Hayatın en açık gerçeklerinden biri, kuralsız yaşanmadığıdır. En başta, hayat, bir kuralın meyvesidir. İçinde yaşadığımız kâinat, her zerresiyle, bir 'kural' la birlikte vardır. En küçük zerreden en büyük galaksilere kadar her bir şey, bir düzene tâbidir. Tüm mevcudlar ve tüm canlılar, varoluşlarıyla, 'kural' denilen evrensel bir gerçeğin varlığını fısıldar.
Dolayısıyla, bir 'kural' ın varlığı kadar küllî bir gerçek daha vardır: Duygularına fıtraten had konulmayan insan için, onu sınırlayan belli kurallar koyma zarureti.
Bunun alternatifi bazı insanların başka insanların hakkına saldırmasıdır. Hatta, şu asırda yaşanan ekolojik ve nükleer felâketlerin açıkça gösterdiği gibi, bütün canlıların ve bütünüyle kâinatın varoluşunu tehlikeye atmasıdır.
İnsan için bir 'kural' koyma gereği böylece anlaşıldığında ise, karşımıza şu soru çıkar: Kuralı kim koyacak'
İnsanlık tarihinin belki de en can alıcı sorusudur bu. İnsan, tek bir Yaratıcının varlığını anlayarak 'Hüküm O' nundur' mu diyecektir' Yoksa, o Yaratıcıya ortaklar koşmasıyla birlikte, kural koymada da ortaklar mı icad edecektir' Meselâ, tüm kâinatta geçerli kuralları 'tabiat,' 'tesadüf,' 'zaman' ve 'kuvvetler' e mi mal edecektir' Keza, beşerî hayatta 'ben,' 'toplum,' 'çağ,' 'ulusal çıkarlar,' 'devletin bekası' gibi kural koyucular mı öngörecektir' Veya, bu unsurlardan sadece birini, meselâ kendisini kural koyucu ilan ederek 'biricik ben' e mi tapacaktır' Yahut, kural koyuculuk payesini faşizm ile devlete, sosyalizm ile işçi sınıfına, kapitalizm ile sermayedar kesime, aristokrasi ile asillere, milliyetçilik ile ırka mı verecektir'
Bir bütün olarak insanlık tarihine şekil veren en can alıcı hususlardan biri, budur. Bütünüyle düşünce tarihi, baştan sona, bu eksende döner durur. Ve dönüp kendi hayatımıza baktığımızda, o kısacık ömür içinde en temel konularımızdan biri olarak karşımıza yine bu husus çıkar.
Öte yandan, bu sorunun, insan, âlem ve kâinat anlayışımız ile doğrudan bir ilgisi vardır.
İnsanı kendiliğinden var olmuş varsayan birinin, kuralı ben koyarım demesi herhalde beklenen bir durumdur. Onu var eden devlet ise, kural koyma hakkı elbette devletindir. Keza var eden ırk ise, kuralı koyan da ırk olacak; yok eğer toplum ise, kuralı toplum koyacaktır.
Bu bakımdan, 'Kuralı ben koyarım' diyen bir kişinin, bunu temellendirmesi, yani kendi kendine varolduğunu isbat etmesi gerekir. Keza, 'Kuralı toplum koyar' diyen birinin varoluşunu topluma borçlu olduğunu göstermesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Var eden başka, kural koyan başka ise, açık bir çelişki sözkonusudur.
En başta insan fıtratı, bu çelişkiyi berrak bir şekilde ortaya çıkarır. Bir anne, kendisi çocuğunu dövüyorsa bile, başkasının en ufak bir fiskesine razı olmaz: 'Sen benim çocuğumun terbiyesine karışamazsın.' Eşinin kendisine kulak asmayıp başkalarını dinleyerek hareket etmesini normal karşılayan bir koca yoktur. Sahibi olduğu fabrikayı, kendisinin görevlendirmediği birilerinin kendi akılları uyarınca yönetmesine ses çıkarmayan bir patron; memurlarının emri kendinden değil, başkalarından almasına izin veren bir müdür hayal bile edilemez.
İnsanlık tarihine mührünü vuran ve de gündelik hayatımızda yaşadığımız böylesi hakimiyet mücadeleleri bir gerçeğin altını çizer: 'Malikiyet kiminse, hâkimiyet onundur.' Diğer bir deyişle, birşeye ilişkin kuralı, o şeyin sahibi koyar.
İşte bu sırdan olsa gerek, Kur' ân sayfaları arasında, insana sık sık sahibi ve maliki hatırlatılır. Tesadüfen var olmadığı, onu yapan Birinin olduğu uyarısı yapılır. Meselâ Şems sûresi, güneşe, aya, gündüze, geceye, semaya ve yeryüzüne dikkat çekerek başlar ve birdenbire insanın yaratılışına geçer. Başka birçok sûrede insana 'anılmaya değer birşey değil' iken, 'değersiz bir su' dan aşama aşama insan sûretini alışı; doğumundan sonra acizler acizi bir vaziyette iken en saf gıdayla beslenişi; bizatihî yürümeye ve karnını doyurmaya bile kâdir değilken hadsiz nimetlere mazhar edilişi sık sık vurgulanır.
Ve bütün bunlar arasında, tekrar tekrar, şu soru sorulur: 'İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır? '
Cevap bellidir. En küçük bir sineği bile birçok hikmetle yaratan, insanı elbette başıboş bırakacak değildir. Kâinatı şeriksiz ve nazirsiz idare eden, elbette insanı başka ellere teslim etmeyecektir.
Mâlik-i Zülcelâl O' dur. Mülk O' nundur. O halde, hüküm de O' nun olacak; lâf olsun diye yaratmadığı ve de başıboş bırakmadığı insan için, varediş amacı uyarınca belli kurallar koyacaktır.
Nitekim, Kur' ân, bir yanda insana kâinatın mâlikini ve kendi sahibini hatırlatırken, öte yandan kurallar koyar. Bu kuralların 'şakacıktan' konulmadığı konusunda da çok net uyarılarda bulunur. Gelen emri kulak ardı eden kimi geçmiş kavimlerin akıbetine dikkat çeker sözgelimi. Yahut, 'Kuralı ben koyarım' diyen Nemrut, Kârun veya Firavun' un hüsranıyla uyarır.
Gelen her bir emir, açık bir imanî talim de taşır. Kur' ân' la gelen her bir kural, imanî bir hatırlatma da yüklüdür. Meselâ, duygularına had konulmayan insan, midesini doldurma pahasına ona buna saldırabilir. Oysa Kur' ân, o midenin ve ona giren nimetlerin Rabbi namına konuşur: 'Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz.' İnsan iki ayağını sokaktan bulmuş değildir. O ayaklar adi birşey olup, başkalarınca verilmiş de değildir. Kur' ân, ayağı veren Biri namına hitap eder: 'Yeryüzünde böbürlenerek yürüme.' Kadınlara daha latif bir hal verilmiştir. Ama ola ki sahiplenir, ve nefisleri namına kullanırlar. Meselâ, sair insanları kendilerine râm edecek yürüyüşler icad ederler. Kur' ân, o latif biçimi veren Biri namına konuşur: 'Cahiliye kadınları gibi, vücudunun hatlarını belli edecek şekilde yürüme.' Keza, bir kudret harikasıdır göz. Bütün bir kâinatı küçük bir noktaya sığdırır, aklımızın önüne koyar. Ama insan o gözün malikini unutup, nefsine mal edebilir. Kur' ân, o gözün sahipsiz olmadığını, insanın da malı olmadığını hatırlatarak, o gözü veren Biri namına konuşur: 'Gözünü kaydırma.' 'Gözünü haramdan koru.'
Böylesi tüm emirler, açık bir mesaj taşır: Malikiyet kimin ise, hâkimiyet onundur. Mülk kimin ise, hüküm de onundur.
Açıkçası, böylesi âyetler bizi yaşadığımız çelişkiyi gidermeye davet eder. Çelişki, mülkü başkasına, kuralı bir başkasına vermemizdir. İnsan, gerçekten gözünün asıl sahibi ise, onu istediği gibi kullanır' burada bir çelişki yoktur. Ama o göz ona emaneten verilmiş ise, asıl sahibi başkası ise, o gözü ancak o Mâlik-i Hakikî' nin izni ve emri uyarınca kullanabilir. Emaneten verilmiş olan, asıl sahibi olmadığı gözü kendi keyfince kullanamaz' çelişki buradadır. Bu çelişkiyi aşmanın ise yalnızca bir yolu vardır: Gözü, onu verenin veriş amacına göre kullanma.
İşte Kur' ân, bütün olarak kâinatı yaratanın, kâinat içinde insanı yaratanın ve insana 'görecek gözler' verenin O olduğunu hatırlatmasıyla birlikte emirler verir: 'Gözlerini haramdan korusunlar.'
Bu emirler, bir yönüyle celâl yüklüdür. Çünkü, emre kulak asmayanlar için, çok açık tehditler de içerir. O emri veren emanet sahibinin herşeyden haberdar olan, izzetli, hesabı çabucak gören bir Rab olduğunu da bildirir; emrine uymayanları 'va' dedilen azab' la müjdeler! Ateşin azabını tadacağı gün konusunda uyarır.
Öte yandan, celâl yüklü bu emirler, bir cemal de içerir. Onlar, meselâ şu azametli gökyüzünü ürpertici ama son derece güzel bir manzara sûretinde gözümüze arzeden; dağların ve dağ gibi dalgaların azameti içinde eşsiz bir güzellik ve son derece hayatî faydalar derceden bir Rabbin emirleridir. Dolayısıyla, nefse ağır gelen bütün bu emirler, esasen insan içindir. Hatta, nefsin tüm duygular üzerindeki tahakkümünü kırdığı halde, nefsin de hayrınadır. Şefkat haddi aşmış bir hırsıza seyirci kalmayı mı gerektirir; yoksa 'Vazgeç, haddini bil, cezadan kurtul' diye uyarmayı mı'
Kur' ân' da yer alan bütün emirlerin hem celâl, hem de cemal barındıran bir muhtevası vardır.
Kur' ânî emirlerden özellikle biri ise, açık-saçıklığın kol gezdiği, çıplak bacaklar karşısında akılların baştan gittiği, hayasızca gözler önüne serilen vücut hatları karşısında kalblerin nefislere esir edildiği bir vasatta, akıl, kalb ve ruhuna rağmen gözlerini adi bir röntgenci durumuna düşüren bizler için manidar dersler taşır:
' Mü' min erkeklere söyle: Gözlerini harama kapasınlar, ırzlarını da korusunlar. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah onların yapmakta olduklarından haberdardır.'
Bu âyetin ardından, hanımlara yönelik bir âyet gelir. Bu âyette de, her iki emir tekrarlanır.
Her iki âyetin başlangıç hitabı manidardır: 'Mü' min erkeklere söyle...' 'Mü' mine kadınlara söyle...'
Açıkçası, iki âyet de 'iman' vurgusu taşır. Devamla gelen emre uymanın 'iman' la ilgisini açıkça gözler önüne seren bir vurgudur bu. Her iki âyet, 'gözünü haramdan koruma' nın ancak mü' min için sözkonusu olduğunu; onun da bunu imanı derecesinde başarabileceğini ihsas eder. Saniini ve Sahibini tanımayan biri, gözün kendisine Rabbi tarafından verilmiş bir emanet olduğunu hiç mi hiç tanımaz. Gözü emanet olarak tanımayan biri, elbette, onu emanet sahibinin emir ve izni dairesinde kullanma yükümlülüğünü de derketmez. Bunu derketmeyen biri, elbette, aksi halde emanete hıyanet edeceğini de düşünmez. Sonuç olarak, böyle birinin gözünü haramdan koruması sözkonusu olamaz.
Aynı şekilde, bir Yaratıcıya inandığı halde, o inancı hayatına taşımayan; yalnızca kendisini darda hissettiği anlarda bir 'emniyet sübabı' veya bir 'yedek lastik' olarak o imana müracaat eden bir gaflet ehli de bu emre kulak asmayacaktır. İstese bile, asamayacaktır. Çünkü, iç dünyasını her daim o Yaratıcının huzurunda olma şuuruyla diri ve uyanık kılmayan biri, vitesi boşalmış bir araba yahut dümensiz bir kayık misalidir. Eğime ve akıntıya uyar, nefis ve hevası onu nereye sürüklerse, oraya sapar. Vicdanı onu Yaratıcının emri ve de ahiret konusunda uyarsa bile, bunun bir faydası olmaz. Çünkü, ahiret o gaflet anında çok uzaklarda gözükür. Oysa, önünde nefsinin iştihasını kabartan bir manzara vardır. Ve nefis tam bir miyoptur; yalnız önündekini görür, ileriyi görmez, âhireti düşünmez.
Aynı şekilde, bir Yaratıcıya inanan, ama onu esma-i hüsnasıyla tanımayan biri de bu emri uygulamakta zorlukla karşılaşacaktır. Sözgelimi o Yaratıcıyı Hakîm ismiyle tanımayan; her bir mevcuda birçok hikmetler yüklediğini; meselâ bir ele veya bir ağaca binlerce vazife gördürdüğünü bilmeyen biri, o emirde de hikmet görmeyecektir. Görmediği için de, o hikmetli emre uymayacaktır.
Keza, meselâ Rahîm ve Hannân ismini tanımayan biri de bu emre uymakta zorlanacaktır. Kâinat, her bir mevcuduyla, küllî bir rahmet ve şefkat hakikatini fısıldar. Her âciz, acziyetine mukabil, eşsiz bir merhamet ve şefkatle doyurulur' herşeye ihtiyacına en uygun rızkı hazırlayan eşsiz bir Rahman-ı Rahîm' dir O. Hem, acziyetin büyüklüğü ölçüsünde, muhatap olunan merhamet ve şefkat de ziyadeleşir. Bebekler ve yavrular, bunun en açık örneğidir. Böylesi bir merhamet sahibi, elbette, eşsiz bir pırlantayı demirciler çarşısında hurda fiyatına satmaya kalkışan insanı rahmeti ve şefkati gereği uyarır. Ona verdiği gözün ne kadar da değerli olduğunu; onu harama kaydırmanın benzersiz bir elması basit bir cam parçası, eşsiz bir mücevheri bir hurda demir yerine koymak anlamına geldiğini bildirir. Oysa, o göz, haramdan uzak kılınsa, Rabbi namına bakacağı sayısız güzelliğin yanında, yine Rabbi namına kendi helâline de bakacaktır. Ama, bu helâl-haram, emir-nehiy dengesi içinde gözün Sanii ve Sahibi her zaman hatırda olacaktır. Çiçeğe de baksa, eşine de baksa, bakışını emr-i ilâhî belirlediği sürece, O' nu hatırda tutarak, O' nun namına, O' nun sanatını takdir ve tefekkür hesabına bakmış olacaktır. O göz, bütün kâinatı sayısız hikmet ve güzellikler içinde yaratan bir Rabbe nisbetle eşsiz bir değer kazanacak; otuz senede sönmeye yüz tutan basit bir et parçası hükmünde olmayacaktır. Ki, herşeye gücü yeten bir Kadîr-i Rahîm, verdiği gözü O' nun namına kullanan bir kuluna, bütün o san' atlı yaratışındaki sayısız güzelliği O' nun namına temaşa etmesi için, ebedî cennetlere lâyık gözler de verir! Buna muktedirdir.
Öte yandan, o emrin sahibini Rahman, Rahîm ve Hannân isimleriyle tanımayan biri, bütün bu anlamlardan uzak olacaktır. Emrin içerdiği rahmet ve şefkati göremediği için de ya emre zoraki uymaya çalışacak; açıkçası, pek de uyamayacaktır.
Bu bakımdan, her iki âyet, daha en başta 'mü' min erkekler' ve 'mü' mine kadınlar' tanımıyla, meselenin kilidini açmış olur. Oysa, çoğu kez bu kilit nokta kaçar gözümüzden. O yüzden, kapıyı zorlayarak açmaya çalışırız. Açamadığımız, gelen emre lâyıkınca uymayı başaramadığımız için de, içimizi hem suçluluk, hem de ümitsizlik duygusu kaplar. Oysa, daha en baştaki iman anahtarına hakkını versek, gerisi daha kolay gelecektir' tıpkı, bir emir vahyolunduğunda, tereddütsüz uyan sahabiler gibi. Sahabilerin emri duymaları ile emre uymaları arasında, bizim yaşadığımız gibi uzun zaman fasılaları olmadığı bilinen bir vâkıadır. Çünkü, onlar Kur' ân-ı Hakîm' in verdiği iman dersini, Resul-i Ekrem' in (a.s.m.) sunduğu marifetullah ve muhabbetullah talimini hakkıyla özümsemişlerdir. Vahiyle gelen her emri, bütün âlemleri ve insanı yaratan; hikmeti, rahmeti, şefkati ve kudreti sonsuz; bütün güzel isimler O' nun olan bir Rabb-ı Rahîmden bildikleri için, teslimiyette ne bir tereddüt, ne bir gevşeme, ne bir zorluk göstermişlerdir.
Hem, o emri veren, insanı bu fıtratla yaratandır. İnsan için en fıtrî ve en uygun hali, Fâtır-ı Hakîm' den başka kim bilebilir' Kim o fıtratı verenin üstünde söz söyleyebilir'
Fâtır-ı Hakîm, bu emriyle, bizi fıtratımızın gereği olan bir duruma davet eder. Gözünü haramdan sakınmama, her önüne gelene bakma, fıtratla çelişen bir durumdur. Çünkü, insana verilmiş hadsiz duyguları tek bir duygunun emrine verir. İradesini hükümsüz bırakır. Şu çağda örnekleri çok açık biçimde görüldüğü üzere, bütün hayatını, bütün dünyasını ve bütün düşüncesini uçkurunun hizmetine veren insan bozması kişilikler ortaya çıkarır. Nitekim, bugün nice göz harama bakarken, nice el, nice dil, nice akıl, nice ayak, nice hâfıza da ona eşlik etmektedir. Biraraya geldikleri anları gördükleri haram manzaraların sözünü ederek geçiren; yalnız kaldıkları zamanı da yine o haram manzaraların hayaliyle harcayan nice insan mevcuttur. Nice gözler, nice akıllar, nice ömürler bu yolda heder olup gitmektedir. O kadar ki, bu ruh hali içinde, gördüğü her insanı yalnız maddî bir sûrete indirgeyen, hatta o maddî sûretin de yalnızca belli kısımlarına bakan marazî kişilikler ortadadır. Başka bir amaçla söylenen sözlerden dahi cinsel çağrışımlar çıkaran marazî tipler mevcuttur.
Gözlerin harama kaymasının imanî bir zaafın eseri olup bu zaafı giderek beslemesinin yanısıra, insanı insanlıktan sukut ettiren böyle bir boyutu da vardır. Bütün kâinatı kapsayıp kuşatacak duygu ve kabiliyetlerle donanmış insanı uçkuruna hapsettiren; karşı cinsten olan insanları belli organlara indirgeyen; 'insan' tarifini bu denli bayağılaştıran bir boyuttur bu. Bu halin aile ve toplum hayatında getirdiği olumsuzluklar ise, işin ayrı bir yönüdür.
Peki, bu açıdan bakılırsa aslında bütün insanları ilgilendiren bu konuda Kur' ân neden yalnızca 'mü' minler' i muhatap almaktadır'
Çünkü, insan ancak imanının derecesi nisbetinde bu emrin içeriğini anlayabilir. Ancak imanı derecesinde gözünü Rabbinin yarattığı güzellikleri Rabbi namına ve Rabbinin izni uyarınca kullanma yükümlülüğünü kavrayabilir. Ancak imanı ile, gözünü nefsin elinde adi bir röntgenci kılan her tavrın emanete hıyanet anlamı taşıdığını bilebilir.
Ve ayrıca, insan ancak imanı derecesinde gözünü haramdan koruma iradesi gösterebilir.
Yoksa, imandan nasiplenmeyen en iradeli, en mert ve makamca en yüksek insanların bile gözünün önüne bir haram iliştiğinde nasıl basitleştiğine ve bayağılaştığına dair bir dizi gözlem hemen her insanın hafıza kaydında vardır.
Her iki âyetle gelen 'gözünü haramdan koruma' emrinin manidar bir veçhesi de, öncelikle içe dönük bir çabayı emrediyor olmasıdır. Gerek mü' min erkeklere, gerek mü' mine kadınlara söylenen ilk söz 'Gözünüz önüne gelen haramları ortadan kaldırın' değildir: 'Sen gözünü koru.'
Bu, Kur' ân' ın önceliği insana veren, düğümü fertlerde çözen genel üslubunun manidar bir yansımasıdır. Çünkü, problemin kökü, 'dış dünya' da değildir; içimizdedir. İç dünyası muhkem, iman kalesi sağlam olan biri, tüm dünya haram tablolarla dolu olsa bile, sarsılıp sapmayacaktır. Dış dünyada nice haram mevcut olsa bile, imanın içerdiği haya, şuur ve uyanıklık hali içinde, Rabbinin huzurunda olduğundan gafletle, kendini pazarlayan süflîlerin peşine düşmeyecektir. Hayası, edebi, sabrı ve sebatı buna izin vermeyecektir.
Nitekim, Yusuf (a.s.) kıssası, bunun bir örneğidir. Önünde kendini tüm zinetleriyle sunan bir dünyalar güzeli karşısında, Yusuf' un tavrı, gözünü ve sırtını dönmek olmuştur.Yusuf aleyhisselâm, Kur' ân' da övgüyle aktarılan bu haliyle, tüm insanlığa şu dersivermektedir: İnsan, eğer 'gözünün sahibi' ni tanır ve O' nun emrini hakkıylabilirse, en 'baştan çıkartıcı' manzara bile onu baştan çıkartamaz.
Ki, Yusuf kıssasının birörneğini oluşturduğu peygamber kıssaları, gün gelip koca bir toplumu kendi yolunun yolcusu kılan nebilerin, yola tek başına koyulduklarını açık açıkortaya koymaktadır. Nebiler, fıtratların bozulduğu, Allah' ın ve ahiretin unutulduğu, insanların nefislerinin istediği gibi davrandığı bir ortamda gelmişlerdir. Ortam onları değiştirmemiş, bozulmuş bir ortamda birer iman abidesi olarak sarsılmadan kalmış; sergiledikleri imanî şuur ve irade ile onlar ortamı değiştirmişlerdir.
Ortada bir 'haram' varsa, bundan uzak durmanın yolu, o haramı kaldırmaktan değil, öncelikle kendini o harama karşı korumaktan geçer. Tepeden inme halledilmiş hiçbir şer hali yoktur.O takdirde belki şer zahiren ortadan kalkmakta, yeraltına çekilmekte, ama içten içe, alttan alta varlığını sürdürmektedir. Aslolan, sokak manzaralarına el atmak değil, gözlerimizi bu 'haram' lardan korumamızı mümkün kılan bir imanî donanıma ulaşmaktır. Bu yol diğerine göre daha zor ve uzun gözükür. Oysa kısa ve kolay olan, işte bu yoldur. Diğerinde yalnızca 'görüntü' kurtarılmakta; hastalık satıh altında öylece kalmaktadır. Yusuf misali bir imanî donanıma erişip Rabbin emaneti olan gözleri Rabbin rızasına uygun bir şekilde kullanıp' haram' dan koruma cehdiyle yaşanırsa, haram tüm dünyada kol gezse dahi, gözler ondan sakınacaktır.
Kaldı ki, haram manzaralar esasen gözlerin harama bakmaya talip olduğu bir ortamda arz edilir. Züleyha' yı hidayete getiren, Yusuf' un onun sergilediği harama karşı gözünü sakınması değilmidir' Meselâ kadın çıplaklığını ele alalım: Erkekler imanî bir şuura erişip gözünü haramdan koruduğunda, hangi kadın açılıp saçılarak sokağa çıkar' Onun sokağa o vaziyette çıkışının ardındaki dürtü, gözünü haramdan korumayan erkekler tarafından zinetlerine bakılması değil midir' Demek, mü' min erkekler gözlerini haramdan koruduğunda, kadınların açılıp saçılmaması yolunda en temelli adım da atılmış olmaktadır.
Bu bakımdan, tesettür emrinin, 'mü' min erkekler' in gözlerini haramdan sakınmasını emreden âyetin ardından gelmesi elbette manidardır.
Nur sûresinin 30. âyeti,mü' min erkeklere, 'gözlerini haramdan sakınma' larını emrettikten sonra, ikincibir emir daha verir: 'ferclerini [ırzlarını] koruma.' Bu da, manidar birhusustur. Zira, ferclerin zinaya düşmesinin ilk basamağı, gözlerin harama bakışıdır. Göz harama kaydığında, irade hükümsüz kalmış ve akıl nefsin çekimalanına girmiş demektir. Gözü harama kaydıran nefis, bu haram yolculuk nihayete ulaşmadan teskin olmayacaktır. Gözü Rabbinin emaneti bilip öylece kullanmaktan uzaklaşmanın varacağı yer, fercin de Rabbin emaneti olduğundan gafletle onun bir zina aleti derekesine düşürülmesidir. İsra sûresindeki 'Zinaya yaklaşmayın' emrinin de dikkat çektiği gibi, tüm şehvanî şeylerde en kritik husus,yaklaşmaktır. Nefsin hoşuna giden, şehveti kabartan hususlarda, bir eşik noktası vardır: o geçildi mi, gerisi çorap söküğü gibi gelir. Meselâ, açık bacaklara bakan bir göz, onunla yetinmez, daha fazlasının izini sürer. Daha fazlasına eriştikçe, teskin olmak bir yana, daha da azgınlaşır. Ardından, hayal ve heves gibi duyguların da tahrikiyle, 'zina' gibi bir son durağa doğru hızla yol alır. Çünkü, 'gözü haramdan korumama' gibi eşiklerde, artık iradeyi devredışı bırakan, insanı kalben ve vicdanen istemese bile günahın son kertesine sürükleyen şeytanî bir çekim vardır. Sonuçta, bugün gözünü haramdan sakınmayan, yarın fercini de koruyamaz. Nitekim, bir bütün olarak şu çağ ve şu toplum,bunun aşikâr örnekleriyle doludur. Öte yandan, göz haramdan sakındığında, fercde harama bulaşmayacaktır.
Rabbimizin, öncelikle 'gözünü haramdan sakınma' yı emredişinde, şu çağda ve şu toplumda bilfiil gözlenen bir boyut daha vardır.
Son bir asır içinde, gazete ve dergi sayfaları, sinema filmleri, TV programları ile insanların giyimleri ve yaşayışları arasında, şöyle bir bağlantı karşımıza çıkar: Bütün sefahet,rezalet ve müstehcenlikler, ilk olarak dar bir kesimde kendini ifade imkânı bulmuştur. Bu kesim ya 'sosyete' dir, ya 'sanatçı' lar zümresidir yahut her ikisidir. Bu dar zümre içinde dahi, herkes aynı açık saçıklığı aynı anda irtikap etmez. Bir baloya o güne kadar kimsenin giymediği bir açık kıyafetlegelen bir sosyete kadını, belki ilk anda yadırganır; ama bir eşik aşılmış olur.İçinde böylesi bir meyil olanlar, 'yapılabilir' olduğunu görür ve yapma cesaretini 'daha doğrusu cür' etini' bulurlar. Dar kesimde sergilenen bir aşırılık, gazete ve sayfalarıyla umuma arzedilir. Diğer yandan, film karelerinede benzer dozajda bir aşırılık taşınır. Bu 'kitle iletişim araçları' yla sözkonusu aşırılığı seyreden toplum, göre göre, zaman içinde bunu 'kanıksar.' İlk anda ahlâksızlık olarak görüp tepki verdiği şey, göre göre 'normal' leşir. Normalleşince, kendisi de öyle yapar. Bu esnada, sözünü ettiğimiz dar kesimde daha ileri bir aşırılık sergilenmekte; o, bu kez ona tepki vermektedir. Ama üç-beş yıl sonra, göre göre onu da 'normal' görür hale gelip uygulayacaktır.
Nitekim, 'gözünü haramdan sakınmayan,' kural koyuculuk makamına 'çağ' ı, 'toplum' u ve 'kendi' ni de oturtan insanların üç-beş yıl sonra nasıl giyinip nasıl dolaşacağını bugünün filmlerinden, sosyete sayfalarından, sanatçı kostümlerinden, TV sunucularının kıyafetinden.. çıkarmak mümkündür. Bakan kanıksar, kanıksayan normal görür,normal gören uygular!
Yüzyıl önce tiyatro İslâm topraklarına girdiğinde, artistler yalnızca boynu açıkta bırakan bir türbanla sahneye çıkmışlardır. Göre göre bu tarza alışılmış; boynun açıkta kalması tesettür emrine aykırı olduğu halde, 'gözü haramdan koruma' emri çiğnendiği için, bu noktadaki hassasiyet aşınmıştır. Ardından türban da atılarak saçlar tamamen açılmıştır. Aynı şekilde, kolu bileğine kadar örten elbiselerin yerini yarım kollu elbiseler almış; bir adım sonra kolsuz elbiseler gelmiştir. Mini eteğe giden yolun başında, topuğun yalnızca bir karış üstüne çıkılan modeller vardır. Onu diz boyu modeller, onu da dizin beş parmak üstüne gelen modeller izlemiştir. Kısalma adım adım devam etmektedir.
Kısacası, hususî bir hayasızlığın umumîleşmesi görme yoluyla gerçekleşir. Göz göre göre,' kural-dışı' olan 'kural' haline gelir; anormal olan 'normal' leşir. Gerek mü' min erkeklere, gerek mü' mine kadınlara yönelik 'gözlerin haramdan korunması' emri, işte bu umumî yozlaşmayı ta başından kesmektedir.
Gözlerin haramdan korunması, Allah böyle emrettiği içindir. Böyle emreden Allah ise, Hakîm ve Kerîm bir Rabbdir. Her emri gibi, bu emrinde de bir hikmet, rahmet, kerem ve terbiye vardır.
İçki, Allah haram kıldığı için haramdır. Bu haram kılmada ise, çok hikmetler ve rahmetler saklı olduğu görülür. İrademizi iptal eden, duygularımızı uyuşturan, düşüncemizi dumura uğratan, aklımızı hükümsüz kılan birşeydir içki. Bizi tüm kâinatta sergilenen İlâhî sanatın nâzenin bir nâzırı olmaktan çıkarıp, aklını ve şuurunu yitirmiş bir bakar kör durumuna getirmektedir. Gözlerin harama bakışında da aynı durum söz konusudur. Nitekim, ciddi bir tefekkür içinde iken gözüne ilişen 'haram' bir manzaraya bakmayı sürdürdüğünde, o tefekkür halini devam ettiren biri varmıdır' Yolda yapıyor olduğumuz bir tesbihat, okuduğumuz bir vird, gözümüzü haram manzaralardan alıkoymadığımız ölçüde, aklımızdan kayıp gitmiyor mu'
Duyguları manen uyuşturma,bizi Allah' ın sanatını ve isimlerini tefekkürden alıkoyma noktasında, harama bakmanın, alkol veya uyuşturucudan bir farkı yoktur. Harama nazar da, onlar gibi, tertemiz duyguları nefsin kirli emellerine alet etmektedir. Rabbine muhatap olmak üzere yaratılmış insana emanet edilmiş göz gibi harika bir organı gayrimeşru tatminler peşinde heder etmektedir.
Âyet, bir sonraki cümlede,' gözün harama kapanması ve fercin korunması' nın, 'ezkâ' yani asıl temiz olan davranış olduğunu belirtir. Ki bu temizlik, 'tezkiye' çağrışımıyla da düşünülürse, esasen manevî bir temizliktir;düşünce ve duygu noktasında bir temizlenme halidir. Bu temiz davranış tercih edilmezse, bütün kâinatı Rabbi adına tefekkür ve tenezzühe vesile olan eşsiz bir cihaz hükmündeki göz, süflî hevesler çukuruna atılarak değersiz ve kirli kılınmaktadır.
Âyet, bir uyarıyla son bulur: 'Muhakkak ki Allah, onların yaptıklarından çok iyi haberdardır.' Genel olarak, böylesi âyetlerin sonunda 'yaptıkları' anlamını karşılamak üzere 'ya' melûn' veya 'yef' alûn' ifadesi kullanılır. Oysa bu âyette 'yesneûn' denilir. Dikkatli bir Kur' ân talebesi, bu nüanstan şöyle bir anlam çıkarır: 'Yesneûn' ifadesi, gözlerin harama bakması noktasında yapılanların 'sanatla yapılan' lar cinsinden olduğuna, keza bunun bir sanayi haline geleceğine işaret eder.
Gerçekten, ilahî emre ve insanın fıtratına aykırı düşen açık saçıklık, her zaman sanat adı altında meşruiyet kazanma çabasında olmuştur. Hatta buna 'erotizm' gibi iç gıdıklayıcı ama dokunulmaz bir kılıf bulunmuştur. Bugün ortalık vücudunu bir metaya dönüştüren, bedeninin açık kalacağı yerin oranına göre fiyat belirleyen' sanatçı' larla doludur!
Metin Karabaşoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder