Buzlar daha canli kristal gibi görünür. Kaynamis suda oksijen azalir. Buda buzun mat görünmesini saglar.

· Dislerinizi dogal temizleyin:
Cilegi ezin dis fircanizin üzerine koyun dis etlerinize kompres yapin. Sonra dislerinizi fircalayin.

· Kücük yaniklar icin:
Temiz bir sünger hafifce islatin buzdolabinizin derin dondurucu bölümüne koyun. Yanmis yerin üzerine hafif hafif kompres yapin.

· Agiz kokusu için:
Kahve çekirdegi çigneyin.

· Ari sivrisinek sokmalarina karsi:
Kesme sekeri hafif islatin sokan kismin üzerine hafifçe bastirin zehiri alir ve kasinmayi sismeyi önler.

· Gözlük camlari:
Gliserin ile silerseniz bugulanmadigini göreceksiniz.
· Gülleriniz boynunu bükerse:
Ilk önce sicak sonra soguk suya batirin.

· Saksi cicekleri icin:
Sigara küllerini saksiniza koyarsaniz yapraklardaki kurt böcek vs. yokedersiniz.

· Elinize uhu yapistirici bulasirsa:
Asetonla silin.
· Boya kokusunu gidermek icin:
ki büyük bas sogani soyun ikiye bölün suyun icine atin bunuda kokulu odaya koyun.
Şeker hakkında bilmediklerimiz
İ.Ö. 3000'lerde Hindistan'da, şeker kamışından şeker elde edildiği; Yunanlılar ve Romalıların şekere "Hint tuzu"ve "Asya balı" gibi adlar taktıktan bilinir. Haçlı seferleri sonunda Avrupa şekerle tanışır ve 8. yüz yılda önce İspanya'da sonra Güney Fransa 'da şekerkamışından şeker üretimi gerçekleştirilir. Ama şeker tüketimi ancak 19. yüzyılda büyük boyutlara ulaşır. Şeker, ilkçağlarda daha çok ilaç olarak kullanılmasına karşın, son yüz yılda insanoğlunun belli başlı enerji kaynaklarından biri olmuştur.
Şeker nasıl elde edilir?
Bitkiler havadan aldıktarı karbondioksit ve kökleriyle emdikleri sudan kendileri için gerekli olan şekeri yaparlar. Bu şeker, yeni dokuların ya da tohumların yapımında kullanılana kadar bitkinin içinde depolanır. Bazı meyvalarda früktoz; bazı meyva, sebze ve tahıllarda glikoz şekerpancarı ve şeker kamışında sofra şekeri sakkaroz şeklinde sentezlenir. Daha sonra işlenerek kullanıma sunulur.
Şekerin çeşitleri
Şekerin toz şeker, pudra şekeri, ham şeker, küb şeker ve esmer şeker gibi birçok çeşidi üretilmektedir. Bu şekerler, üretimleri sırasında geçirdikleri farklı işlemler sonucu değişik biçim ve tatlar elde eder. Örneğin çay şekeri olan sakkaroz, şekerpancarı ve şeker kamışından elde edilir. Şekerpancarından şeker elde etmek için, pancann önce suyu çıkarılır. Filtrelerden geçirilerek yabancı maddeleri ayrılan pancar suyu, buharlaştırılarak şeker kristalleri oluşturulur. Buharlaşma sırasında devamlı karıştırılırsa, küçük kristallerden oluşan pudra şekeri elde edilir. Şeker kamışından şeker elde etmek için, toplanan şeker kamıştarı, yaprakları kesildikten sonra işlenir. Kamışlar yıkandıktan sonra küçük parçalar halinde kıyılır. Sonra ağır merdaneler arasında ezilirken üstüne su püskürtülür; püskürtülen su şekerin çözünmesine yardımcı olur. Çözelti haline getirilen ham şeker, kimyasal maddelerle işlemden geçirilip filtre edilir. Şekerler içinde en tatlısı früktozdur. Ondan sonra sırası ile sakkaroz, glikoz, maltoz ve laktoz gelir. Şeker, vücudumuza ısı ve enerji sağlamanın yanı sıra yağların oluşmasına da yardımcı olur.
Sağlıktaki rolü
Gereğinden f azla yenen şeker, yağ olarak dokularda depolanıp şişmanlığa neden olur. Şekerde vitamin, mineral ve protein bulunmaz. Dişler için zararlı olan şekerin arıtılmış şekli, içinde hiçbir vitamin ya da besleyici madde bulunmayan arı karbonhidrattır. Mutfaklarda reçel, marmelat, tatlı yapımında kullanıldığı gibi, sade olarak sıcak içeceklere de katılır. Bisküvi gibi fabrikasyon ürünlerin de ana maddesini şeker oluşturur.
ŞEKER FESTİVALİ
Dünyanın hemen her yerinde üretimi yapılan şekerin hem tadı hem de görüntüsüyle sayısız çeşidi vardır.
İşte bunların belli başlıları:
Pudra şekeri
Tozşeker, yeterince ince olması için iyice ezilir ve tanelerin birbirine yapışmaması için içine % 3 oranında mısır nişastası eklenir.
Reçel şekeri
kere, doğal meyva İeri (960.4 -l oranında), sitrik asit (%0.6 0.9 oranında) ve lartrik asit ilave edilerek, reçellerin şekerlenmemesi amacıyla üretilir.
Esmer şeker
Şeker kamışı ya da şeker pancarının ikinci
şurubundan tamamen doğal olarak elde
edilir. Kokusu, ilk şuruptan elde edilen sarı renkteki şekerden daha kuvvetlidir.
Esmer şeker kamışı şekeri
İşlenmemiş kristalize esmer şeker doğrudan şeker pancarının suyundan üretilir. Bu şeker genellikle, egzotik mutfaklarda kullanılır.
İnce toz şeker
Beyaz toz şekerin ezilmesi veya elekten geçirilmesi yoluyla elde edilir. Kolayca eriyen bu şeker, tatlılar ve süt ürünlerinden başka, meyvalann tatlandınlması için de kullanılır.
Beyaz kırık şeker
Sıcak şeker konsantresinin keten ya da
pamuk iplikleri üzerinde yaraş yavaş kristalize edilmesi ile elde edilir, işlem ne kadar yavaş olursa parçalar da o kadar büyük olur.
Esmer kırık şeker
Beyaz kırık şekerin kristalize olma yöntemi kullanılır, ama sıcak şurup konsantresi, daha önce karamelleştirilerek esmer renk elde edilir.
Beyaz kesme şeker
Parisli bir aharatçı olan Eugene Prançoise tarafından 1854 tarihinde bulunan bu şeker knstalize olmuş toz şekerin kalıplar içerisinde preslenip kuru l u l m ası ile elde edilir.
Küb şeker
Esmer ya da beyaz olabilirler. Önce kalıplanıp
ardından kırılırlar ve böylece düzgün olmayan
şekiller oluştururlar. Şekerkamışı veya şeker
pancarından elde edilebilirler.
Esmer kesme şeker
Beyaz kesme şeker gibi üretilir ve sıcak içeceklerin tatlandırılmasında kullanılırlar.
Toz şeker
Havasız ortamda, şurubun kristalleşerek şekere dönüşmesi sağlanır. Kalitesi kristallerin saflık derecesine göre sınıflandırılır.
Sarı şeker
Esmer şeker gibi, aynı yöntemle üretilir. Ancak ilk şurup kullanıldığı için açık bir renk elde edilir.


 
Köstebek 1 saatte 45 metre uzunluğunda bir tünel kazabilir, atlar 1 ay ayakta kalabilir. Leopar saatte 100 kilometre koşar, kargaların ömrü 120 yıldır. İşte hayvanların şaşırtıcı özellikleri


Bölgesel Çevre Merkezi'nin (REC) ilginç bilgilere de yer verdiği adresinde, hayvanların şaşırtıcı yetenekleriyle ilgili olarak da bir dosya yayımlandı. İşte o enteresan bilgilerden bazıları:
Bir filin hortumunda 50 bin adet kas var. Fil, bununla bir ağaç kütüğünü kaldırabilirken, yere düşmüş bezelye tanesini de alabiliyor. Atlar bir ay kadar ayakta durabiliyor. Bir köstebek, bir saat içinde,
45 metre uzunluğunda bir tünel kazabiliyor. Kutup ayılarının daha az enerji harcayarak, vücut ısılarını korumak için geliştirdikleri yöntem ilginç. Buzulların sevimli hayvanları, arka ayaklarını ön ayaklarının izine basarak yürüyorlar. Dünyanın en hızlı koşan hayvanı leopar, "benim" diyen atletlere taş çıkarıyor. Leoparların hızı, saatte 100 kilometreyi buluyor.


Gözleri çok keskin
Gündüzleri görme engelli olan yarasalar, zifiri karanlıkta
0.6 milimetre çapında bir teli bile ayırt edebiliyor.  Sinek kuşlarının kalbi, dakikada 615 kez çarpıyor. İnsanların kalbi ise dakikada 60-80 kez çarpıyor. Kargaların, ortalama yaşam süresi 120 yıl. Buna göre, kargalar dile gelse, tarihçilerin danışmanları hazırdı. Dünyada en derine dalabilen kuş türü, imparator penguenler. Yiyecek aradıkları sırada, 255 metre derine dalabilen penguenler, yaklaşık 18 dakika nefessiz kalabiliyorlar. Erkek penguenler, feministlerce ödüle layık görülecek türden. Zira onlar, kuluçkaya yattıkları 4 ay boyunca ağızlarına bir şey koymuyorlar.


Mühendis gibiler
Dünya halter şampiyonları, karıncaların yanında boynu bükük kalıyor. Kendi ağırlığının 50 katı ağırlığı kaldırabilen karıncalar, minik bedenlerinden hiç de beklenmeyen performans gösteriyorlar. Akrepler, radyasyona karşı oldukça direnç gösteriyor. İnsan vücudunun radyasyona direnci 600 rads dolayında iken akreplerinki, 150 bin rads'a kadar çıkabiliyor. Büyüklükleri karıncalar kadar olan termitler, toprak üzerinde yüksekliği 8 metreyi bulan yuvalar yaparak, mühendislik yeteneklerini konuşturuyorlar.


Orkinoslar jet gibi
Yetişkin bir orkinos, saatte yaklaşık
90 kilometre hız yapabiliyor. Su altında en fazla 1 saat kalabilen balinalar, normalde 90 metreye dalabilirken, korktuklarında 360 metre derine inebiliyor. En fazla sayıda yumurta bırakan balık ise okyanus güneş balığı. Bu balıklar, bir seferde 30 milyon kadar yumurta bırakabiliyor
Reptiller boynuzumsu ve kabuğumsu derileriyle tanınırlar. Timsahlar, kaplumbağalar, kertenkeleler ve yılanlar bu gruptaki hayvanlardır.

Kaplumbağalarda deri yapısı kabuk şeklinde gelişmiştir, çoğunda dermis primer olarak kemiktir. Bu yapı kaburga ve vertebrayla devam eder. Kabuk ağırlığı total vücut ağırlığının yarısı kadardır. Kaplumbağalarda akciğerler çok kompartmanlı ve keselidir, bronşial yapı yoktur. Burun çekme ve öksürme yetenekleri yoktur.



Reptillerin çoğu ektotermal poikiloterm (vücut sıcaklığı çevre ısısına göre değişen) özelliğe sahip olduğundan çevre ısısına bağımlıdırlar. Bakteriyel ajanlarla enfekte olduklarında ılık yerlere giderler. Çevre ısısı tropikal tür reptiller için 27-28 derece, ılıman bölge türleri için 20-35 derecedir. Semiakuatik kaplumbağa türleri daha düşük ısı aralığını tercih ederler. Çoğu güneşlenerek ısınmak ister, direk güneş ışığı bulunmadığında ısı kaynakları,
45 cm uzaklıktan kullanılabilir. Ayrıca havalandırmanın da bulunması yararlı olur.







Semiakuatik türler içine gömülebilecekleri miktarda suya ihtiyaç duyarlar. Bu türlerin çoğunda beslenme, üreme ve sosyal ilişkiler su içinde olur. Kullanılan suyun filtrasyonu ve havalandırılması yapılarak, toksik organik atıkların ve patojenik organizmaların birikmesi önlenmiş olur. Kaplumbağaların yaşadıkların ortamın nemi % 35 'den az olursa deride kuruma ve soyulma, % 75 'den fazla olursa mantar ve bakteriyel hastalıklar meydana gelir. Altlık olarak kaplumbağalarda, tavşan yemi olarak hazırlanmış olan alfa alfa peleti kullanılabilir. Timsah ve su kaplumbağaları için barınaklarında çimentodan yapılmış beslenme, dinlenme ve güneşlenme yerleri bulunmalıdır. su kaplumbağalarının küçük taş parçalarını yutabilecekleri unutulmamalıdır. Bulaşmayı önlemek için kafes temizliğinde kullanılan malzemeler quartener ammonium solüsyonu ile dezenfekte edilmelidir. Barınaktaki tüm malzemeler 3 ayda bir yenilenmelidir.





Cinsiyetleri nasıl anlaşılır?

Kaplumbağalar kabuklarından tutulur. Erkek kaplumbağanın kuyruğu dişiden daha uzundur, iris erkekte kırmızı, dişide kahverengidir. Semiakuatik türlerde erkeğin pençeleri daha küçük ve uzundur çiftleşme sırasında erkek kaplumbağanın dişiyi tutmasında ve çoğu kez çiftleşme öncesi kur davranışlarında da bu uzun tırnaklar önem taşır, erkelerde arka bacaklarda mahmuz vardır. Kabuğun şekli erkeklerde konkav, dişilerde yassıdır.Kaplumbağalarda dişiyle erkeği ayırt etmenin bir diğer yolu da, “plastron” adı verilen alt kabuğun yapısıdır. Dişilerde biraz daha düz yapılı olan plastron, erkeklerde hafif içbükey yapıdadır. Bu da, yine çiftleşme sırasında dişinin üst kabuğuna uyum için gelişmiş bir özelliktir.






Kırmızı Yanak Su Kaplumbağası



Kuzey Amerika Orta Batı kesimlerindeki bataklıklarda oldukça yaygın olarak bulunur. Ilık ve bol yeşilli suları severler. Bu kaplumbağaların en büyük özelliği yanaklarının iki yanındaki kırmızı-oranj lekelerdir, bu lekeler olgunlaştıkça kaybolur. Cinsiyetler kolayca ayırt edilebilir. Dişiler erkeklere göre daha uzun ve ağırdır. Boyları doğal ortamlarında yaşarlarsa, 16-25cm arasında değişebilir. Erkeğin kabuğu daha içeriye dönük, dişinin ise daha düzdür ve erkeğin tırnakları dişiye oranla çok daha uzundur. Yavru kaplumbağalar için
60 cm akvaryum ideal ölçüdür. Sabit ısı 26,5 derecede tutulmalı, ideal akvaryum boyu ilerisi de düşünülerek 100x40x40 cm edinilmesi tercih sebebi olmalıdır. UV lamba sürekli güneş ışığı görmeyen kaplumbağalar için önem taşır.

Kurutulmuş karides ve balık parçaları, kurt kuruları ve ufalanmış et parçacıkları, ufak toprak solucanları, kıvırcık salata parçaları ve küçük balıklar verilebilir. Ömürleri 20-25 yıl kadardır, olası sağlık problemleri gözlerde enfeksiyon ve kabuk yumuşamasıdır. Sularına vitamin, kabuklarına zaman zaman yumuşak bir fırçalama yapılmalıdır.


KARA KAPLUMBAĞASI

Gözleri oldukça keskin,koku almaları gelişmiş ve duymaları bir hayli zayıftır. Boyları, 3-
5 cm 1 metreye kadar farklılık gösterir. 7-180 yıl arasında yaşam süreçleri olan çeşitleri vardır. Beslenmesi %90 bitkisel olup su kaplumbağalarında olduğu gibi ağızlarında diş yoktur ve tek korunma yöntemleri kabuklarının içine sığınmaktır.

Dağlık, ormanlık hatta çöl ortamlarında dahi yaşayabilecek yapıda değişiklik gösterirler. Tırnakları düzenli olarak kesilmeli, kabukları güneş ışığı görmeyen yerlerde UV lamba kullanılmalıdır. Bahçede serbest olarak dolaşan kara kaplumbağalarında yoğun olarak kene bulunması takibinin sıklıkla yapılmasını gerektirir.



BESLENME(Her İki Tür İçinde)



Tatlı su kaplumbağalarının obur yaratıklar olduğu unutulmamalı. Önlerine ne kadar yiyecek konulursa konulsun hepsini bitirmek isteyeceklerdir.En iyisi, yiyeceklerini azar azar vermek. Sevdikleri kurutulmuş karideslerden günde 4-5 tane yiyebilirler. Su kaplumbağaları için hazırlanmış pelet yemler de var. Tüm hayvanlarda olduğu gibi kaplumbağaları da tek tip besinle yaşatmaya çalışmak hata olur. Zaman zaman küçük parçalar halinde çiğ et, taze midye içi, solucan parçaları, küçük balıklar verebilirsiniz. Tabii aşırıya kaçmamak kaydıyla. Artan yemleri hemen toplarsanız, kaplumbağaların suyu daha geç kirlenecektir.Çabuk büyümelerini istiyorsanız yediklerikadar yesinler yiyemediklerini toplayın.Su kaplumbağalar üzerlerine (kalsiyum ve vitamin eklenmiş) tatlı su balıklarını çok severler, özellikle taze alabalık en sevdikleri yiyeceklerden biridir.Unkurduna da bayılırlar. kurtçuklar aslında iştahı kapalı olan veya yavru kaplumbağalar için daha çok iştah açıcı olarak kullanılır.Kaplumbağalar için özel olarak hazırlanmış minik çubuk şeklindeki yemler bağırsakları için çok uygundur. (değişik markalar var, en iyisinden alınız çünkü türkiye burası ve içinde ne olduğunu bilemiyoruz...) vitamin ekli yemlerden hafta 3-5 tane verilmesi uygundur.



kaplumbağa çeşitlerine göre beslenme farkılığı göstermekle birlikte bütün kaplumbağalar için dana yüreği pek yararlı değildir çünkü vücuttan sindirim sırasında değerli kalsiyum alır götürür, hatta tavuk ciğeri özellikle zararlıdır!



deniz balığı mümkün olduğu kadar az verilmelidir çünkü içlerindeki tuz oranı zaman içinde böbreklerine zarar verir ve et hem kara hem tatlı su kaplumbağaları için yine zamanla zararlıdır, kalsiyumun harcanmasına sebep olur, bunun yanında doğal yiyecekleri de değildir.



hayvanın sürekli yeşillik yemek istemesi de normal değildir. yememe veya bir anda farklı beslenme şekli bir sorunun göstergesi olabilir.



tüm kücük balıklar ile de beslenme sağlanabilir. akvaryumun içine çabuk çoğalan küçük balıklar bırakılabilir. böylece kaplumbağa hem arada bir onları yer hem de avlanır.



kaplumbağalara bir saat içerisinde tüketebilecekleri kadar yem verilmelidir. yemekdikleri suda kalır. bunların temizlenmesi önemlidir.



hazır yemlerin tek başına verilmesi doğru değildir.

forumda çiğ et ve tavuk eti ile ilgili çok başlık ve soru gelmektedir, bu sorulara tam bir cevap vermek anlamında:

azı karar fazlası zarar prensibi itibariyle hareket ediniz. cüssesine göre ne kadar yiyecebileceğini anlayabilirsiniz.

genç kaplumbağalar etçil ağırlıklı bir beslenme tercih ederler, yaşlandıkça sebze ağırlıklı yemleri sevmeye başlayacaktır.

unutmayınız ki kaplumbağalar sağlıklı yaşayabilmek için bizlerin verdikleri yiyeceklere muhtaçtırlar. beslenmelerinin aksatılması veya dengesiz olması ileride hastalıklara ve ölümlere yol açabilir.

Peynir vermemenizi öneririm...

Daha detaylı bilgi isterseniz:

Yavrular hergün günlük olarak beslenirken,erişkin kaplumbağalar 2-3 günde bir beslenmelidir. Kırmızı yanaklı kaplumbağaların beslenmesinede dikkat edilmelidir.Eğer yanlış bir beslenme uygulanıyorsa her türlü hastalığa açık bir duruma gelebilir.Bu yüzden aşağıda bir rasyon örneği veriyorum.

Kırmızı yanaklı kaplumbağa rasyonu :

% 25 dana eti (yağsız ve kemiksiz)

% 25 hazır kaplumbağa yemi

% 50 meyva-sebze-ot ( havuç,çilek,elma,yonca,marul vb)

Not: burada verilecek besinler ufak parçalara bölünerek verilmelidir

Ayrıca alacağınız toz vitaminleri bu küçük parçaların üzerine serperek vermeniz uygun olacaktır.

Ayrıca kırmızı yanaklı kaplumbağalarda yaşa göre beslenme tipi değişmektedir.Burada genç kırmızı yanaklı kaplumbağalar hem et hemde ot yeme özelliğinde yani hepçil bir beslenme karekterindedirler.Yetişkin kaplumbağalarda bu et yeme davranışı azalarak,daha çok otçul bir beslenme özelliği gösterirler ama tam olarak et yemeyi bırakmazlar.yani kaplumbağalarda yaş ilerledikçe verilen et miktarı azaltılırken,ot miktarı arttırılmalıdır.

Reptillerin çoğu ektothermal poiklotherm (vücut sıcaklığı çevre ısısına göre değişen) özelliğe sahip olduklarından, çevre ısısına bağımlıdırlar. Bakteriyel ajanlarla enfekte olduklarında ılık yerlere giderler. Semiakuatik kaplumbağa türleri 20 - 30 dereceleri tercih ederler. Direk güneş ışığı alamayanlarda ısı kaynakları (infrared lambaları) kullanılır. Isı kaynakları da canlıdan
45 cm uzakta bulunmalıdır. Ayrıca havalandırmanın da bulunması yararlı olur.Aşırı ısı farklılıkları oluşmasından kaçınmak gerekir.Ortamın nemi % 35' den az olursa deride kurumalar ve soyulmalar, nem u' den fazla olursa da mantar ve bakteriyel hastalıklar meydana gelir. Kaplumbağalar için, tavşan yemi olarak hazırlanmış olan alfa alfa peleti, kum veya ağaç yaprakları altlık olarak kullanılabilir. Su kaplumbağaları içinse, barınaklarında çimentodan yapılmış beslenme ve güneşlenme, dinlenme alanları olmalıdır.Akvaryumlar bu yönden çok elverişlidir. Kaçma ihtimali de olmaz böylece.

Barınaklarının temizliği ise, 3 ayda bir yapılabilir. Kaplumbağalar klorlanmış suyu tolare edebiliirler yalnız geçici göz irkiltisi meydana gelebilir. Tatlı su kaplumbağaları esas olarak hayvansal gıda tüketirler. Pelet hazır gıdaları bulunmakta, bunların yanında brokoli, yeşil fasülye, lahana, havuç eklenebilir. Özellikle A vitamini eksikliği kaplumbağalarda, sorunlara neden olmaktadır.

Tatlı su kaplumbağaları esas olarak hayvansal gıda tüketirler. Bazen bitkisel gıda da yerler. Ticari, hazır gıdalar % 30- 50 protein içerirler. Omnivor olan türler (Hem etcil, hem otcul), proteinin yanında meyve ve sebze de yerler. Örnek bir diyet olarak ;

Su : 272 gr

Jelatin : 34 gr

Mısır Yağı : 11 gr

Ispanak : 23 gr

Pişmiş tatlı Patates : 23 gr

Vitamin-mineral : 5 gr

Kaplumbağa Peleti : 50 gr

Yukarıda verdiğim karışımda, G protein, %1.5 kalsiyum ve kalan miktarda, fosfor A D E C vitaminleri bulunuyor. Bu karışımı sağlamak, oldukça zor olduğundan, hazır kaplumbağa yemleri kullanmalısınız. Bu hazır yemlerin üzerinde, günlük, verilebilecek miktarlar yazılıdır. Bunun dışında, ayrı olarak, günlük olarak, brokoli, havuç, yeşil fasülye, lahana vb. verilebilir. Sürekli yiyorlar dememeli, bu besinleri az miktarlarda vermelisiniz. Yani miktarı kendiniz ayarlamalısınız. Hazır mamalarda bile, belirlenen bir miktar yoktur. Ancak, özellikle, yaz aylarında, verdiğiniz mama miktarı düşük olmalıdır.

Kısaca:

Hazır mamalarda, normal günlük miktar, günde 2 öğün olarak, kaplumbağalarınızın 1 dk. süre içinde tüketebileceği mama kadar olmalıdır. 1 dk. içinde tükettikleri mama miktarını belirleyerek, günde 2 kez, bu miktarda mama vermelisiniz. Yaz aylarında ise, günde 1 kez vermelisiniz. Yaz aylarında, tek öğün beslemeye dikkat ediniz.

Akvaryumda, kalsiyum ve mineral içeren taşların bulunması yararlı olur. Suyun sıcaklığı, yaklaşık 23 derece ve dışarınınki de 25-26 derece olmalıdır. Tabiki kış aylarında bu şart sağlanamayacağı için, sıcak odalarda ve ısıtıcı kullanarak, hayvanı doğal ortamından ayırmamaya çalışmalısınız.



Önemli bilgiler



* Genç kaplumbağaların beslenmelerinde yüzde 40 protein, yüzde 60 bitki dengesi kurulmalı. Yetişkinler ağırlıklı olarak

* İdeal akvaryumlar için suyun yüksekliği kapluşun bağa uzunluğunun 1.5, 2 katı, akvaryumun uzunluğu yine bağa uzunluğunun 4-5 katı olmalıdır.

*Kaplumbağalar sadece bakımları yetersiz geldiğinde değil, strese girdiklerinde veya korktuklarında da hastalanabiliyorlar.

*Kaplumbağalar için ideal su sıcaklığı 23 ila 30 derece arasında olmalıdır. Genç veya hasta kaplumbağalarda suyun sıcaklığı yüksek tutulmalıdır.

*Hasta kaplumbağalarınızı mutlaka veterinere götürün.

*Kaplumbağanızı yeni aldıysanız bırakın ilk zamanlar yaşam alanını keşfetsin. elinize aldığınızda havada tutmayın, bir elinizle alt bağasına destek verin. havada "yüzmeyi" sevmiyorlar çünkü ve strese giriyorlar.

Öneriler

1) Haşlanmış yumurtanın kabuğunu bir gün kadar suda bekletin. Elde ettiğiniz bu suyu kaplumbağaların suyunun içine koyun ve onlara da ara öğün olarak haşlanmış yumurta akı verin. Kabuğu için gerekli kalsiyum ve proteini böylece temin edebilirsiniz. Kabuk yumuşamasına da iyi geliyor, deneyimlerimle sabittir.(Kabuklu su formülünü bitkilerinize de uygulayabilirsiniz).



2) Cinsiyetini belirlemek için kabuğunun altındaki yuvarlaklara bakın. Yuvarlaklar küçük ve seyrekse dişi, büyük ve yoğunsa erkektir. Ayrıca erkek kaplumbağalar daha güzel olur.



3) Fesleğene bayılırlar. Bir küçük saksı fesleğen hem evinize renk katar hem de ara ara kaplumbağalarınızı besleyebilirsiniz.



4) Kaplumbağalarda bulunan bir çeşit bakteri insan sağlığını ciddi şekilde etkiler. Suyuna, kabına ve kaplumbağanıza dokunduktan sonra, ellerinizi bol sabunlu suyla mutlaka yıkayın!



5) Yuvalarına mercan koymayın. Kabuklarını zedeler.



6) Kaplumbağalarınızı güneşlendirirken yuvalarının bir kısmı gölge de olmalı ki istedikleri zaman orada serinleyebilsinler.



KAPLUMBAĞALARIN DUYULARI



KOKU ALMA



Kaplumbağaların koku alma organları iyi gelişmiştir. Yiyeceklerin kokusunu iyi alırlar, su kaplumbağaları su içinde yiyeceklerinin kokularını alırlar ve yiyecekleri çok kolay bulurlar, ayrıca erkekler dişilerini koku ile tanırlar.



GÖRME



Gözleri çok keskindir. Göz kapakları hareketlidir. Üçüncü göz kapağı mevcuttur.Uzaktaki gıdaları iyi görürler. Özellikle sarı rengi iyi algılarlar.



İŞİTME



Zaman zaman zor işitirler. Kulak kepçeleri yoktur. Deri kulaklarını örter. Kulak zarı hemen derinin altındadır.

Arılar hakkında bilmediklerimiz
Bunları biliyor musunuz?
  • Bal arılarının, 450 gr bal üretebilmek için 2 milyon çiçeğe konmaları gerekiyor.
  • Bir kovan arı yarım kiloluk bal için 88 km kadar uçar.
  • Bir işçi arı hayatı boyunca 1/12 çay kaşığı bal yapabiliyor.
  • Bir bal arısı yaklaşık olarak saatte 24 km hızla uçabilir.
  • Bir arının dünyanın etrafında dolaşabilmesi için 2 yemek kaşığı bala ihtiyacı vardır.
  • Her bir bal peteğinin 6 yüzü vardır.
  • Bir bal arısının 4 kanatı vardır.
  • Bir bal arısı bir seferlik polen toplama gezisinde 50-100 çiçeği ziyaret eder.
  • Arılar birbirleriyle dans ederek iletişim kuruyorlar. Bir bal arası dans ederek diğer bir bal arısına nektarın ve polenin nerde olduğunu işaret ediyor. Dans yönü ve uzaklığı anlatmaya yardımcı oluyor.
  • Arının yarım kilo bal yapabilmesi için 3 milyon 750 bin defa çiçeğe konması gerekir.
  • 1 kilo bal yapabilmek için 40 bin adet arının 6 milyon adet çiçeği dolaşması gerekir.
  • Arılar mavi rengi ayırt edebilirken, kırmızı rengi, koyu gri ve siyah olarak algılarlar.
  • Bal arıları bir peteği doldurabilmek için 100 milyon çiçeğin nektarını emiyor ve 100 bin km kanat çırpıyorlar.
  • Araştırmalara göre bir koloninin 1 kilo bal üretmesi ve yaşamını sürdürebilmesi için 8 kilo bal tüketmesi gerekmektedir. Bunu yapabilmesi için kat ettiği yol yaklaşık olarak 6 kez dünya çevresinin dönülmesine eşittir.
  • Bal arıları dakikada 11400 kez kanat çırpar bu da vızıltı sesinin nedenidir
İsviçre denize kıyısı olmadığı halde, dünyada deniz ticaret filosu olan tek ülke.
- Monaco Prensliği'nin ulusal orkestrası, ordusundan daha geniş bir kadroya sahip.
- Panama'da güzel olanlara yüzde 20 oranında indirim yapılır.
- Herkes ABD'liler gibi yaşasaydı, tüketim düzeyini sürdürebilmek için 4 dünyaya ihtiyaç duyulurdu.
- Bir yılan üç gün uyuyabilir.
- Dünyada her yıl ortama olarak 2 milyon kadın sünnet ediliyor.
- Köpekbalıkları hasta olmaz.
- İngiliz süpermarketleri, müşterileri hakkında İngiliz Hükümeti'nden daha fazla bilgiye sahip.
- Hindistan'da 44 milyon çocuk işçi bulunuyor.
- Kenya'da bir ailenin gelirinin üçte biri rüşvete gider.
- Dünyadaki uyuşturucu pazarı 400 milyar dolar (576 milyar YTL) civarında
Albert Einstein, İsrail Cumhurbaşkanlığı teklifini reddetmişti. Mazereti ilginçti, Einstein insani problemlerle uğraşamayacağını, aklının ermediğini söylemişti. Einstein´in ölümünden birkaç dakika evvel söylediği son sözleri anlaşılamadı, çünkü Almanca konuşmuştu ama başucunda sadece bir hemşire vardı ve o da Almanca bilmiyordu.

1698-1758 yılları arasında yaşayan Fransız matematikçi Pierre Bouguer, ışığın şiddetini ölçen ilk bilim adamıydı pardon çocuğuydu çünkü Paris´deki Hidrografik Okulu´nda profesör olduğunda daha 15 yaşındaydı. On yaşındayken okulundaki hocalara matematik öğretiyordu.

Mars gezegeninin uydularını bulan Asaph Hall, bir marangozdu ve ilk öğrenim görmemişti. 1857 yılında astronomi ile ilgilenmeye başladı ve Harvard Koleji Gözlemevi´nde haftada 3 Dolar´la yardımcı asistan olarak işe başladı. Sadece 6 yıl sonra profesör oldu, 14 yıl sonra da keşiflerini yaptı.

500 yıl önce yazılan Leonardo da Vinci´nin özel notları ancak bir ayna karşısında okunabildi çünkü yazıları ters yazmıştı. Ressam ve heykelci olarak bilinen Leonardo da Vinci´nin buluşları salt yaşadığı çağa göre değil, günümüz için de inanılmazdır. Büyük usta, paraşütü, can yeleğini, su pompasını, yüzme paletini, greyder, pedallı bot, atsız pedallı araba, zincir dişlisi, buharlı silah, su türbünü, öğütme makinesi, şarapnel, makineli tüfek, uçak, helikopter, denizaltı başta olmak üzere sayısız buluşu tasarlamış, planlarını çizmiş ve bir çoğunu da yapmıştı.


Jean François Champillion 1801´de, Rosette Taşı´nı okuyarak hiyeroglifleri çözümlemişti. Champillion 11 yaşında, Latince, Eski Yunanca ve İbranice´yi okuyup yazabiliyordu. 13 yaşına geldiğinde, Arapça, Surca, Kaldece ve Koptça´yı öğrenmişti. Champillion´un belleği İnanılmazdı.
MEĞER VÜCUDUMUZ HAKKINDA NELER BİLMİYORMUŞUZ!!!


* Vücudumuzda bulunan yağla 7 iri sabun kalıbı yapabiliriz.

*O kadar çok karbon taşırız ki bunları bîr araya toplayıp kullanmak mümkün olsa; 9000 adet kurşun kalem yapabiliriz.2200 kibrite yetecek kadar fosforumuz, 250 gramdan fazla sürfürümüz, bir kaşık dolusu muz mağnezyummuş,
5 cm boyunda bir çivi yapacak kadar demirimiz vardır.

*Vücudumuzda 25 milyar oksijen alıcı kırmızı kan yuvarlakları bulunmaktadır. Bunları bir yüzey üzerine yayacak olursak
2570 metre karelik bir alanı kaplar.

*Bebekken 270'den fazla kemiğimiz varken, büyüdükçe bunların bazısı birbiriyle kaynaşarak sonunda sadece 206 kemikle kalırız.

*Kalbimiz normal olarak dakikada 70-72 kere atar. Bu atışa göre, 70 yaşındaki insanın kalbi 2500 milyon kere atmış ve bu süre içindede 167561600000 kilo kan, damarlarımıza pompalamıştır


*Normal bir vücut ısısı ile, insanın dayanabileceği en sıcak suyun ısısı 110°Cdir.

*Normal bir insan vücudunda bulunan elektrik, 25 Wattlık bir lambayı dakikalarca yakabilir.

*Esmerlerde 120 bin, sarışınlarda ise 140 bin adet saç teli vardır. Her geçen gün başımızdan 25.000 arasında saç teli kopar ve yerine yine aynı sayıda yenileri çıkar.

*Tek bir dakika içerisinde
1025 cm küplük havayı içimize çeker, 4 kilograma yakın kanı vücudumuz içinde devrederiz.

*Yapılan araştırmalara göre 6 dakika su altında kalabilir, 20 dakika nefesimizi tutabilir, sıfırın altında 103 derecelik bir soğuğa karşı koyabiliriz. 30 gün aç 110 saat da uykusuzluğa dayanabiliriz.

*Tırnaklarımız bir yılda
3,75 metre kadar uzar.

*İnsan doğduktan bir kaç gün sonraya kadar, hiç birşey duymayacak kadar sağırdır.

En büyük deniz memelisi ve balığıBir balinanın uzunluğu yaklaşık olarak 15 m.'dir. Büyük beyaz köpekbalığının uzunluğu ise 12 m.'dir.
En büyük nehir balığı
Güney Amerika nehir sularında görülen Arapaima balığı,
2 m. uzunluğunda ve 111 kg. ağırlığındadır.

En küçük balık
Filipinler'de yaşayan bir kaya balığı
1 cm. boyundadır.

En uzun yaşayan balık
Karadeniz'de yaşayan Mersinmorina'ların 120 yıl kadar yaşadığı görülmüştür. Bu balıkların ağırlıkları bir tondan fazladır.

En az yaşayan balık
Afrika ve Güney Amerika nehirlerinde en fazla bir yıl yaşayan 26 cins balık vardır. Yağmurlu mevsim sonunda nehirler kuruduğu zaman ölürler. Ölmeden önce, kuraklığa dayanıklı yumurtalarını yumurtlarlar. Yağmurlu mevsim başladığı zaman yumurtalardan yavrular çıkar. Bu balıklar bir yıldan daha az yaşarlar.

En hızlı balık
Yelken balığının saatte
68 mil (109 km.) hızla yüzdüğü bilinmektedir.

En zehirli balık
Hint Okyanusu'nda ve Büyük Okyanus'ta yaşayan taşbalıkları en zehirli balıklardır. Son derece acı veren zehirleri altı saat içinde ölüme sebep olur. Fakat bütün sokmalar öldürücü değildir.

Elektrikli yılanbalığında kaç volt elektrik vardır?
Elektrikli yılanbalığında 550 voltluk elektrik vardır.

En yükseğe sıçrayan balık
Bir Tarpo'nun
5 m. yükseğe sıçradığı ve 9 m.'lik yay yaptığı bilinmektedir.

En süslü balık
En süslü balık hindi balığıdır.

En çirkin balık
En çirkin balığın taşbalığı olduğu söylenir.

En büyük balık sürüsüRinga balığı sürüsünde 300 milyon balık bulunur.

En uzun isimli balığın adı nedir?Çütre balığı Hawai'de
humuhumunukunuku-apuaa adıyla tanınır.

Balık yağmuru nedir?
Kasırga ve hortumlarla denizden taşınan balıklar, gökyüzünden yağmur gibi yağarlar. Bu duruma, balık yağmuru denir. 1806'da Almanya'nın Essen kentinde büyük bir dolu tanesi bulundu. Dolunun içinde
4 cm. uzunluğunda bir sazan vardı. 2.7 kg. ağırlığında bir başka balık gökten, Hindistan'daki Jelapur'a düştü.

Kılıçbalığını tanıyor musunuz?
Bir kılıçbalığı kılıcının; bakır zırhı
10 cm.'lik levhayı, 30 cm.'lik beyaz meşe kerestesini, 65 cm.'lik sert meşeyi delip geçtiği bilinmektedir.

Oltayla tutulan en büyük balık
1959'da Güney Avustralya açıklarında
1.208 kg. ağırlığında bir büyük beyaz köpekbalığı yakalandı.

Köpekbalıklarında kaç tane solungaç bulunur?
Her ne kadar köpekbalıklarında beş tane solungaç yarığı varsa da bazılarında altı solungaç yarığı bulunur. Yedi solungaç yarıklı köpekbalıkları da vardır.

Solungaç nedir?
Balıkların solunum organıdır. Solungaçlardaki ince deri tabakasının altında kan damarları bulunur. Kan çevresindeki sudan oksijen alır, artık olan karbondioksiti dışarı verir.

Balıklar suda nasıl haraket eder?
Sandıkbalığı ve denizaltıların dışında bütün balıklar vücutlarını ve kuyruklarını sallayarak yüzerler. Balığın bu haraketi, yılanın karadaki haraketine benzer. Onun için buna yılankavi haraket denir. Yılan, yerde haraket ederken vücudunun farklı kısımlarını yer üzerindeki ufak çıkıntılara bastırarak vücudunu öne iter. Balıklar da vücudunu kıvırırken suyu bastırır ve böylece kendini öne götürür.
Kaynak=bilgi-merkezi.net
  Kendi dirseğini yalamanın imkansız olduğunu
  Ördeğin vakvaklamasının yankı yaratmadığını ve bunu kimsenin açıklayamadığını
  Dünyadaki fotokopi makinelerinde meydana gelen arızaların %23 ünün, makinenin üstüne oturup kendi popolarının fotokopisini çekmek isteyen insanlar sayesinde meydana geldiğini
  Yaşamın boyunca uyku sırasında yaklaşık 70 böcek ve 10 örümcek yiyeceğini (Mmmmh!!:)
  İdrarın zifiri karanlıkta parladığını
  Eğer çok şiddetli hapşırırsan, kaburgalarından birini kırabileceğini
  Hapşırmayı engellemeye calışırsan, başındaki veya boynundaki damarlardan birinin yırtılabileceğini ve ölebileceğini
  Hapşırdığın sırada gözlerini açık tutmaya çalışırsan, yerlerinden fırlayabileceklerini
  Domuzların vücut yapılarından dolayı hiçbir zaman başlarını yukarı kaldırıp gökyüzüne bakamadıklarını
  Dünya nüfusunun %50 sinin hiç telefonla konuşmadığını
  Farelerin ve atların kusamadıklarını
  1 saat süreyle kulaklıkla birşey dinlemenin kulaktaki bakteri sayısını %700 arttırdığını
  Çakmağın kibritten önce bulunduğunu
  Parmak izleri gibi dil izlerinin de her insan için benzersiz olduğu
 
Bunları biliyor muydunuz?

Tarihte en uzun iktidarda kalmış sülale Osmanlı olduğunu....Kargaların ortalama 120 yıl yaşadığını. Zürafaların ses tellerinin olmadığını... İşte merakla okuyacağınız birbirinden ilginç bilgiler.


Bunları biliyor muydunuz?

*Deve kuşlarının gözleri beyinlerinden büyüktür. *Timsahların ağızlarını açma güçleri kapama güçlerinden daha azdır. *Karınca deliklerinin girişi her zaman kuzeye bakar. *En zehirli hayvanın altın kurbağa olduğunu biliyor muydunuz? *Bir insanın damarları arka arkaya konulduğunda dünyanın çevresini 2 defa dönecek kadar uzunluktadır. *Bir çift sineğin sadece nisan-mayıs aylarında bıraktıkları yumurtaların tamamından sinek çıksa idi, dünyayı 14 metre kalınlığında bir sinek tabakası kaplar. *Nobel barış ödüllerinin kurucusu Alfred Nobel aslında dinamit yapımcısıydı. *Dünyanın en soğuk yeri güney kutbu olup sıcaklık -80 ve -90 civarındadır. *Tarihte en uzun iktidarda kalmış sülale Osmanlı sülalesidir: 623 yıl *1533 yılında Rusya’da hakimiyete gelmiş IV. İvan kendi yerinde gözü olduğu gerekçesiyle kendi öz oğlunu öldürmüştür. *Tarantulalar zehiri annesinden alır, annesi de ölürmüş. *Fransa Kralı XIV. Ludvig zamanında yapılan Versay sarayında tuvalet yoktu. *Noel Baba'nın kıyafetleri onu yıllar önce coca colanın yarattığı için kırmızıymış. *Kargalar ortalama 120 yıl yaşarlar. *Bir insanın 1’den 1 milyara kadar 12 senede sayabildiğini biliyor muydunuz? *Zürafaların ses telleri yoktur. *Yetişkin biri günde ortalama 25,000 kez nefes alır. *Bir bardak kolada yaklaşık 32 küp şeker bulunur. *Üzüm en çok şeker ihtiva eden bir meyvedir. 100 gram üzümde 16 gram şeker vardır. *Yaklaşık 1400 gram ağırlığındaki insan beyninin %90’ı sudur. *Beyin zarları arasında dolaşan koruyucu serebro-spinal sıvı günlük olarak yenilenir.(400-500 ml/gün) *Dünyada 5000 dil var, 854 Hindistan’da. *16 yaşında bir İngiliz ortalama 5000 kelime kullanır. *İngilizce’de en çok kullanılan harfler e,t,i,n,s,r dir. *Dünyada matbaa bulunuşundan itibaren II. Dünya Savaşı’na kadar basılan kelime sayısından daha fazlası şimdi bir günde basılıyor. *90’da en çok satan 10 çocuk kitabından 8 Ninja Turtles kitabı var. *Dakikada 10 damla su kaçıran musluk ayda 170 lt su israf yapar. 90’da Dünya nüfusunun % 8’lik kısmı başka bir ülkeyi ziyaret etmiş. *Bir dilim ekmek bir mil koşmaya yeter. *Ağır egzersizlerle oksijen tüketimi 8 katına çıkar. *Öğrendiklerimizin %83’ü görme, %11 işitme, %3.5 koklama, %1.5 dokunma ve %1’de tatma ile olur. *İngilizlerin % 40.2’si gözlük kullanıyor. Dünyadaki oran ise %6. *Bir Japon mahkum protesto olarak 132 saat ayakta desteksiz durmuş. *Yanlışlıkla polis tarafından 18 gün hücrede unutulan biri komalıkken çıkarılmış. *Bir İspanyol 200 saat şarkı söylemiş. *Dünyadaki tatlı su rezervlerinin üçte dördü Antartikada buz dağlarında. *Farelerin % 70 oranında kısılan beslenmeleri hayatlarını % 50 arttırıyor. *Günde 40.000 kişi açlıktan ölüyor. *Son 10 yılda 2 milyon çocuk savaşlarda öldü. 4.5 milyon ise yaralandı. *Gelişmiş ülkelerdeki çöplerdeki yiyecekler bütün açlıktan ölenlerin 15 katını besleyebilir. *İstanbul’un çöpteki ekmekleri ise Norveç’i doyurabilir.
  
Amerikan Discover dergisi ölüm ile ilginç bilgiler yayınladı. İşte ölüm hakkındaki bu ilginç bilgiler.

İlk ölüleri toprağa gömme işlemi, İspanya nın Atapuerca bölgesinde 350 bin yıl öncesine kadar dayanıyor.

Bütün ölümlerin temelinde oksijen eksikliği yatar.

Ölümün ilk üç gününde enzimler yemeğe başladığınız gibi sindirilmeye devam ediyor. Parçalanan hücreler bağırsaklarda yaşayan bakterilerin yemeği oluyor.

ABD de gömülen cesetler, toprağa her yıl ortalama 3 milyon litre sıvı bırakıyor.

Bİr İsveç şirketi, cesetleri çeşitli kimyasal maddelerle donduruyor. Ceset, bir tüpün içinde 6 ila 12 ay arasında ayrışıyor ve tamamen yok oluyor. Böylece çevreye zarar verilmediğini iddia eden şirket, buna ekolojik defin diyor.

Hindİstan daki Zerdüştler, cesetleri akbabaların yemesi için açık alana atıyor.

İngiliz Kraliçesi Victoria nın kocası Prens Albert, bornozu ve elinin alçısıyla gömülmek için ısrar etmişti.

Madagaskar da aileler akrabalarının kemiklerini çıkarıp törenle köyün etrafında dolaştırıyor. Daha sonra da kemikler yeni bir kefene koyulup yeniden gömülüyor. Eski kefen, yeni evlenene veriliyor veya çocuğu olmayanların yataklarına seriliyor.

19 uncu yüzyılda Mısır da demiryolu inşaatı yapan şirket, mumyaları lokomotiflere yakıt olarak kullandı. Böyle büyük tasaruf yaptılar.

İngİlİz filozof Francis Bacon, tavuğu dondurmak istedi. Tavuğun içini karla dolduran Bacon, soğuktan hastalığa yakalandı. 1926 yılında da zatürreeden hayatını kaybetti.

Embriyonik gelişim döneminde organların oluşumunda bazı hücreler intihar ediyor. Eğer bazı hücreler ölmeseydi, ördekler gibi taraklı ayaklarla doğardık.

1907 yılında Massachussettsli bir doktor, özel bir ölüm döşeği tasarladı. Sonra da insan vücudunun ölüm anında
21 gram kaybettiğini rapor etti. Bu nedenle ruhun 21 gram tuttuğu varsayılıyor.

ABD de insanların yüzde 80 i hastanede ölüyor.

ABD nin New York kentinde cinayet kurbanından çok intihar eden insan var.

İnsanlığın başlangıçından beri 100 milyar insanın öldüğü sanılıyor.
__________________

EreNeT.NeT İlginç Bilgiler
1 Nisan şakasının kökeni nedir?

1564 yılında Fransa kralı IX Charles, yıl başlangıcını Ocak ayının birinci gününe aldı. Daha önce
Avrupada yaygın olan yıl başlangıcı Mart 25 idi. O zamanki iletişim şartlarında IX
Charles'in bu kararı fazla yayılamadı. Duyanlar ise protesto amacıyla eski adetlerine
devam ettiler.1 Nisan'da partiler düzenlediler. Diğerleri ise onları Nisan aptalları olarak
nitelendirdiler.1 Nisan'a bütün aptalların günü adını verdiler. Bu günde diğerlerine sürpriz
hediyeler verdiler, yapılmayacak partilere davet ettiler, gerçek olmayan haberler ürettiler. Yıllar
sonra Ocak ayının yılın ilk ayı olmasına alışılınca, Fransızlar 1 Nisan gününü kendi kültürlerinin
parçası görerek devam ettirdiler. Oradan da bütün dünyaya yayıldı.
İnsanlar niçin içki kadehlerini tokuştururlar?
Bu konuda iki ayrı açıklama vardır. 1) İnsanların beş duyusunu tatmin
amacıyla şarap kadehini sofrada çın sesiye tokuşturmak. Şarabın rengi, görme; diliyle
tat alma; burunla koklama;eliyle dokurma,ve çın sesiyle işitme. Şarap bütün duyguları tatmin
eder anlamını taşır. 2)Antik çağlarda bir insanın düşmanını yemeğe davet edip,ona
zehirli içki sunması doğal sayılıyordu. Ev sahibi içkinin zehirsiz olduğunu kanıtlamak için
kendi içkisini havaya kaldırır ve misafirin içkisinden bir yudumun kendi kadehine dökülmesini isterdi.
Sonra aynı anda içkilerini içerlerdi. Misafir böyle durumda ev sahibine güvenini göstermek için
kadehini ev sahibinin yukarı kaldırdığı kadehe hafifçe vurur, çın sesiyle içkiyi denemeye gerek olmadığını gösterirdi.
Çinliler yiyeceklerini niçin çubukla yerler?
Çinlilerin yemek yeme alışkanlıklarının yiyeceklerini çok küçük parçalar halinde
yemelerinden çubuk kullandıkları anlaşılıyor.Çinde eskiden yalnızca zenginler masada otururlardı.
Halkın çoğunluğu tabakları ellerinde yemek yerlerdi. Bir elleriyle tabaklarını tutar, öteki
elleriyle çubuk kullanarak beslenirlerdi. Hızla artan nüfus yüzünden yiyecek sıkıntısı çeken
çinliler önlerindeki yiyeceği küçük parçalar halinde çoğaltarak yiyorlardı. O zamanlar ağaç
sıkıntısı nedeniyle de tahta kullanımı kısıtlıydı. Masa kullanımı bu yüzden çok zordu. Çubuklar
fildişinden ve kemikten yapılırdı.
Dünyanın en çok söylenen şarkısı hangisidir?
Bu şarkı"Happy birthday to you" dur. Şarkının asıl kaynağı Amerika'lı iki kız kardeşe aittir.
Orijinal adı " Good Morning to All" yani " hepinize günaydın"dır. Daha
sonra güftesi değiştirilerek bütün dünyaya yayılmıştır. Fakat telif hakkı kardeşlere
aittir, onlardan sonra da Warner/chappel müzik şirketine geçmiştir. Müzik ticari amaçlı kullanıldığı zaman şirkete ödeme yapma zorunluluğu vardır.
Yapıştırıcılar nasıl yapıştırıyor?
Yapıştırıcıların sağladığı yapışma olayı aslında kimyasal bir reaksiyondan başka bir şey değildir. Günümüzde imalatçılar yapıştırıcıları sentetik malzemeler kullanarak yaparlar. Yapışma olayında benzer
veya ayrı malzemeden iki madde, bir de yapışkan gerekir. Burada en önemli görev yapıştırıcıdadır.
Yapıştırıcının moleküllerinin diğer iki madde molekülleri ile birleşme eğilimi gösterir bir yapıda olması gerekmektedir.
Mezara niçin çiçek konulur?
İlk olarak Mısır Firavunu Tutamkamon'nun milattan önce 1346 da öldüğünde mezarının
çiçekten tacçlarla kaplandığı saptanmıştır. Kuzey Avrupada ise M.Ö 2000 yıllara kadar
mezara çiçek konduğu belirlenmiştir. O zamanlarda bu çiçeklerin amacı iyi ruhları çekme,
kötü ruhları kovma amacıylaydı. Sonradan ise asıl amaç cesetler çürürken çıkan
kokuyu kamufle etme amacını taşır. Servi ağacı da bu nedenle mazarlıklarda kullanılır. Ağacın
yaprakları rüzgarı önler, kendine özgü ferah kokusu vardır. Cenaze törenlerinde siyah
giyinmenin amacı da mezarlıklarda hayaletlerden sakınmak amacı taşımaktadır.
Satrançta şah niçin o kadar pasiftir?
Çünkü şah koruma altındadır. Zaten satrançta amaç şahı almaktır. O yüzden
bütün taşlar onu korumakla görevlidir. Vezir ise başkumandan gibi şaha yardım eder. İleri
geri, çapraz her yöne gidebilir. Batıda vezire Kraliçe adı verilmiştir. Bununla Kraliçe'nin
Kralın en büyük desteği olduğunu işaret etmektir. Satranç 6. yüzyılda Hindular tarafından
oynanmaya başlanmış, oradan dünyaya yayılmıştır.
İnsan korkunca niçin dişleri birbirine vurur?
Bir insan büyük bir tehlike veya korku verici olayla karşılaşınca vücudu otomatikman savunmaya geçer. Diğer canlılarda olduğu gibi dişler ve çene savunmanın ana mekanizmalarıdır.İşte bu nedenle ilk
insanlardan gelen kalıtımsal yapıdan dolayı önce çene ve dişler harekete geçer. Çenedeki
kaslar titrer, bu da sanki dişler birbirine vuruyormuş gibi görüntü verir.
Akıl ile zeka arasında fark nedir?
Akıl yalanla gerçeği, doğru ile yanlışı ayırabilme, bir konuda düşünce yürütebilme ve görüş bildirme yeteneğidir. İnsan olgunlaştıkça aklı gelişir. Zeka ise bir olayı önce anlama, ilişkileri kavrama, yargılama ve açıklayarak çözme yataneğidir. Genel olarak 12 yaşına kadar gelişir, 20 yaşına kadar sürer sonra sabit kalır. Zeka bir insanın her türlü olay karşısında aynı yeteneği gösterebileceği anlamına gelmez. Bir besteci müzik yapıtını aklıyla değil zekasıyla yaratır. Fakat en basit matematik problemini çözemeyebilir. Sonuç olarak zeka, ruhsal olaylara, algı ve hafıza yeteneğine, tutkulara, eğilimlere göre farlılıklar gösterir. Akıl somut olarak ölçülemez, zeka IQ denilen testle ölçülebilir.
Dolunay insan davranışlarını etkiler mi?
İnsanlar arasında bu inanç oldukça yaygındır. Eskilerin Ay'ın dönemlerine bağladıkları boş bir inancın günümüze uzanan bir varsayımıdır. Bilim adamlarının yaptıkları bütün çalışmalar bu görüşün boş olduğunu kanıtlamıştır. Ay, dünyadaki okyanusların gel-git denilen suların alçalması ve yükselmesi olayı üzerinde doğrudan etkisi vardır. Vücudumuzdaki suyun oranı , okyanuslardaki su miktarıyla kıyaslanamaz. Yani Ay'ın çekim gücü insanı etkileseydi yalnız dolunayda değil her gün olması gerekirdi.  Dolunayda ayın parlaklığı da pek önemli bir etken değildir. Çünkü gönderdiği ışık miktarı Güneş'in gönderdiğinin 600 binde biri kadardır.
Niçin gözyaşı dökeriz?
Dünyadaki canlılardan sadece insan ruhsal nedenlearle ağlar. İnsanı farklı kılan bu durum şüphesiz yaşam tarihindeki evrimin bir sonucudur. Aslında gözlerimize sürekli gözyaşı koruma amaçlı olarak salgılanmaktadır. Fakat ağlama ruhsal bir boşalmadır. Bu konuyu ilk inceleyer Darwin'dir. Daha sonra yapılan deneyler sonucu görüldü ki soğan doğrarken akan gözyaşlarının kimyasal yapıları farklıdır. Ruhsal gözyaşları daha çok protein içermektedir. Fakat henüz bu farkın nedeni açıklanamamıştır.
Üç yaşından daha önce olanları niçin hatırlamıyoruz?
Bilim adamları geçmiş deneyimlerimizi saklayan hafızamızın beynimizde anıveya öykü şeklinde organize olduğunu ileri sürüyorlar. Üç yaşından küçükler bu şekilde iletişim kurma yeteneğine sahip değiller.Öykü ve anılarını anlatamıyorlar. Yer ve karakter kavramlarını anlamıyorlar. Üç yaşından küçükler düzgün konuşabildikleri,anlayış, seziş ve hafıza yeteneklerine sahip oldukları halde tüm olanları bir bütün olarak şekillendiremiyor, öyküye dönüştüremiyorlar.Hafızamız ne yaptığını ne yapıldığını 3-4 yaşlarında kaydetmeye başlıyor.
Yumurtanın niçin bir tarafı yuvarlak, diğer tarafı sivridir?
Eğer köşeli olsalardı kenarları dayanıklılık bakımından çok zayıf olurdu. En dayanıklı geometrik şekil küredir ama bu şekildeki yumurta yuvarlanacak olursa nerede duracağı belli olmaz. Yumurta yuvarlanınca düz gitmez.  İnce tarafı üstünde dairesel bir yol çizer. Başladığı yere yakın bir noktada durur. Yani düz bir yerde kaybolması olanaksızdır. Yumurta, tavuğun yumurta kanalında küre şeklindedir. İlerlemesi sırasında arkada kalan dairesel kasların büzüşerek hem yumurtayı ileri iterler hem de bu kısmına baskı yaparak konik biçimini sağlarlar. Yumurtanın şeklinin nedeni de budur. Sürüngenlerde bu düzenek olmadığından yumurtaları küresel biçimdedir.
Develerin hörgüçlerinde ne var?
Genelde hörgüçlerinde su olduğu ve uzun yolculuklarında bu suyu kullandıkları söylenir ama doğru değildir. Develerin hörgüçlerinde 30-35 kg kadar yağ bulunur. Yiyecek bulamadıkları zaman bu enerjiyle hareketlerini sağlarlar ayrıca yağ çöl sıcağına karşı koruma görevi de yapar. Develer suya az gereksinim duyarlar. Burun mukozaları insana göre 100 kat daha büyüktür. Soluk alırken havadaki nemin üçte ikisini kazanabilirler. Su kaybını da dokularından kaybederler, kandaki su etkilenmez.
Çinlilerin gözleri niçin çekiktir?
Yalnız çinlilerin değil, Orta ve Güneydoğu Asya'da yaşayanların, japonların hatta Eskimoların da gözleri çekiktir. Aslında göz yapısı bütün dünyada aynıdır. Farkı yaratan göz kapaklarıdır. Çekik gözlü diye nitelendirilen ırklarda gözün üzerindeki göz kapağının ikinci kıvrımı, gözün üstüne daha çok inmiştir. Bazı teorilere göre bu kıvrım insanların gözlerini yoğun kar tabakasının, göz kamaştıran ışığından korumak için bir çeşit kar gözlüğü gibi gelişmiştir. Çinde ve öteki bölgelerde her ne kadar yoğun kar yağmıyorsa da onların atalarının buzul çağında kuzeyde yaşadıkları daha sonra güneye indikleri kanıtlanmıştır. Yalnız gözleri değil, burunları da rüzgara karşı korunmak için küçülmüş, burun delikleri soğuğu engellemek için daralmıştır. Ciltleri de koruma amaçlı olarak yağlıdır. Göz kapakları da yağlıdır. Gözü ve iç tabakalarını kara ve buza karşı korur. Yani çekik gözlü değil, düşük göz kapaklı, demek daha doğrudur.
Ateş böceği nasıl ışık saçıyor?
Aslında bu böceğin verdiği ışığın ateşle de sıcaklıkla da bir ilgisi yoktur. Bilimsel adı "Soğuk Işık"tır. Bu ışık olayı, moleküler seviyede kimyasal bir işlemdir. Bazı moleküllerin ayrışarak daha yüksek enerjili hale geçebildikleri ve bu fazla enerjiyi ışığa dönüştürebildikleridir. Ateş böceğinin karın bölgesindeki ışık organında bulunan guddelerden ışık elde etmede rol alan iki ana kimyasal madde üretilmektedir. Fakat onlar da tam olarak ışık vermeye yetmediği için böceğinışık bölgesine yakın solunum organının ışık verme anında burayı oksijenle beslemesi gerekmektedir
Kumaşlar yıkandıktan sonra niçin çeker?
Aslında kumaş ıslanınca lifler şiştiğinden kumaşın az biraz uzaması gerekmektedir. Ama bükümlerin açılarındaki deformasyonun yarattığı çekme kuvveti daha fazla olduğundan sonuçta kumaş boydan kısalır. Kumaş yıkandıktan sonra kurutulduğunda şişmiş lifler eski durumlarına gelirler. Ama kumaş ilk ölçülerine dönemez. Su, yüksek ısı, çalkalama, sabun hepsi kumaşın çekmesini kolaylaştırır. Kumaş birkaç kez yıkandıktan sonra ölçüleri belli bir dengeye ulaşır ve ondan sonra yıkandığında çekmez.
İnsanlar saatlerini niçin sol kollarına takarlar?
Özel bir durum veya farklı olma düşüncesi yoksa insanların çoğu saatlerini sol kola takar. Çünkü çoğunluk sağ elini kullanmaktadır ve bu kolun daha hareketli olması nedeniyle saatin bir yerlere çarpıp zarar görme olasılığı yüksektir. Zaten saatin kurma düğmesi 3 rakamının yanındadır. İnsanlar saati kurmak istedikleri zaman onu bilekten çıkarmadan sağ elle uzattıkları sol kollarındaki saati kurabilirler.
Bir hafta niçin 7 gündür?
Babilliler 7 günlük haftayı zaman birimi olarak kullanıyorlardı. İlk çağlarda bilinen
beş gezegen ile güneş ve ayın sayısı nın 7 oluşu bu sayıyı gizemli ve uğurlu kılıyordu. Daha sonra dinlerde göğün 7 kat oluşu ve doğadaki ana renk sayısının 7 oluşu, müzik notalarının 7 oluşu sayının önemini daha çok belirtti.  Daha sonra Fransa takvim yapısını değiştirerek hafta sayısını 10 yaptı ama kabul görmedi. Rusya 5 günlük hafta uygulamasına geçti, o da tutulmadı. Sonunda yine hafta 7 gün olarak kaldı.
Niçin otellerin kapıları döner kapıdır?
Döner kapıların tek amacı enerji tasarrufudur. Büyük binaların içerleri devamlı olarak ısıtılır. Açılan normal kapıdan içeri soğuk hava rahatlıkla girer. Eğer normal kapı kullanılırsa hava değişimi nedeniyle klimalar veya motorlar yeniden çalışacaktır. Özellikle çok kişinin girip çıktığı otel veya benzeri binalarda enerji tasarrufu için döner kapı kullanılır. Döner kanatlar sıcak havanın dışarı çıkmasına, soğuk havanın da içeri girmesini engeller.
İmdat çağrısı S.O.S 'in anlamı nedir?
Çok kişi "Save our Ship" gemimizi kurtar; "Save our Soul" ruhumuzu kurtar; "Stop Other Signals" diğer sinyalleri sözcüklerinin kısaltılmışı sanır. Oysa hiçbiri değildir. Tamamen telgraf zamanından kalma mors alfabesiyle ilgilidir. İmdat çağrısının çok kolay akılda tutulabilmesi için 1908 de üç çizgi, üç nokta, üç çizgi olan S.O.S seçildi.
Doktorlar niçin dizimize çekiçle vurur?
Bir sandalyeye rahatça oturup bacak bacak üstüne atarken doktor dizkapağının hemen altına, kası kemiğe bağlayan tedoma minik lastik bir çekiçle vurduğu zaman bacak ileri fırlar. Bu reflekste baldır kaslarındaki duyu sinirleri kasın genişlemesine tepki verir ve yeni sinir sinyalleri oluşturarak kaslara hafif bir basınç uygulandığını ve gerildiklerini omuriliğine iletirler. Omirilik ise bu basınca dayanabilmesi için kasların kasılması gerektiğini bildirir, bacak tekrar geri hareket eder. Refleks, beyin denetiminden geçmeksizin, yani beyin devrede olmadan doğrudan omuriliğin komutlarıyla gerçekleşmektedir. Diz kapağı refleksi omuriliğin işleyişi konusunda bilgi veren önemli bir tanı yöntemidir.
Tükenmez kalemin dolmakalemden farkı nedir?
Kalemin tarihi yazınınkinden de eskidir. İlk insanlar sivriltilmiş çakmak taşlarıyla duvar resimleri yapmıştır. Mürekkepli metal kalemler Romalılar tarafından biliniyordu. Tükenmez kalem adı ile bilinen bilye uçlu kalemin ilk modeli 1880 yılında yapılmıştır fakat rağbet görmemiştir. Uçakların gelişmesiyle gündeme tekrar gelir. Uçaklar 2-3bin metreye çıkınca  hava basıncı oldukça azalır. Dolmakalem mürekkebi basınç nedeniyle dışarı akarak kağıdı ya da giysiyi lekeler. 2.Dünya Savaşı'nda askeri uçaklarda kullanılan tükenmez kalem sonradan yaygınlaşmıştır. Tükenmez kalemlerde mürekkep kağıda pirinç uçtaki yuvaya yerleştirilmiş minik bir bilye aracılığıyla aktarılır. Fakat dolmakalemin özelliği seçkin ve yazıyı kaliteli kılmasıdır.
Radyonun sesi açılınca pil daha çabuk mu biter?
Pille çalışan portatif radyolarda sesin yüksekliği pilin ömrünü etkiler. Radyo açık, sesi kapalı durumu ile sesin sonuna kadar açık durumu arasındaki fark pillerin ömürlerinin kısalmasına neden olur. Ses sonuna kadar açıldığında pillerden çekilen akım yüzde 30 artmaktadır. Bu durum, küçüğünden büyüğüne, pille çalışan ve ses yükselticisi olan bütün radyo, teyp, volkmen vb. için aynıdır.
Horozlar niçin sabahları erkenden öterler?
Sabah güneş doğarken ötmek yalnız horozlara özgü değildir. Kulağa en çok
horozun sesinin gelmesi, onun sesinin diğerlerinden daha güçlü olmasıdır. Kuşların büyük çoğunluğu
da aynı saatlerde ağaçlarda koro halinde öterler. Gün boyu hem horozlar hem kuşlar bu ötüşü sürdürürler
ama seslerinin en güçlü çıktığı zaman sabah saatleridir. Horoz ve kuşların sabah gün
doğarken ötmeleri biyolojik saatleriyle ayarlanmıştır
Evlerimizdeki sinekler kışın nereye gidiyor?
Sineklerin her türü kışın ortadan kaybolur. Havaların ısınmasıyla birlikte ansızın ortaya çıkarlar. Sinekler ısıya
karşı çok hassastır. Güneş bulutun arkasına girdiği zaman oluşan ısı düşmesinden  etkilenirler. Kış günlerinde yaşama şansları yoktur. Ölmeden önce yumurtalarını toprağa veya kuytuya gömerler. Lavra ve yumurtalar soğuktan etkilenmez. Yaz sıcakları başlayınca yumurtalar çatlar ve yine sinekli günler başlar.
Termos nasıl sıcağı sıcak, soğuğu soğuk tutuyor?
Tek nedeni vardır, vakum.Yani boşluk.Bir termosta içiçe geçmiş iki kap vardır.Dıştaki metal bir kap olup içteki
genellikle bir cam şişedir.İkisinin arasındaki hava ise boşaltılmıştır.Tam olmasa da üreticiler tarafından elde edilebilen tama yakın bir boşluk vardır.Vakumlu bir ortamda hava molekülleri de ılmadığından ısı iletilemez.Cismin ısısı başlangıçta ne ise o halde kalır.İçerden dışarıya, dışardan içeriye ısı geçişi olmaz.Böylece termosa konan sıvı sıcaksa sıcak, soğuksa soğuk kalır.
Kuşlar nasıl konuşabiliyor?
Her insan ağzıyla konuşur ama konuşabilmeyi sağlayan asıl organ beyindir. Beyinde oluşan düşünceler dilimize ve dudaklarımıza aktarılır. Hayvanlar bu nedenle konuşamaz. Papağan ve benzeri kuşların yaptıkları konuşma değil, mükemmel bir ses tınısı ezberi ve tekrardır. Sesleri ezberler ve taklit ederler. Kuşların ses organları memeli hayvanlardan farklı olarak gırtlakta değil göğüs kafeslerinn dibinde, karın boşluğunun derinliklerindedir. Kuşların doğasında ses taklit yeteneği vardır. Doğayla içiçe yaşarken diğer kuşların seslerini
taklit ederek bir çeşit iletişim sağlarlar.
Kediler balık ve sütü niçin severler?
Kedilerin sudan hoşlanmadığı bilinir. Ama aslında kediler çok iyi yüzerler. Hava şartlarından dolayı ve de tembelliklerinden suya girmeyi sevmezler. Evkedisinin balık sevmesinin yanında kuşlara ve farelere olan düşkünlüğünün nedeni evcilleştirilmeden önce Mısır'da Nil vadisinde balık, kurbağa, küçük kuş ve fareleri avlayarak yaşamış olmasıdır. Zaten eski Mısırlılar kedilerifare avcıları olduğu için evcilleştirmişlerdir. Günümüzde kedinin kuzey Hindistan ve Güneydoğu Asya'da yaşayan türleri ırmakların kenarlarında balık avlayarak yaşamaktadır. Patileriile balıkları sudan dışarı atar, gerekirse suya tamamen girerler. Eski Mısır'da kedi bakıcıları onları ekmek ve sütle beslemişlerdir. Kedilerin süt zevkinin de Mısırlı bakıcılarının yarattığı beslenme alışkanlığından kaynaklanmaktadır.
Bardaktaki buzlar niçin birbirlerine yapışırlar?
Buzun erimesi için yalnızca sıcaklık değil basınç da önemlidir. Dağlardaki buzulların kayma nedeni de budur. Basınçla alt tabaka erir ve kayma oluşur. Bir kabın içinde ya da bir bardakta üst üste duran buzların herbiri altındakine değdiği noktada bir basınç oluşturur ve bu noktada çok küçük kısım erir.Buradan hareket eden su çok az yanda iki buz küpçüğünün birleştiği noktada tekrar donar. İki buz parçası kaynak yapılmışcasına birbirlerine yapışır ve orada bir daha erime olmaz.
Bir karınca kendi ağırlığının 50 katı ağırlığı kaldırabilir
Arılar yarım kilo bal yapabilmek için arılar iki milyondan fazla çiçekten bitki özü toplamak zorunda.
Hamamböcekleri yaklaşık olarak 250 milyon yıldır yaşadıkları halde hiçbir değişime uğramamışlardır.
Bir mayıs sineğinin ömrü sadece birkaç saattir.
Kangurular geri geri yürüyemezler.
Penguenler, enerji tasarrufu yapmak için sarkaç hareketiyle yürür.
Dünyada insan başına düşen karınca sayısı 1 milyondur.
Filler, zıplamayan tek memelidir.
Bir inek, hayatı boyunca yaklaşık 200 bin bardak süt üretir.
Erkek penguenler kuluçkaya yattığı 4 ay boyunca hiçbir şey yemez.
Dünyada yaşayan aşağı yukarı 1 milyon böcek türü var, her yıl aşağı yukarı 8 bin yeni tür keşfediliyor.
Bir pire, kendi büyüklüğünün 150 kat yüksekliğine zıplayabilir. Bu oranı tutturmak için   insanın yaklaşık 30 metre zıplaması gerekir.
10 gramlık bir sümüklü böcek, 1 kilogramlık yükü çekebilir.
Fare, bir deveden bile daha uzun süre susuz kalabilir.
Son 4 bin yılda herhangi bir yeni hayvan evcilleştirilmedi.
Dişi morina balığı yılda yaklaşık 4 milyon adet yumurtlar.
Göç eden kuşlar (V) biçiminde sıralanarak uçar ve bu sayede harcadıkları enerjiden yüzde 23 tasarruf sağlar.
Yılda 100 milyon köpekbalığı, sadece yüzgeçleri için öldürülüyor.
Bir yıl içinde bir milyon balıkçıl kuş ve 100 bin deniz memelisi ve deniz kaplumbağası, plastiklere dolanıp havasızlıktan ölmekte.
Hastalanmayan tek hayvan köpek balıklarıdır.
Bir çift sineğin sadece nisan-mayıs aylarında bıraktıkları yumurtaların tamamından sinek çıksaydı, dünyayı 14 metre kalınlığında bir sinek tabakası kaplardı.
İngiltere’deki bazı kuşlar evlerin kapısına bırakılan süt şişelerinin kapağını delerek beslenmeyi öğrenmiştir.
Bir yıl içinde denizlerden avlanan balıkların ağırlığının üç katı kadar atık denizlere atılmaktadır.
Bir litre motor yağı 530 bin litre içme suyunu kirletebiliyor.
Yaban kazları 8 bin metre yüksekte uçabilir
Her yıl tankerlerle taşınan petrolün binde biri denizlere sızıyor. Bu miktar 2 milyon 200 bin ton.
Yunanistan'da sakin Türk kahvesi istemeyin. Türk kahvesinin adi bu ülkede Yunan kahvesidir.
Nepal'de ayak üzerinden atlamayın. Kötülüğü simgeler.
Sili'de lokantada ellerinizi karninizin üzerine koyun. Yoksa servis yapmazlar.
Japonya'da üç kişinin resmini çekmeyin. Sansınızı kapatır.
Moğolistan'da yslyk çalmayın. Kötü ruhları davet etmiş? olursunuz.
Hindistan'da sokakta tuvaletini yapanlara tepki göstermeyin. Yasaldır.
Kolombiya'da gece sakın kırmızı ışıkta durmayın. Soyulursunuz.
Çin'de yere tükürmek serbesttir. Balgamın üzerine basmak yasaktır.
ABD'de trafik polisi sizi durdurursa elleriniz direksiyon üzerinde put gibi bekleyin. Hareket ederseniz vurulabilirsiniz.
Endonezya'da küçük çocukların basını okşamayın, yoksa zekaları gelişmez.
Tibet'te çay bardağını iki elinizle avuçlamazsanız saygısızlık etmiş olursunuz.
Japonya'da çatal, kasık yerine kullanılan Çubuklara tabağa çapraz koymak hakarettir.
Bahama Adalarında çiçekli etek giymek koca arıyorum anlamına gelir.
Bikini adalarında bikini giymek yasaktır.
Çin'de sakin kadeh kaldırırken ''Çin Çin'' demeyin. Erkeklik organı anlamına gelir.
ABD'de erkek erkeğe öpüşmeyin. Adiniz çıkar.
Rusya'da erkek erkeğe dudaktan öpmek sevgi ve saygıyı gösterir.
          Devamı.                    1  2 3 4 5
Makaleler
Karıncaların inanılmaz bir yaşamı olduğunu biliyor musunuz?
Bilim ve Ötesi

Dünyanın minik efendileri

"Karıncalar hakkında birşey biliyor musunuz?"

"Bazen bahçede onları görüyorum."

"Çok büyük siyah bir karınca gördüm."

"Tatlı birşey bulduklarında çevresinde sürüler halinde toplanıyorlar."

"Kanatlı karıncalar bazen erkek, bazen dişidirler."

"Kızıl karıncalar, siyah karıncalar, sarı karıncalar, büyük ve küçük karıncalar vardır..."


Karıncalar hakkında söylenebilecek şeyler bu gibi şeylerdir aslında bu böceğe benzeyen ama böcek olmayan yaratıklar hakkında çok az şey bilinmektedir. Karıncalar evlerimize geldiklerinde bıktırıcıdırlar, yiyeceklerimizi kirletirler, zarar verirler, kumaşları, derileri veya tahtaları yerler veya deler geçerler. Ahşap yapıları çürütüp, yuvalar yaparlar. Bazen karıncalar tarafından sokuluruz, canımız yanar ama saldırgan değildirler. Çeşitli isimlerle adlandırılırlar; firavun, hayalet, marangoz, ateş, çılgın, hırsız, kocakafa ve akrobat karıncalar gibi... Karıncalar öteki böceklerden ayrıdırlar, bellerinin inceliği, bir veya iki mafsallı olmaları onlara özgündür. Eklemli antenleri vardır, ikisi önde ve büyük olan ikisi da arkada ve küçük olan dört kanatlı türleri vardır. İnsanlar bazen onları termitlerle karıştırırlar oysa termitlerin belleri kalındır ve eşit boyda dört kanatları vardır. Karıncalar sosyal canlılardır, işçiler, kraliçeler ve erkekler olarak üç türe veya sınıfa ayrılırlar, en önemli yetenekleri koloniler kurabilmeleridir. İşçi karıncalar kısır dişilerdir nadiren kanatları vardır, bir işçi karınca hem inşaatçı, hem savunucu, hem de yeni doğmuş karıncaların, yumurtaların ve kraliçenin bakıcısıdır. Kraliçeler normalde kanatlıdırlar ama çiftleştikten sonra kanatlarını kaybederler, temel görevleri çiftleşmektir, bazı özel karınca türlerinde kraliçe işçi karıncaların ilk yumurtalarını yiyerek beslenir ve özel bir salgı çıkarır, bir kraliçe karınca uzun yıllar yaşar ve genellikle kendi kızı olan bir kraliçe ile yerini değiştirir, bazı türlerde birden fazla kraliçe olduğu da görülür.

Cinsiyetsizler ve cinsiyet değiştirenler

Erkek karınca genelde kanatlıdır ve ölünceye kadar kanatlarını koruyabilenleri görülür, tek özelliği çiftleşmek ve kısır dişiyi dölleyerek yumurtlar hale getirmektir, çiftleşmenin ardından erkek karınca ölür. Erkekler küçükken zengin yiyecek rezervlerinin toplandığı çok geniş koloniler oluştururlar ama erişkin hale geldikten sonra koloniyi terk ederler. Tüm karıncaların yaşamları yumurta, larva, pupa ve yetişkin aşamalarından oluşur. Yumurtalar mikroskopiktir, karınca yumurtadan çıktıktan sonra bacaksız larva halindedir, işçiler tarafından beslenir, işçi karınca larvayı önce sıvı yiyecekle besler, larva biraz büyüdükten sonra çiğneme, emme ve yutma yetenekleri kazanır. Pupa bir yetişkin gibidir ama daha yumuşak, renksiz ve hareketsizdir. Bazı türlerde Pupa, bir kozanın içinde yaşar, genelde altı haftayla iki ay arasında bir karınca gelişir.

Kraliçenin ülkesi

İki temel yöntemle yeni koloniler kurarlar, kanatlı olanları uçarak uygun buldukları yerde kümelenirler ama en çok görülen yöntem dişi ve erkek karıncaların çiftleşme uçuşu yapmak için yuvayı terk etmeleridir. Döllenmiş kraliçe bir çukur veya boşluk bulur ve yerleşerek işçi karıncaları yumurtlamaya başlar. İlk yumurtalar kraliçenin beslenmesi içindir ve zaman geçtikçe koloni ortaya çıkmaya başlar, hızla sayıları artar ve yuvayı genişletmeye başlarlar. Bazı kraliçeler Atta türünde olduğu gibi (Yaprak kesiciler) yumurtalarını yeme konusunda aşırıya kaçarlar ve bu yüzden çok irileşirler ama yeterince işçi karınca üredikten sonra artık kraliçenin sorunu kalmaz. İşçiler hızla yayılırlar, yiyecek toplamaya ve yumurtalara bakmaya başlarlar. Artık kraliçenin yapacağı tek iş yumurtalarını çoğaltmaktır. Normalde binlerce kanatlı kraliçenin çok azı hayatta kalır, çoğu kuşlar ve böcekler tarafından yenirler, bazıları ise yeterince yumurtlamayı başaramadığından açlıktan ölür. Oğul vermek birden fazla kraliçe olduğunda görülür, yani yeni bir koloninin kurulması için kraliçenin birden fazla olması gerekir. Bazı farklı karınca türlerinin koloniler halinde bölündükleri de görülür, örneğin firavun karıncaları, bazı ateş karınca türleri, hayalet karıncalar böyle davranırlar.
Yiyecek alarmı

Karıncalar hemen her tür yiyeceği yerler hatta alıştıkları ve aradıkları özel tatlar vardır, ateş karıncaları bitkilerin özsularını, şekeri, proteinleri, yağları, tohumları, bitkileri ve böcekleri yemeyi sever. Firavun karıncaları sadece şeker, protein, yağ ve böceklerle beslenirler. Marangoz karıncalar ise şeker ve böcek yerler. Karınca yiyeceğin yerini raslantısal aramayla bulur, görevli izci karınca yiyecek bulduğunda taşıyabilirse alıp götürür ama taşıyamayacağı kadar büyükse bir parçasını koparır ve yuvaya taşır. Yolda giderken rasladığı tüm işçileri kışkırtır, heyecanlandırır ve yiyeceğin kalanının olduğu yere hemen gitmeleri için haber verir. Bu olay inanılması güç, muhteşem bir iletişimdir ama yiyeceğin elde edilmesinin dışında neden heyecanlandıkları ve telaşa kapıldıkları bilinmemektedir. Bazı türler özel bir koku bırakırlar ve bu koku izi sayesinde ötekiler yiyeceğin yerini bulabilirler. Her karıncanın suya ihtiyacı vardır ve bunun için gerektiğinde çok uzaklara gider, işçiler midelerinde taşıyarak yuvaya su getirebilme yeteneklerine sahiptirler.

Karınca ilk yardımı

Karıncaların bir aile gibi yaşayan sosyal canlılar olduklarının en iyi kanıtı yuvaları yani kolonilerdir. Dünyanın birçok yerinde 4.500 karınca türü belirlenmiştir. Yağmur ormanlarında bilinmeyen türlere raslanmaktadır ama yağmur ormanlarının tahrip edilmeleri nedeniyle yeni türler belirlenememektedir. Yuvaları çoğu zaman toprağın altındadır ama ağaçlarda hatta evlerde bile kolonileşirler. Özel yiyecekler üretebilen insan dışında tek canlı türü onlardır, mantar yetiştiren Yaprakkesici karıncalar yaprakları keserler, parçaları yuvaya getirirler ve gübreleyerek mantar bahçeleri oluştururlar. Hasatçı karıncalar sık sık tarlaları dolayarak özellikle çim tohumlarını toplarlar. Özel işçiler bu tohumları çiğneyerek kırarlar ve ötekilerin yemesi için hazırlarlar. Bazı türler yaprak bitlerinin ifrazatı olan şekerli akışkan maddeyi yerler veya saklayıp korurlar. Balküpü karıncaları bitkiözü taşıyan dev konteynırlara benzerler. O kadar çok miktarda bitki özünü vücutlarına depolarlar ki, hareket edemezler. Kolonilerin orduları ve sürücü karıncalar milyonlarca işçiden farklıdırlar, görevleri ayrıdır. Koloni evresini çoğu zaman göç evresi izler. Tüm koloni kraliçeyi ve yeni doğmuşları koruyan iri asker karıncaların koruması altında yola çıkarlar, asker karıncalar yollarına çıkan herşeyi öldürürler, ordunun ve sürücülerin geçtikleri yörede yaşayan tek bir böcek kalmaz. Hatta uçamayan yavru kuşlar, kertenkeleler veya diğer küçük hayvanlar eğer kaçmazlarsa ölümden kurtulamazlar. Yürüyen koloni bazen geçici yuvalar kurar ama in ilginci bazı türlerin kurdukları örgütlerdir. Amazon karıncaları yeni yetme karıncaların bir kısmını ötekilerin olgunlaşmaları için köle gibi kullanırlar. Tüm karıncaların yaptığı "trophallaxis" yani birbirlerini besleme sistemi içerik olarak kimyasal uyarıcı işlevini görür, bitkin, yorgun ve aç karıncalar, ötekiler tarafından bu şekilde beslenirler. "Trophallaxis" eşi olmayan bir yardımlaşma sistemidir ve karıncaların bunu yapmaları için ikinci ve özel bir mideleri daha bulunur.

Yuva ve koloninin yaşamı

Coğrafi alışkanlıklar, büyümenin doğal koşulları ve sınırları, farklı istemler yuvanın yani koloninin yerini belirler çünkü koloninin yeri karıncanın yaşamındaki en önemli yerdir. İstemler birbirlerinden çok farklı yuva türlerini oluştururlar. Göze fazla çarpmayan bir yerin bulunması ilk istemdir, bunu koloni yaşamının doğal olarak genişleyebilmesi için uygunluk istemi izler. Yiyeceğin getirilebilmesi, yumurtaların, yavruların ve kraliçenin uygun iklim koşullarında korunmaları önemlidir. Yuva bu amaçlar için kendi içinde özgün yuvalar içerir, küçüklerin korunma alanları vardır. Bazen farklı tiplerde böcekler ve böcek larvaları kullanılarak yumurtaların ve yavruların üstleri örtülerek kamuflaj yapılır. İlk bakışta karmakarışık bir ortam görülür ama gerçekte sistem çalışmaktadır. İşçiler sürekli olarak yuvanın havasını ayarlarlar. Yumurtalar, larvalar ve pupalar yuvanın çeşitli yerlerine taşınarak gerektiği gibi havalandırılırlar. Hava kanalları havanın durumuna göre açılır ya da kapatılır. Isı arttığında yumurtalar ve yavrular yuvanın alt katlarına taşınırlar, soğuk havalarda güneşin ısısından yararlanmak için yuvanın tepesinde kubbeler inşa edilir. Askerler girişi korurlar ve yüklerini getiren işçileri kontrol ederler. İşçiler sorumluluklarını yerine getirdikten sonra tekrar çıkışa yönelirler, bazı işçiler yuvanın temizliğinden sorumludurlar, pupaların koza artıklarını, böcek kalıntılarını ve yaşlı karıncaların ölülerini dışarıya atarak yuvayı temiz tutarlar. Kubbeler ve labirentler tükürük benzeri bir salyanın toprağa karıştırılmasıyla yumuşatılırlar, bazı yuvaların tepesi ısının daha etkin olabilmesi için özellikle kubbe şeklinde inşa edilir. Bu tür bir kubbe güneşin radyasyonunu sabah ve akşam saatlerinde üç kez daha fazla emer, bu oran aynı boyuttaki düz alandan daha çoktur. Kışları avantaj tersine döner ve karıncalar bu kez yuvanın altlarına giderek birikmiş ısıyı kullanırlar. Toprak yuvalar çok büyük olabilirler, 100 metre derinliğinde, 8 m2 genişliğinde olanları görülür, 80 cm derinlikte bir metre çapında çember biçiminde bir kanal vardır, bu alanda gelen ve giden karıncalar bulunur. Daha derinlerde mantar yetiştirme alanları ve sonra da yavrular alırlar. Dikkat çeken bir diğer sistem yaşamsal önem taşıyan ve karbon dioksitle, amonyağın dışarı atıldığı hava kanallarıdır. Tahıl yiyen karıncalar toprak yuvalarını ikiye bölerler. Üst bölümde yaz aylarında tohumlar kurutulur ve kolayca kırılacak hale gelirler, alt bölüm ise daha rutubetlidir. Kızıl karıncalar ise kısmen yer üstünde, kısmen yer altında birleşik yuvalar kurarlar, yer üstündeki yuva dal parçaları, iğne çam yaprakları, ot parçaları ve yosunlardan yapılmıştır
Milyarlık karınca orduları

Bir diğer yuva yeri ağaçlardır; ağaç kabuklarının altları, kırık dalların içleri , çürümüş gövdeler toprak gereksinmeksizin koloni uçin uygundurlar. Ağaç karıncaları örneğin Caponotus Herculeanus adlı tür sağlıklı ağaçları sever ve aynen toprak altında olduğu gibi ağacın içini oyarak koridorlar oluşturur. İlginç olan ağacın ölmemesidir, radyoaktif iyonla beraber ağacın öz suyu karıncaları besler, 130 m2´lik bir alanı kaplayan 12 ağaçlık kolonilere raslanmıştır. Dorylus cinsi karınca ordularının kurdukları kolonilerin sayısı milyonlara ulaşır, çok büyük yiyecek stoklarına ihtiyaçları vardır ve yuvaları kalıcı değildir. Bu kadar büyük bir birikime yuvalar bile dayanamaz, bunun savaşçı karıncalar özellikle toplanma dönemlerinde açıkhava yuvaları kurarlar. Ortada kraliçe ve yumurtalar olmak üzere birbirlerine tırnaklarıya tutunan milyarlarca karınca bedenleriyle iletişim kurarak üstüste yığılarak dev kümeler oluştururlar. Yuvanın koridorları karınca bedenlerinden oluşur ve taşımacılık ve yumurtaların havalandırılması buralardan yapılır. Sabahın erken saatlerinde tüm koloni kaynaşmaya başlar, kraliçe işçiler tarafından taşınır, larvaların ve pupaların yiyecekleri asgariye indirilir, koloni yer değiştirmeye hazırlanmaktadır, kraliçenin bıraktığı sayısız yumurtanın larvalara dönüşmesiyle koloni yola çıkacaktır.

Bal depoları

Balköpüğü karıncaları normal işçilerden farklıdırlar, kursaklarını balla doldururlar, kursakları esnektir ve içlerini kıpırdayamayacak kadar doldururlar. Bu stokları ancak yeni doğmuş karıncalar kullanabilir, bal yabanarılarının safralarından toplanır. İşçilerin kursakları dolunca yuvaya dönerler veya getirilirler, önce onların karınları doyurulur ve kalan bal köpükleri özel depo odaların tavanlarına asılır, bu odaların tavanları özel olarak pürüzlü yapılır. Balköpüğü karıncalarının amacı nedir? Göründüğü kadarıyla safralardaki tatlı sıvı tercih edilen bir yiyecektir. Yabanarılarının üreme zamanları kısıtlıdır ve safraları geçicidir, bunun için elde edilen rezerv çok önemlidir. Bir yuvada binlerce işçinin oluşturduğu 600 bal köpüğü sayılmış ve 1000 köpüğün yaklaşık 400 gr. bal içerdiği hesaplanmıştır. Bir diğer neden bu tür karıncaların çölümsü yerlerde yaşamalarıdır, bitki özü bulmaları zordur ve bunun için bal stoklarına ihtiyaç duyarlar. Avustralya´daki ilkel yerliler Balköpüğü karıncalarının bal köpüklerini toplayarak alkol yapımında kullanırlar. Bilindiği gibi bal tıp alanında da kullanılır ve bunun için balsam yani pelesenk ağaçlarından yararlanılır.

Hasatçılar

Hasatçı karıncaları izlediğinizde işçilerin yuvanın girişine gelerek küçük toprak duvarlar inşa ettiklerini görürsünüz. Uzun sıralar halinde kırlara ve tarlalara gidip gelirler. Dönüşte her biri farklı tohumlar taşımaktadırlar, bazıları küçük, bazıları ise bir karıncadan çok büyüktür. Bazı çok iri karıncalar toprak kırıntılarını ve taş parçacıklarını da yuvaya getirirler. Buna karşın yuvadan çıkan karıncaların ise içi boş tohum kabuklarını taşıdıkları ve dışarda yakın bir yere götürüp bıraktıkları görülür. Bazen tohumları dışarda kesip parçalarlar, tohumlar çoğu zaman bitkilerden toplanır ama bazen öteki Hasatçı karıncalardan veya onların depolarından çalınırlar. Karınca tohumu ayıklar ve kabuğunu çıkarır sonra güneşte kurutur ve yuvanın derinliklerine götürür, tohumlar asla filizlenmezler çünkü karıncalar üzerlerine bir örtü yayarlar. Bu örtü karıncanın kendi oluşturduğu bir guddesel ifrazattır, tohum kolayca kırılabilir kahverengine döndüğünde örtüye gerek kalmaz. İçindeki nişastanın şekeri ayrıştırılır, içerdiği proetinler ve yağ karıncalar tarafından özel bir rejim yapılırmışcasına yenilir.

Mantar üreten karıncalar

En gelişmiş beslenme türlerinden birisi Mantar Üretici Karıncalarda görülür, bu tür doğal maddeleri yiyerek yaşamaz, kendi yetiştirdiklerini yer yani bir tür çiftçidir. Çalılara ve ağaçlara diziler halinde tırmanarak yapraklardan küçük dairesel parçalar keserler, bunları birbirlerine aktararak yuvalarına taşırlar, yuvada özel olarak hazırlanmış ve hatta yalanarak sterile edilmiş yerler vardır. Yapraklar çiğnenerek lapa haline getirilirler. Koridorlarda beyaz kabuklar görülür, içleri protein doludur ve çalışanların aç kalmamaları için hazır tutulurlar. Çok küçük boydaki işçi karıncalar lapa hazırlamayla görevlidirler, lapa besleyici özelliğini yitirdiğinde, küçük kahverengi parçalar halinde boş bir alana taşınır. Bu alan taze yaprak parçacıklarıyla tıkabasa doldurulmuştur. İşte mantar burada oluşur ve koloniden koloniye taşınır. Genç kraliçe düğün uçuşundan evvel bu mantardan küçük bir parça alır ve saklar ve yeni yuvası için ilk mekanı bulduğunda mantar parçasını tükürür ama parça çok hızlı büyüse de gübreye ihtiyacı vardır, o zaman kraliçe mantarın dış yüzünde küçücük yırtıklar açar ve oralara karnından çıkardığı sıvıyı minik damlacıklar halinde akıtır. İlk yavru doğana kadar kraliçe asla bu mantardan yemez ama yumurtalarının % 90´ını yer. Yeni yuvanın yedek besin deposunu bu mantar oluşturacaktır hatta yeni doğan ilk larva bile yine yumurtalarla beslenir.

Amansız avcılar

Böcekler, örümcekler ve tırtıllar karıncaların yiyecekleridirler. Onları canlı yakalarlar veya komaya sokarak saklarlar. Ölü kuşlar ve fareler de karıncaların avı olurlar, ormanlarda kızıl karıncalara Sağlık Polisi denmesi boşuna değildir. Ağaçların alt kesimlerinde ve yerde kızıl karıncalar zarar verici ve çürüyebilen hiçbirşey bırakmazlar. Ormanda yürürken gördüğünüz karınca dizileri başlarında her yönü kontrol eden avcıların bulunduğu sürülerdir. Avcıların birisi bir av gördüğünde hemen ona yönlenir ve yiyecek potansiyelini kontrol eder eğer av yararlıysa avcı derhal hücuma geçer ve aynı anda da yardım sinyallerini gerideki sürüye yollar. Av ne kadar direnirse dirensin alarm verilmiştir ve destek hemen gelir, av hemen ölmeli ve en kısa zamanda yuvaya taşınmalıdır eğer taşınamayacak kadar büyükse hemen orada parçalanmalıdır. Kazıl karıncaların av alanı yaklaşık bir hektardır ve bu alanın her santimini bilirler. Larvaların iyi yetişmesi için en enemli besin zengin proteinler içeren ettir. Bazen av içeri alınmaz, parçalanır, fazlalıklar atılır, işçiler tarafından yenir ve yuvaya dönülerek ötekilere trophallaxis yapılır. Karıncalar evrenin en büyük avcıları Sürücü ve Ordu karıncalarıdır, çevrelerindeki herşeyi yerler, aslında karıncalar dünyanın en iyi devriyeleri ve askerleridirler, tüm doğal ortamı kullanırlar her biri tam bir gerilladır. Kendi bedenlerinden köprüler yaparak, ırmakları aşarlar, dev örümcekleri, akrepleri yüzlercesinin canı pahasına kahramanca savaşarak öldürürler. Göç eden dev karınca orduları insanlar için de tehlikelidirler çünkü sayıları çok fazladır üstelik tek amaçları kraliçenin ve larvaların beslenmesi için çok sayıda değişik av alanları bulmaktır. Tüm bu yazılanlar doğanın en büyük harikası sayabileceğimiz karıncaları anlatmaya yeterli değildir, amaç araştırmaya yönelik ipuçlarını sunmaktı. Karıncaların iletişim sistemlerini çözmeye çalışan bilim adamları vardır ve bir gün insanlarla, insandışı tek sosyal amaçlı canlı olan, yardımlaşmayı bilen ve iletişim kurabilen karıncalar arasında bir ilişkinin kurulacağına inanmaktadırlar.

Karıncalar hakkında * Bir karınca yuvasına günde 2.400 böcek taşır.

* Dört satır okuduğunuzda dünyada 40 insan ve 700 milyon karınca doğmakta, 30 insan ve 500 milyon karınca ölmektedir.

* Karınca boyu 0.01 ile
3 cm arasında değişen, ağırlığı 1 ile 150 miligram arasında, sperm hücrelerinin sayısına göre dilediği kadar yumurtlayan, herşeyi yiyen ve nüfusu milyarların çok ötesine varan bir böcek türüdür.

* Karıncalar dünyamızın 150 milyon yıl önce doğan ilk bilinçli hakimleri ve ilk toplum kuranlarıdırlar.

* Karıncanın aerodinamizmi mükemmeldir. Her eklem mekanik bir harikadır, Deri ve kabuk kısımları sanki bir bilgisayarın yardımıyla yerleştirilmiştir. Üçgen kafası havayı deler, uzun ve bükülebilen bacakları toprakta yürürken bedenin rahat bir şekilde yaylanmasını sağlar sanki spor bir otomobil gibidir. Pençeleriyle tavanda yürüyebilir, gözleriyle 180 derecelik bir çevreyi görür. Antenleriyle bizim göremediğimiz binlerce bilgiyi ve uç kısımlarını çekiç gibi kullanır. Karnı keseler ve boşluklarla doludur, oralarda gerekli maddeleri stok eder. Çeneleriyle keser, sıkıştırır ve yakalar. Bedenindeki muazzam boru sistemi kokusal haberlerin depolanmasını sağlar.

* Arjantin karıncaları ilk kez 1866´da Buenos Aires´de görüldüler. 1891´de ABD´de, 1908´de Güney Afrika´da, 1910´da Şili´de, 1917´de Avustralya´da ve 1920´de Fransa´da ortaya çıktılar ve Fransa´nın güneyinde ortaya çıkar çıkmaz yöredeki tüm yerli karıncalara karşı savaş açarak onları yendiler. 1960´da İspanya´da, 1967´de Roma´da görüldüler, 1990 sonlarında ise kuzey Avrupa´ya doğru yayıldıkları belirlendi.

* Karıncalar insanlardan daha kalabalıktırlar. Daha çok siteleri vardır ve çevreye daha uygun yuvalarda yaşarlar. Hiçbir insanın yaşayamayacağı kuru, buzul, sıcak veya nemli bölgelerde yaşarlar. Bizden yüz milyon önce de vardılar ve atom bombasına bile dayanıklı oldukları hatırlanırsa bizden yüz milyon yıl sonra da varolacaklar. Onların tarihinde bizler sadece üç milyon yıllık bir raslantıdan ibaretiz. Bir gün dünyadışı canlılar dünyamıza inerlerse şaşırmayacaklar ve kuşkusuz karıncalarla konuşmaya başlayacaklardır çünkü onlar dünyanın gerçek sahipleridirler.

* Karıncaların bulunmadığı 1 km2´lik bir toprak parçası yoktur.

Karınca çeşitleri
Bilim ve Ötesi
KARINCANIN BÜYÜK SIRRI!..
İngiliz bilimadamları, kendi cinslerinden diğer hayvanlara bilinçli olarak eğitim veren tek türün karıncalar olduğunu keşfetti.
18 Ocak 2006 Çarşamba 00:37
İngiliz bilimadamları, kendi cinslerinden diğer hayvanlara bilinçli olarak eğitim veren tek türün karıncalar olduğunu keşfetti.

Bristol Üniversitesi'nde iki yıldır süren araştırmalarda karıncaların, birbirlerine yiyecek toplama yollarını öğrettiği ispatlandı.

Buna göre 'tandem koşusu' denen bir yöntemi kullanan karıncalar, daha önce bir yiyecek kaynağı bulan öğretmenlerini takip ediyor. Yiyeceğin yerini öğrenen karıncalar, lidersiz de bölgeyi bulabiliyor.

Nature Dergisi'nde yayımlanan araştırmayı yürüten Prof. Nigel Franks şunları söylüyor: "Öğretmen yolu gösterirken peşindekilerle arasını açmıyor. Ara açılırsa bekliyor. 4 kat yavaş ilerliyor, ama yolu ezberletiyor."


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder