Allah insanın tüm yaptıklarını bilmektedir. Allah'tan korkup sakınan ve ahiret gününde hesaba çekileceğini bilen bir kişi Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için adaletle hükmeder. Bilir ki, Allah tüm yapıp ettikleriyle, söylediği her sözle ve aklından geçen her düşünceyle onu ahiret gününde sorguya çekecek ve bunlarla eksiksiz bir şekilde karşılık görecek…
İşte bu nedenle de, insanın Allah'ın rızasını kazanması, sonsuz cehennem azabından kurtulması ve Allah'ın sonsuz nimetlerine kavuşabilmesi için yapması gereken şey, Kuran ahlakını eksiksiz bir şekilde yaşamaktır. Bunun için her insanın, bu ahlaka ulaşmak için bireysel olarak çaba sarf etmesi, tüm bencil isteklerini ve kişisel menfaatlerini bir yana bırakıp, adaleti, merhameti, hoşgörüyü, şefkati ve barışı kendine yol edinmesi gerekir. Allah Kuran'da gerçek adaleti ayrıntılı olarak tarif etmekte, her türlü anlaşmazlığın adaleti ayakta tutmakla çözüleceğini bildirmektedir.
*iman edenler hem Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak, hem de huzurlu, güvenli ve barış içinde bir hayat yaşayabilmek için insanlar arasında eksiksiz bir şekilde adaleti uygulamakla sorumludur.
*Allah'tan korkan mümin, karşısındaki kişi fakir de olsa zengin de olsa, her ne şart olursa olsun, mutlaka adaletle hükmeder, o kişinin maddi durumu nedeniyle farklı bir tutum içine girmez. Çünkü zenginlik ya da fakirliğin Allah'ın insanları denemek için yarattığı geçici dünya şartları olduğunu bilir. İnsan öldüğü zaman dünyadaki malının ve mülkünün hiçbir değeri kalmayacak, sadece takvasıyla karşılık bulacaktır. Allah'ın hoşnut olacağını bildirdiği tavır ise hakkaniyettir, adalettir, dürüstlük ve doğruluktur. Bu güzel ahlakın karşılığı ise sonsuz ahiret mükafatlarıdır.
*İman eden bir kişi, ancak adaletle davrandığı zaman Allah katında bir hoşnutluk kazanacağını bilir.
*Göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'a iman eden kulların birbirlerine karşı düşmanca duygular beslemesi, Allah'ın hoşnut olmayacağı bir ahlaktır ve tüm iman edenler bu ahlaktan men edilmişlerdir.
*Sizin tümünüzün dönüşü O'nadir. Allah'in va'di bir gerçektir. Iman edip salih amellerde bulunanlara, adaletle karşilik vermek için yaratmayi başlatan, sonra onu iade edecek olan O'dur. Inkar edenler ise, küfürleri dolayisiyla, onlar için kaynar sudan bir içki ve aci bir azab vardir. (Yunus Suresi, 4)
İşte bu nedenle Müslüman Allah'ın hoşnut olmayacağı her türlü davranıştan sakınır.
*bir insan elinde bulunan maddi imkanları Allah rızası için kullanıyor ve bu imkanlar onu Allah'a yakınlaştırıyor, Allah'ı anmasına vesile oluyorsa, onun dünya nimetlerini istemesi konusunda sıkıntı duymasına gerek yoktur. Çünkü artık bu nimetler onu ahirete yakınlaştıracak birer vesile haline gelmiştir.
*dünyevi istek ve tutkuların gerçekleşmesinin insana getirdiği belli birtakım kazançlar elbette vardır. Ama dünyadaki bu kazançlar ahiret için birer kayıp olabilirler. Dünyevi isteklerin ahiret için de bir kazanç sağlayan yönleri vardır. Buna en güzel örnek peygamberlerdedir.
Bu kutlu insanlar, dünya hayatının geçici metaı olan kazançları sadece Allah'ın rızasını kazanmak için istemişlerdir. Bunların en başlıcaları maddiyat, soyun devamı, toplumda belirli bir statü edinmek gibi konulardır.
Peygamberlerin istekleri tamamen Allah'ı hoşnut etmeye yöneliktir. Hiçbir peygamber çocuk edinmeyi, kendisinden sonra adını devam ettirme ayrıcalığını edinebilmek için istememiştir. Çocuğu, sadece kendilerinden sonra iman edenlere önder olması için istemişlerdir.
*Dua için belli bir zaman sınırı konulmamış olmasına rağmen, Kuran'ın seher vaktine ve geceye dikkat çekmesinin büyük hikmetleri vardır. Allah ile yakın bir bağlantı kurarak samimi bir dua ile güne başlayan müminin gün içinde Allah'ın rızasını unutması ya da sınırlarını göz ardı etmesi ihtimali çok azalır. Güne dua ile başlayan insan, gün boyunca Allah'ın kendisini izlediğinin bilinci ile hareket eder.
*Din sadece Allah'ındır. İbadetlerin hepsi sadece O'nun hoşnutluğunu kazanmak amacıyla yapılır. Bunun yegane yolu da O'nun istediği ve tarif ettiği gibi yapmaktır.
*şirk Allah'ın sıfatlarını başka varlıklara atfetmek demektir. Bu nedenle bir insan Allah'tan başka varlıkların rızasını kazanmak, onları hoşnut etmek için yaşıyorsa, başkalarından korkup başkalarından medet umuyorsa şirk içinde yaşamaktadır.
İnsanlar için en büyük tehlike olan şirke karşı korunma yollarından biri Allah'a dua etmektir. Çünkü dua eden insan Allah'ın varlığını ve birliğini, O'na karşı olan acizliğini, kendisine tek yardım edecek olanın Allah olduğunu ve O'ndan başka ibadet edilecek kimse olmadığını kabul etmiş demektir. Bu nedenle dua, mümini şirke karşı korur.
*Kuran'a göre ne çok çalışmak, ne çok yorulmak, ne de insanlardan saygı ve sevgi görmek bir üstünlük nedeni değildir. İnsanları Allah katında üstün kılan özellik imanları, Allah rızasını kazanmak için yaptıkları salih ameller ve tüm bu amelleri yaparken kalplerinde sakladıkları niyetleridir. Allah bu durumu bizlere Kuran'da şöyle bir örnekle açıklamıştır:
"Onların etleri ve kanları kesin olarak Allah'a ulaşmaz, ancak O'na sizden takva ulaşır. İşte böyle, onlara sizin için boyun eğdirmiştir; O'nun size hidayet vermesine karşılık Allah'ı tekbir etmeniz için. Güzellikte bulunanlara müjde ver." (Hac Suresi, 37)
Ayette belirtildiği gibi Allah adına bir hayvan kesen kişinin yaptığını Allah katında değerli kılan, bu kişinin takvası, yani Allah korkusudur. Bir insanın Allah'ın adını anarak kestiği hayvanların etlerinin ya da kanlarının -eğer insan bunu Allah rızası için yapmıyorsa- Allah katında bir değeri yoktur. Önemli olan insanın bir salih amelde ya da bir ibadette bulunurken bunu salih bir niyetle yapması ve Allah'a karşı samimi olmasıdır.
*İnanan bir kişi yaptığı işler ve ibadetlerle Allah'ın dışında bir başkasının sevgisini, hoşnutluğunu, takdirini, ilgi ve beğenisini elde etmeye çalışmaz. Eğer böyle bir arayışı olursa, bu da ayetlerdeki tanımların aksine, kişinin Allah'a tam bir samimiyet ve ihlasla yönelmemiş olduğunu gösterir. Aslında insanların "ibadet ya da salih amellerini Allah rızası dışında başka amaçlarla yapması" çevremizde sık sık rastladığımız bir durumdur. Örneğin bir fakire yardımda bulunurken bunu diğer insanlara gösteriş olsun diye yapan, namaz kılarken bu önemli ibadetle bir itibar kazanmayı ya da çıkar sağlamayı hedefleyen insanlar vardır.
*Kuran'da Peygamberlerin de başka hiçbir karşılık ve menfaat gözetmeden sırf Allah rızası için ihlasla ibadet ettiklerine Hz. Hud'un kavmine söylediği şu sözler ile dikkat çekilmiştir:
Ey kavmim, ben bunun karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir. Akıl erdirmeyecek misiniz? (Hud Suresi, 51)
*Kuran'da bildirilen "... Gerçekten onlar hayırlarda yarışırlardı, umarak ve korkarak Bize dua ederlerdi. Bize derin saygı gösterirlerdi." (Enbiya Suresi, 90) ayetiyle de Hz. Zekeriya ve eşinin Allah'a karşı olan saygı dolu bağlılıkları tüm müminlere örnek gösterilmiştir. Ayette dikkat çekilen bir diğer konu ise ihlas sahibi kulların Allah rızası için hayırlarda yarışmalarıdır. Bu kişiler Allah'ın rızasına, rahmetine ve cennetine kavuşmak için -güçlerinin ve imkanlarının elverdiği ölçüde- sürekli bir çaba içindedirler.
*şeytanın asıl mücadele ettiği kimseler, Allah'a iman eden ve yaşamlarını Allah'ın razı olacağı şekilde geçirme konusunda kararlı gördüğü bu insanlardır. Şeytan inkar edenlere doğrudan etki edebilmektedir. Ama müminler Allah'a kesin olarak iman ettikleri için şeytanın onlar üzerinde böyle bir etkisi olamaz. Örneğin Allah rızası için çalışıp yorulmalarını engelleyemez. Dinin hükümlerini yerine getirmelerini, infak edip namaz kılmalarını, iyilik yapıp güzel ahlak göstermelerini, Allah'ı zikretmelerini, mallarıyla canlarıyla fedakarane bir mücadele vermelerini engelleyemez.
Bu gerçeği bilmek şeytanı iman edenler üzerinde etkili olabilmek için daha da sinsice yöntemler aramaya iter. Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla yaptıkları işleri doğrudan engelleyemediği için müminler tüm bunları yaparlarken niyetlerine kötülük katmaya çalışır. Onları Allah'ın rızasından başka hedeflere yöneltmeye ve bu şekilde ihlaslarını zedeleyerek, katıksızca Allah'a yönelmelerini engellemeye gayret eder.
*Şeytanın kandırma yöntemlerinden bir tanesi de, müminler katıksızca Allah'ın rızasını gözeterek bir işe giriştiklerinde, onları insanların rızasına yöneltmek için sinsice sözler fısıldamaktır.
Örneğin Allah'ın rızasını kazanmak için fedakarane bir tavır içerisinde olan bir insanın niyetine insanların rızasını katmaya çalışır. Bu fedakarlığını, çabasını ve yaptıklarını dile getirmesini, kendisini yüceltmesini, ön plana çıkarmasını telkin eder. Oysa Allah rızası için yapması gereken bir işte, kişinin kendisiyle övünmesi ihlası kırabilecek bir davranıştır. Çünkü eğer bir özveride bulunuyorsa bunu Allah için yapıyordur ve bunu insanlara duyurması için hiçbir sebep yoktur. Allah zaten onu görmekte ve işitmektedir.
*İnsanın karşısında binlerce alternatif olduğunda bile, tüm bunlar arasından Allah'ın en razı olacağı seçeneği görebilmesi son derece kolaydır. Allah'a yakınlaşma arayışı içerisinde olan ve olaylara iman gözüyle bakan bir insan için bu alternatif yanıp sönen bir ışık kadar net ve belirgindir. Örneğin insan gününü nasıl geçireceği konusunda Allah'ın rızasının en çoğuna göre bir seçim yapması gerektiğinde karşısında pek çok alternatif olduğunu görür. Tüm gününü evde oturup spor yaparak ve televizyon izleyerek geçirebilir. Spor yapmanın sağlığını korumak için önemli olduğunu, televizyon izlemenin de kültürünü artıracağını söyleyerek bunlarda Allah rızasını gördüğünü söyleyebilir. Ama dünya üzerinde dinsiz akımlar bu kadar güç kazanmışken, İslam topraklarında savunmasız kadınlar, yaşlılar ve çocuklar "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için öldürülürken, savaşlar, çatışmalar ve ahlaki yozlaşma bu derece artmışken, iman eden bir insanın tüm gününü spora ve televizyona ayırması vicdanlı bir tavır olmaz. Bunun yerine Kuran ahlakının mükemmelliğini diğer insanlara anlatıp, onların da ahiretlerine vesile olmaya çalışması hiç şüphesiz diğerinden daha hayırlı bir davranış olacaktır. Çünkü bu "Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır." (Al-i İmran Suresi, 104) ayetiyle de bildirilmiş, her Müslümanın üstlenmesi gereken bir sorumluluktur. Bu alternatife yöneldiği takdirde öncelikli olarak kendi ahireti için ibadette ve salih bir amelde bulunmuş olur. Bunun yanı sıra, ayetin hükmünü yerine getirip, dini tebliğ ettiği ve başkalarının da hidayetlerine vesile olduğu için ecir kazanmış olacaktır. Bu davranışın kişiye Allah'ın rızasını daha çok kazandırabileceği ise son derece açıktır.
*Bediüzzaman Said Nursi eserlerinde insanın kurtuluşunun ancak ihlas ile mümkün olacağını söylemiş, insana ihlası kazandıracak olanın ise sadece Allah'ın rızasını gözetmek olduğunu şöyle belirtmiştir:
"… Medar-ı necat (kurtuluş vesilesi) ve halas (kurtuluş), yalnız ihlastır. İhlası kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlaslı amel, ağırlıklarla hâlis olmayana tercih edilir. İhlası kazandıran hareketlerdeki sebebi, sırf Allah'ın bir emri ve neticesi Allah'ın rızası olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlahiyeye karışmamalı."5
Bediüzzaman bir sözünde insanın bir kişiye karşı duyduğu muhabbetin de ihlaslı olabilmesi için karşılıksız ve sadece Allah rızası için olması gerektiğini vurgulamıştır:
Herşeyde bir ihlas var. Hattâ muhabbetin de ihlas ile bir zerresi, ağırlıklarla resmî ve ücretli muhabbete tercih edilir. İşte bir zât bu ihlaslı muhabbeti şöyle tabir etmiş:
"Ben muhabbet üzerine bir rüşvet, bir ücret, bir mukabele, bir mükâfat istemiyorum. Çünki karşılığında bir mükâfat, bir sevab istenilen muhabbet zaîftir, devamsızdır."6
İşte ihlası kazanmak isteyen bir kimse bu gerçeği kesin olarak kavramalıdır. Çünkü yaptığı ameller ancak bu şekilde salih amel olabilecek ve ancak bu yolla Allah'ın rızasına, rahmetine ve cennetine ulaşabilecektir.
Ancak şeytan her zaman için insanı farklı düşüncelere sürüklemek ve onu Allah'ın rızası dışında menfaatler aramaya yöneltmek ister. "Zaten bu yaptıklarımı Allah'ın rızasını kazanabilmek için yapıyorum, bunun yanında bir parça da kişisel menfaatler ummanın bana ne zararı olabilir ki", "Hem Allah'ın rızasını kazanırım, hem de çevremde biraz itibar kazanmış olurum", "Ben iyilik yapacağım ama karşılığında onlar da bana iyilik borçlu olsunlar" ya da "Fedakarlıkta bulunurum, ama herşeyin bir karşılığı var" gibi mantıklar hep şeytanın katıp karıştırmasıyla ortaya çıkar. Ancak bu düşüncelerin her biri de kişiyi Allah'ın rızası dışında karşılıklar aramaya ittiği için ihlası kazanmasını ve salih amellerde bulunmasını engeller.
*Bediüzzaman Said Nursi, ihlası kazanmanın şartlarını konu ettiği yazılarından birinde "Amelinizde Allah rızası olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti lazım gelirse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakk'ın rızasını esas maksad yapmak gerektir."10 sözleriyle insanların rızasından arınıp sadece Allah'ın rızasını kazanmaya yönelmenin önemine değinmiştir. Onun bu sözünde vermiş olduğu örnek, ihlasın anlaşılması bakımından son derece önemlidir; gösterdiği bir tavırdan dolayı dünyadaki tüm insanlar bir kişiye karşı cephe alsa, hiçbiri ondan razı olmasa, Allah razı olduktan sonra hiçbir ehemmiyeti yoktur. Çünkü tüm bu insanların kalbi zaten Allah'ın kontrolündedir; Allah dilerse onların hepsini razı eder.
Bunun yanında gösterdiği bir tavırdan dolayı eğer Allah bu kişiden razı olmayacaksa, tüm dünya ondan razı olsa, ona minnet duysa bunun hiçbir önemi olmaz. İnanan bir kimse bunun Allah katında hiçbir kıymeti olmadığını ve Allah razı olmadığı sürece insanların razı olmuş olmasının ahiretten yana kendisine birşey kazandırmayacağını bilir. Rızasını kazanacağı güruh sayıca kalabalık, mal ya da makamca güçlü bir kitleden oluşuyor olabilir. Ancak bunların her biri de Allah'ın izni ile hayat bulmuş ve birgün toprağın altında çürüyüp tüm güç ve kudretlerini kaybedecek olan aciz varlıklardır. Bu nedenle ahirette ne kalabalığın, ne sağladıkları desteğin, ne de dile getirilen takdirlerin hiçbir faydası olmayacaktır. Baki olan ve rızası kazanılmaya asıl layık olan sadece Allah'tır. İnsana daimi bir ihlas anlayışını kazandıracak olan da işte bu gerçeği kavrayarak, 'insanların rızasından sıyrılıp, sadece Allah'ın rızasını kazanmaya yönelmek'tir.
*Allah ayetinde müminlerin kendilerinde bir eksiklik, açıklık ya da ihtiyaç olsa bile diğer mümin kardeşlerinin nefislerini kendilerinden üstün tuttuklarını, tercih yapmaları söz konusu olduğunda da kendi nefislerinden değil kardeşlerinden yana tavır koyduklarını bildirmiştir. Medine'de yaşamakta olan Müslümanlar, Mekke'den hicret ederek gelen ihtiyaç içerisindeki mümin kardeşlerine infak etmekten, kendileri zor durumda kalarak bile olsa onları yerleştirip barındırmaktan dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymamışlardır. Aksine Allah rızası için nefislerinin bencil ve cimri tutkularını yenmiş olmaktan ve kardeşlerinin nefislerine öncelik tanımış olmaktan dolayı da büyük bir sevinç ve mutluluk duymuşlardır. Çünkü söz konusu şartlar altında Kuran'a en uygun, en vicdanlı ve en ihlaslı olan tavrın böylesine bir fedakarlık göstermek olduğunu bilmektedirler. Ayrıca Allah bu fedakarlıkların karşılığını dünyada da ahirette de kat kat artıracak ve fazlasıyla onlara geri verecektir. Kuran'da Allah'ın bu ahlakı gösteren kimselere vereceğini vaat ettiği karşılık şöyle bildirilmiştir:
Eğer Allah'a güzel bir borç verecek olursanız, onu sizin için kat kat arttırır ve sizi bağışlar. Allah Şekûr'dur (şükrü kabul edip çok ihsan eden), Halim'dir (cezayı vermekte acele etmeyendir). (Tegabün Suresi, 17)
*Dünyevi değerlere değil, ahirete önem veren bir insan hiçbir zaman insanlara ayarlı bir ahlak göstermez. Onlardan iyi olmak, onlar arasında bir yer edinmek, itibar kazanmak ya da ön plana çıkmak için değil, sadece Allah rızası için gayret sarf eder. Bu noktaya kadar anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi insan eğer nefsinde böyle bir eksiklik ya da zaaf olduğunu görürse bilmelidir ki, bu onun ihlasını kıracak ve Allah'ın rızasını kazanmasını engelleyecek bir ahlaktır.
*Dünya üzerinde insanlar arasında gerçek bir birliktelik, gerçek bir dostluk ve ittifak sağlayabilecek yegane güç vardır, o da 'iman'dır. Hesap gününden korkan iman sahibi insanlar biraraya gelerek, dünyada başlayıp ahirette de sonsuza kadar devam edecek sağlam bir ittifakın temellerini atmış olurlar. Birbirlerini araya hiçbir çıkar ya da menfaat beklentisi katmadan, halis niyetle ve sadece Allah rızası için sever, Allah rızası için dost olur ve Allah rızası için birlik olurlar. Temeli dünya üzerindeki en sağlam kaynağa, Allah sevgisine ve Allah korkusuna dayalı olan bu birliğin bozulması, dağılıp yıkılması Allah'ın dilemesi dışında hiçbir şekilde mümkün olmaz.
*Zira Bediüzzaman'ın sözlerinde de yer verdiği gibi ihlasla yapılan tek bir amel, ihlassızca yapılan binlerce amelden daha değerli olabilir. Ve unutmayın ki eğer niyetiniz halis, ameliniz salih ise Allah rızası için yaptığınız en küçük amel bile Allah katında zayi olmayacaktır. Çünkü ayetlerde, "Rabbiniz, sizin içinizdekini daha iyi bilir..." (İsra Suresi, 25) "... Allah, muttakileri bilendir." (Al-i İmran Suresi, 115) buyrulmaktadır.
*'Dini katıksızca Allah'a halis kılmak' ise, kişinin dini yaşarken başka hiçbir çıkar ya da menfaat gözetmeksizin sadece Allah'ın rızasını ve hoşnutluğunu hedeflemesidir.
*Kuran'da tarif edilen ihlası kazanmış olan müminler 'Allah'a derin bir saygı göstererek" iman ederler. Bu, Allah'ın yüceliğini ve gücünü kavramak ve bundan dolayı da O'na karşı derin bir sevgi, içli bir saygı ve haşyet dolu bir korku duymaktır. Rabbimize böyle derin bir saygı ve korku ile bağlanan kimseler, Allah'ın rızasını kazanmayı hiçbir dünyevi çıkar ya da menfaate değişmezler. Çünkü ihlas, dünya üzerindeki küçük büyük hiçbir menfaatin Allah'ın rızasını kazanmaktan ve O'nun emirlerini yerine getirmekten daha önemli olmadığını bilmektir.
*bir insan Allah'ın ve ahiretin varlığına samimiyetle inanıyorsa, aksini yapabilmesi de kesinlikle mümkün değildir. Ahirette, dünyada yaşadığı her anın hesabını vereceğini ve ancak Allah'ın rızasına uygun bir yaşam sürdüğü takdirde sonsuz cennet hayatına layık olabileceğini bilir. Bu nedenle de yaptığı her hareket, söylediği her söz ve her tavırla Allah'ın rızasını kazanabilmek için hayırlarda yarışır. Sürekli olarak "Daha fazla ne yapabilirim?", "Allah'ın rızasını ve rahmetini kazanmak için daha nasıl bir tavır gösterebilirim?", "Ahlakımı güzelleştirmek için hangi tavırlarımı düzeltmem gerekir?" diye düşünerek, ciddi bir çaba harcar.
*dini sadece belirli ibadetlerle sınırlandırmaya çalışan kimi insanlar, hayatı bu şekilde 'ibadet anları ve diğer anlar' olarak ikiye bölen bir bakış açısını makul ve mantıklı bulurlar. Allah'ı ve ahireti, sadece namaz kılacakları, oruç tutacakları, sadaka verecekleri ya da hacca gidecekleri zaman hatırlarlar. Günün ve yılın diğer zamanlarında ise dünya işlerinin karmaşasına kapılıp giderler. Allah'ı ve ahirette alacakları karşılığı unuttukları için içlerinde Allah'ın rızasını kazanmak için bir şevk hissetmez ve bu yönde çaba da harcamazlar.
*Allah'ın razı olacağı davranışlar Kuran ayetlerinde çok açık ve detaylı bir biçimde belirtilmiştir; ticaret yaparken dürüst ve adil olmak, haksız menfaat elde etmeye çalışmamak, tartıda ölçüde hile yapmamak ve bunlara benzer daha pek çok detay Kuran'da açıklanmıştır. Kişinin Allah'tan korkarak ve bu ayetleri göz önünde bulundurarak hareket etmesi, yaptığı ticareti Allah'ın rızasına uygun ve ihlasla yaptığını gösterir. Aynı şekilde sohbet eden bir kimsenin boş söze dalmaması, Kuran'a muhalif bir konuşmaya seyirci kalmaması, faydalı ve hayırlı konuşmalar yapması, doğru ve dürüst konuşması da yine hep Kuran ile bildirilen ahlakın birer parçasıdır. Bu nedenle insan hiçbir zaman için dinin sadece bazı ibadetlerden ibaret olduğu, ihlasın da ancak bu ibadetler yerine getirilirken yaşanabileceği gibi yanlış bir düşünceye kapılmamalıdır. İnsan, dünya hayatının bir gereği olarak pek çok farklı işle meşgul olmak durumundadır. Önemli olan kişinin kalpte her an Allah ile birlikte olması, her yaptığı işte Allah'ın rızasını araması, Kuran ahlakından ödün vermemesi ve ihlası gözetmesidir.
*Hayatının her anında ihlası gözeten insan doğal ve samimi olur. Sadece Allah'ın rızasını gözeten, dünyadan yana bir menfaat beklentisi içinde olmayan bir insan asla yapmacık, samimiyetten uzak ve suni tavırlarda bulunmaz. Hareketleri, mimikleri, üslubu ve konuşması son derece doğaldır. İnsanları etkilemeye çalışmadığı ve gösterişe dayalı bir tavırda bulunmadığı için yanında rahat edilen, huzur ve güven veren bir karakteri olur. Sadece Allah'ın rızasını hedeflediği için her türlü yapmacık tavrın ve insanlara yönelik yaşamanın ihlasını zedeleyeceğini bilir. Sadece Allah'ı dost ve vekil edinmenin rahatını ve konforunu yaşar.
Bu kişi ihlas ve samimiyetinde böylesine bir kararlılık gösterdiği takdirde, Allah'ın her amelini salih amel kabul etmesini ve dünyada da ahirette de onu güzel bir karşılıkla mükafatlandırmasını umabilir.
*İnsanın ihlası gerçek manasıyla yaşayabilmesi için öncelikle ihlasın neden bu kadar önemli olduğunu kavraması ve bu iman seviyesine ulaşabilmeyi içten arzu etmesi gerekmektedir. Çünkü ihlasın önemini kavramamış olan insanlar güç ve kudreti dünyevi değerlerde arayabilmekte, toplum içinde yer edinebilmek için bunların peşinde koşabilmektedirler. Şan şöhret, zenginlik, güzellik, akademik kariyer ya da itibar sahibi olmak bu düşünceye kapılan insanların ardı sıra sürüklendikleri özelliklerdir. Oysa bunların hiçbiri insana ne dünya hayatında ne de ahirette gerçek anlamda kalıcı bir güç ya da itibar kazandıramaz. Bediüzzaman Said Nursi de "Bütün kuvvetinizi ihlasta ve hakta bilmelisiniz. Kuvvet haktadır ve ihlastadır. Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlas ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar. Evet kuvvet hakta ve ihlasta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlas, bu davayı isbat eder ve kendi kendine delil olur."4 sözleriyle müminin hem dünya hayatında hem de ahiret hayatında güç ve kuvveti ancak ihlasla kazanabileceğini hatırlatmaktadır. Bu düsturu unutup, yukarıda saydığımız maddi değerlerin peşine düşen bir insan ise katıksızca Allah'ın rızasına yönelmiyor demektir.
Örneğin Müslümanlara fayda getirecek bir konuda dört beş kişi arasında bir iş bölümü yapıldığını varsayalım. Bu kişilerden birine yapılacak işin perde arkasında kalan, pasif ve ses getirmeyecek, ama bir o kadar da zor bir bölümünün verildiğini düşünelim. Diğer kişilere de daha ön planda, insanların övgü ve beğenilerini doğrudan alabilecekleri, daha aktif birer görev verilmiş olsun. Eğer bu kişi kendisine düşen görevi sırf arka planda kalacağı ve takdir toplama imkanı olmayacağı için reddeder, bunun yerine insanların beğenisini kazanabileceği, kendisini ön plana çıkarıp övgü alabileceği diğer bir görev ile değiştirmek isterse bu noktada ihlasını zedelemiş olur. Çünkü böyle bir durumda kişi 'Hem o kadar emek harcayacağım, hem de ortaya çıkan işte benim adım hiç geçmeyecek. Üstelik bir de diğerleri daha az çalışıp benden daha çok takdir toplamış olacaklar' gibi ihlastan uzak bir düşünceye kapılmış demektir. Makbul olan tavır ise takdiri ve övgüyü sadece Allah'tan beklemek, yapılan işte katıksızca Allah'ın rızasını hedeflemektir. Eğer yapılacak iş bir fayda getirecekse, bunu kimin yaptığı önemli değildir. Bir insan yaptığı iş kimse tarafından bilinmese ve insanlardan hiç takdir toplamasa da sadece Allah'ın rızasını kazanabilmek ve fayda getirecek bir işe vesile olabilmek için bu işi şevkle üstlenmelidir. Çünkü ihlaslı olan tavır budur.
Hayatının her anında ihlaslı davranan bir kimse, hem dünya hayatında başarılı ve huzurlu olurken, hem de ahirette güzel bir karşılığı umabilir. Çünkü bu kimse dünyevi imkanlarına, bulunduğu makama, sahip olduğu mal ya da mülküne, toplumdaki itibarına değil, önce Allah'a, sonra da imanına, aklına, vicdanına ve ihlasına güvenerek hareket eder.
*Cennet, içindeki tüm nimetler ve tüm insanlarla bir güzellik mekanidir; Allah'in hosnut olmadigi hiçbir varlik cennette bulunmamaktadir. Bu da Allah'in salih kullarina olan sefkatinin ve adaletinin sonuçlarindan biridir.
*Müminler, bir konu üzerinde tartisirken Kuran'a uygun delil getirmeye, önem vermelidirler. Dini inkar edenler tam tersi bir tutum içindedirler. Onlarin tek amaci tartisma çikarmak, bu vesileyle dine ve inananlara karsi düsmanca tavirlarini ortaya koymaktir. Nitekim Allah Kuran'da bazi insanlarin "yalnizca bir tartisma-konusu olsun diye" (Zuhruf Suresi, 58) inkarci örnekler verdiklerine dikkat çekmektedir. Bunun nedeninin de "tartismaci ve düsman" bir kavim olmalari oldugunu vurgulamaktadir. Bu nedenle Kuran ahlakini yasayan insanlarin tüm bunlardan kaçinmalari ve Allah'in hosnut olacagi sekilde davranmalari gerekir.
*Ahir Zaman'da Kuran'ı Allah'ın rızasını kazanmak için değil de kazanç elde etmek için okuyan insanların da ortaya çıkacağı hadiste şöyle dile getirilmiştir:
Kim Kuran okursa (mükafatını) Allah'tan istesin. Zira son zamanlarda Kuran okuyup (mükafatını) insanlardan isteyen birtakım insanlar türeyecektir. Son Zamanlarla İlgili Hadisler, s.*Allah birçok ayette insanların dünya hayatına tutkuyla bağlı olduklarını ve bu tutkunun onlara ahiret hayatında hiçbir faydası olmayacağını belirtmiştir. İnsanın dünya hayatında değer verdiği, önemsediği, uğruna pek çok şeyi göze aldığı değerler, eğer Allah rızası için ve Allah yolunda kullanılmıyorsa, insana kayıptan başka birşey kazandırmazlar. Bu değerlerin her biri insanları denemek için özel olarak yaratılmıştır. Asıl yurt ise ahiret yurdudur.
*Müminler, dünyada Allah rızası için gösterdikleri çabaların karşılığını almışlardır. Bu çabadan dolayı da hoşnutturlar. (Gaşiye Suresi, 9) Allah kendilerine tüm yaptıklarının en güzeliyle karşılık vermiştir. Zaten beklentileri ve umut ettikleri de budur. Bundan dolayı Allah'a şükrederler. "Bize olan va'dinde sadık kalan ve bizi bu yere mirasçı kılan Allah'a hamd olsun ki, cennetten dilediğimiz yerde konaklayabiliriz." (Zümer Suresi, 74) derler.
*Kıyamet saati ve sonrasındaki sonsuz yaşam, insanları bekleyen en önemli gerçeklerdir. Dünyadaki hiçbir şey, ne kariyeriniz, ne evliliğiniz, ne de malınız-mülkünüz, uğruna sonsuz yaşamınızı harcayacağınız kadar önemli ve vazgeçilmez değildir. Uğrunda yaşanması ve çaba harcanması gereken tek şey Allah rızasıdır.
*En ufak bir sarsıntıda paniğe kapılan, bir deprem ihtimalinde ölüm korkusuyla saatlerce evlerine giremeyen insanlar için, gözlerinin önünde dağların yerlerinden oynatılması, yerin içindekilerini dışarı atması, kabirlerin deşilmesi, insanların biraraya toplanması ve felaketlerin felaketleri izlemesi dayanılabilecek gibi değildir. Artık dünya üzerinde güvenebilecekleri "tek bir kişi", sığınabilecekleri "tek bir mekan" dahi yoktur. Dünya üzerinde yeni bir başlangıç şansı, gidilebilecek herhangi bir yer de mevcut değildir. Yeni başlayacak olan yaşam ahirettedir, sonsuzdur ve dünyada Allah'ın rızasını gözeterek yaşamayanlar için acıyla doludur. Zevkler, ihtiraslar ve geçici dünya hayatı tüketilmiştir.
*Dünyada şeytanın kışkırtmalarını Allah'ın rızasına tercih eden kişilerin hesap gününde düşecekleri durum oldukça zordur.
*Unutulmamalıdır ki, hesap günü her insan Allah'ın huzurunda yapayalnız ve tek başına sorguya çekilecektir. O halde ölüm ve sonrası için ciddi bir çaba göstermek ve bir hazırlık yapmak gerekir. Çünkü her insan ahirette dünyada yapıp ettiklerinin karşılığını, haksızlığa uğratılmadan, tam olarak alacaktır. Ancak herşeyin üzerinde insanın en büyük kazancı kuşkusuz Allah'ın rızasıdır.
*Kuran'da, Allah'ı unutup O'ndan başkasını razı etmeye çalışarak ömrünü geçiren bu kişilerin Allah'ın huzurunda birbirleriyle olan çekişmeleri şu şekilde anlatılır:
Siz ikiniz (ey melekler), her inatçı nankörü atın cehennemin içine, Hayra engel olan, saldırgan şüpheciyi, Ki o, Allah'la beraber başka bir ilah edinmişti. Artık ikiniz, onu en şiddetli olan azabın içine atın. Onun yakın-dostu (saptırıcı) dedi ki: "Rabbimiz, ben onu kışkırtıp-azdırdım. Ancak kendisi (haktan) uzak bir sapıklık içindeydi." (Allah buyurur:) "Benim huzurumda çekişip-durmayın. Ben size daha önce 'kesin bir uyarı' göndermiştim." Huzurumda söz değişikliğe uğratılmaz ve Ben kullara zulmedici değilim. (Kaf Suresi, 24-29)
*O gün, onların tümünü bir arada toplayacağız," (Yunus Suresi, 28) "De ki: "Allah sizi diriltiyor, sonra sizi öldürüyor, sonra kendisinde hiçbir kuşku olmayan kıyamet günü O sizi bir araya getirip-toplayacaktır. Ancak insanların çoğu bilmezler." (Casiye Suresi, 26)
O gün dünyada sahip olunan makamın ve mülkün hiçbir önemi yoktur. Kimse kimsenin takdirinin peşinde koşacak, kimse kimseye gösteriş ve gurur yapacak halde değildir. Kimsenin kimseye karşı bir üstünlüğü kalmamıştır. Soylular, zenginler, efendiler, patronlar veya sıradan insanlar aynı hesap ile karşı karşıya kalacaklardır. Tek üstünlük Allah'a olan yakınlıktır. Tüm insanlar Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için yapılan işler dışında hiçbir işin önemi olmadığını, sahip oldukları herşeyin tek sahibinin Allah olduğunu kesin olarak anlamıştır.
*(Önlerine) Kitap konulmuştur; artık suçlu-günahkarların, onda olanlardan dolayı dehşetle-korkuya kapıldıklarını görürsün. Derler ki: "Eyvahlar bize, bu kitaba ne oluyor ki, küçük büyük bırakmayıp herşeyi sayıp-döküyor?" Yapıp-ettiklerini (önlerinde) hazır bulmuşlardır. Rabbin hiç kimseye zulmetmez. (Kehf Suresi, 49)
Allah'tan korkmamanın, O'na eşler koşmanın, O'na ibadet ediyor görünüp O'ndan başkalarını da hoşnut etmeye çalışmanın yanısıra, yalan, zina, kumar ve daha pek çok günah bu defterdedir.
*Namaz kılmak müslümanın bütün hayatı boyunca, aksatmadan yapacağı, Allah'ın belirlediği vakitlerde farz olan bir ibadettir. İbadetlerini yerine getirmeyen insanlar, namaz kılmayı da genellikle yaşlılık dönemlerine bırakırlar. Halbuki namaz da tüm diğer ibadetler gibi son derece kolay yerine getirilebilecek bir ibadettir.
Şunu belirtmek gerekir ki, Allah bir insan için neyi farz kılmışsa, o insan kulluk vazifesi olarak onu yapmakla yükümlüdür. Bunun karşılığında ise Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmayı umabilir.
*Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar. (Bakara Suresi, 186)
Müminlerin, Allah'ın bu rahmeti ve nimeti üzerinde bir daha düşünerek Allah'ın rızasına uygun yaşamaları gerekir. Çünkü Allah'ın kendilerine verdiği bu kolaylık öyle büyük ve sınırsız bir imkandır ki; herşeyin Hakimi, Sahibi olan tek güç sahibi Allah, insanlara istedikleri herşeye karşılık vereceğini vaat etmektedir. Ve Allah kesinlikle vaadinden dönmez.
*suçsuz bir insana iftira atanlar Allah'ın kontrolünde varlıklardır. Ve Allah, insanı denemek için bu olayları yaratır. Bunlara sabrettiği takdirde, Allah'ın rızasını, cennetini ve rahmetini kazanmayı uman mümin için üzülüp kederlenecek hiçbir neden olmaz. Ayrıca Allah, müminlere her zaman yardımını gönderir ve onlara işlerinde kolaylık sağlar. Bu, Allah'ın kesin bir vaadidir.
*samimi bir müslüman sadece Allah'ın hoşnutluğunu arar. Onun için çevresindeki insanların ne diyeceği değil, Allah'ın emrettikleri önemlidir. Allah'ın rızasını aramak ve ona göre hareket etmek ise her zaman dosdoğru olan yoldur. Allah bir ayetinde sadece Allah'ın rızasını arayanla, birbiriyle geçimsiz birçok ortaklı sahipleri olan bir adamın durumu arasındaki farkı şöyle bildirir:
Allah (ortak koşanlar için) bir örnek verdi: Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sahipleri de çok ortaklı olan (köle) bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu? Hamd, Allah'ındır. Hayır onların çoğu bilmiyorlar. (Zümer Suresi, 29)
Ayette belirtildiği üzere insanın yaşayışına uygun olan yalnızca Allah’ın hoşnutluğu üzerine kurulmuş bir yaşamdır. Said Nursi de Allah’ın rızasını kazanmak için gayret etmenin her zaman çok kolay bir hayat getireceğini şöyle açıklamıştır:
"Amelinizde rıza-yı İlahi olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul etikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara kabul ettirir. Onları da razı eder." (Lem’alar, s. 154)
Bediüzzaman'ın bu tefekkürü son derece önemlidir; gerçek ihlas ve samimiyetin de anahtarıdır. İnsan ancak Rabbi'nin rızasını arayarak gerçek samimi dindar olabilir. Eğer yaptığı işlerde insanların veya başka varlıkların rızasına yöneliyorsa, o zaman muhakkak bu işin içine riya karışmış olur. Riyakar bir yapı ise insanı hem dünyada hem de ahirette zarara sokar. Öncelikle, insanların rızasını arayanlar, bekledikleri karşılığı hiçbir zaman göremezler. Bir insanın gözüne girmek, ona adeta "yaranmak" için çabalayıp dururlar ama karşılarındaki insan onların bu çabalarını takdir edemez. Zaten etse bile kendisi de aciz ve zavallı bir insandır. Herşeyin tek hakimi ve sahibi olan Allah, kendi rızasını kazanmak için çabalayanları ise sonsuz cenneti ile müjdeler ki, cennet, insanın nefsinin arzu ettiği herşeyin hazır bulunduğu bir mekandır. Allah yalnızca kendi rızasına uyanların kurtuluşa ereceğini şöyle bildirmiştir:
Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Maide Suresi, 16)
Sadece Allah'ın rızasına uymak her insana, dünyada ve ahirette en kolay, en güzel ve en neşe dolu hayatı getirecektir.
*Allah'a iman eden ve Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için fedakarlıkta bulunan biri için fedakarlık hem büyük bir kazançtır, hem de son derece kolay bir ibadettir.
Müminlerin fedakarlık anlayışları bir ayette şöyle bildirilir:
"Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yoksula, yetime ve esire yedirirler. "Biz size, ancak Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimizden korkuyoruz." Artık Allah, onları böyle bir günün şerrinden korumuş ve onlara parıltılı bir aydınlık ve bir sevinç vermiştir." (İnsan Suresi, 8-11)
Yaptığı fedakarlığın karşılığında, ayette de bildirildiği gibi, Allah'ın rızasını ve "parıltılı bir aydınlık ve sevinç" duyacağı ahiret nimetlerini kazanacağını bilen bir mümin için, feda ettiklerinin hiçbir önemi kalmaz. Geçici, kısa ve eksikliklerle dolu bir hayatta insanın en sevdiği mal varlığının dahi, Allah'ın hoşnutluğunun ve bunun karşılığında vereceği cennet hayatının yanında hiçbir değeri ve güzelliği yoktur. Buna iman eden müminler, yaptıkları fedakarlık ne kadar büyük olursa olsun ne bir takdir beklerler ne de diğer insanları minnet altında bırakırlar.
Bütün bunların yanında Allah, kendi rızası için fedakarlıkta bulunanlara dünyada da bolluk ve bereket vaat eder, verdiğinin fazlasını o kişiye bağışlar. Allah bu vaadini ayetlerinde şöyle bildirir:
Allah'a karşılığını çok arttırma ile kat kat arttıracağı güzel bir borcu verecek olan kimdir? Allah, daraltır ve genişletir ve siz O'na döndürüleceksiniz. (Bakara Suresi, 245)
Mallarını Allah yolunda infak edenlerin örneği yedi başak bitiren, her bir başakta yüz tane bulunan bir tek tanenin örneği gibidir. Allah, dilediğine kat kat arttırır. Allah (ihsanı) bol olandır, bilendir. Mallarını Allah yolunda infak edenler, sonra infak ettikleri şeyin peşinden başa kakmayan ve eziyet vermeyenlerin ecirleri Rableri katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Bakara Suresi, 261-262)
*şeytan bir insana kibiri ve kendini beğenmeyi fısıldar. Ancak, acizliklerini, eksikliklerini, kusurlarını düşünen veya bir gün ölüp de toprağın altında çürüyecek bir bedene sahip olduğunu hatırlayan insan şeytanın bu telkininden de kolaylıkla kurtulacaktır.
Elbetteki bu kolaylık, samimi olarak şeytanın etkisinde yaşamak istemeyen, Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini hedef edinen salih insanlar içindir. Aksi takdirde, yani bir insan Allah'tan korkup sakınmadığında ve Allah'ın rızasını gözetmediğinde şeytanın tuzaklarına düşmesi çok kolay olacaktır.
*"Güzel bir hayat" kavramı insanlara çoğu zaman yabancı gelir. İnsanların büyük bir çoğunluğu, hiçbir sıkıntı, üzüntü, korku, endişe duymayacakları bir hayatı, erişilmesi imkansız bir hayal olarak görürler. Gerçekten böyle bir hayat, dinden uzak yaşayan insanlar için erişilmesi mümkün olmayan bir hayaldir.
Böyle huzurlu ve sevinç içinde bir hayatı sadece Allah'ın rızasını, cennetini ve rahmetini kendilerine hedef edinen, Allah'tan korkup sakınanlar yaşayabilirler. Bu Allah’ın inanan kullarına müjdelediği bir gerçektir:
Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 97)
*insanlar hataları veya günahları ne olursa olsun, hiçbir zaman Allah'ın razı olduğu gibi bir kul olabilmek için geç kalmış değildirler. İnsan yaşamı boyunca ne kadar hata yapmış olursa olsun, dinden ne kadar uzak yaşamış olursa olsun samimi olarak tevbe ettiği ve salih bir kul olduğu takdirde geçmişte yaptığı hataları düşünmesine gerek yoktur. Geçmişte yaşayan insanlar için ancak bir ibret vesilesi, aynı hatalara tekrar dönmemek, benzerlerini bir daha yapmamak için öğüt alması gereken hatıralardır.
*vicdanın varlığı, Allah’ın insanlara verdiği çok büyük bir kolaylık ve nimettir. Bu nimetin kıymetini bilen ve vicdanını kullanan insan, her durumda, doğruyu yanlıştan ayıran, Allah'ın razı olacağı ve dünyada ve ahirette kurtuluşunu sağlayan bir anlayışa da sahip olur.
*Kibirli insanlar, dünya hayatında hiçbir emellerine erişemedikleri gibi, en önemlisi Allah'ın sevgisini de kaybederler. Allah bir ayetinde bunu şöyle bildirir:
"İnsanlara yanağını çevirip (büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez." (Lokman Suresi, 18)Tevazulu insanlar, kibirli insanların yaşadıkları sıkıntı ve baskıları hiçbir zaman yaşamazlar. Elbette ki her insan herşeyin en güzeline sahip olmayı, herşeyin en iyisini yapmayı ister. Ancak bunları dünyevi hırslarını tatmin etmek, insanların gözlerinde büyümek ve bundan dolayı saygı görmek için yapanlar büyük bir kayıp içindedirler. Mütevazi bir insan ise bunların hepsini Allah'ı razı etmek ve sevap kazanmak için ister. Bir şey başardığında veya güzel bir özelliğe sahip olduğunda, bunların hiçbirinin kendisinden olmadığını, herbirinin Allah'ın kendisine lütfettiği nimetler olduğunu bilir.
*Kuran'ı bilen ve kendisine rehber edinen her insan, yaratılış amacını, Allah'ın hoşnutluğunu, rahmetini ve cennetini kazanmanın yolunu, cennet ve cehennemde nasıl bir hayat olacağını, Allah'ın yaratışındaki sırları, en güzel ahlakı ve daha birçok bilgiyi en doğru ve en eksiksiz şekliyle öğrenir.
*Allah tüm insanların yaşamlarında mutlaka onlar için doğru olan yolu göstermiş, din ve güzel ahlak hakkında bilgi sahibi olmalarını sağlamıştır. Her insan ölmeden önce mutlaka dine çağırılır, doğru olanın ne olduğunu öğrenir. Dünyanın geçici bir yer olduğunu ve ahireti için hayatını Allah’ın hoşnut olacağı gibi yaşaması gerektiğini bilir.
*insanların tamamı vicdanlarında Allah'ın hoşnut olacağı güzel ahlakın ne olduğunu çok iyi bilirler. Ne var ki şeytan, insanların çoğunluğuna bu ahlakı yaşamayı zor ve imkansız gösterir.
*kaderinde Hz. Yusuf gibi haksızlığa, zorluğa, hapis gibi bir ortama sabretmek olan bir insan, bunun ahirette kendisine Allah'tan bir hoşnutluk ve ecir olarak döneceğini düşünerek, kaderine sevinir.
*"Kullarından tevbeyi kabul eden, kötülükleri affeden ve işlediklerinizi bilen O'dur." (Şura Suresi, 25) ayetinde de bildirildiği gibi, Allah affedicidir. Müminler de Allah'ın beğendiği ahlaka uyan kişiler olarak, birinden kötülük gördüklerinde affetmeyi, kötülüğü iyilikle uzaklaştırmayı seçerler. Şüphesiz, bir kötülük karşısında sabrederek, alttan almak, kötülük yapan kimseyi affederek intikam hırsına kapılmamak, öfkeyi yenip tutmak takva sahibi insanlara has bir özelliktir. Ve bu tavrın karşılığı Allah'ın hoşnutluğu ve sevgisidir. Allah bir ayetinde şöyle bildirir:
Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz)geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever. (Al-i İmran Suresi, 134)
*Kuran ahlakında insanlar birbirlerine Allah'ın birer kulu olarak değer verirler. İyilik yapmak için bir çıkar gözetmez, aksine sürekli iyi işler yapıp hayırlarda yarışarak Allah'ın rızasını kazanmaya çalışırlar. Ahirette güzel bir yaşam umut ettikleri ve Allah'ın "... bir sadaka vermeyi veya iyilikte bulunmayı ya da insanların arasını düzeltmeyi emredenler... Kim Allah'ın rızasını isteyerek böyle yaparsa, artık ona büyük bir ecir vereceğiz." (Nisa Suresi, 114) ayetini bildikleri için, daima iyi davranışlarda bulunurlar. Ve bunları da insanlardan bir çıkar beklentisiyle değil, karşılığını yalnızca Allah'tan bekleyerek yaparlar. Allah, bu örnek ahlakı, bir Kuran ayetinde şöyle tarif etmektedir:
Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. "Biz size, ancak Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimizden korkuyoruz." (İnsan Suresi, 8-10)
*Mümin, yalnızca kendinden sorumludur ve başkalarının zayıf davranması onu etkilememelidir. Karşı tarafın gücü de onu hiçbir şekilde yıldırmamalıdır. Tüm yaşamı Allah içindir ve dolayısıyla sonuna kadar da Allah rızası için ibadet etmeyi sürdürecektir.
*Kıskançlık, rekabet, darılma inananlar arasında birliğin ve kardeşliğin önündeki en önemli üç engeldir. Hırs sonucu müminler arasında doğabilecek herhangi bir rekabet, müminlerin birbirine olan sevgisini azaltır. Bu tür bir Kuran dışı hareket, onların ruhlarına büyük zarar verir ve manevi yönden büyük bir gerilemeye yol açar.
Oysa inananlar için sonsuz bir sevap kaynağı mevcutken birbirlerinin önünü tıkayıp, haksız rekabet ve kıskançlıklarla vakit geçirmenin hiçbir anlamı yoktur. Eğer hedef Allah rızası olursa, herhangi bir rekabet olmaz: Çünkü herkes bir diğerinin önünü kesmeden Allah rızası için hizmet edebilir, sevap toplayabilir. Bu nedenle müminler, her uzvun bir diğerinin yardımcısı ve destekçisi olduğunu unutmamalı ve kardeşlerinin başarılarını kendi başarılarıymış gibi görebilmelidirler.
*Müminin en belirgin özelliklerinden biri, son derece kararlı oluşudur. Hiçbir zaman şevkini, heyecanını yitirmez. O, mücadeleye yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için başlamıştır. Dolayısıyla hiçbir zorluk onu yolundan döndüremez. İnsanların kendisi hakkında ne düşüneceği de önemli değildir. Tek hedef Allah'ın rızasıdır; tüm hayatı bu hedefe göre şekillenir.
*kararlılık ve istikrar iki önemli mümin vasfıdır. Müminler, "Müminlerden öyle erkek-adamlar vardır ki- Allah ile yaptıkları ahde sadakat gösterdiler; böylece onlardan kimi adağını gerçekleştirdi, kimi beklemektedir. Onlar hiçbir değiştirme ile değiştirmediler" (Ahzab Suresi, 23) ayetinde olduğu gibi ölünceye dek aynı kararlılık ve istikrarı Allah'ın rızası uğruna gösteren kişilerdir.
*Mümin, Allah'ın rızasını kazanmak için sabreder, dolayısıyla sabrından dolayı bir sıkıntıya kapılmaz, aksine manevi bir haz duyar. Kuran'da, sabrın ancak müminler için bir lezzet, inkarcılar içinse sıkıntı veren bir "tahammül" olduğu şöyle ifade edilmiştir: "Sabır ve namazla yardım dileyin. Bu, şüphesiz, huşû duyanların dışındakiler için ağır (bir yük)dır." (Bakara Suresi, 45)
*İnkarcılara karşı az da olsa sevgi beslemek ise, Allah'ın rızasına aykırı bir harekettir ve asla mümine yakışmaz. Kuran'da, bu konuda müminler çok ciddi biçimde uyarılmaktadır:
Ey iman edenler, Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler edinmeyin. Siz onlara karşı sevgi yöneltiyorsunuz; oysa onlar haktan size geleni inkâr etmişler, Rabbiniz olan Allah'a inanmanızdan dolayı elçiyi de, sizi de (yurtlarınızdan) sürüp-çıkarmışlardır. Eğer siz, Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızamı aramak amacıyla çıkmışsanız (nasıl) onlara karşı hâlâ sevgi gizliyorsunuz? Ben, sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilirim. Kim sizden bunu yaparsa, artık o, elbette yolun ortasından şaşırıp-sapmış olur. (Mümtehine Suresi, 1)
*Kuran'a göre, "...Allah'ı zikretmek ise muhakkak en büyük (ibadet)tür..." (Ankebut Suresi, 45). Eğer zikir olmazsa, diğer ibadetler de tam yapılmamış olur. Allah anılarak ve Allah'ın rızası düşünülerek yapılmadıktan sonra, diğer ibadetler, karşılıksız birer amel haline gelebilirler.
*Kuran'da, müminler, "Onlar, ‘tümüyle boş' şeylerden yüz çevirenlerdir" diye tarif edilir. (Müminun Suresi, 3)
Ayette, müminin boş ve yararsız bir konuşma veya olayla karşılaştığında bundan yüz çevirip, kendini faydalı bir işe kanalize etmesi gerektiği vurgulanmıştır. Bu, her zaman Allah'ın rızasına en uygun tavırdır.
*Mümin günlük hayatta sürekli olarak birkaç seçenek arasında seçim yapmak durumunda kalır. Karşılaştığı seçenekler içinde, Allah'ın rızasına en uygun olanını, dinin menfaatlerine en yararlı olanını seçmekle yükümlüdür. Bu seçimi yaparken önce Kuran'ın, sonra da vicdanının hakemliğine başvurmalıdır. Çoğunlukla, muhatap olduğu seçenekler karşısında vicdanı ilk olarak devreye girer ve hangi seçeneğin Allah'ın rızasına daha uygun olacağını ona söyler.
*Şeytanın ve nefsin müminlerin arasındaki tesanüdü bozmak için en çok başvurduğu yol, rekabet duygusudur. Eğer mümin gaflet halinde olursa, makam, mevki gibi konularda rekabet hissine kapılıp kardeşlerini geçmeye, kendini onlardan daha ön plana çıkarmaya çalışabilir. Aynı şekilde kendisinden daha ön plandaki bir kardeşine karşı kıskançlık hissedebilir. Aslında gaflet halinde yapılan bu hareket, gerçekte Allah'a isyan anlamına gelmektedir. Çünkü, "Yoksa onlar, Allah'ın kendi fazlından insanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar?..." (Nisa Suresi, 54) ayetine göre, insanlara verilmiş olan nimetler Allah'tandır ve bunları kıskanmak Allah'ın takdirine karşı gelmek anlamına gelir. Bu nedenle müminlerin kıskançlık gibi bir tavırdan kesinlikle uzak durmaları gerekmektedir. Eğer böyle bir tavır ortaya koyulursa, bu hem Allah'ın rızasına muhalif bir harekettir hem de ayetin hükmüne göre, müminlerin gücünün azalmasına neden olur:
Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. (Enfal Suresi, 46)
*Mümin, bir başka mümin kardeşi ile farklı bir fikirde olduğu zaman, mümkün olduğunca alttan alıcı, mütevazi ve saygılı bir üslup kullanmalı ve böylece iki farklı fikrin meşru olan "istişare" boyutunda kalmasını ve asla "tartışma" boyutuna girmemesini sağlamalıdır. Diğer iki kardeşi arasında tatsız bir olay olduğunda ise, "Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah'tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz" (Hucurat Suresi, 10) hükmü uyarınca uygun bir üslupla kardeşlerinin arasını bulmalıdır. Unutulmamalıdır ki, müminler arasındaki en ufak bir sürtüşme, Allah'ın hoşnut olmayacağı bir tavırdır.
*Kuran yalnızca haramları ve helalleri kapsayan bir kitap değildir. İçinde güzel ahlağı, çeşitli insan karakterlerini, meydana gelebilecek tüm olay ve durumları, dünya hayatı ve ahiret hayatı ile ilgili bilgileri, Allah korkusu ve sevgisini, Allah rızasının nasıl kazanılacağını, kısacası Yaratan'ın yarattığına gönderdiği, gerekli olan tüm bilgiyi anlatan ve kıyamete kadar geçerli bir kitaptır.
*Allah'ın varlığına ve büyüklüğüne iman eden bilim adamlarının dünyaya yönelik bir makam, mevki, ün veya para gibi hırsları olmadığı için, bilimsel araştırmalarda gösterdikleri gayret de son derece samimi olur. Bu insanlar bilirler ki, evrenle ilgili olarak keşfettikleri her sır tüm insanlara Allah'ı tanıtacak, insanlara Allah'ın sonsuz gücünü ve ilmini gösterecektir. Ve insanlara Allah'ın varlığını anlatmak, yaratılış gerçeğini tanıtmak iman eden bir kişi için kuşkusuz önemli bir ibadettir.
İşte bu samimi düşünceler içinde olan inançlı bilim adamları, tüm yaşamları boyunca büyük bir şevkle evrendeki kanunları, doğadaki mucizevi sistemleri, canlılardaki kusursuz mekanizmaları, akılcı davranışları keşfetme yolunda önemli çalışmalar yaparlar. Yaptıkları çalışmalardan da son derece fayda verecek sonuçlar alırlar, büyük ilerlemeler gösterirler. Bu yolda zorluklarla karşılaşmaları onları yılgınlığa sürüklemez. Veya insanlardan bir karşılık göremediklerinde de şevklerinde bir azalma olmaz. Çünkü onlar yaptıkları işte Allah'ın hoşnutluğunu kazanmayı amaçlamaktadırlar.
Allah rızası için, iman eden diğer insanlara da fayda verebilme amacını taşırlar. Ve bu konuda bir sınır tanımazlar. Verebilecekleri en yüksek faydayı sağlamak ve insanlara en güzel şekilde hizmet edebilmek için çalışırlar. Bu samimi çabalarına karşılık olarak da son derece verimli insanlar olurlar. Yaptıkları işlerden her zaman güzel sonuçlar çıkar.
*Allah bir ayetinde "Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah'tan korkup-sakının, dinleyin ve itaat edin…" (Teğabün Suresi, 16) sözleriyle inananlara güçlerinin yettiği oranda Kendisi'nden korkup sakınmalarını emretmiştir. İnsan bu nedenle hiçbir zaman Allah korkusunu yeterli görmemelidir. Sürekli olarak kendisini Allah'a daha da yakınlaştıracak yollar aramalı ve bu amaçla vicdanını sonuna kadar kullanmalıdır.
Böyle bir durumda Allah, samimiyetleri ve Allah'ın rızasını kazanmak için gösterdikleri ciddi çaba oranında bu kimselere verdiği anlayışı artırabilir ve sahip oldukları "doğruyu yanlıştan ayırma kabiliyetini" geliştirebilir. Bu, Allah'ın iman edenlere olan bir desteği ve Kuran'ın önemli bir sırrıdır. İnsan elindeki bu imkanı en iyi şekilde kullanarak, aklın dünyada ve ahirette sağladığı nimetleri kazanma imkanını elde etmiş olur.
*Akıl sahibi kişi, dünyanın en zengin, en güzel, en itibarlı insanı da olsa, bunların kendisine yarar sağlamayacağının ve bir gün mutlaka öleceğinin farkındadır. Ancak ölümün bir son değil, aksine bir başlangıç olduğunu, Allah'ın rızasına uygun bir hayat sürenlerin cennete, dünya hayatına kapılıp Allah'a karşı olan sorumluluklarını unutanların ise cehenneme gideceğini bilir. Dahası altmış yetmiş seneyi aşmayan üstelik pek çok eksiklikle dolu olan dünya hayatının yanında cennetin sonsuz ve kusursuz güzellikte olduğunun da bilincindedir. Bu nedenle de ölümü üzüntüyle karşılanacak bir yokoluş olarak değil, aksine Allah'ın rahmetine kavuşacağı sonsuz bir hayatın başlangıcı olarak görür. Bu bilinç onun ahiret gerçeğini de tam olarak kavramasını sağlar.
*akıllı bir insan günlük yaşantısı içinde karşılaştığı her olayda vicdanına uygun davranır. Örneğin yardıma muhtaç bir kimseye yardım eder ve bu sorumluluğu başkalarına bırakmaz. Allah'ın razı olacağını bildiği güzelliklerin hiçbirini kaçırmadan uygular. Ya da tek başına ağır bir eşyayı taşımaya çalışan bir insanı yapacak hiçbir işi olmadığı halde oturarak seyretmez. Hasta ya da yaşlı birini gördüğü zaman ona yerini verip kendisi ayakta kalmayı tercih eder. Aksi takdirde umursuz bir tavır göstermiş olacağını ve Allah'ın bundan razı olmayacağını bilir. Gerçekten öfkelenilecek bir tavırla karşılaştığında bile, Allah'ın yumuşakbaşlı bir tavırdan razı olacağını düşünerek öfkesini yener ve karşısındakine güzel söz söyler. Kendi aleyhine olacağını bilse dahi her zaman için dürüst davranır, doğru söz söyler.
Aklı sayesinde tüm bu tavırları hayatının sonuna kadar en güzel şekilde uygulayan bir insan ise hem dünyada güzel bir hayat yaşar, hem de Allah'ın rızasını hedefleyerek gösterdiği bu güzel tavırlarından dolayı cennetle mükafatlandırılır:
Şüphesiz iman edip salih amellerde bulunanlar ise; Biz gerçekten en güzel davranışta bulunanın ecrini kayba uğratmayız. Onlar; altından ırmaklar akan Adn cennetleri onlarındır, orada altın bileziklerle süslenirler, hafif ipekten ve ağır işlenmiş atlastan yeşil elbiseler giyerler ve tahtlar üzerinde kurulup-dayanırlar. (Bu,) Ne güzel sevap ve ne güzel destek. (Kehf Suresi, 30-31)
*Feraset ve basiret sahibi bir insan, karşılaştığı bir olayı, bir tavrı ya da bir sözü en doğru şekilde analiz edebilme yeteneğine sahiptir. Geçmişte edindiği tecrübelerden en akılcı sonuçları çıkarır ve bu bilgileri ilerisi için en isabetli şekilde kullanmayı bilir. İçerisinde bulunduğu ortamı, şartları ve imkanları akılcı bir bakış açısıyla değerlendirir ve bu şartları olabilecek en iyi seviyeye getirmeyi ve elindeki imkanları en iyi şekilde kullanmayı başarır. Bir işe atılacağı zaman mutlaka bu konuda gerekli olabilecek her türlü tedbiri alır, olası aksaklıkları tespit eder ve bu doğrultuda hareket eder. Her konuşması isabetli, her tavrı itidalli ve her düşüncesi keskin bir aklın ve kavrayışın ürünüdür.
Akıl sahibi kişilerin bu özelliklere sahip olmaları ise, tüm hayatlarını Allah'ın rızasını kazanmaya adayan ve ahireti hedefleyen ihlaslı kimseler olmalarından kaynaklanmaktadır.
*Akıllı bir insan herşeyden önce her an Allah'ın rızasını en fazla nasıl kazanabileceğini düşünür.
*Şirk, bir insanın Allah'a ortaklar koşması, kendine Allah'ın dışında ilahlar edinmesi demektir. Şirk koşan kişinin ilah edindiği değerler, bir insan veya herhangi bir canlı olabileceği gibi, bir tutkuyu veya bir ideali hayatın amacı haline getirmek de olabilir. Kişi bu değerleri Allah'ın rızasını kazanmaktan daha önemli görüyorsa, ona Allah'tan daha çok ya da eşdeğerde bir sevgi duyuyorsa, işte o kişi Allah'a şirk koşuyor demektir.
Kuran'da anlatılan şirk budur; ancak insanların çoğu şirkin bu asıl anlamından habersizdir. "Allah'a ortak koşmayı" peygamber döneminde yaşayan kimselerin taştan yonttukları putlara tapmaları olarak yorumlarlar. Oysa günümüzde şirkin binlerce farklı türü yaşanabilmektedir. Bir insanın Allah'a inandığını söylediği halde, hayatını Allah'ı hoşnut etmek için geçirmemesi, O'nun kendisine bildirdiği ibadetleri yerine getirmemesi, O'nun beğendiği ahlakı yaşamaması, bunun yerine hayatını sadece kendi dünyevi ideallerini gerçekleştirmek uğruna tüketmesi de şirktir. Yine aynı şekilde kendisini yaratan ve sayısız nimet sunan Yaratıcısı'nı unutup, bir başka varlığı Allah'tan daha çok sevip, ona daha fazla kıymet vermesi, Allah'ı razı edeceği yerde, aklını ve vaktini onu mutlu etmeye ve kendini ona sevdirmeye harcaması da şirktir. İnsanlardan eşini, çocuklarını, annesini, babasını, evliliğini, okulunu, mesleğini, malını, dünyevi hırslarını, hatta kendisini bile Allah'a şirk koşabilen kimselere rastlamak mümkündür. Bu kimseler gözlerinde büyüttükleri bu kavramları ya da kişileri bir anlamda ilahlaştırmakla ve tüm tavırlarını da bu bakış açısına göre düzenlemekle bu hataya düşerler. Oysa Allah'tan başka bir ilah yoktur ve aksi bir tavra girmek de Allah adına yalan söylemek ve Allah'ın büyüklüğünü gereği gibi takdir edememek olur.
Kendisini ve tüm evreni kusursuzca yaratan Allah'ın sonsuz kudretini takdir edemeyen böyle bir insan da, kuşkusuz açık bir akılsızlık içindedir. Çünkü şirk koşan kişi hem dünyada huzurlu bir hayat yaşayamaz, hem de ahirette Allah'ın azabı ile karşılaşır.
*Onlar, dinlerini bir eğlence ve oyun (konusu) edinmişlerdi ve dünya hayatı onları aldatmıştı. Onlar, bu günleriyle karşılaşmayı unuttukları ve bizim ayetlerimizi 'yok sayarak tanımadıkları' gibi, biz de bugün onları unutacağız. (Araf Suresi, 51)
… ahiretten (cayıp) dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama ahirettekine (göre), bu dünya hayatının yararı pek azdır. (Tevbe Suresi, 38)
… onlar ise dünya hayatına sevindiler. Oysaki dünya hayatı, ahirette (ki sınırsız mutluluk yanında geçici) bir meta'dan başkası değildir. (Ra'd Suresi, 26)
İnsanların, kendilerini helaka sürükleyen bu akılsızlıktan kurtulmak için yapmaları gereken şey ise son derece kolaydır: Dünya hayatında karşılaştıkları her nimetin Allah'ın bir lütfu olarak kendilerine verildiğini bilir ve hayatlarının asıl amacının Allah'ın rızasını kazanmak olduğunu unutmazlarsa, artık akıllarını örtecek ya da baskılayacak hiçbir engel kalmamış demektir.
*Akılsızlığın sebep olduğu en büyük kayıplardan biri, kuşkusuz insanları Allah'ın dininden uzaklaştırmasıdır. Dinden uzaklaşan insanlar ise cennetten de uzaklaşır ve sonsuz bir cehennem hayatına sürüklenirler. Akılsızlıkları bu insanlara doğru olanı yanlış, yanlış olanı da doğru gösterir; bu nedenle dünyadaki hayatı gerçek hayat zanneder ve asıl olan ahiret hayatını uzak görürler. Burada bulundukları süre boyunca Allah'ın rızasını ve cennetini kazanabilmek için çaba harcamaz ve cehennem azabının kendilerine de dokunabileceğini hiç hesaba katmazlar.
*Karun'un akılsızca tavrı, kavmindeki akılsız kimseleri de ortaya çıkarmıştır. Karun'u ihtişamlı zenginliği içerisinde görenlerden akıllarını kullanmayanlar onun yerinde olmayı dileyerek onun durumuna özenmiş, akıl sahibi kimseler ise Allah'ın rızasını kazanmanın tüm bu ihtişam ve zenginlikten çok daha hayırlı olduğunu hatırlatarak bu kimselerin tavırlarını kınamışlardır:
Böylelikle kendi ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını istemekte olanlar: "Ah keşke, Karun'a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sahibidir" dediler. Kendilerine ilim verilenler ise: "Yazıklar olsun size, Allah'ın sevabı, iman eden ve salih amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz" dediler. (Kasas Suresi, 79-80)
*akıl, bir insanın vicdanını sonuna kadar kullanarak hayatının her anında Allah'ın en razı olacağı ve Kuran'a en uygun olan tavrı seçmesi ve bunun sonucunda da tüm hayatını kapsayan bir düşünce ve tavır mükemmelliği kazanmasıdır. Ayrıca aklıyla yeryüzünde bulunuş amacını, kendisini yaratan Allah'ın sonsuz kudretini kavrayabilmesidir.
*O, iş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez. (Bakara Suresi, 205)
Görüldüğü gibi, Allah'ın kitabına uyulmadığı müddetçe, yukarıdaki ayette söz edilen insanlar var olacaktır. Oysa Allah'tan korkan insanların yönettiği bir ülkede çok büyük bir dayanışma, yardımlaşma ve adalet hakim olur. Hiç kimsenin bir başkasına haksızlık yapmasına izin verilmez, her insanın her türlü ihtiyacı giderilir, sürekli yeni çözümler ve hizmetler üretilir. Halkın refahı ve huzuru için tüm imkanlar seferber edilir. İslam ahlakını yaşayan insanlar her türlü hizmeti karşılıksız yaparlar. Allah rızası için yapılan hizmetin, emeğin, yardımın karşılığı ise dünyada değil, ahirette beklenir.
*dünyaya Allah'ın rızasını kazanmak ve O'nun sonsuz cennet nimetlerine kavuşmak için gelen, bu yönde canla başla çaba harcayan bir Müslüman için tüm bu denemeler ahiret yurdu için bir azık niteliğindedir. Sonsuz cennet nimetlerinin yanında çok kısa bir süre olan dünya hayatı boyunca yaşananlar iman edenler için bir ecirdir ve Allah katında inşallah çok üstün bir karşılığı olacaktır.
*Allah "Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır." (Al-i İmran Suresi, 104) ayetiyle tüm inananlara verilen bu şerefli sorumluluğa dikkat çekmiştir. O halde tüm Müslümanların yapmaları gereken, Allah'ın hoşnut olacağı ahlakı bizzat yaşamak, insanlara anlatmak, Kuran ahlakını tüm dünyaya tebliğ etmektir.
*Allah'a inanan, O'na dua eden, O'na güvenen insanların diğerlerinden hem ruhsal hem de fiziksel olarak daha sağlıklı olmalarının nedeni, fıtratlarına uygun davranmalarıdır. İnsan fıtratına aykırı olan felsefe ve sistemler, insanlara hep acı, hüzün, sıkıntı ve bunalım getirmektedir. Bununla birlikte dindar bir insanın yaşadığı huzurun asıl kaynağı Allah'ın rızasını kazanmak için hareket ediyor olmasıdır. Diğer bir deyişle bu huzur, insanın vicdanının sesini dinlemesinin doğal sonucudur. Yoksa insan ‘daha huzurlu olayım,' ‘daha sağlıklı olayım' diye din ahlakını yaşamaz. Zaten bu niyetle hareket eden bir kişi de gerçek anlamda huzuru bulamaz. Allah, bir insanın gizlediklerini de dışa vurduklarını da en iyi bilendir. Kişi vicdani rahatlığı ancak samimi olarak, yalnızca Allah'ı razı etmek için çaba gösterdiğinde yaşar.
*nasıl fabrikanın çarkları birbiriyle uyumlu, rekabetten uzak çalışıyorsa ve hiçbiri bir diğerinin önüne geçmiyorsa ve ancak bu şekilde üretim kusursuz, eksiksiz ve zamanında elde edilebiliyorsa; Allah rızası için hayır yolunda çaba gösteren müminlerin de aynı uyum içinde hareket etmeleri gerekir.
*Kötülerin kendilerini kötülüğe, azgınlığa ve nihayetinde cehenneme çağıran önderleri olduğu gibi, iyilerin de onları hidayete çağıran ve Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmalarına vesile olan kişiler vardır.
*iyilerin ittifakında yer alan her insan sadece Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini gözetir.
*İnkarcıların en bilinen özelliklerinden bazıları da, cimrilikleri ve bencillikleridir. Özellikle de hayır için bir harcamada bulunmaları istense buna kesinlikle yanaşmaz, paralarından ve mallarından birazını bile Allah'ın razı olacağı işlerde kullanmak istemezler. Ancak kötülük için harekete geçtiklerinde tüm imkanlarını seferber etmekten çekinmezler.
*kötülerin ittifakına karşı, iyi ve mağdur durumdaki bir insanı savundukları zaman, kötülerin tepkisini çekeceklerini, bazı çıkarlarından ödün vermeleri gerekeceğini hesaplayarak bundan vazgeçebilirler. Bunun sonucunda inkar edenlerin kötülükleriyle karşılaşmaktan, kariyerlerini, toplum içindeki itibarlarını kaybetmekten, iftiraya uğramaktan çekinebilirler. Gelecek endişesine kapılarak, haktan yana tavır koymayabilirler.
Ancak bu insanlar şunu bilmelidirler ki, Allah'ın razı olacağı tavır sözle söylenenin fiiliyata da geçirilmesidir. Allah, sözle iyiliğin ve salih amellerin vaadinde bulunan, ancak uygulamaya gelince geri çekilen insanların durumunu bir ayetinde şöyle bildirmektedir:
İtaat ve maruf (güzel) sözdü. Fakat iş, kesinlik ve kararlılık gerektirdiği zaman, şayet Allah'a sadakat gösterselerdi, şüphesiz onlar için daha hayırlı olurdu. (Muhammed Suresi, 21)
*Tüm mülkün ve gücün sahibi, üstün ve güçlü olan Rabbimiz'dir. Rabbimiz dilemedikçe hiç kimse hiç kimseye ne yarar ne de zarar verebilir. Bu gerçeğe iman eden müminler ise tarih boyunca ne Firavun'un ne Nemrut'un ne de bir başka şer önderinin etkisi altında kalmamışlar ve onlara boyun eğmemişlerdir. Onlar her zaman Allah'ın hoşnutluğunu aramışlar ve yalnızca Allah'tan korkup sakınarak, asla kötülere uymamışlardır.
*kötülerin ittifakının insanlık açısından tehlikelerini gözler önüne sermenin yanısıra asıl önemli olan; iyilerin, vicdanlı ve samimi insanların kötülere karşı birbirlerine destek olmaları, zulme uğrayan mazlumları koruyup kollamaları, haksızlığa uğrayanları savunmalarıdır. Bu, Allah'ın hoşnut olduğu ve Kuran'da birçok ayetiyle müminlere emrettiği önemli bir ibadet ve tavır güzelliğidir
*Allah'ın sevdiği, hoşnut olduğu, ahirette iyilerle ve salihlerle birlikte cennetinde ağırlayacağı salih insanlardan biri olmak için, iyilikte ve dürüstlükte sebatkar, azimli ve kararlı olmak gerekir. Samimi bir kul, en şiddetli haksızlıklarda veya kötülerin en ağır tehditleri karşısında dahi hakkı ve güzel olanı söylemekten ve savunmaktan kaçınmamalıdır. Allah'ın Kuran'da tüm insanlara örnek olarak gösterdiği peygamberleri üstün kılan özelliklerinden biri, onların en zorlu anlarda dahi hakkı savunmaktan vazgeçmemiş olmalarıdır. Onların bu kararlı ve cesur tavırları güçlü imanları sayesindedir.
*Allah müminleri bir lütufta bulunarak zengin kılar, ancak müminler, hiçbir zaman dünya nimetlerinin peşinde koşmazlar. Onların tek istekleri Allah'ın rızasına, rahmetine ve sonsuz nimetlerle bezenmiş cennetine kavuşmaktır. Bu nedenle de Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri ve zenginliği, yine Allah rızası için en hayırlı şekilde harcarlar. Hem israf etmez, hem ihtiyacı olanları korur ve bu nimetlerden yararlandırır, hem de sahip oldukları herşeyi Kuran ahlakının yayılması için en güzel şekilde kullanırlar.
*Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanlar, onların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar yaptıklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklardı? (Araf Suresi, 147)
Ayette de bildirildiği gibi, Allah'ın ayetlerini ve ahiretin varlığını yalanlayan bir insanın yaptıklarının iyi bir karşılığı olmayacaktır. Bunlar iyilik de olsa, eğer Allah'ın rızası, rahmeti ve cennetini kazanmak için yapılmaz da, dünyaya tekrar geleceğine inanarak bir sonraki hayatında daha iyi bir hayata sahip olmak gibi batıl amaçlar için yapılırsa, -Allah'ın dilemesi dışında- Rabbimizin katında bir sevabı olmayabilir.
*Allah'ın gücünü takdir edebilen, Allah'ın azaplandırmasından korku duyan müminler, yalnızca Allah'a kulluk eder, O'nun emirlerine kayıtsız şartsız uyar, kötülüklerden sakınarak Rabbimizi hoşnut edecek davranışlarda bulunurlar.
*Kendisine dünya hayatında verilen bütün nimetlerin Allah'tan büyük bir lütuf olduğunu bilen, bunlar için şükreden ve sahip olduğu herşeyi Kuran'da bildirilen sınırları koruyarak ve Allah'ın hoşnut olacağı şekilde kullanan insan, ahirette güzel bir karşılık almayı umabilir.
*Babalarının kendilerine emrettiği yerden (Mısır'a) girdiklerinde, (bu,) -Yakub'un nefsindeki dileği açığa çıkarması dışında- onlara Allah'tan gelecek olan hiçbir şeyi (gidermeyi) sağlamadı. Gerçekten o, kendisine öğrettiğimiz için bir ilim sahibiydi. Ancak insanların çoğu bilmezler. (Yusuf Suresi, 68)
Ayette de bildirildiği gibi, insan Allah'tan gelecek hiçbir şeyi engelleme gücüne sahip değildir. Ancak ibadet olarak, Allah'ın hoşnutluğunu arayarak aldığı önlemleri Allah vesile eder ve o insanı en hayırlı sonuca ulaştırır.
*Salih davranis, iyi ve hayirli is anlamina gelir ki, bu da Allah'in rizasina ve Kuran ahlakina uygun her türlü fiil ve hareketi ifade eder.
İnsan, Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanabilmek için salih amellerde bulunmalıdır. Çünkü bu ameller, Müslümanların sabırlarını, kararlılıklarını, sadakatlerini, kısacası imanlarındaki dirayetlerini ortaya koyar.
İnsanin bir iş yaparken, içinde taşıdığı niyeti son derece önemlidir. Bir amelin salih olması, yalnızca Allah rızası gözetilerek yapılmış olmasına bağlıdır. Eğer yapılan iş, katıksız Allah rızasından uzaklaşırsa, o zaman salih amel olma özelliğini yitirebilir. Bu durum, insanın başkalarının rızasını araması anlamına gelir ki Allah, Kendisinden başkasının rızası için yapılan ibadetleri ayetlerinde şu şekilde tarif eder:
İşte (su) namaz kılanların vay haline, Ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar, Onlar gösteriş yapmaktadırlar. (Maun Suresi, 4-6)
Aynı durum infak konusu için de geçerlidir. İnsanların bir bölümü mallarından infakta bulunurken sadece Allah'ın rızasını gözetir, bir kısmı ise gösteriş amaçlı infak ederler. Bu kişiler arasındaki fark Kuran'da şöyle haber verilir:
Ey iman edenler, Allah'a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak bulunan bir kayanın durumuna benzer; üzerine sağnak bir yağmur düştü mü, onu çırılçıplak bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremez (elde edemez)ler. Allah, kâfirler topluluğuna hidayet vermez.
*Bir kisinin yaptigi is karsiliginda ücret almasi zarureti yoktur. Bazi durumlarda ücret alinirken, bazilarinda alinmayabilir. Bu, duruma ve kosullara göre degisebilir. Mümin tüm yaptiklarini sirf Allah rizasi için yapar. Yaptigi herhangi bir is ücretli olabildigi gibi ücretsiz de olabilir. Ücretli oldugunda da alinan para yine sadece Allah rizasi için kullanilir.
*Hz. Zülkarneyn de tipki Hz. Süleyman gibi, ekonomisi ve hazinesi çok güçlü bir devletin basindadir ve bu zengin devletin, yaptigi yardima bir karsilik beklemeye ihtiyaci yoktur.
Ancak Hz. Zülkarneyn, maddi karsilik almadigi bu kavmin, yapacagi yardima insan gücüyle destek olmalarini istemektedir. Böylece kendi devletinin insan gücünü kullanmayi tercih etmemekte, yardim ettigi kavmin yerel halkini görevlendirmekte, onlara çesitli sorumluluklar vermektedir. Bu sekilde, onlara sanati ve bilimi ögretmekte, kültürel ve teknolojik açidan ilerlemelerini saglamaktadir. Ayrica atil ve bos duran insan gücünü harekete geçirmektedir. Böylece hem kendi devletinin hazinesinden gereksiz harcama yapmamakta, hem de kendi savunmalarinda görevlendirmek suretiyle onlari ülkelerine fayda saglar hale getirmektedir. Adalete, saygiya ve hakkaniyete dayanan böyle bir iliski hiç süphesiz karsilikli güveni ve halkin destegini kolaylikla elde edebilir.
Böyle bir uygulamanin pek çok olumlu yönü vardir. Bunlardan birincisi, halkin egitimi ve yetismis insan gücünün artmasidir. Ayrica halk tembellikten ve ataletten kurtulacak, kendi çabalari ile basari elde etmenin huzurunu yasayacaktir. Bu ayni zamanda, milletin özgüvenini kazandiracak bir uygulamadir. Kendi devletinin bekasi için çalisan bir milletin yaptigi iste zorluk çikarmasi, isyana ve baskaldiriya egilim göstermesi çok zordur. Dolayisiyla bu yardim sirasinda da halk kolaylikla yönetilecektir. Ayrica insanlar kendi kavimlerinden insanlarla daha rahat ve daha verimli çalisir, kendi milletlerine hizmet etmekten daha çok zevk alirlar. Allah rizasi için yapilan islerde tabi ki bunun ehemmiyeti yoktur. Ama her insanin bu konuda titizlik göstermesi, sadece Allah rizasini gözetmesi beklenemez. Bu vesileyle dindar olanlar gibi, dindar olmayan insanlarin da hukuklari korunmus olur. Burada Hz. Zülkarneyn'in, yasadigi dönemde dünyanin dört bir yanini fethetmis bir hükümdar olarak ne kadar akilci bir politika izledigini görmek mümkündür.
*Salih amel insanin sadece Allah'in rizasini, rahmetini ve cennetini hedefleyerek, samimi bir kalple yaptigi hayirli fiillerdir. Salih amelin önemi ile ilgili bir baska ayet söyledir:
Kim izzeti istiyorsa, artik bütün izzet Allah'indir. Güzel söz O'na yükselir, salih amel de onu yükseltir. Kötülükleri tasarlayip düzenleyenler ise; onlar için siddetli biz azab vardir. Onlarin tasarladiklari 'bosa çikip bozulur'. (Fatir Suresi, 10)
*Unutulmamalidir ki insanin "iman ediyorum" demesi Allah'in rizasini, rahmetini ve cennetini kazanmasi için yeterli degildir. Kisinin imaninin saglamligini ve Allah'in ayetlerine olan titizligini tüm hayati boyunca, her durumda göstermesi sarttir. Bir zorluk, hastalik, sikinti ya da açlik aninda oldugu gibi zenginlik, güç, iktidar sahibi oldugunda da her zaman Allah'a yönelmeli ve Allah'in hükümlerini titizlikle uygulamalidir.
*Sen de sabah aksam O'nun rizasini isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte sabret. Dünya hayatinin (aldatici) süsünü isteyerek gözlerini onlardan kaydirma. Kalbini bizi zikretmekten gaflete düsürdügümüz, kendi 'istek ve tutkularina (hevasina)' uyan ve isinde asiriliga gidene itaat etme. (Kehf Suresi, 28)
Bu ayette sadece Allah'in rizasini hedefleyerek, sabah aksam sürekli Allah'a dua etmenin önemine dikkat çekilmektedir.
*Onlar; altindan irmaklar akan Adn cennetleri onlarindir, orada altin bileziklerle süslenirler, hafif ipekten ve agir islenmis atlastan yesil elbiseler giyerler ve tahtlar üzerinde kurulup-dayanirlar. (Bu,) Ne güzel sevap ve ne güzel destek. (Kehf Suresi, 31)
Bu ayette güzel davranislarda bulunup, Allah'in rizasini kazanmak için çaba sarf eden müminlerin karsilik olarak bulacaklari sonsuz cennet nimetleri tarif edilmektedir.
*Kuran'da sirk, herhangi birseyi, bir kimseyi ya da bir kavrami, tercih etme ya da kiymet verme bakimindan Allah'la esit veya daha ileri bir düzeyde görmek ve bu çarpik bakis açisiyla hareket etmek anlaminda kullanilir. Kuran'da bu tutum, "Allah'tan baska ilah edinmek" olarak tanimlanir. Insanin, Allah'in rizasina muhalif olacak sekilde kendisine hayat amaci olarak belirledigi, kendisinden medet umdugu, rizasini aradigi her varlik, Allah'in rizasina tercih ettigi hersey Allah'tan baska edindigi birer ilahtir aslinda.
*bir insan salih amel islemekle, gerçekte ancak kendisine yarar saglamakta, kendi ahiretini kazanmaktadir. Bu gerçek Kuran'da "kim cehd ederse (çaba gösterirse), yalnizca kendi nefsi için cehd etmis olur. Süphesiz Allah, alemlerden müstagnidir." (Ankebut Suresi, 6) ayetiyle ifade edilmistir.
Salih amelin ayette dikkat çekilen bir diger önemli özelligi ise "sürekli" olmasidir. Çünkü bazi insanlar için günde birkaç kez iyilikte bulunmak, mallarinin bir kismini bir kez infak etmek, bazi konularda fedakarlikta bulunmak çok kolay olabilir. Bunlari aliskanlikla ya da çikarlarina dokunmadigi için yapiyor olabilirler. Ancak önemli olan müminin hayatinin her aninda hayirli isler yapmasidir. Her an Allah'in rizasini kazanmak için gayret etmesi, sürekli fedakarlikta bulunmasi, Allah'in dinini teblig etmek için sürekli bir çaba içinde bulunmasi çok önemlidir. Üstelik çevresinde baska hiç kimse Allah'in bu emirlerini yerine getirmese de, kendisi hiç vazgeçmeden devam etmelidir. Böylece kararliligini ispatlamis ve Allah'a olan yakininin ne kadar güçlü oldugunu ortaya koymus olacaktir. Nitekim Allah Meryem Suresi'nde su sekilde bildirmektedir:
*Iman edip hayati boyunca salih ameller isleyen bir müminin kavusacagi kurtulus ise Allah'in rizasi ve cennetidir.
*Hz. Zülkarneyn'in sadece bir devlet adami ve hakim degil, ayni zamanda tebligci bir Müslüman, bir mürsid oldugu da anlasilmaktadir. Tebasi altindaki insanlari egittigi, onlara Allah'in rizasina uygun tarzda hükmettigi açikça anlasilmaktadir.
*Insan, Kuran ahlakini yasamakla, her yaptigi iste Allah'in rizasini aramakla ve Allah'in emir ve tavsiyelerine titizlikle uymakla yükümlüdür.
*Cennetteki nimetlerin göz kamastiriciligini kelimelerle tarif etmek mümkün degildir. Ayetlerde de belirtildigi gibi cennet, insanin bes duyusuna olabilecek en büyük zevk ve lezzetlerin tattirildigi bir mekandir.
Ancak cennetin tüm bunlardan çok daha üstün olan en büyük nimeti, Allah'in rizasidir. Müminin Allah'in rizasini kazanabilmis olmasindan dolayi hissettigi sevinç ve huzurdur. Dahasi, Allah'in verdigi hersey için O'ndan razi olmanin, O'na daimi bir sükür içinde bulunmanin verdigi asil mutluluktur.
*En güzel davranış Allah'ın en çok razı olacağı, Kuran ahlakına tam uygun ve ihlasla yapılan salih davranıştır. Allah bir ayetinde güzel davranışların önemini şöyle bildirmektedir:
Göklerde ve yerde olanlar Allah'indir; öyle ki, kötülükte bulunanlari, yaptiklari dolayisiyla cezalandirir, güzel davranista bulunanlari da daha güzeliyle ödüllendirir. (Necm Suresi, 31)
Yukaridaki ayetde görüldügü gibi, iman eden insanlarin Allah'i razi edecek güzel davranislarda bulunmalari da son derece önemlidir.
*Cennet hayatinda müminlerin layik görüldükleri çok fazla güzellik vardir. Ancak bu güzelliklerin hepsinin üstünde Allah'i razi etmis ve O'nun cennetine kavusmus olmanin verdigi manevi haz olacaktir.Inkar edenler, içine atildiklari cehennem azabinda tarifsiz pismanliklar içinde azap çekerlerken, müminler Allah'in sevdigi ve kendilerinden razi oldugu kullar olarak yasamlarini sürdüreceklerdir.
*Insanlarin büyük bölümü iman ettiklerini söylemekte, ancak Allah'in razi olacagi gibi bir hayat yasamamaktadir. Kuran ahlakina aykiri davranmakta ve peygamberin yolunu izlememektedir.
*Müminler, yasamlari boyunca Allah'i razi etmeye, Allah'in emrettigi ibadetleri titizlikle yerine getirmeye ve Allah'tan geregi gibi korkup sakinmaya karsi gösterdikleri itinanin karsiligini en güzeliyle alacaklardir. Allah onlara inkar edenlerin duydugu panigi, pismanligi ve mutsuzlugu hissettirmeyecektir. Allah müminlerin ahiretteki durumlarini Kuran'da söyle haber vermistir:
O gün, mü'min erkekler ile mü'min kadinlari, nurlari önlerinde ve saglarinda kosarken görürsün. "Bugün sizin müjdeniz, içinde ebedi kalicilar (oldugunuz), altindan irmaklar akan cennetlerdir." Iste 'büyük kurtulus ve mutluluk' budur. (Hadid Suresi, 12)
*Eğer mümin, içinde bulunduğu ruh halinde veya ortamda bir şeylerin ters gittiğini, sıkıntı verdiğini veya vicdanını rahatsız ettiğini hissediyorsa -ki bu sıkıntı genelde vicdan yoluyla yapılan rahmani bir uyarıdır- hemen durup düşünmesi gerekir. Bunun için en kolay yol, insanın kendisine dışarıdan tarafsız bir yabancı gözüyle bakmasıdır. Böylece karşısındaki insanı -yani kendisini- şu sorular yardımıyla inceleyebilir:
-O an için kafasından geçen düşünceler Kuran' uygun mu?
-Allah'ı anmada gevşeklik mi gösteriyor?
-Kuran'ın sınırlarını korumada, hükümlerini gözetmede gevşek mi davranıyor?
-Planları Allah'ın rızası ve ahireti dışında bir amaca mı yönelik?
-O an için kendi çıkarı diğer müminlerden daha mı ön planda?
-Kendisine veya bir başka mümine yönelik kuşkusu, zannı mı var?
-Müminler içinde kendisinin özel bir konumu olduğunu, yerinin doldurulamayacağını mı düşünüyor?
-Olaylar karşısında tevekkülsüz davranıp haksızlığa uğradığını mı düşünüyor?
-Yaptığı fedakarlığın diğer insanlar tarafından bilinmesini, bunun konuşulmasını mı istiyor?
-Sevdiği bir maldan fedakarlık etmesi gerekiyor da, bunu bir bahane bulup yapmamaya mı çalışıyor?
-Herhangi bir dünya malına karşı hırsı mı var?
-Gelecek korkusu mu taşıyor?
-Kendisine Kuran doğrultusunda yapılan bir uyarıya karşı tahammülsüz mü?
-Allah'a ve dine düşman bir kimseye karşı içinde bir sevgi, bağlılık mı oluştu?
-Kuran okumayı, dua etmeyi, veya salih amellerde bulunmayı geçersiz mazeretlerle erteledi mi?
Eğer içindeki sıkıntı burada sayılanlar veya bunlara benzer bir durumdan kaynaklanıyorsa, bu insana şeytan o an için musallat olmuş demektir. Kendinizin zannetiğiniz bu düşüncelerin hepsi de, şeytanın kalbinize fısıldadığı sözleridir.
*Şeytanın en sinsi ve aldatıcı hilelerinden biri de insanlara Allah'ın ismini kullanarak yaklaşmasıdır. Bu yöntemle, Allah'ın razı olmadığı hareketlerin din ve Allah adına yapıldığını telkin eder. Söz konusu hareketleri hizmet, ibadet kisvesi altında yaptırır. Bu oyuna gelen bir insan, İslam'ın kendisine Allah yolunda mücadele etmesi için sağladığı imkanları ve tanıdığı özgürlükleri, tamamen kendi nefsini tatmin için kullanmaya başlar.
Örneğin böyle bir kişi, dine hizmet amacıyla küfrün yoğun olarak bulunduğu, aldatıcı dünya süsleriyle dolu bir ortama girdiğinde, sadece kendi nefsini düşünerek hareket eder. Başlangıçta meşru olan nimetlerden zevk almasında hiçbir sakınca yokken bir süre sonra durum değişir. İslamın hayrı için başlayan bir hareket amacından sapar, nimetler amaç haline gelir.
Belki görünüşte Allah'ın sınırları içinde hareket ediliyordur, ama kalpte Allah'ın rızası değil, nefsin doyurulması hırsı vardır. Yaptığı hareketten hiçbir ecir alamayacağı gibi imanı gittikçe zedelenmeye başlar. Şeytan bir kez daha dünya hayatının aldatıcı süsünü kullanarak ahireti terk ettirmiş, bahane olarak da "Allah'ın rızası"nı kullanmıştır
*Dünya hayatının en aldatıcı tuzaklarından biri, insanların birbirlerine gösteriş yapma ve sahip olduklarıyla övünme tutkusudur.
Gösteriş yapmanın şekli insanın içinde bulunduğu ortama göre değişir. Paranın ön planda olduğu bir ortamda zenginlik, saygınlığın geçerli olduğu bir toplulukta makam övünme konusudur. Şeytan bu tutkuyu dindarlığın ön planda olduğu topluluklarda da kullanır. Kalbinde iman olmayan kimseler için ibadet etmek, Allah'ın rızasını kazanmak için değil, dindar toplulukta itibar elde etmek için yapılan bir harekettir.
*Şeytanın gerçek amacından saptırıp bir gösteriş aracı haline getirebileceği önemli ibadetlerden biri "infak"tır, yani insanın malını Allah yolunda harcaması. Bu ibadeti yaparken Allah'ın rızasını aramak yerine, insanların hoşnutluğunu gözeten kimseler aslında şeytana arkadaş olmuşlardır
*İnfak, mümine arınması ve ahiretini kazanması için tanınmış en önemli fırsatlardan biridir. Böylesine önemli bir ibadete, şeytanın pisliği -gösteriş yapma- karışırsa, müminin ihtiyacı olan arınma gerçekleşmez, ahiret için çok önemli olan bir fırsat kaçırılmış olur. Bu yüzden mümin olan bir kimse, infak ederken, şeytana karşı çok uyanık olmalı, her ibadetini olduğu gibi bunu da yalnızca Allah'ın rızası için halis bir niyetle yapmalıdır.
*Şeytanın unutkanlık vermeye çalıştığı bir diğer grup müminlerdir. Ancak bu unutkanlık müşriklere ve münafıklara verdiği unutkanlıktan daha farklıdır. Şeytan büyük-küçük ayırdetmeden müminlerin sorumlu oldukları her konuda unutkanlık vermek ister. Çünkü her insan dünya hayatının her anında, Kuran'ın emrettiği hayatı yaşama konusunda denenmektedir. Bu yüzden insanın her an şuurlu ve uyanık olması ve yaşadığı her an, Allah'ın rızasını araması gerekir.
*Şeytan, kimi zaman müminlere de duygusallık telkini yaparak yaklaşmayı dener. İnkar edenlere karşı beslenebilecek bir sevgi, değişen şartlardan ruhen etkilenmek gibi Kuran'a ters düşen her hareket, bilinç altına yerleşen duygusallık telkinin bir işaretidir. Böyle bir telkin, Kuran hükümlerini uygulamada ve Allah'ın rızasına yönelmede gösterilecek tam bir kararlılıkla etkisiz bırakılır.
*Müminler Allah'ın hoşnutluğu için, Allah'ın sevdiğini sever, sevmediğini sevmezler. Müminlerin insan sevgisi Allah'a yöneltilen sevginin bir sonucu olduğundan, müşriklerin insan sevgisinden çok daha köklü ve kalıcıdır.
*Allah'ın hoşnutluğunu, sevgisini, rahmetini ve cennetini kazanmayı hedefleyen bir mümin, geçici dünya hayatına ait bir vaadi elbette ciddiye almaz. Çünkü yeryüzünde ulaşacağı herhangi bir makam, kazanacağı herhangi bir mülk veya sahip olacağı herhangi bir nimetin gerçekte önemi yoktur. Bunlar ancak çok kısa bir süre varlığını koruyacak, ölümle beraber yok olup gidecektir.
* İnsanı yaratan, onun sürdüreceği yaşamın her anını bilen, hatta insan dünyaya gelirken dahi ölüm gününü bilen yalnızca Allah'tır. Her insan için Allah tarafından belirlenmiş bir vakitte ölüm gelecektir. Bu gerçeklerden haberdar olan akıl sahibi her insanın yapması gereken, kendi yaratılışı üzerinde düşünerek Rabbinin sonsuz kudretine bir kez daha şahit olmak ve tüm yaşamını Allah'ı razı edecek şekilde düzenlemektir.
*insanın Allah inancına diğer insanların rızasını katması, o kişinin ihlasını zedeler. Kişiyi Allah'a karşı samimiyetsiz bir insan yapar. İnsanların kendisi için ne diyeceğine önem vererek, inancını gösteriş, övünme gibi nefsani duygularla kirletmesi onun kalbini katılaştırır. Dünyadaki çıkarları, menfaatleri için yaşayan bir insan haline gelmesine neden olur. Kişiyi Allah korkusunu yitirmiş, O'nun vereceği azaptan gafil bir insana dönüştürür. Bunun ardından da Allah rızası için göstermesi gereken birçok güzel ahlak özelliğini, bir ticaret konusu gibi, kendisine dünyevi çıkarlar sağlaması ve birtakım fırsatları önünü çıkarması için kullanmaya başlar.
*Tüm peygamberlerin ve salih müminlerin ahlaklarının temelini, Allah'a olan derin teslimiyetleri oluşturmaktadır. Müminler, sadece Allah'a kulluk eden, O'nun rızası dışında başka hiçbir varlığın rızasına değer vermeyen insanlardır. Asıl önemli olan tüm kainatın yaratıcısı olan Allah'ın beğendiği ahlak güzelliğine sahip olmaktır. Bu nedenle güzel huylu olmalarının temelinde de Allah'ın beğenisini kazanma amacı yatar.
Oysa cahiliye insanı için sistem bunun tam tersi yönde işler. İnsanlara tapınma dini içinde yaşayan bir kişi, kurallarını ezbere bildiği bu dinin gereklerini yerine getirerek, kendi deyimleri ile "insanların nabzına göre şerbet vererek" yaşamanın doğru olduğunu düşünür. İyi huylu bir karakter gösterse bile, bunun temelinde, etkilemek istediği insanların hoşnutluğu, elde etmek istediği maddi değerler gibi yine kendi özel çıkarları vardır.
Bu amaçlarına ulaşmak ve istediği çıkarları elde etmek için de elinden gelen en yüksek gayreti gösterir. Neredeyse hiç hatasız denecek şekilde güzel huylu olur. Örneğin bulunduğu ortam gerektiriyorsa, fakirlere yardım eder, merhamet gösterileri yapar, dürüstlüğün insanoğlu için ne kadar önemli bir fazilet olduğunu etrafına anlatır. Mütevazi bir kişilik sergiler. Kötülüğün insanlığa nasıl büyük zararlar getirdiğini vurgulayan konuşmalar yapar. Son derece neşeli, sevgi dolu ve sabırlı görünür. İnsanlar da bu görüntü karşısında ona güvenirler, sevip kendisini dost edinirler. Ne kadar iyi huylu bir insan olduğunu etraflarındaki diğer insanlara anlatırlar. Ne tür yardımlar yaptığından, fakir bir çocuk gördüğünde ne kadar merhametli davrandığından yoldaki yaşlıya nasıl saygı gösterdiğine kadar yaptıklarını tek tek örneklendirirler. Yolda bulduğu cüzdanı karakola teslim ettiğini, ayağı ağrımasına rağmen otobüsteki yerini hamile bir kadına verdiğini, geç saate kadar işte kalıp çalışmış olmasına rağmen ertesi gün tam saatinde işine geldiğini ve yorgunluğunu hiç belli etmediğini dilden dile aktarırlar. O kişi de sırf insanlar kendisi için "güzel huylu, çalışkan, merhametli, dürüst" desinler diye bunları büyük bir özveri ile yapar.
Başka bir kişi bayram günlerinde Darülaceze'ye giderek oradaki insanlara küçük hediyeler verir. Kimsesiz çocuklar için yaptırılan bir yuvaya çeşitli eşyalar hediye eder. Sonra bu yaptıklarına başka insanların şahit olması için yakın çevresinde uygun bir şekilde bu yaptıklarını anlatır. Adeta kendi reklamını yapar. Ya da bir hastanenin belli bir bölümünün yenilenmesi için büyük bir bağış yapar.
Elbette buraya kadar verdiğimiz örnekler gerçekten güzel fiillerdir. Ama unutulmamalıdır ki tüm bunlar ancak Allah'ın hoşnutluğu için yapıldığı takdirde bir anlam ifade edebilir. Eğer insanlardan övgü almak, takdir toplamak amacıyla yapılır, "iyi, cömert, vicdanlı" desinler gibi bir niyet taşınırsa, bu durumda kısa bir dünyevi çıkar dışında kişiye sağlayacağı kazanç da olmaz. Çünkü şartlar zorlaşıp, kişi bu huylarından dolayı zarar görmeye ya da karşılık görmediğini anlamaya başladığında bu iyiliklerini hemen terk edebilir. Ama Allah rızası için yapılanlar kalıcı ve süreklidir, hiçbir şarta ve ortama bağlı olmadan sürdürülür.
*insanın, dostluklarını Allah rızası temeli üzerine kurması gerekir. Çünkü insan aradığı güç ve onuru ancak Allah'a kulluk ederek kazanabilir. Kuran'da insanların aradığı tüm güç ve onurun Kendisine ait olduğunu Allah şöyle bildirmektedir:
Onlar, mü'minleri bırakıp kafirleri dostlar (veliler) edinirler. 'Kuvvet ve onuru (izzeti)' onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz, 'bütün kuvvet ve onur,' Allah'ındır. (Nisa Suresi, 139)
*insanlara tapınma dinine uymak için çaba gösteren bir insan hiçbir zaman istediğini elde edemez, ve çevresindeki herkesin hoşnutluğunu aynı anda kazanamaz. Birini memnun edecek bir şeyi yaptığında, bu, diğerinin hoşnutsuzluğuna neden olabilir. Kısacası bu batıl dinin insan hayatına getirdiği sistem tam bir kısır döngüdür.
Oysa Allah rızasına uyan insanlar bu tür karmaşık durumlarla muhatap olmazlar. Amaçları yalnızca Allah'ı razı etmek olduğu için böyle zorluklar altına girmezler. Allah insanlardan kendi fıtratlarına tam anlamıyla uygun bir hayat yaşamalarını ister. Rabbimiz birbirleriyle uyum içinde yaşayacakları, dünyada da ahirette de huzur bulacakları hayata yönlendirecek bir rehber olarak Kuran'ı göndermiştir. Kuran ahlakını yaşayanlar, yalnızca Allah'a yönelmenin sınırsız özgürlüğüne sahip olurlar. Hayatlarında karmaşaya, kararsızlığa, çelişkiye yer yoktur. Her zaman vicdanları ile doğruyu anlar ve en güzel davranışlarda bulunmaya gayret ederler. Bundan dolayı da manen tatmin bulmuş, huzurlu, mutlu ve daima olumlu bir ruh haline sahip olurlar.
*insanlar içinde Allah'ın rızasını gözetenlerle, birbirleriyle hiçbir uyumları ve ortak noktaları olmayan insanların getirdiği kurallara uyanların yaşayışları bir olmaz. Yalnızca Allah'a iman eden insanlar emirlerini sadece Allah'tan aldıkları ve O'nun kitabına uydukları için aralarında bir anlaşmazlık ya da tartışma konusu olmaz.
*üzerindeki dünyevi zincirlerden kurtulmuş, aklını, cahiliye ürünü olan fikirlerden arındırmış, temiz akıl sahibi bir insan hür düşünebilir. Böyle bir insan diğer insanların düşüncelerinden ve taleplerinden bağımsız olarak yalnızca Allah'ı razı edecek kararlar alabilir. Bunun nedeni, ölçü olarak sadece Kuran'da belirtilen sınırlara uyuyor olmasıdır. Bunun dışında, kitabın başından beri üzerinde durduğumuz gibi, insanların kendisi hakkında ne söyleyeceklerinin, ne düşüneceklerinin ya da hakkında nasıl bir kanaat edineceklerinin bir önemi olmaz. İman eden bir insan için Allah'ın rızasını kazanmaktan, O'nun emrettiği şekilde yaşamaktan başka bir hayat şekli yoktur. İşte bu gerçeği kavrayan salih müminler cahiliye toplumunun batıl dinlerinden biri olan "insanlara tapınma dini"ni hiçbir zaman yaşamazlar.
*insanlara tapınma dini, bugün pek çok mensubu, pek çok inananı olan batıl bir din durumuna gelmiştir. İnsanların bir kısmı, Allah'ın kudretini ve ahiretin yakınlığını kavrayamadıklarından bu dini ve uygulamalarını çok makul karşılamaktadırlar. Oysa bu geçersiz din, onların hayatına kargaşa, mutsuzluk, kararsızlık gibi birçok belayı sokmakta, Allah'ın rızasını gözetmemenin sıkıntısını hayatları boyunca yaşamalarına neden olmaktadır.
*düşünmek insanın, Allah'tan başka tüm varlıkların, aciz ve ölümlü olduğunu kesin şekilde kavramasına yardımcı olur. Bunlar gibi imani açıdan son derece önemli olan konuları düşünerek anlayan, aklı başında bir insan için ise insanları razı etmeye yönelik olan bu cahiliye dininden sıyrılmak çok kolaydır. Sadece kısa bir düşünme süresinin ardından, insanların ne dediğine, ne düşündüğüne ya da nasıl olmasını istediklerine önem vermeyen, tek ölçüsü Allah'ın rızasını kazanmak olan, iradesi güçlü, son derece kişilikli ve şuurlu, Allah'tan korkan, güzel ahlaklı bir Müslüman olarak yaşamına devam eder.
*Bir toplumda "insanlara tapınma dini"nin hakim olduğunu anlayabilmemizi sağlayacak bazı işaretler vardır. Bunlar arasında en temel olanı, Allah'ın varlığını ve her an kendileriyle birlikte olduğunu unutmalarının insanlara getirdiği gafil tavırlardır. Bu tavırları benimseyen ve Allah'ın rızasını unutup insanların kendisinden istediklerini -din ahlakına muhalif olsa dahi- gözü kapalı yerine getiren bir kişi, her türlü aşağılanmayı ve küçük düşmeyi de göze almış olur.
*son derece kötü bir ahlaka sahip olduğuna, fakir ve ihtiyaç içindeki insanların hakkını yediğine, Allah'ın men ettiği şekilde haksız kazanç elde ettiğine şahit olmasına rağmen, sadece kendisini terfi ettirmesi için patronunun tüm bu çirkin tavırlarını görmezlikten gelen kişiyi de Allah görmektedir. Bu kişi, patronu kendisi için "çalışkan ve çok sadık" desin diye tüm gücüyle çalışırken de Allah'ın haram kıldığı bir fiile göz yumarken de Allah onun tüm düşüncelerine ve sözlerine şahittir. Allah'ın rızasını kazanmak için hiçbir çabası olmadığı halde, herhangi bir insanın rızasını kazanmak için yaptıkları, Allah katında yazılmaktadır.
*Şirke sapan insanlar Allah'ın varlığını ve kainat üzerindeki mutlak hakimiyetini unutmuşlardır. Bu gaflet halinin sonucunda da kendilerinin müstakil bir güce sahip olduklarını zannederler. İstedikleri herşeyi yapabileceklerini, diledikleri hayatı planladıkları gibi yaşayabileceklerini, kimsenin kendilerine karışamayacağını, kendi hayatları üzerinde söz sahibi olabileceklerini düşünürler. Üzerlerinde hiçbir otorite kabul etmez, asi bir karaktere sahip olurlar. Allah'ın sonsuz gücünü, herşeyi kontrolü altında tuttuğunu, kendilerinin ise aciz birer kul olduklarını görmezden gelirler. Tüm kainatın, Allah'ın belirlediği bir kaderi olduğunu ve hiçbir varlığın, kendisi için belirlenmiş olan bu kaderin dışına çıkamayacağını kavrayamazlar. Sonuç olarak da dünyada yalnızca kendi istek ve tutkuları doğrultusunda bir yaşama sahip olmaya çalışırlar; Allah'ın rızasını gözardı ederler.
*insan güzel davranışlarda bulunurken de çok önemli bir gerçeği unutmamalıdır. Bu gerçek, korkulması gereken tek gücün Allah olduğudur. İnsanların, karşılarında heyecanlandıkları, korkuya kapıldıkları, gözlerinde büyüttükleri kişileri ve olayları yaratan ve kontrolü altında tutan Allah'tır. Allah katında onların ne zenginliklerinin, ne güçlerinin önemi yoktur. Tek önemli olan takvaları ve güzel ahlaklarıdır. Ayrıca insanlar sadece kaderlerinde belirlenmiş olan olaylarla karşılaşırlar. Bu örnekteki kişinin kaderinde o işe girmesi tespit edilmişse, Allah dışında hiçbir güç bu sonucu değiştiremez. Hatta ne kadar hata, ne kadar büyük gaflar yaparsa yapsın Allah dilerse, o kişi o işe girer. Ancak eğer kaderinde başka bir şey belirlenmişse o zaman da her ne çaba gösterirse göstersin o işe giremez. Allah'ın belirlediği kaderin dışına çıkamaz. Kuran'da bütün olayların Allah'ın bilgisi ile gerçekleştiği şöyle haber verilmektedir:
Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır. (Hadid Suresi, 22)
Unutulmamalıdır ki, burada örnek olarak ele aldığımız kişi, henüz o işe giremeden ölebilir. O zaman hayatı boyunca duyduğu dünyevi korkuların, insanlara verdiği müstakil gücün bir anlamı da kalmamış olur. Harcadığı tüm çabalar boşa gider. Ahiret günü, kanaatlerine büyük önem verdiği insanların hiçbiri kendisine destek veremez. Hayatı boyunca Allah'ın rızasını gözardı edip insanları razı etmeye çalışarak yaptıklarının karşılığını bin yıl değil, on bin yıl değil, milyon ya da milyar yıl değil sonsuza kadar sürecek bir cehennem azabı içinde kalarak alabilir.
*Yalnızca kötülüğe verilen karşılıkta değil her türlü davranışta Kuran ahlakını benimsemek yegane kurtuluş yoludur. Hayatın gerçek amacı Allah'ın razı olacağı bir kul olmak, bunun için karşılıksız iyilikte bulunmak, fedakarlık yapmak, özverili, adaletli, sabırlı, iyiliği emredip kötülükten men etmekte kararlı, kayıtsız şartsız Allah'ın rızasına yönelen bir insan olmaktır.
*insanların gerçek mutluluk ve kurtuluş içinde yaşamaları için, çok kolay bir yol vardır. Bu yola girebilmek için henüz vakit varken, kendilerini uyaran, yaşadıkları sistemin çarpıklığını delilleriyle ispatlayan müminlere kulak vermeleri gerekmektedir. O güne kadar doğrunun hiç kimse tarafından ortaya çıkarılamamış olabileceğine ihtimal verip, vicdanlarının sesini dinlemeleri; dikkatlerini, hiçbir şey yaratma ya da yok etme gücü olmayan insanlardan çekerek, sadece Allah'a yöneltmeleri gerekmektedir. Bu, insanın akıl ve anlayışının açılmasını, hayatın gerçek amacını kavrayabilmesini ve bunun sonucunda da insanlar yerine Allah'ın rızasını gözetmesini sağlayacaktır.
*bugün toplum içinde Allah'ın rızasını kazanmanın önemi neredeyse tümüyle unutulmuştur. İnsanlar kendilerini Allah yerine insanlara karşı sorumlu ve bağımlı hale getirmişlerdir. Bunun kökeninde yatan sebeplerden biri ise, insanların sonu gelmeyen övünme ve gösteriş arzusudur.
(İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: "Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm. Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): "Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum" dedi. Kıyamet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım." (Kehf Suresi, 34-36)
Ayetlerden anlaşılacağı gibi bu kişi elindeki bağın gerçek sahibinin kendisi olduğunu düşünerek kendince gösteriş yapmaktadır. Bu toprakların sonsuza kadar kendi elinde kalacağını zannetmektedir. Oysa bu durumun hükmünü verecek olan Allah'tır. Allah o bağın ve o kişinin kaderinde ne belirlemişse o olacaktır. Allah'tan başka hiçbir varlığın, olacak olanları değiştirmesi mümkün değildir. Fakat imansız bağ sahibi kişi bu gerçekten gafil olduğundan, cahiliye telkinleriyle düşünmekte ve elindekilerle övünmektedir. Kader gerçeğini hiç düşünmeden gerek bağıyla gerekse kendi geleceği ile ilgili ileriye dönük tahminlerde bulunmaktadır. Bunları yaparken de amacı muhtemelen insanları zenginliğiyle cezbetmek ve onların övgülerini toplamak olabilir. Tüm bunları, Allah'ın rızasını kazanmaktan daha üstün tutması dolayısıyla, Allah bu kişinin bağını büyük bir afetle yerle bir etmiş, kendisine övüneceği, gösteriş yapacağı bir mülk bırakmamıştır. Bağ sahibi başına gelen olaylar sonucunda içinde bulunduğu gaflet uykusundan uyanmış ve suçunun Allah'tan başka ilahlar edinmek olduğunu anlamıştır.
*O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı... (Mülk Suresi, 2)
Bu nedenle asıl zevk alınacak, mutlu olunup neşelenilecek olaylar, Allah'ın beğenisini kazanmak amacıyla yapılan işlerdir. Çünkü insan esas olarak imanın getirdiği neşeyle tatmin olabilir. Diğeri çok kısa süren ve ahirette insanı zarara sokacak bir tatmin hissidir.
*İşte (şu) namaz kılanların vay haline, ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar, onlar gösteriş yapmaktadırlar, (Maun Suresi, 4-6)
Bu insanlar aynı namaz gibi, Kuran'da yer alan ve "ihtiyaç içinde olanlara kendi ihtiyaçlarından arta kalanı verme" mantığı üzerine kurulu olan infak ibadetini de gösteriş, övünme gibi Allah'ın rızası dışındaki amaçlar için kullanırlar.
*Cahiliye toplumunda insanlar kendilerini sürekli olarak, "insanların diyecekleri, dedikleri, demeleri gerekenler" mantıklarına bağımlı olarak yaşamak zorunda hissederler. Bunun sonucunda Allah'ı düşünmekten, güzel ahlaka yönelik eylemlerde bulunmaktan uzaklaşırlar. Düşünceleri, din ahlakından ve dinin getireceği huzurdan uzaktır. Büyük bir karmaşa ve çekişmenin bulunduğu doğruların yanlışların birbirine karıştığı bir kaos ortamının içine düşerler.
Bu çarpık mantığa göre hakimiyet ve kural koyma yetkisi sadece insanların elindedir. Allah'ın emir ve yasakları insanların hayatından tek tek çıkarılmıştır. Bu nedenle hak dinin kurallarını hayatına sokan, Allah'ın rızasından başka hiçbir gücün kanaatine önem vermeyen bir kişi, hemen dikkat çeker ve cahiliye insanlarının olumsuz tavırları ile karşılık görür. Ancak elbette ihlas sahibi bir insan bu olumsuz tavırlara hiç önem vermez, çünkü tek amacı dünyada Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaktır.
*İnsanlara tapınma dini içinde insanların zenginliklerine çok fazla önem verilir. Bu batıl dine göre zenginlik güç demektir. Bu gücü elinde bulunduran da toplumda son derece kayda değer bir takım imtiyazlara sahip olmalıdır. Nitekim en zengin kişi en çok rağbet gören, en çok dostu olan, en özenilecek kişi olarak tanımlanır. Böyle bir kimse zenginliğin, sözde tüm kapıları kendisine sonuna kadar açacağını zanneder. Bu nedenle toplum içindeki kimi insanlar bu yönlerini ön plana çıkarmak için yoğun gayret sarf ederler. İnsanların kendileri hakkında, ne kadar zengin ve para harcamayı seviyor diye düşünmeleri için birçok girişimde bulunurlar. Zenginliklerini ortaya koyacak harcamalardan asla kaçınmazlar. İnsanların bu konudaki kanaatlerini iyice sağlamlaştırmak için zenginliklerini vurgulayacak giyim, araba, ev gibi her türlü harcamada cömert ve hatta kimi zaman müsrif davranırlar. Evlerinin dekorasyonunu, zenginlerin özellikle de sosyetenin değer vereceği ölçülerde yapmaya özen gösterirler.
Sosyete o yıl dekorasyonda yeşili tercih ediyorsa hiç beğenmeseler bile onlar da yeşili kullanır, kırmızı modaysa kırmızıyı tercih ederler. Hiçbir yönleriyle onlardan eksik kalmak istemezler. Bunu adeta bir gurur meselesi haline getirirler. "Desinler, düşünsünler" mantığının etkisi altında, tüm hayatlarını, zenginliklerini vurgulayacak eylemler yaparak geçirirler. Yaz tatillerini o senenin en moda tatil kampında, kış tatilini en moda kayak merkezinde geçirirler. Çocuklarını yurt dışında okutur, kıyafetlerini belirli ülkelerden getirtirler. İçinde bulundukları çevreler "onların da var" desinler diye en pahalı yatı alır, kendileri binmeseler de bir limanda demirleyip insanlara sergilerler. En çok nisbet yapmayı istedikleri insanları bu yatlarla gezdirirler. En pahalı içecekleri, en pahalı yiyecekleri ikram ederek hiçbir konuda onlardan geride kalmadıklarını iyice vurgularlar.
Elbette insanın imkanı varsa ve zevk alıyorsa yukarıda saydığımız fiilleri yapmasının bir sakıncası yoktur; aksine eğer bunları gerçekten istediği için yapıyorsa bunlar birer nimet ve güzelliktir. Ama burada söz konusu olan bazı insanların taşıdıkları çarpık mantıktır. Bu gibi insanların elde etmeyi istedikleri tek bir amaç vardır: O da kendileri için "zengin, cömert, para harcamayı sever" denmesi. Bunu duymak, o kişilerde nefsani tatmin sağlar, morallerini yükseltir, motivasyonlarını artırır. Tersinde ise allak bullak olurlar; tüm moralleri bozulur, karamsarlığa kapılır, hiçbir şeyden zevk alamazlar. Oysa aynı kişilerden, bu gayreti din ahlakının insanlara anlatılması, Allah'a iman edenlerin sayısının artması için göstermeleri istense büyük bir olasılıkla bu teklifi hemen geri çevirirler. Çünkü Allah'ın rızasını kazanmak, insanların rızasını kazanmak kadar kendilerine cazip gelmez. Bunda dünyevi çıkar sağlayacakları, içinde yaşadıkları toplumu etkileyecekleri, onların övgüsünü kazanacakları bir yön bulamazlar.
*bir kişi ekonomi konusunda iddialıysa, "o ekonomi ile ilgili herşeyi bilir" denebilmesi için, bu konuda kendisine sorulan her soruya doğru cevap vermesi gerekmektedir. Bunun için de gece gündüz demeden çalışması, okuması, gündemi takip etmesi zaruridir. Ya da tarih konusunda iddialı bir kişi ise, dünya siyasi tarihinde yeri olan önemli bir olayın tam tarihini, kimler arasında yaşandığını detaylarıyla bilmek zorundadır. Bunun için de yine senelerce çalışması gerekmektedir. Sadece bunlar da değil, eğer spor konusunda iddialı bir insansa her gün saatlerce antreman yapması, her yarışmayı kazanması, bunun için gerekirse sosyal hayatını, arkadaşlarını, ailesini ikinci plana atması gerekmektedir.
Ancak unutulmamalıdır ki tüm bunlar dünyaya yönelik çabalardır. Elbette bu çabayı göstermek, dünyada başarılı olmak da güzeldir. Ama bu başarıyı elde etmek için Allah'ın rızası unutuluyorsa, bunun o insana getireceği sonuç zarardır. İnsan bu dünyada belirli bir başarıya ulaşsa bile, ahirette Allah'ın razı olacağı şekilde yaşamadığı için -Allah'ın dilemesi dışında- ahirette sonsuza kadar kaybedecektir.
*Adamlık dininin içinde yaşayan insanın neredeyse attığı her adım insanların kendisi için iyi şeyler düşünmeleri, kendisinden razı olmaları temeli üzerine kuruludur. Kişilerin kafası tamamen bu mantıkla kuşatılmış olduğundan, yaşamının her anı bu çaba ile sürer.
Ancak aynı toplumda yaşasalar da samimi iman sahipleri bu cahiliye dininin mensuplarından farklıdırlar. Onlar aynı işleri yapıyor görünseler de, niyet olarak insanlara değil Allah'a yönelmişlerdir. Onlar, insanların hiçbir gücü olmadığını, tüm gücün Allah'ın olduğunu kavramışlardır. Onlar da insanları memnun edecek davranışlarda bulunabilirler; ancak bunu yaparken de Allah'ın rızasını kazanmayı amaçlamışlardır. Allah'ın emrettiği gibi insanlara karşı güzel ahlak gösterirler; bu da hem Allah'ın rızasını kazandırır hem de insanların hoşnut olmasını sağlar.
*Müminler her nerede ve her kimin karşısında olurlarsa olsunlar, zor veya kolay hangi şartlarla muhatap olurlarsa olsunlar Allah'ın her an yanlarında olduğunu bilirler. Bir mekanda üç kişi iseler burada dördüncü olarak Allah'ın olduğunu bilirler. Kuran'da bu gerçek şöyle haber verilmektedir:
Allah'ın göklerde ve yerde olanların tümünü gerçekten bilmekte olduğunu görmüyor musun? (Kendi aralarında gizli toplantılar düzenleyip) Fısıldaşmakta olan üç kişiden dördüncüleri mutlaka O'dur; beşin altıncısı da mutlaka O'dur. Bundan az veya çok olsun, her nerede olsalar mutlaka O, kendileriyle beraberdir. Sonra yaptıklarını kıyamet günü kendilerine haber verecektir. Şüphesiz Allah, herşeyi bilendir." (Mücadele Suresi, 7)
Bu nedenle de asıl korkulması ve razı etmek için asıl çaba harcanması gerekenin Allah olduğuna gönülden iman ederler. Bu güçlü inanç müminlerde, insanların karşısında da olsalar Allah'ın huzurunda olduklarının şuurunda olan samimi, doğal bir tavrı ortaya çıkarır. Onları, her türlü yapmacık konuşma ve tavırdan, samimiyetsiz düşüncelerden ve göstermelik hareketlerden uzak tutar.
*Allah insanların hayatlarının her anını, Kuran'ın hükümleri, emir ve yasakları doğrultusunda düzenlemelerini ister. Kuran, insanların doğruyu yanlıştan ayırt etmesini sağlayan, onlara güzel ve çirkin davranışların neler olduğunu bildiren, Allah'ın razı olacağı ve olmayacağı tavırların hangileri olduğunu haber veren bir kılavuzdur.
*Dedi ki: “Yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?” “Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır.” Dediler ki: “Onun için (yüksekçe) bir bina inşa edin de onu çılgınca yanan ateşin içine atın.” Böylelikle ona bir tuzak hazırlamak istediler. Oysa biz, onları alçaltılmışlar kıldık. (İbrahim) Dedi ki: “Şüphesiz ben, Rabbime gidiciyim; O, beni hidayete erdirecektir.” (Saffat Suresi, 95-99)
Ancak insanların birçoğu bu örnekte gördüğümüz kararlılığı gösterememektedir. Kalpleri Allah'tan uzak olduğu için, vicdanlarını da kullanmamaktadırlar. Vicdanlarının önüne "çoğunluk yapıyor, çoğunluk yapıyorsa doğrusu budur" gibi cahiliye mantıklarıyla set çekmekte ve Allah'tan gafil, insanların hoşnutluğunu önemseyen, onların kınamalarından çekinen bir hayat sürmektedirler. Gerçekten de "insanlar ne der", "arkadaşlarım bir daha konuşmaz, beni dışlarlar", "herkes yapıyor ben de yapayım" gibi düşünceler, kişiyi, Allah'tan başka varlıklara tapan, Kuran ahlakından tamamen uzaklaşıp dünyaya yönelen bir insan haline getirebilir. Bunun sonucu olarak da kimileri zalimlikten hoşlanan, şefkat, merhamet, sevgi, saygı bilmeyen, kimileri sadece paraya, makama önem veren, insanlıktan, güzel ahlaktan anlamayan bir zihniyet taşımakta mahsur görmez. Sınıfındaki çoğunluk zalim, alaycı, kötü ahlaklı ise bunun dışında davranmanın dışlanma sebebi olacağını bilerek o da onlar gibi davranır. Patronu bir kişi hakkında olumlu düşünüyorsa, söz konusu kişi son derece ahlaksız bir yapıya sahip olsa da onun hakkında olumlu düşünür. Veya müdürü bir kişi hakkında olumsuz bir kanaate sahipse, o kişinin gerçekte nasıl bir yapıda olduğunu araştırmaya bile gerek görmeden o kişi hakkında olumsuz fikir beyan edebilir. Bu insanlar Allah'ın ve din ahlakının kendilerine tamamen unutturulmuş olmasının doğal bir sonucu olarak çoğunluk böyle yapıyor mantığı altında yaşamaya devam ederler. Müstakil bir şahsiyet gösteremezler. Herkes böyle yaşıyor, böyle yapıyor, böyle düşünüyor gibi hatalı mantıklar içinde, yukarıda saydığımız gruplara benzer bir sosyal çevrenin mensubu haline gelirler. Kafalarını nereye çevirseler kendileri gibi çoğunluğa uyan, insanların hoşnutluğunu ana hedef edinmiş kişilerle karşılaştıkları için de yaşadıkları bu ruh halininin garipliğini teşhis edemezler.
Unutulmamalıdır ki insanlar yukarıdaki örneklerde kısaca değindiğimiz gibi Allah'ın razı olacağı dışında bir hayat tarzını benimsemişlerse, çoğunluğa uyma mantığının kendilerine getireceği bir kazanç yoktur.
*Müslümanlar karşılarında kötülük yapan, adaletsizlikle hükmeden insanlara, acımasız, zalim, vicdansız kişilere de güzel ahlakla karşılık verirler. Hiçbir şartta Allah'ın razı olacağı güzel davranışları terk etmezler.
*En üstün ve mutlak bilgi sahibi olan yüce Rabbimizdir. Bu yüzden herşeyin en iyisini bilme, istediği alanda çok başarılı olma iddiasında olan bir insan bu konuda gösterdiği çabanın yanında Allah'ın razı olacağı, güzel ahlaklı bir kul olabilmek için çalışmalıdır. Gerçek kurtuluş ancak bu şekilde mümkün olabilir.
*Kuran'da Allah'ın hoşnutluğu üzerine kurulmayan bir yaşamın, sahibini mutlaka cehenneme sürükleyeceği şöyle bildirilmektedir:
Binasının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden bir topluluğa hidayet vermez." (Tevbe Suresi, 109)
*insanın hatasından dönüp niyetini düzeltmesi son derece kolaydır. İnsanlara tapınma dinine uymanın, kendisine zarardan başka bir şey getirmeyeceğini anlayan insanın tek yapması gereken tevbe edip, Allah'ın hoşnutluğuna niyet etmesidir. Bu, bir anlık bir karardır ve o andan sonra kişi niyetini bozmadıkça yaptığı güzellikler de boşa gitmez ve kendisi için bir ecir olarak Allah katında yazılır. Önemli olan insanın Allah'tan korkması ve O'nun isteklerini yerine getirmeye niyet etmesidir.
*"Desinler" mantığında olduğu gibi "demesinler" mantığında da ortaya konan ölçü, insanların düşüncelerini olumlu yönde etkileyebilmektir. Burada da kimi insanların Yaratıcımızın hoşnutluğunu, dünyada bulunuş amaçlarını unutup, yaratılmışların rızasını ana hedef edinmiş olmaları söz konusudur.
*İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını 'eş ve ortak' tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür... (Bakara Suresi, 165)
Böyle karakterdeki bir kişi, ayetten de sevdiği insan kendisi için "beni gerçekten seviyor, bana değer veriyor" desin diye gösterdiği bu yoğun şevki ve isteği Allah'a karşı göstermesi istendiğinde bu teklifi kabul etmez. Örneğin beş vakit namaz kılması istense büyük bir ihtimalle bu teklifi geri çevirir. İmkanlarının ve zamanının kısıtlı olduğu, yoğun çalışma temposu içinde namaza vakit ayıramayacağı gibi bahaneler öne sürer. Çünkü bu ibadeti yerine getirdiği takdirde sosyal çevresi içindeki hemen hiç kimse onu övmeyecek, takdir etmeyecektir. Yani onun çarpık bakış açısına göre bu ibadeti yapmanın kendisi için elle tutulur bir faydası olmayacaktır. Hatta insanların kendisi ile ilgili olarak, "namaz kılıyor, dine yöneldi, çok değişti" dememeleri için bile, bu ibadeti yapmaktan vazgeçebilecek kadar gafil olabilir. Yaptığı bu seçim sonucunda, bir avuç insanın takdirini ve sevgisini kazanırken, diğer yandan Allah'ın kullarına farz kıldığı önemli bir ibadeti yerine getirmeyerek O'nun sonsuz sevgisini ve rahmetini kaybettiğinin bilincinde değildir.
*İnsanların ibadet yapmaya zorlandıkları bir toplum modeli İslam'a tamamen aykırıdır. Çünkü inanç ve ibadet, sadece Allah'a yönelik ve kişinin kendi seçimiyle olduğunda bir değer taşır. Eğer bir sistem insanları inanca ve ibadete zorlayacak olursa, bu durumda insanlar o sistemden korktukları için dindar olurlar. Din açısından makbul olan ise, vicdanların tamamen serbest bırakıldığı bir ortamda Allah rızası için dinin yaşanmasıdır.
*Şehirde dokuzlu bir çete vardı, yeryüzünde bozgun çıkarıyorlar ve dirlik-düzenlik bırakmıyorlardı. Kendi aralarında Allah adına and içerek, dediler ki: "Gece mutlaka ona ve ailesine bir baskın düzenleyelim, sonra velisine: Ailesinin yok oluşuna biz şahid olmadık ve gerçekten bizler doğruyu söyleyenleriz, diyelim. "Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk. (Neml Suresi, 48-50)
Bu ayette bildirilen olayın da bize gösterdiği gibi, bazı insanların "Allah adına" ortaya çıkmaları, hatta "Allah adına and içmeleri", yani çok "dindar" gibi gözükebilecek kelimeler kullanmaları, o insanların dine uygun bir iş yaptıklarını göstermez. Aksine, tamamen Allah'ın rızasına ve din ahlakına aykırı bir iş de yapıyor olabilirler.
*İslam dinine giren bir insanın amacı Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmaktır. Bunun için de çok ciddi bir çaba içinde olması, Allah'ın razı olacağı ahlakı dünya hayatındayken kazanması gerekmektedir. Bu ahlakın en belirgin özellikleri ise merhamet, şefkat, adalet, dürüstlük, affedicilik, tevazu, hoşgörü, fedakarlık ve sabırdır. Mümin, insanlara güzellikle davranacak, hayırlarda yarışacak, iyilikte ve fedakarlıkta bulunacaktır.
*Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Maide Suresi, 8)
Ayette de bildirildiği gibi Kuran ahlakı adil bir tavır gerektirmektedir. İman eden bir kişi de, ancak Allah'ın rızasını aradığı zaman Allah katında bir hoşnutluk kazanacağını bilir. Ayrıca güzel ahlakına şahit olan her insan bu kişiye güvenir, yanında rahat eder, her türlü sorumluluğu ve görevi gönül rahatlığı ile kendisine verebilir. Böyle kişiler, düşmanları tarafından dahi saygı ile karşılanır. Hatta onların bu tavrı, inkar eden birçok insana örnek olarak iman etmelerine vesile olabilir.
*Müminler, gösterdikleri merhametten, yaptıkları yardımdan dolayı kimseyi minnet altında bırakmaya kalkışmaz ve bir teşekkür kadar bile karşılık ummazlar. Onların asıl hedefledikleri, yaşadıkları güzel ahlakla Allah'ın rızasını kazanabilmektir. Çünkü onlar, ahiret günü bu ahlaklarından dolayı sorguya çekileceklerini bilirler.
*Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. (Nisa Suresi, 135)
Allah'tan korkup sakınan ve ahiret gününde hesaba çekileceğini bilen bir kişi Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için adaletle hükmeder. Bilir ki, Allah tüm yapıp ettikleriyle, söylediği her sözle ve aklından geçen her düşünceyle onu ahiret gününde sorguya çekecek ve bunlarla eksiksiz bir şekilde karşılık görecektir. Kuran'da adaletin eksiksiz olarak tarifi yapılmış, iman edenlere karşılaşacakları olaylar karşısındaki tutumları ve adaletin nasıl uygulanacağı bildirilmiştir. Bu iman edenler için çok büyük bir kolaylık ve Allah'tan bir rahmettir. Bu nedenle de iman edenler hem Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak, hem de huzurlu, güvenli ve barış içinde bir hayat yaşayabilmek için insanlar arasında eksiksiz bir şekilde adaleti uygulamakla sorumludur.
ÖNEMLİ BİLGİLER
Tarih: 3/10/2006 17:25 - yok Yorum - Yorum yaz - Bağlantı
*Kamil iman sahibi olmak, uzun uğraşılar sonunda elde edilecek bir şey değildir. Allah bir ayette, "Ve seni kolay olan için başarılı kılacağız" (A'la Suresi, 8) şeklinde bildirmektedir. İnsan kamil anlamda bir imana, sadece birkaç saniyelik samimi bir niyet ile ulaşabilir. O güne kadar nasıl bir yaşam sürmüş olursa olsun, bu bir anlık kararı ile hayatının geri kalan bölümünü Allah'ın hoşnut olacağı şekilde geçirebilir. Dinin sunduğu güzel ahlakı hiç eksiksiz olarak yaşayabilir.
*Vücuttaki "dengeler", birçok insan için çok tanıdık bir kavram değildir. Çünkü bu dengelerden herhangi biri sebepsiz yere bozulmaya uğramaz. Bu nedenle pek çok insan yaşamını sorunsuz geçirir. Oysa vücudun içinde sürekli sabit olması gereken, asla bozulmaması, zarar görmemesi gereken sayısız denge vardır. Kanın bedendeki dolaşım sistemi de bu dengelerden bir tanesidir. Bu dengeyi olumsuz etkileyebilecek pek çok faktör vardır ama dengenin sabit kalması için oluşturulan düzen o kadar benzersizdir ki, kalpten çıkan kan miktarıyla kalbe dönen kan miktarı aynıdır. Bu dengenin bozulduğunu varsayalım; böyle bir durumda vücuda gönderilen kan geri dönemediği için vücudun belli yerlerinde toplanacaktır. Bu da, vücudun çeşitli yerlerinde ödemlerin ve damar çatlamalarından kaynaklanan yaraların oluşmasına neden olacaktır. Kalbe yetersiz kan döndüğü için temizlenen kan miktarı da oldukça az olacak ve kalpten yeni gönderilecek olan temiz kan, bedeni besleme konusunda yetersiz kalacaktır. Bir süre bu dengesizlik devam ettiğinde ise, vücut organları beslenemeyerek ölmeye başlayacaktır.
Gelen kan ile giden kan arasındaki oranın "eşit" olmasının önemini vurguladığımızda, bunun yine size özel yaratılmış bir tasarım olduğunu açıkça anlarsınız. Allah'ın, can bağışlayan, sağlık veren, dirilten ve yaşatan anlamlarına gelen Muhyi sıfatı, bu önemli örnek ile bir kez daha karşımıza çıkmış olur. Görüldüğü gibi detay detay incelenen herşey, bizi yaratan Allah'ı daha iyi tanımamızı, O'nun kudretini anlamamızı sağlamaktadır. Herşeyimizi O'na borçlu olduğumuzu bize göstermektedir. Allah'ın tüm yarattığı nimetler karşısında insanın yapması gereken ise Allah'a sürekli şükretmesi ve yaşamını O'nu razı edecek şekilde geçirmesidir.
*Allah insanları barışa ve esenliğe davet eder, iman edenler de Allah'ın kendilerine yüklediği iyiliği emretme, kötülükten men etme sorumluluğunu gereği gibi yerine getirdiklerinde, gerçek din ahlakını bilmeyen ve tanımayan pek çok insan Kuran'a yönelecek ve Allah'ın razı olduğu gibi bir yaşam sürmeye başlayacaktır.
*müminlerin bir kişiye Allah rızası için hatasını söylemeleri, ahireti için onu kötülüklerden sakındırmaları en samimi sevgi gösterilerinden biridir. Ancak şeytani mantıkları nedeniyle her konunun altında bir olumsuzluk arayan bu kişiler, kendilerine yapılan uyarıları da olumlu anlamda algılamazlar. Bu kişilerin nefislerine göre sevgi, kişiye hiçbir eksiğinin, hatasının söylenmemesi, sürekli övülmesi ve takdir edilmesidir. Oysa müminler hatası olan bir kişiye bunu söylememeyi vicdani olarak kabul etmezler. "Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar..." (Tevbe Suresi, 71) ayeti gereği Allah rızası için birbirlerini kötülüklerden sakındırırlar.
Nitekim şeytanın etkisindeki kişiler de aslında müminlerin bu konudaki samimiyetlerini ve Allah'ın rızasına uygun hareket ettiklerini bilirler. Ancak ayette bildirildiği gibi, "Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla..." (Neml Suresi, 14) yaptıkları samimiyetsizliği görmezlikten gelirler.
*Kuran'da gerçek iyiliğin Allah'tan korkan ve Allah'ın sınırlarını koruyan kimselerin davranışları olduğu bildirilmiştir:
"... ama iyilik sakınan(ın tutumudur)..." (Bakara Suresi, 189)
Allah'tan korkup sakınan kişi, karşısına çıkan her olayda Allah'ın rızasına ve Kuran'a uygun bir tavır göstererek, hayatının her anında iyi davranışlarda bulunmuş olur. Çevresinde olup biten tüm olayların Allah'ın hakimiyetinde geliştiğini bilmesi, herşeye hayır ve hikmet gözüyle bakması, gizli veya açık yaptığı her tavrın ahirette karşısına çıkacağını düşünmesi kişiyi sürekli olarak doğru düşünmeye ve güzel davranışlarda bulunmaya sevk eder. Dolayısıyla iyiliğin gerçek anlamıyla yaşanabilmesi için insanın; "Allah'tan korkması, ahirete inanması ve kendisine Allah'ın rızasını kazanmayı amaç edinmiş olması" gerekir. Bu özellikler olmadan yapılan davranışlar, Kuran'a göre gerçek iyilik değildir.
*"... Onlardan hiçbir şey Allah'a karşı gizli kalmaz..." (Mümin Suresi, 16) ayetiyle bildirildiği gibi, Allah yapılan her kötülüğü ve bunları örtebilmek için öne sürülen her samimiyetsiz mazereti tüm detaylarıyla bilmektedir. Bu nedenle insanın tüm bunların hesap gününde karşısına çıkacağını bilerek hareket etmesi, Allah'ın rızasına uygun bir ahlak göstermeyi hedeflemesi gerekmektedir.
*Kuran'ın "... Allah'ın ayetlerini oyun (konusu) edinmeyin ve Allah'ın size verdiği nimeti ve size öğüt olarak indirdiği Kitab'ı ve hikmeti anın. Allah'tan korkup-sakının ve bilin ki, Allah herşeyi bilendir." (Bakara Suresi, 231) ayetiyle Allah insanları "ayetleri bir oyun konusu edinmemeleri" konusunda uyarmıştır. Bir kimsenin, şuuru açık ve aklı yerindeyken, Allah'ın ayetlerini açık bir şekilde kavrayabiliyorken kasıtlı olarak çocuk imajına bürünmeye çalışması bu ayetin hükmüne girebilir. (En doğrusunu Allah bilir)
Böyle bir durumda akıl ve iman sahibi bir kimsenin yapması gereken, insanların gözünde temize çıkabilmek için samimiyetsiz yöntemlere başvurmak değil, yalnızca Allah'ın rızasını kazanmayı hedeflemesidir. Bunun için yapacağı ise samimi olmak ve hatalı bir davranışta dahi bulunsa bunu örtmek yerine Allah'ın affediciliğine sığınıp tevbe etmektir.
*Allah'ın rızasına ve Kuran'a uygun bir ahlak gösterilmediği sürece, sıkıntı ve huzursuzluk kişinin hayatından eksik olmaz. Yemek, içmek, uyumak, dinlenmek, nimetlerden zevk almak, dostluğun, sevginin tadını almak, neşeli, huzurlu, mutlu olmak bu insanlar için adeta imkansız hale gelir.
*Allah Kuran'da Peygamberimiz (sav) döneminde yaşayan bir grup samimiyetsiz insanın bakışlarından örnekler vermiştir. Bir ayette, Peygamber Efendimiz (sav)'e olan bakışlarındaki bozukluğun şiddetini "O inkar edenler, zikri (Kuran'ı) işittikleri zaman, seni neredeyse gözleriyle devireceklerdi..." (Kalem Suresi, 51) şeklinde bildirmiştir.
Oysa ne şekilde bakarsa baksın her insanın unutmaması gereken önemli bir gerçek vardır; Allah kendisini her an görmektedir. Kuran'ın "Gözler O'nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder. O, latif olandır, haberdar olandır." (Enam Suresi, 103) ayetiyle Allah bu durumu insanlara bildirmiştir. Bir başka ayette ise "(Allah,) Gözlerin hainliklerini ve göğüslerin sakladıklarını bilir." (Mümin Suresi, 19) hükmüyle haince bakan gözlere, bu kişilerin kalplerinde sakladıklarına dikkat çekilmiştir.
Şeytanın etkisine kapılarak, bazı kötü ahlak özelliklerini kalplerinde gizlice yaşatan bu insanların göz ardı etmemesi gereken çok önemli bir konu daha vardır. Bu kimseler gerçek niyetlerini tavırlarında belki açıkça göstermiyor ve kötü ahlak özellikleri içeren davranışlardan titizlikle sakınıyor olabilirler. Ancak unutulmamalıdır ki kişinin yaşadığı şeytani ruh halini yansıtan gözlerindeki ifade de ona ahirette büyük sorumluluklar yükleyebilir. Bir insan diğer her tavrına çok dikkat ettiği halde sırf içinde gizlediği ve bakışlarına yansıyan kötülüklerden dolayı günaha girebilir, Allah'ın rızasını ve cennetini kazanamayabilir. (En doğrusunu Allah bilir) Allah Kuran'da, dünya hayatında sorumsuzca yüklendikleri nedeniyle ahirette büyük bir pişmanlığa kapılacak olan kimselerin varlığını hatırlatarak, tüm insanları bu tehlikeye karşı uyarmaktadır:
... Öyle ki, saat (kıyamet günü) apansız onlara geliverince, günahlarını sırtlarına yüklenerek: "Onda (dünyada) sorumsuzca yaptıklarımızdan dolayı yazıklar olsun bize…" derler. Dikkat edin, o işleyip-yüklendikleri ne kötüdür. (Enam Suresi, 31)
*hiçbir şey iman sahibi bir insanın neşesini, sevincini kaçıramaz, içine kapanmasına, üzülüp sıkılmasına neden olamaz. Çünkü mümin Allah'ın herşeyi hayır ve hikmetle yarattığını bilir. Allah'ın sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olduğunu, iman eden kulları için dünyada güzel bir hayat ve ahirette herşeyin en güzelini yaratacağını bilmenin daimi neşesini yaşar. Allah'ın rızasını ve cennetini ummanın, sonsuza dek eşsiz nimetler içerisinde yaşamakla müjdelenmiş olmanın mutluluğu içindedir.
*Müminlerin yaşadıkları tüm sevgilerin temeli Allah sevgisine dayalıdır. Bu nedenle hiçbir zaman karşı tarafın tavrına ayarlı bir sevgi anlayışı içerisine girmezler. Mümin için bir kişinin sevilme ölçüsü o kimsenin Allah'ın rızasına uygun şekilde yaşamasıdır. Allah'ın istediği hayatı yaşayan, Allah'tan korktuğu hissedilen bir kişiye mümin doğal olarak sevgi duyar ve bu sevgisinde dünyevi özelliklere göre bir ayrım yapmaz, hiçbir karşılık beklemez. Herhangi bir hesap içerisine girmeden, içinden geldiği gibi samimi sevgisini gösterir. Karşı taraftan sevgi görmese bile Allah'ın rızası için bu kişiye karşı samimi sevgi, şefkat ve ilgi gösterir.
*İnsanlar güvendikleri kişilerin yanında çok rahat ve doğal davranır, onların kendileri ile ilgili bilgi sahibi olmalarından rahatsız olmazlar. Örneğin bir anne çocuğu ile ilgili her konuyu bilir. Bu konu onun bir eksikliği veya hatası da olsa, karşılıklı olarak iki taraf da bundan rahatsız olmaz. Anne çocuğunun iyiliği için bu hatasını düzeltmesine yardımcı olur, çocuğu da annesinin iyi niyetini bildiği için hiçbir çekingenlik duymaz. Çocuğunun ne tür bir hatası olursa olsun annesi ona her zaman sevgi gösterir, fedakarlıkta, iyilikte hiçbir zaman kusur etmez. Annesinin şartsız sevgisinden emin olan çocuk da annesine doğal olarak daimi bir sevgi ve yakınlık duyar. Aralarında geçen hiçbir konunun bu sevgiyi engelleyebileceğini düşünmez.
Allah'ın rızasına uyan ve Allah korkusuna dayalı bir birliktelik içinde olan müminler için de benzer bir durum söz konusudur. Müminler dünyada ve ahirette sonsuza kadar birlikte olma niyetiyle biraraya gelirler. Kuran'ın "Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız..." (Al-i İmran Suresi, 103) ayetiyle bildirildiği gibi, birbirlerini kardeş yakınlığında severler. Birbirlerine karşı hiçbir çıkar ilişkisine dayanmayan, sadece Allah sevgisine dayalı, Allah'ın rızasının ölçü alındığı kesintisiz bir sevgi duyarlar. Hatta ahlakları güzelleştikçe ve Allah'ın rızasını kazanma konusundaki çabaları arttıkça birbirlerine duydukları sevgi ve bağlılık da giderek artar.
*Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır. (İsra Suresi, 53)
Hayatlarının her anını Allah'ın razı olacağı şekilde yaşama niyetinde olan müminler bu ayetler doğrultusunda her zaman güzel sözler söylemeyi kendilerine hedef edinmişlerdir. Kendilerini şeytanın istekleri doğrultusunda yaşamaya ayarlamış olan kişiler ise pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da tam tersi bir tavır takınırlar. Güzel sözden, iltifattan, hoşsohbet olmaktan kaçınmalarının ise birçok sebebi vardır.
Bu kişilerin her konuda olduğu gibi güzel sözlü olma konusunda da karşılarına çıkan ilk engel "kibirleri"dir. Kibirli bir insanın başlıca özelliği kendi nefsini ön planda tutması; diğer tüm konuların, hatta asıl amacı olan Allah'ın rızasını kazanma çabasının dahi nefsinden sonra gelmesidir.
*Allah'tan 'içi titreyerek korkan' öğüt alır-düşünür. 'Mutsuz-bedbaht' olan ondan kaçınır. (A'la Suresi, 10-11)
Oysa Allah insanlara mutlu olmanın, tüm bu sıkıntılardan kurtulmanın yolunu göstermiştir. Bunun ancak Allah'ın gösterdiği hidayet yoluna uymakla mümkün olacağı Kuran'da şöyle bildirilmiştir:
... kim Benim hidayetime uyarsa artık o şaşırıp sapmaz ve mutsuz olmaz." (Taha Suresi, 123)
Söz konusu kişilerin bu inatçı tutumları, Kuran ahlakının tek çözüm olduğunu anlamaya yanaşmamalarından kaynaklanır. Dünyada ve ahirette mutlu olmaları için kendilerine verilen öğütleri dinlemez, ahlaklarını güzelleştirme konusunda bir gayret içine girmezler. Akıllarını, dikkatlerini ve iradelerini vicdanlarından yana kullanmazlar.
Oysa Müslümanlar, bunun tam tersine, kendilerini değiştirmek için irade kullanırlar. Kendilerine verilen öğütlere karşı son derece duyarlı davranır, dikkatlerini bu konulara verirler. Çünkü Rabbimiz'e olan inançları gereği, yalnızca Allah'ın rızasını kazanabilmek için kendilerinde değişiklik yaptıkları takdirde, Allah'ın üzerlerindeki nimetleri değiştirip artıracağını bilirler.
*Allah'ın rızasını kazanabilecek bir ahlak gösteren kişi için hatalarını telafi edebilmek son derece kolaydır. Gerçek bu kadar açıkken ve Allah affedeceğini, bağışlayacağını, hatta kötülüklerini iyiliklere çevireceğini bildirmişken, insanın 'hatasını telafi etmesinin mümkün olmadığını' söylemesi Kuran'a uygun değildir.
*Allah'ın rızasını kazanmak için yaşayan insanlar yaptıkları herşeyi Allah'ın bilmesini ve O'nun razı olmasını yeterli görürler. Bu ahlakı gereği gibi yaşamayan insanlar ise takdiri ve övgüyü başkalarından beklerler. Yalnızca Allah'ın rızasını kazanmak için yaşamaları gereken güzel ahlak özelliklerini, insanların hoşnutluğunu kazanmak için yaşarlar.
*Ki melekler, kendi nefislerinin zalimleri olarak onların canlarını aldıklarında, "Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk" diye teslim olurlar. Hayır, şüphesiz Allah, sizin neler yaptığınızı bilendir. (Nahl Suresi, 28)
Hayatlarını Allah'ın rızasına uymak yerine şeytanın adımlarını izleyerek geçirdiklerini, doğru yola çağrıldıkları halde kötülükten vazgeçmediklerini ve sürekli kendilerini haklı çıkaracak bir şeyler bulduklarını bildikleri halde, son ana kadar kendilerini savunmaktan çekinmezler.
*Allah, imtihan ortamının bir gereği olarak, kötülüğe çağıran nefis ve şeytanın yanında insana her an doğruyu ilham eden "vicdan"ı yaratmıştır. Vicdan, nefsin tam tersine, şeytanın kışkırtmalarına karşı insana daima hak olanı söyler ve onu Allah'ın razı olacağı güzel davranışlarda bulunmaya teşvik eder. Dolayısıyla vicdanının sesine uyan kişi, kötülüğe çağıran nefsini ve şeytanı kolaylıkla etkisiz hale getirebilir.
*Vicdan insana daima Kuran ahlakına uygun olan davranışları ilham eder. Şeytan ise her ne kadar sinsice oyunların ardına gizlemeye çalışsa da daima Allah'ın razı olmayacağı bir ahlaka teşvik eder. Dolayısıyla iman eden bir insan bu ikisi arasındaki farkı hemen görür, şeytanın etkisinden Allah'a sığınıp vicdanının sesine uyar.
*Allah'ın Kuran'da bildirdiği tek bir Müslüman karakteri vardır. Bu Allah'ın razı olacağı, kişiye cenneti kazandıracak, cehennemden uzaklaştıracak olan yoldur. Bunun dışında din ahlakının sadece bir kısmını uygulamak ve mümin karakterinden farklı bir karakter geliştirmek, insanı fark etmeden cehenneme sürükleyebilir. Ancak elbette ki bu kimseler Kuran'ı kendilerine rehber edinerek Allah'ın bildirdiği ayetler doğrultusunda düşünecek olurlarsa, içerisinde bulundukları durumun çok açık bir şekilde farkına varabilir ve bu durumdan kolaylıkla kurtulabilirler.
*Allah'ın dilemesiyle her türlü kötülükten kurtulmak insanın kendi elindedir. Allah bu gerçeği Kuran'ın pek çok ayetiyle insanlara bildirmiştir. Allah nefse hem kötülüğü hem de ondan sakınmanın yollarını ilham etmiştir. Dolayısıyla her insan yaratılıştan bu imkana sahiptir. 'Elimde değil' diyerek, ümitsizliğe kapılmak ise ancak Kuran'ı bilmeyen, din ahlakını yaşamayan bir kimse için söz konusu olabilir. Müminler böyle aciz ve güçsüz bir konuşmanın, iman ahlakıyla bağdaşmayacağını bilirler.
Bir insanın rahat, neşeli ve huzurlu olabilmesi, ancak Allah'a kendisini teslim etmesiyle ve yalnızca O'na yönelmesiyle mümkündür. Allah'ın razı olacağı tavır insanın bu olumsuzluğa ve bunun getirmiş olduğu hüzne karşı koymasıdır.
*Allah'a gönülden iman eden insanlar, dünya hayatında kendilerine verilen süreyi Rabbimiz'in razı olacağı bir ahlaka ulaşabilmek için ciddi bir çaba içerisinde geçirirler. Kalplerindeki Allah korkusu, Allah'ın beğenmeyeceği tavırlarda bulunmaktan, bu davranışlarda bile bile ısrar etmekten onları alıkoyar. Allah'a duydukları sevgi ve bağlılık öyle güçlüdür ki, bu güç -her ne zorlukla karşılaşırlarsa karşılaşsınlar- büyük bir şevkle bunları aşmalarını sağlar. Allah korkusu ve Rabbimiz'e duydukları sevginin gücüyle yaptıkları hatalardan vazgeçmeleri de yine onlar için son derece kolay olur.
Allah'tan tam anlamıyla korkmayan, ahireti gereği gibi düşünmeyen insanlar ise bu gücü kendilerinde bulamazlar. Çünkü Allah'a olan bağlılıkları ve O'nun rızasını kaybetmekten duydukları korku zayıftır. Ahiretteki sonsuz hayatlarını azap ve pişmanlık içerisinde geçirebileceklerine de çok fazla ihtimal vermezler. Bu nedenle cehennem korkusu da onları yeteri kadar harekete geçirmez. Böyle bir durumda Allah'ın razı olmayacağı yönlerini fark etseler bile, bu konularda şevkli, gayretli bir telafi içerisine girmektense, çeşitli tevil ve bahanelerle bunları geçiştirmeyi daha makul görürler.
*duygusallığı bir hayat şekli gibi yaşamaya başlayan kimseler, büyük bir tehlikenin içerisine doğru sürüklenirler. Bir an önce kurtulmaları gereken duygusallık, din ahlakını gereği gibi yaşamalarını engelleyecek, Allah'ın razı olacağı tavırlardan uzaklaşmalarına neden olacaktır.
*şeytanın etkisiyle samimiyetsiz bir yola başvuran kimselerin asıl yapmaları gereken, bunu yine samimiyetsiz yalanlarla meşru hale getirmeye çalışmak değil, Allah'ın affediciliğine sığınıp O'nun razı olacağı ahlakı göstermeye çabalamak olmalıdır.
*Kuran ahlakına tamamen aykırı bir düşünce şekli olan duygusallık, yavaş yavaş gerçek imandan ve Allah'ın razı olacağı ahlaktan uzaklaşmalarına neden olur.
*Allah Kuran'da ağlamanın, insanların yaptıkları kötü eylemlerin, kurdukları sinsi planların bir cezası olarak hayatlarına hakim olduğunu şöyle bildirmektedir:
Öyleyse kazandıklarının cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar. (Tevbe Suresi, 82)
İnsanlar arasında bir ceza gibi değerlendirilmeyen ağlama, aslında Allah'ın tevekkül edemeyen, nefislerini kurtarmak adına sinsi eylemler kuran insanlara verdiği çok önemli bir karşılıktır. Çünkü ağlayan bir insan herşeyden önce hiç mutlu değildir; son derece karamsardır. Ümitsizliğe kapılmış, aklı kapanmıştır. Doğruyu yanlışı ayırt edememekte, kendisine zarar verdiğini bile bile böyle bir ruh hali içinde yaşamaktadır. Allah bir karşılık olarak bu insanların hayatına hüznü ve kederi hakim kılmıştır. Dünyanın en güzel nimetleri bile neşelenmelerine yetmemekte, güzelliklerden hiçbir tat alamamakta, yalnızca kendi sorunlarını, dertlerini düşünebilmektedirler. Ve çözümü aslında son derece kolay olan bu dertlerinin asla son bulmayacağına inanmış olmalarının derin kederini yaşamaktadırlar. Böyle bir kişi şeytana uyduğunu fark etmekte, onun kendisine düşman olduğunu onu hüsrana ve ateşe sürüklediğini anlamakta, ama ona karşı koyacak gücü kendinde bulamamaktadır. Tüm iradesini ve gücünü şeytana teslim etmiş gibidir.
Bütün bunlara istediği anda son vermek tamamen kendi elindedir aslında. Ancak kendisine Kuran'ı rehber edinmediği, Allah'ın gösterdiği yolu gereği gibi izlemediği için çıkış yolu bulamamaktadır. Bu ahlakını sürdürdüğü takdirde ahirette de kendisini çok zorlu bir hayatın beklediğini, yaşadığı mutsuzluğun, hüzün ve kederin orada onulmaz bir dereceye ulaşacağını, ve şeytana karşı koymadığı için sonsuza kadar çok büyük bir pişmanlık içerisinde yaşayacağını da bilmektedir. Ancak vicdanın tüm bu uyarılarına rağmen, Allah korkusunun yeteri kadar güçlü olmaması sebebiyle bu ruh halinden kurtulacak gücü kendinde bulamamaktadır.
Samimi olmaya karar verip nefsini savunmaktan vazgeçmediği takdirde de Allah'ın razı olacağı bir ahlaka ulaşamayacaktır.
*Bir kişi Allah'ın kendisinden razı olacağı güzel ahlakı yaşamamakta direniyor, nefsiyle çatışan en küçük bir konuda haksızlığa uğradığını düşünebiliyorsa; bu yönlerini de telafi etmesi gerekir. Aksinde diğer yönlerdeki çabaları da boşa gidebilir.
Bu gerçeği göz ardı eden kimseler kendilerine herhangi bir konudaki eksikleri söylendiğinde hemen iyi yönlerini gündeme getirerek, bunların hiç görülmediğini, hep olumsuz yönlerinin gündeme getirildiğini iddia ederler. Böyle yaparak samimiyetsizce haklılık elde etmeye çalışırlar. Oysa eğer insanın güzel yönleri varsa bunlar elbette ki açıkça görülmektedir; ayrıca kimse görmese bile Allah'ın bilmesi insana yetmelidir.
*Yeryüzündeki tüm varlıkların tek hakimi olan Allah, yarattıklarını ve onlara en uygun olan yaşam şeklini en iyi bilendir. Allah insanları ancak imanı kavradıkları ve Kuran ahlakını yaşadıkları takdirde mutlu ve huzurlu olabilecek şekilde yaratmıştır. Kuran'ın "... Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur." (Rad Suresi, 28) ayetiyle bildirilen bu gerçek istisnasız tüm insanlar için geçerlidir. İnsan ancak kendisini yaratan Rabbimiz'e yönelip, O'nun sevgisini ve rızasını kazanabileceği şekilde yaşadığı takdirde dünya hayatında güzel bir yaşam sürebilir. Allah Kuran'da insanlara, kendilerini yarattığı fıtrata yönelmelerini şöyle bildirmiştir:
Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır... (Rum Suresi, 30)
*Allah, insanın yaptığı gizli kötülükleri kendi bedenine deşifre ettireceğini şöyle bildirmiştir:
Sonunda oraya geldikleri zaman, işitme, görme (duyuları) ve derileri kendi aleyhlerine şahitlik edecektir. (Fussilet Suresi, 20)
Siz, işitme, görme (duyularınız) ve derileriniz aleyhinize şahitlik eder diye sakınmıyordunuz. Aksine, yaptıklarınızın birçoğunu Allah'ın bilmeyeceğini sanıyordunuz. (Fussilet Suresi, 22)
Bunun ardından "... Oysa, onların hiç hesaba katmadıkları şeyler, Allah'tan kendileri için açığa çıkmıştır. Kazandıkları kötülükler, kendileri için açığa çıkmıştır ve alay konusu edindikleri şey de kendilerini çepeçevre kuşatmıştır." (Zümer Suresi, 47- 48) ayetleriyle bildirildiği gibi, dünya hayatında kullandıkları gizli ve sessiz dil tüm detaylarıyla ortaya çıkmış olacaktır. Bu kişilerin durumunu Allah, "...Kötülükleri tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli bir azap vardır..." (Fatır Suresi, 10) ayetiyle haber verir.
Tüm bu gerçekleri düşünebilen bir insan doğruyu görmeli, şeytanın insanlara büyük bir tuzak kurduğunu anlayarak, bir an önce onun şerrinden sakınıp Allah'ın razı olacağı bir ahlaka ulaşmalıdır.
*öfkelenmek insanın en başta sağlığını ciddi şekilde bozan bir ruh halidir. Affetmek ise kişiye zor gelse de öfkenin getirdiği tüm olumsuzlukları ortadan kaldıran, kişinin hem fiziken hem ruhen sağlıklı bir yaşam sürmesine yardımcı olan güzel bir davranış şekli, üstün bir ahlak özelliğidir. Elbette ki affetmek, sağlıklı kalmaya vesile olan davranışlardan biridir ve herkesin yaşaması gereken olumlu bir özelliktir. Ancak affetmede asıl amaç -herşeyde olduğu gibi- Allah'ın rızasına uygun bir ahlakı yaşamak olmalıdır.
*... Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz. (Bakara Suresi, 216)
Ayette de dikkat çekildiği gibi, kötülük sandığı şey aslında insan için bir iyiliğe vesile olabilir. Çünkü insanın başına gelen tüm olayları, "sonsuz akıl" sahibi olan Allah planlamaktadır. İnsanın aklı ve muhakemesi ise çok sınırlıdır. Bu nedenle insana düşen, kendisini her ihtimalde iyiye ulaştıracak olan, Allah'ın sonsuz aklı ile belirlediği kadere teslim olmaktır.
Bir olay ilk aşamada şer gibi görünebilir ama belki de Allah burada bu olaya maruz kalan kişilerin Kendisine olan teslimiyetlerini denemektedir. Ve belki de ikinci aşamada bu olayı büyük bir hayra dönüştürecektir. Allah'a güvenmeyen insanlar, ilk anda bunun bir deneme olduğunu unutup büyük bir kayıp içerisine girerler. Kamil anlamda bir imana sahip olan insanlar ise, hem güzel bir tavır gösterdikleri için Allah'ın rızasını kazanmış olurlar, hem de olayın sonucunda mutlaka bir hayra kavuşurlar.
*"Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile..." (Nisa Suresi, 78) ayetiyle hatırlatıldığı gibi, kimse ölümden kaçmayı başaramamıştır ve başaramayacaktır.
Bu gerçek, kamil iman sahiplerinin derin bir anlayışla kavradıkları bir konudur. Ölümün kesinliğini ve yakınlığını idrak etmeleriyle birlikte, ölümden sonraki sonsuz hayata hazırlık yapmaları gerektiğini de anlarlar. Allah'ın emrettiği ahlaka tam olarak ulaşamadan ve Allah'ın rızasını kazanamadan ölmekten korkar, bu nedenle de büyük bir samimiyet ve gayretle Allah'ın dinine sarılırlar. Ve her an ölecekmiş gibi Allah'a yakınlaşmakta ve O'nun rızasını kazanmaya çalışmakta acele ederler. Kuran'da kamil iman sahiplerinin şöyle dua ettiklerinden bahsedilir:
... Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır ve bizi Müslüman olarak öldür. (Araf Suresi, 126)
... Göklerin ve yerin yaratıcısı, dünyada ve ahirette benim velim Sensin. Müslüman olarak benim hayatıma son ver ve beni salihlerin arasına kat. (Yusuf Suresi, 101)
Kamil iman sahipleri ölümü, Allah'ın bir emri olduğu için son derece teslimiyetle karşılarlar. Hatta ölümü, Rabbimizin kendilerine müjdelediği cennete kavuşmak için bir kapı olarak görürler. Ama bir yandan da cehennem azabından sakınmaları gerektiğini bilir, var güçleriyle hayırlarda yarışarak Allah'ın rızasını kazanmak için uğraşırlar.
*Girin ona; artık ister sabredin, ister sabretmeyin. Sizin için birdir. Siz ancak, yaptıklarınızla cezalandırılıyorsunuz. (Tur Suresi, 16)
İşte kamil iman sahibi bir mümin Kuran ayetlerinde tasvir edilen bu ortamı ve azabı sürekli düşünür ve Allah'a yönelir. Her an ölüm melekleri ile karşılaşabileceğini ve böylece ahirete geçebileceğini hiç unutmadan hareket eder. Verdiği kararlar, sergilediği tavırlar ve yaptığı konuşmalarla hep cenneti kazanabilmeyi ve cehennem azabından uzaklaşmayı hedefler. Zira dünyada hiç kimse Allah'ın azabından güvende olamaz.
Karşısına çıkan zerre kadar bir ecir imkanını bile kaçırmak istemez. Hesap gününde "duyarlı teraziler" (Enbiya Suresi, 47) kurulacağını bilir. O gün iyiliklerinin ağır basabilmesi için karşılaştığı her fırsatı değerlendirmesi gerektiğini düşünerek hareket eder. Çünkü Allah insanları bu konuda şöyle uyarmıştır:
O gün insanlar, amelleri kendilerine gösterilsin diye, bölük bölük fırlayıp-çıkarlar.
Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu görür.
Artık kim zerre ağırlığınca bir şer (kötülük) işlerse, onu görür. (Zelzele Suresi, 6-8)
Aynı şekilde Allah'ın rızasına ters düşecek her tavırdan da şiddetle sakınır. Çünkü yaptığı her hareket kendisini ya cennete ya da cehenneme yaklaştıracaktır. Bu ikisinden başka gidilecek bir yer de yoktur.
Bu gerçeklerin kesin olarak bilincinde olan kamil iman sahipleri, yaşamları boyunca "korku ve umut dolu" olurlar. Hesap günü korku içinde cennete veya cehenneme girmeyi bekleyen insanların ruh hallerini hatırlarından çıkarmazlar.
İnsanlar şu an, cennetle cehennem arasındaki ayrıma getirilseler ve birazdan yapılacak bir sorgulama ile sonsuz bir hayata başlayacaklarını anlasalar, nasıl bir tavır içine girerler?
Bu şartlar altındaki bir insanın hemen yanı başında duran ve belki de bir an sonra içerisine atılacağı cehennemi, bile bile Allah'ın razı olmayacağı bir tavır göstermesi mümkün olur mu?
Kuşkusuz ki hayır. Aksine böyle bir durumla karşı karşıya gelen her insan son da olsa bir fırsatının olduğunu düşünerek cennete girebilmek için aklını ve vicdanını son sınırına kadar kullanır, Allah'ın en beğeneceği tavrı uygulamaya çalışır. Dünyada iken bu durumu kendisinden çok uzak gören ve ahiret hayatından yana hiçbir hazırlık yapmaya gerek duymayan bir insan bile büyük bir panik içerisinde durumu telafi etmeye çalışacaktır. Ancak o gün artık telafi etmek için vakit yoktur. Çünkü Allah'ın kullarına belirlemiş olduğu imtihan süresi ölümleriyle birlikte sona ermiş ve hesap defterleri kapanmıştır. O ana kadar iyilikten ya da kötülükten yana ne yaptılarsa sadece bunlarla karşılık göreceklerdir.
*Günlerce ağır bir işte çalıştıktan sonra aç, yorgun, uykusuz ve belki de hasta bir halde uzun bir yolculuktan dönen mümin bir kimseyi düşünelim. Tam bu ihtiyaçlarını karşılamak üzere kendisine vakit ayıracağı sırada kendisinden yardım talep eden zor durumda bir insanla karşılaşsa, hiçbir tereddüte kapılmadan kendi ihtiyaçlarını bir kenara bırakarak bu kimsenin yardımına koşar. Eğer kendi fiziksel durumu buna elverişli değilse bile, tüm imkanlarını bu kişi için seferber ederek yardımcı olabilecek başka kimseleri devreye sokar. Ve bunca sıkıntısı içinde herşeyi bir yana bırakıp böyle bir yardımda bulunduğu için de karşı tarafı asla minnet altında bırakmaz. Ne içinde bulunduğu sıkıntılı durumu, ne de karşı taraf için yaptığı fedakarlığı dile getirir. Çünkü o tüm bunları sadece ve sadece Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla yapmakta ve bunun dışında da kimseden ne maddi ne de manevi bir karşılık beklememektedir. Bu kimselerin tavrı Kuran'da şöyle bildirilir:
Biz size, ancak Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimizden korkuyoruz. (İnsan Suresi, 9-10)
İşte kamil iman sahibinin vicdan anlayışı budur. Her türlü zor durum ve şartta vicdanına uyar ve vicdanını kullanarak yaptığı hiçbir iyilik için kimseden bir karşılık beklemez. Allah'ın razı olduğunu bilmenin sevinci kendisine yeter.
*Kamil iman sahibi mümin Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla sabreder, dolayısıyla sabrından dolayı bir sıkıntıya kapılmaz, aksine bundan manevi bir haz duyar, Allah'ın bu sabrın karşılığında vaadettiği nimet ve güzellikleri ümit ederek büyük bir sevinç duyar.
*Kuran'da pek çok ayetle Allah'ın sonsuz şefkatine ve merhametine dikkat çekilmiştir:
... Çünkü O, onlara (karşı) çok şefkatlidir, çok esirgeyicidir. (Tevbe Suresi, 117)
... O merhametlilerin (en) merhametlisidir. (Yusuf Suresi, 92)
… Şüphesiz Allah, insanlara karşı şefkatlidir, çok merhametlidir. (Hac Suresi, 65)
İşte bu ahlakı üzerlerinde taşıyan kamil iman sahipleri, insanlara karşı şefkatli ve merhametlidirler. Ancak onların merhamet anlayışı, halk arasında yaygın olan merhamet anlayışından büyük farklılıklar içerir. Onların merhameti Allah'ın merhametinin bir tecellisi olduğu için, Allah'ın rızasına ve Kuran'a uygun bir merhamet şeklidir. Merhametlerinde ölçü aldıkları tek yol gösterici Kuran'dır. Kuran'ın dışında bir sistemin ölçülerini içeren bir merhamet anlayışının da "şeytani" bir merhamet olacağını bilirler.
*Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. (Nisa Suresi, 135)
Kamil imana sahip müminler Allah'ın bu emrini eksiksiz olarak yerine getirirler. Verecekleri kararın sonuçları kendilerini ya da en yakınlarını etkileyecek olsa dahi, Allah için adaleti ayakta tutarlar. Çünkü onlar, öldükten sonra hesap vereceklerini ve tüm yaptıklarının her ayrıntısıyla karşılarına çıkacağını, küçük büyük herşeyden hesaba çekileceklerini bilirler. Bu nedenle de dünyada söz konusu olabilecek hiçbir çıkarı, ahirette kazanacaklarını umdukları Allah'ın rızası ve cennetinden üstün görmezler.
*müminlerin tebliği sadece inkarcıları dine davet etmekten ibaret değildir. Onlar Müslümanların da sürekli daha iyiye yönelmeleri, daha güzel davranışlar göstermeleri ve hatalarından arınmaları için tebliğ yaparlar. Mümin kardeşlerine iyilikleri emreder ve onları da kötülüklerden men ederler. Birbirlerinin Allah'ın rızasını kazanmalarını ve cennetin en yüksek makamlarıyla karşılık bulmalarını isterler.
*Şüphesiz: "Bizim Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra doğru bir istikamet tutturanlar (yok mu); artık onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. İşte onlar, cennet halkıdır; yaptıklarına karşılık olmak üzere, içinde ebedi olarak kalacaklardır. (Ahkaf Suresi, 13-14)
Müminler, iman eder ve sonra da dosdoğru bir istikamet tutturarak imanlarında kararlılık gösterirler.
Onlar, Rabbimizden gelen herşeyde hayır olduğunu bilir, her zaman şükredici olur ve O'na gönülden bağlanarak teslimiyet gösterirler.
Onlar, Allah katında takva sahipleridir.
Allah onların bu samimi yakınlıklarına karşılık hem dünyada, hem de ahirette iyilik vaat etmiştir. Daha da önemlisi onları rahmetiyle kuşatmış, onlardan razı olmuş ve onlara sevgisini ve hoşnutluğunu yöneltmiştir. Kuran'da bu şerefli karşılık şöyle müjdelenmiştir:
… Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O'ndan hoşnut olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur. (Tevbe Suresi, 100)
Onlar dünyadan yana bir hırsa kapılmaz, Allah'ın rızasını ve cennetini kazanmak için ahirete yönelirler. Allah onların bu derin teslimiyetlerine karşılık onlara cennetin yanında dünya hayatının nimetlerini de arttırır:
Böylece Allah, dünya ve ahiret sevabının güzelliğini onlara verdi. Allah iyilikte bulunanları sever. (Al-i İmran Suresi, 148)
... Bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir. (Nahl Suresi, 30)
Müjde, dünya hayatında ve ahirette onlarındır. Allah'ın sözleri için değişiklik yoktur. İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur. (Yunus Suresi, 64)
Onlar, dünyada karşılaştıkları tüm zorluklara sabreder ve başlarına gelen sıkıntı her ne olursa olsun, Allah'tan başka dostları, yardımcıları ve velileri olmadığını unutmazlar.
Onlar, ancak O'na sığınıp ancak O'ndan yardım dilerler.
Rabbimiz olan Allah onları rahmetiyle kuşatır ve onların koruyuculuğunu üstlenir. Her olayı onların lehlerine çevirir ve onların yollarını açar, onlara kolaylık diler. Daha da önemlisi Allah'ın dostları olmaları nedeniyle onları yeryüzünde mutlak galip olanlar kılar, onlara zafer verir ve onları dünyanın ve cennetin mirasçıları yapar:
Musa kavmine: "Allah'tan yardım dileyin ve sabredin. Gerçek şu ki, arz Allah'ındır; ona kullarından dilediğini mirasçı kılar. En güzel sonuç muttakiler içindir." dedi. (Araf Suresi, 128)
(Onlar da) Dediler ki: "Bize olan va'dinde sadık kalan ve bizi bu yere mirasçı kılan Allah'a hamd olsun ki, cennetten dilediğimiz yerde konaklayabiliriz. (Salih) Amellerde bulunanların ecri ne güzeldir. (Zümer Suresi, 74)
Onlar, Rabbimizin rahmetine kavuşmayı içten arzu eden, O'nun haşmetinden içleri titreyerek korkanlardır.
Onlar, Allah'a gönülden bağlılar olarak yakaranlardır.
Onlar, kendilerini kurtuluşa ulaştırması, cehennem azabından koruması ve cenneti nasip etmesi için Allah'a tüm kalpleriyle ve bütün acizlikleriyle yalvaranlardır. Rabbimiz de onların bu candan yalvarışlarına karşılık verir ve onları sonsuza kadar rahmeti altında yaşayacakları cennetlere yerleştirir:
Muttakilere gelince; muhakkak onlar, güvenli bir makamdadırlar. Cennetlerde ve pınarlarda, Hafif ipekten ve ağır işlenmiş atlastan (elbiseler) giyinirler, karşılıklı (otururlar). İşte böyle; ve biz onları iri gözlü hurilerle evlendirmişizdir. Orda, güvenlik içinde her türlü meyveyi istiyorlar; Orda, ilk ölümün dışında başka ölüm tadmazlar. Ve (Allah da) onları cehennem azabından korumuştur. Senin Rabbinden, bir fazl ve (lütuf) olarak. İşte büyük 'mutluluk ve kurtuluş' budur. (Duhan Suresi, 51-57)
Gerçek şu ki, bugün cennet halkı, 'sevinç ve mutluluk dolu' bir meşguliyet içindedirler. Kendileri ve eşleri, gölgeliklerde, tahtlar üzerinde yaslanmışlardır. Orada taptaze-meyveler onların ve istek duydukları herşey onlarındır. Çok esirgeyen Rabbdan onlara bir de sözlü "Selam" (vardır). (Yasin Suresi, 55-58)
İşte onlar, Allah'ın rızasını kazanan kamil iman sahipleridir.
*Gerçek şu ki, bugün cennet halkı, 'sevinç ve mutluluk dolu' bir meşguliyet içindedirler.
Kendileri ve eşleri, gölgeliklerde, tahtlar üzerinde yaslanmışlardır.
Orada taptaze-meyveler onların ve istek duymakta oldukları herşey onlarındır.
Çok esirgeyen Rabb'dan onlara bir de sözlü "Selam" (vardır). (Yasin Suresi, 55-58)
Kim Allah'a ve Resule itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, doğrular (ve doğrulayanlar), şehidler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar? Bu fazl (bol ihsan), Allah'tandır. Bilen olarak Allah yeter." (Nisa Suresi, 69-70)
Gelin siz de bu karşılığa kavuşmak, Allah'ın rızasını ve hoşnutluğunu kazanmış olarak sizin için hazırlanan cennetlerde, peygamberler ve kamil iman sahibi müminlerle konaklamak için acele edin.
Kamil imanı en güzel şekilde yaşayarak, tüm Müslümanlara ayetlerde belirtildiği gibi, takvada önder ve örnek olun. Allah Kuran'da kurtuluş bulmak isteyen tüm insanları bu ahlakı yaşamaya davet etmektedir:
Onlar, kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman, onun üstünde sağır ve körler olarak kapanıp kalmayanlardır.
Ve onlar: "... ve bizi takva sahiplerine önder kıl," diyenlerdir.
İşte onlar, sabretmelerine karşılık (cennetin en gözde yerinde) odalarla ödüllendirilirler ve orda esenlik dileği ve selamla karşılanırlar.
Orda ebedi olarak kalıcıdırlar; o, ne güzel bir karargah ve ne güzel bir konaklama yeridir. (Furkan Suresi, 73- 76)
*Allah Kuran'da, "İnsanlar, 'iman ettik' diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?" (Ankebut Suresi, 2) ayetiyle insanları bu konuda uyarmıştır. Bu ayetten anlaşılmaktadır ki, bir insan, "ben iman ettim" dedikten sonraki hayatında, gerçekten Allah'ı razı etmek için yaşadığını, O'nun hoşgördüğü ahlakı uyguladığını fiili olarak da göstermelidir. Karşısına çıkan her türlü durumda Allah'ın hoşnut olacağı güzel ahlakı yaşamalı, aksi bir tavır sergilemekten de şiddetle kaçınmalıdır. İşte gerçek dindar olmanın yolu budur. Kişinin samimiyeti, Allah'ın güzel gördüğü ahlakı yaşama konusundaki çabasıyla ölçülür.
*Allah bir ayette insanların kavrayışını derinleştirecek bir örnek vererek, razı olacağı korkuya şöyle işaret etmiştir:
Şayet biz bu Kuran'ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, andolsun onu Allah korkusundan saygı ile baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. İşte Biz, belki düşünürler diye, insanlara böyle örnekler veririz. (Haşr Suresi, 21)
Ayette işaret edildiği gibi, gönülden iman edenlerin Allah korkusu da böylesine şiddetli ve derindir.
Kamil iman sahiplerinin Allah korkusu son derece güçlüdür fakat bu, cahiliyenin yaşadığı batıl korkular gibi sıkıntılı bir korku değildir. Bu korku, mümini, kendisini yaratan ve yaşatan Allah'a bağlayan, temelinde derin bir saygı ve içli bir sevgiye dayalı olan bir korkudur. İnsana hayat veren, şevk, heyecan ve azim veren bir korkudur. Aynı zamanda da mümini Allah'ın razı olmayacağı bir tavır içine girmekten sakındıran, hayır yönünde harekete geçiren, Allah'ın beğendiği ahlakı kazandıran ve bundan dolayı da "manevi haz veren" bir duygudur. Ve bu korku ancak Allah'a duyulan derin sevgi ile birarada yaşanabilir. Kamil iman sahipleri Allah'ı ne kadar çok seviyorlarsa, O'ndan o kadar da çok korkarlar. Bu iki kavram her an eşit bir denge içerisinde yaşanır. Ve bunlar, kamil iman sahiplerinin imanlarının en önemli göstergelerindendir.
*Samimi müminlerin en önemli özelliklerinden biri, kendilerine "yarışıp öne geçenlerin yolunu" seçmiş olmalarıdır. Bu nedenle her işlerinde Allah'ın en çok razı olacağını umdukları tavrı gösterirler. Bu yüzden ne akrabalık bağları, ne kendi dünyevi menfaatleri onları adil davranmaktan alıkoymaz. Çünkü Allah Kuran'da şöyle emretmektedir:
Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir. (Nisa Suresi, 58)
Bir başka ayette ise Allah, inananların düşmanlık besledikleri kimselere karşı dahi son derece adaletli davranarak, takvalarından taviz vermemelerini emretmiştir:
Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Maide Suresi, 8)
*Kuran'a göre iyiliği emretmek, karşı tarafın herşeyden önce Allah'ı tanıması, O'nu çok sevmesi ve O'ndan çok korkması gerektiğini bilmesini, ahiretin kesin bir gerçek olduğunu ve Kuran'dan sorulacağını kavramasını sağlamak; vicdanını kullanmaya teşvik etmek, samimiyeti, candanlığı, sevgiyi, saygıyı, şefkati, merhameti, hoşgörüyü, affediciliği, fedakarlığı kısacası tüm Kuran ahlakını en mükemmel şekilde yaşamasını sağlamaktır. Gerçek iyilik budur. Çünkü bu karşı tarafın dünyada ve ahirette en güzel hayatı yaşamasını sağlayacak ve onun sonsuz bir azaptan kurtulmasına vesile olacaktır.
Kötülükten men etmek ise, kişinin şeytana uymasını engellemek, nefsinin bencil tutkularından arınmasını sağlamak, onu samimiyetsizlikten, ikiyüzlülükten, kibirden, Allah'a karşı büyüklenmekten, vicdansızlıktan arındırmak ve Allah'ın razı olmayacağı bir tavra girmesini engellemektir.
*Ne kadar çok zorluk üst üste gelirse gelsin kamil iman sahibi bir insan, tavırlarında ve konuşmalarında güzel ahlakından asla taviz vermez. Başına gelen her türlü zorluk ve sıkıntının Allah'ın izniyle kendisine isabet ettiğini bildiğinden çareyi ve kurtuluşu yine Allah'tan umut eder. Zaten dünyada az bir zaman kalıp gidecektir, esas olan burada her durum ve şartta güzel bir sabır göstererek Allah'ın istediği ve beğendiği ahlakı yaşamak ve O'nu razı etmektir.
Sonuçta dünya hayatında herşey gelip geçicidir. Önemli olan, insanın bu gelip geçen olaylarla imtihan olduğunu unutmaması ve bu imtihanın sonucunda da sonsuz hayatın kendisini beklediğini bilmesidir. Çünkü insanların asıl yurdu ahirettir. İnsan dünyada olabilecek en büyük acıyı, zorluğu, sıkıntıyı da yaşasa bütün bunlar mutlaka geçecek, veya ölümle birlikte son bulacaktır.
Aynı şey tersi için de geçerlidir. Kişi dünyada büyük bir bolluk ve refah içinde de olsa, bunların hiçbiri ona ait değildir, ölümüyle birlikte hepsi dünyada kalacaktır. Ve belki de dünyada bolluk içinde yaşayan bu insanın sonu cehennem azabı olacaktır. Burada anlatılmak istenen şudur: Bir insanın dünyadaki yaşam şartları bir ölçü değildir, ancak bir denemeden ibarettir. Dünyada birtakım zorluklarla karşılaşmış bir insan ahiret hayatında, cennette sonsuza kadar mutluluk ve sevinç içinde ağırlanabilir. Çünkü dünyada iken her şart ve ortamda Allah'ı dost edinmiş ve O'nun hoşnutluğunu kazanmak için sabretmiştir. Ahirette bu kişilerin söyleyecekleri söz şu olacaktır:
Derler ki: "Bizden hüznü giderip yok eden Allah'a hamdolsun; şüphesiz Rabbimiz, gerçekten bağışlayandır, şükrü kabul edendir. Ki O, bizi kendi fazlından (ebedi olarak) kalınacak bir yurda yerleştirdi; burada bize bir yorgunluk dokunmaz ve burada bize bir bıkkınlık da dokunmaz." (Fatır Suresi 34-35)
*Sonra Kitab'ı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık. Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda yarışır öne geçer. İşte bu, büyük fazlın kendisidir. (Fatır Suresi, 32)
Ayette açıklandığı gibi, kimi insanlar Allah'ın çağırdığı doğru yola uymayıp zarara uğrarlar ancak kimileri de yarışıp öne geçer ve kurtuluşa erenlerden olmayı umabilir. Kuvvetli imana sahip her mümin gücünün yettiği en üstün ahlak seviyesine ulaşmaya çalışır. Çünkü Allah'ın sevgisini ve hoşnutluğunu ancak bu şekilde kazanabileceğini bilir ki onun asıl varoluş amacı da budur. Rabbimizi hakkıyla takdir edip, O'nun sevgisini, rızasını ve cennetini kazanabilmek...
*Vicdanlarını Kuran'da emredilen şekilde kullananlar, sadece kamil iman sahipleridir. Çünkü onlar vicdanlarını hayatları boyunca her konuda kullanırlar. Hedefleri Allah'a yakınlaşmak ve O'nun hoşnutluğunu kazanmak olduğu için, şartlar ne olursa olsun, günün yirmi dört saati boyunca vicdanlarının sesine kulak verirler. Ne yorgunluk, ne uykusuzluk, ne de günlük hayatın kargaşası onların bu sesi gözardı etmelerine yol açamaz. En sıkışık anlarında, en acil işlerinde bile, vicdanlarından gelen tek bir uyarıyla hemen doğruyu görür ve en hayırlı olan tavra yönelirler.
*Allah, "... affetsinler ve hoşgörsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir." (Nur Suresi, 22) şeklinde buyurmaktadır. Mümin bir hata yaptığı ve bundan samimi olarak vazgeçtiği zaman bunun hem Allah katında bağışlanmasını içten arzu eder, hem de Müslümanların onu bağışlayıp güven duymalarını ister. Ve bağışlayıcı bir tavırla karşılaştığı zamanda bunun Allah'ın büyük bir nimeti ve Allah'ın sağladığı bir kolaylık olduğunu fark eder. Bu nedenle kamil iman sahipleri kendileri için talep ettikleri bu bağışlanmayı karşılarındaki kimselere de gösterirler. Kuşkusuz ki bu aynı zaman da Allah'ın hoşnutluğunu ve rızasını kazanmaya da en uygun olan tavırdır:
... Yine de affeder, hoş görür (kusurlarını yüzlerine vurmaz) ve bağışlarsanız, artık elbette Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Teğabün Suresi, 14)
*Allah, iman edenlere de Firavun'un karısını örnek verdi. Hani demişti ki: "Rabbim bana kendi katında, cennette bir ev yap; beni Firavun'dan ve onun yaptıklarından kurtar ve beni o zalimler topluluğundan da kurtar." (Tahrim Suresi, 11)
Firavun'un karısı büyük bir zenginliğin içinde olmasına rağmen dünyevi hırslara kapılmamış, sadece Allah için yaşayacağı bir hayatı tercih etmiş, Allah'ın hoşnutluğunu, rızasını, herşeyin üstünde tutmuştur. Bu yüzden de Allah'a boyun eğiciliği, tevekkülü, üstün sabrı ve olgunluğu ile peygamber olmadığı halde bütün insanlara örnek olarak Kuran'da zikredilmiş değerli bir Müslüman kadındır.
ÖNEMLİ BİLGİLER
Tarih: 3/10/2006 17:24 - yok Yorum - Yorum yaz - Bağlantı
*Allah "O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı…" (Mülk Suresi, 2) ayetinde insanın dünya hayatı boyunca denemeden geçirileceğini bildirmektedir. Dünya, Allah'a samimiyetle iman edenlerin ve inkar edenlerin ortaya çıkacağı geçici bir yerleşim yeridir. İnananların kötülüklerinden arınacakları, cennet ahlakına ulaşacakları, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için çaba sarf ederek olgunlaşacakları bir eğitim yurdudur. Allah, insanlara korumaları gereken sınırları, Kendisi'nin hoşnut olacağı ve olmayacağı herşeyi açıkça bildirmiştir. Buna göre, insan dünyada gösterdiği ahlaka göre ebedi hayatında ceza görecek veya mükafata kavuşacaktır. Bu durumda yaşadığımız her saniye, bizleri cennete veya cehenneme yaklaştırmaktadır.
*Rabbimiz'in "… Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın…" (Nisa Suresi, 135) ayetiyle bu konuda Müslümanlara açık bir emir vermiştir. Allah'ın bu emri uyarınca O'ndan korkan mümin, karşısındaki kişi fakir de olsa zengin de olsa, her ne şart olursa olsun, mutlaka adaletle hükmeder, o kişinin maddi veya sosyal durumu nedeniyle farklı bir tutum içine girmez. Çünkü zenginlik ya da fakirliğin Allah'ın insanları denemek için yarattığı geçici dünya şartları olduğunu bilir. İnsan öldüğü zaman dünyadaki malının ve mülkünün hiçbir değeri kalmayacak, sadece takvasıyla karşılık bulacaktır. Allah'ın hoşnut olacağını bildirdiği tavır ise hakkaniyettir, adalettir, dürüstlük ve doğruluktur. Bu güzel ahlakın karşılığı ise sonsuz ahiret mükafatlarıdır. Rabbimiz'in adalet konusunda Kuran'da bildirdiği bir diğer ayet ise şu şekildedir:
Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun... (Nisa Suresi, 135)
*Allah "Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele." (Bakara Suresi, 155) şeklinde buyurmaktadır. Hastalıklar, yokluklar bir ceza değil, Rabbimiz'den bir denemedir. İnsan bunlara sabır göstermekle, tüm eksikliklere rağmen en güzel ahlakı gösterip Rabbimiz'in hoşnut olacağı gibi bir yaşam sürmekle yükümlüdür.
*İnsanın dünya hayatında varoluş amacı Rabbimiz'e kullukta bulunmaktır. Bunların sonucunda umut edilen ise sadece Allah'ın hoşnutluğunu, rahmetini ve cennetini kazanmaktır.
*Allah'tan gereği gibi korkabilmek ise, Allah'ın büyüklüğünü, şanını ve azametini, sonsuz ilim ve kudretini, kulları üzerindeki kayıtsız şartsız güç ve hakimiyetini, dilediğini dilediği gibi gerçekleştirebileceğini sürekli akılda tutmakla, Allah'ın vaadine, tehdidine, hesap gününe, cezasının şiddetine, cehennem azabının sonsuzluğuna kesin olarak iman etmekle mümkündür. Bu iman, güçlü bir Allah korkusunu doğurur. Bu korku da insanın tüm tavır ve davranışlarını, hareket ve konuşmalarını Allah'ın beğendiği, hoşnut olduğu ahlak doğrultusunda düzenlemesini sağlar.
*İnsan, Allah korkusu sayesinde, kendisine Allah'ın sevgisini kaybettirecek kötülüklerden sakınmış olur. Örneğin bir ayette, "Allah, her büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez" (Nisa Suresi, 36) şeklinde buyrulmaktadır. Allah korkusu olan insan, büyüklük taslayıp böbürlenmekten şiddetle kaçınır. Böylece Allah'ın sevgisini kazanacağını umduğu bir hareket yapmış olur. İşte bu nedenle, Allah korkusu ve Allah sevgisi birbirinden ayrılmaz.
Aslında Allah korkusu, insanın Allah'a yakınlaşmasının ve O'nun sevgisini kazanmasının önündeki engelleri kaldırmaktadır. Bu engellerin başında da insanın kendi nefsi gelir. Kuran'da Allah'ın bize bildirdiğine göre, insanın nefsinde hem kötülük hem de ondan sakınma duyguları vardır. Bunu haber veren ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene',
Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems Suresi, 7-10)
İşte insana nefsindeki bu kötülükle mücadele etmesi, ona teslim olmaması için manevi bir kuvvet gereklidir. Bu kuvvet, Allah korkusudur. Allah'tan korkan insan, nefsinin bencil tutkularına esir olmaz. Allah'a karşı olan derin saygısı sayesinde, O'nun rızasına aykırı düşüncelerden ve işlerden uzaklaşır.
*Allah korkusu arttıkça, müminin sevgi konusundaki duyarlılığı da artar. Allah'ın yarattığı varlıklardaki güzellikleri daha iyi fark eder. İnsanlara, doğaya, hayvanlara ve herşeydeki estetiğe Allah'ın güzel vasıflarının bir yansıması olarak bakma kabiliyeti kazanır. Bu, etrafındaki herşeyin kendisi için birer nimet olarak yaratıldığını daha iyi görmesini sağlar. Dolayısıyla hem bu nimetlere karşı, hem de bu nimetleri yaratan Allah'a karşı sevgisi aynı oranda artar.
Bu sırrı kavrayan insan, Allah sevgisini de kavramıştır. Herşeyden çok Allah'ı sever ve sevdiği diğer varlıkların da Allah'ın birer tecellisi olduğunu bilir. Onları da Allah rızasına uygun olarak sever; Allah'a itaatli olan müminleri sever, Allah'a karşı düşman olanlara ise kalben soğukluk duyar.
*Sadece zorluklar değil, dünya hayatındaki nimetler de Allah'ın birer imtihanıdır. Allah verdiği her nimetle beraber insanın Kendisine şükredici olup olmadığını dener. Nimetlerin yanında Allah insana hayatı boyunca üzerinde karar vermesi gereken pek çok olay çıkarır. Bu olayların hepsinde insan ya Allah rızasına ya da nefsine uygun bir karar verme alternatifine sahiptir. Eğer olayın bir imtihan olduğunun farkında olur ve Allah'ın rızasına uygun kararı verirse imtihanı kazanır. Nefsi lehinde karar verdiği durumda ise bu hem ahirette kendisini pişman edecek bir günah olacak, hem de onu dünyada iken manen rahatsız etmeye ve yıpratmaya başlayacaktır.
*Allah, iman eden ve Allah rızası için dünyada iyi işler yapanlara vaat ettiği cennet hayatını, Kuran'da detaylarına kadar tarif etmektedir. Bununla müminler müjdelenmektedir
*De ki: "Ben, dini yalnızca O'na halis kılarak Allah'a ibadet etmekle emrolundum. (Zümer Suresi, 11)
İnsanın, Yaratıcımız olan Allah'ın sonsuz kudretinin farkına vardıktan sonra O'nu unutarak bir yaşam sürmesi, kendisini kandırmasından başka birşey olmaz. Allah'ın insandan istediği, O'nun rızasını hedeflemesi ve O'nun için yaşamasıdır. İnsanı yaratan, ona rızkını ve herşeyi veren, ona sonsuz olan ahireti verecek olan Allah'tır. Bu düşünüldüğünde, insanın başkalarının hoşnutluğunu kazanmak veya nefsini tatmin etmek amacıyla yaşaması büyük bir nankörlüktür. Bu nankörlüğün cezası ise ebedi cehennemdir.
İşte insan bu gerçekle karşı karşıyadır. Ya hayatını Allah'ın rızası üzerine kuracak ve böylece O'nun rızasını ve cennetini kazanacak ya da cehenneme giden bir yolu seçecektir. Üçüncü bir seçim hakkı yoktur. Bir ayette bu gerçek çok açık şekilde şöyle ifade edilir:
Binasının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden bir topluluğa hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 109)
Kuran'ın getirdiği güzel ahlak da tamamen Allah rızası üzerine kuruludur. Örneğin, Allah'ın beğendiği bir tavır olan fedakarlık, şayet karşılığında bir beklenti veya bir gösteriş gayesi yoksa, sadece Allah'ın rızası için yapılıyorsa kıymetlidir. Kuran'da müminlerin güzel ahlakının sadece Allah rızası için olduğu şöyle anlatılır:
Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. "Biz size, ancak Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür. (İnsan Suresi, 8-9)
Bir insan için olabilecek en büyük mutluluk ve şeref, Allah'ın kendisinden razı olmasıdır. Allah verdiği tüm nimetlerle kullarını Kendisinden razı eder. Bir ayette Allah'ın rızasını kazanmış ve Allah'tan razı olmuş müminlerin mükafaatı şöyle anlatılır:
Rableri katında onların ödülleri, içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah, onlardan razı olmuştur, kendileri de O'ndan razı (hoşnut, memnun) kalmışlardır. İşte bu, Rabbinden 'içi titreyerek korku duyan kimse' içindir. (Beyyine Suresi, 8)
Allah rızası, sadece belirli ibadetler veya belirli zamanlar için değil, hayatın tümü için geçerlidir. Aşağıdaki ayette, bir müminin tüm hayatının tek bir amaca yönelik olması gerektiği şöyle bildirilir:
De ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." (Enam Suresi, 162)
*Şirk, Arapçada "ortak koşmak" anlamına gelir ve Kuran'daki manası da Allah ile birlikte başka bir ilah edinmektir. Bu, çok geniş anlamdaki tarif, tabii ki sadece totemleri ve cansız varlıkları put edinenler için değildir. İnsan, kendisini yaratan Allah'a kul olmak ve sadece O'nun rızasını gözetmekle sorumlu olduğu için, hayatını bir başka amaca göre yaşaması da şirk olur. Örneğin, yapılan işlerin karşılığında Allah'ın değil de insanların rızasını gözetmek bir şirktir. Aynı şekilde bir insanın hayattaki amacının Allah'ın rızasını kazanmak değil de, kendi istek ve tutkularını tatmin etmek olması da şirktir.
*Dünya hayatı, insanlar için bir imtihan yeridir. Allah dünyada insana çekici gelen çeşitli nimetler yaratmış, ancak bunların çekiciliğine kapılıp Allah'ı ve dini unutmamaları için de insanları uyarmıştır. Ayetlerde dünya hayatındaki süslerin aldatıcı olduğu ve asıl güzelliğin Allah'ın rızası ve cenneti olduğu şöyle haber verilir:
Şüphesiz biz, yeryüzü üzerindeki şeyleri ona bir süs kıldık; onların hangisinin daha güzel davranışta bulunduğunu deneyelim diye. (Kehf Suresi, 7)
Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir 'çoğalma-tutkusu'dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azab; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20)
Mümin de dünyadaki nimetlerden faydalanır, ancak inkarcılardan farklı olarak bu nimetleri hayatının amacı olarak görmez. Bunlara sahip olmayı isteyebilir, ama sadece Allah'a şükretmek ve O'nun rızası için hayırda kullanmak kastıyla bir araç olarak görür. Bunların peşinden hırsla gitmez. Çünkü, dünya nimetlerinin kendi hayatı gibi geçici olduğunu bilir. Öldükten sonra, malının kendisine hiçbir fayda sağlamayacağını, hatta onlara kapılıp, dünyevi hırsları amaç edinip, sadece zevkini çıkarmaya çalıştığında ahiretini kaybedeceğini bilir. Bir ayette bu önemli sır şöyle haber verilir:
Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara 'süslü ve çekici' kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır. (Al-i İmran Suresi, 14)
*İnsanın dünyadaki vazifesi, Allah'a ve ahirete iman etmek, Kuran'da belirtildiği şekilde güzel ahlak sahibi bir insan olmak, Allah'ın sınırlarını korumak ve O'nun hoşnutluğunu kazanmaya çalışmaktır. Bunları kimin yapacağını ise ancak yaşadığımız bu dünya hayatındaki imtihan neticesinde görebileceğiz. Çünkü Allah insanlardan gerçek ve samimi bir iman istemektedir. Bu ise kişinin yalnızca "ben inandım" demesiyle elde edilmiş olmaz. İnsan, Allah'a ve O'nun dinine gerçekten inandığını, şeytanın, kendisini saptırmak için göstereceği büyük çabalara rağmen doğru yoldan dönmeyeceğini göstermelidir. Aynı şekilde inkarcılara uymayacağını, kendi nefsinin tutkularını Allah'ın rızasına tercih etmeyeceğini de ispatlamalıdır. Bunu ise karşılaştığı olaylara verdiği tepkilerle ortaya koyacaktır. Allah, dini kabul eden insanın karşısına sabretmesi gereken bazı zorluklar çıkaracak, bunlara karşı gösterdiği tavırlarla onu imtihan edecektir. Bu gerçek, bir Kuran ayetinde şu şekilde izah edilir:
İnsanlar, (sadece) "İman ettik" diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar? (Ankebut Suresi, 2)
Başka bir ayettede, Allah'ın 'iman ettik" diyenleri sınayacağı şöyle bildirilmektedir:
Yoksa siz, Allah, içinizden cehd edenleri (çaba harcayanları) belirtip-ayırt etmeden ve sabredenleri de belirtip-ayırt etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? (Al-i İmran Suresi, 142)
Gerçek bu iken iman eden bir insanın karşılaştığı zorluklara şaşırması elbette doğru olmaz. Bu zorluklar günlük hayatın sanki sıradan gibi gözüken problemleri de olabilir, ilk bakışta büyük bir felaket gibi gözüken olaylar da olabilir. Mümin tüm bunların hepsine imtihan gözüyle bakmalı, Allah'a tevekkül etmeli ve O'nun rızasına uygun olan tavrı göstermelidir. Bir ayette, müminlerin karşılaşacakları zorluklardan şöyle söz edilir:
Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. (Bakara Suresi, 155)
Sadece zorluklar değil, dünya hayatındaki nimetler de Allah'ın birer imtihanıdır. Allah verdiği her nimetle beraber insanın Kendisine şükredici olup olmadığını dener. Nimetlerin yanında Allah insana hayatı boyunca üzerinde karar vermesi gereken pek çok olay çıkarır. Bu olayların hepsinde insan ya Allah rızasına ya da nefsine uygun bir karar verme alternatifine sahiptir. Eğer olayın bir imtihan olduğunun farkında olur ve Allah'ın rızasına uygun kararı verirse imtihanı kazanır. Nefsi lehinde karar verdiği durumda ise bu hem ahirette kendisini pişman edecek bir günah olacak, hem de onu dünyada iken manen rahatsız etmeye ve yıpratmaya başlayacaktır.
Gerçekte Allah dünya hayatındaki olayları zaten imtihan kastıyla yaratmaktadır. Gafil insanların "tesadüf" veya "aksilik" diye nitelendirdikleri olaylar, aslında kaderlerinde sonsuz hikmetle yaratılır. Allah Kuran'da buna örnek olarak, Yahudilerin bir imtihanından bahseder; Yahudilerin cumartesi günü iş yapmaları yasaklanmış, ama avlamak istedikleri balıklar da kendilerine hep o gün gelmiştir:
Bir de onlara deniz kıyısındaki şehri(n uğradığı sonucu) sor. Hani onlar cumartesi (yasağını çiğneyerek) haddi aşmışlardı. 'Cumartesi günü iş yapma yasağına uyduklarında', balıkları onlara açıktan akın akın geliyor, 'cumartesi günü iş yapma yasağına uymadıklarında' ise, gelmiyorlardı. İşte biz, fıska sapmaları dolayısıyla onları böyle imtihan ediyorduk. (Araf Suresi, 163)
Burada söz konusu Yahudilerin çoğu, balıkların "tesadüfen" cumartesi günleri şehirlerine akın ettiklerini sanmış olabilir, oysa bu Allah'ın yarattığı özel bir imtihandır. Aynen bunun gibi bizim yaşadığımız her olayda bir İlahi hikmet ve imtihan vardır. Mümine düşen, bu gerçeği her zaman akılda tutmak ve daima Allah'ın rızasına uygun davranışlar göstererek dünya imtihanını kazanmaya çalışmaktır.
*Müminler dünya üzerinde sadece Allah'ın rızasını gözeten tek insan grubudur. Allah'ın hoşnut olacağı güzel ahlakı yalnız onlar yaşarlar. Bu ahlak da tek başına yaşanamaz; bunun günlük hayata geçirilip uygulandığı bir ortam ve insanlar gerekir. Allah, hoşnut olacağı tavır olarak bizden adaletli olmayı, şefkatli ve merhametli davranmayı, fedakarlıkta bulunmayı, iyiliği tavsiye etmemizi ve bunlar gibi onlarca güzel ahlak özelliğini göstermemizi ister. Bunlar ise, beraber olup uygulanacak insanlar olmazsa, yaşanamaz. Bir başka deyişle, şefkatli ve fedakar bir insan olabilmek için, insanın etrafında bunu uygulayacağı birilerinin olması gerekir, hem de bu güzel tavırlardan anlayacak ve buna layık olan birileri. Bunlar ancak müminler olabilir.
Hiçbir samimi mümin, kendisi gibi olmayan, yani Allah'ın ölçüleriyle hareket etmeyen, Kuran ahlakını benimsememiş, dolayısıyla etrafındakilerin de kendisi gibi gafil olmasını isteyen, hatta bunun için çaba harcayan kimselerle dost olmak istemez, hayatını onlarla birlikte geçirmez. Üstelik inançlarına saygı duymayan, müminleri sadece Allah'a inanmaları ve din ahlakını yaşamalarından dolayı kınayan, toplumdan koparmak isteyen ve düşmanca davrananlara karşı sevgi hisleri de beslemez:
Ey iman edenler, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler edinmeyin. Siz onlara karşı sevgi yöneltiyorsunuz; oysa onlar haktan size geleni inkâr etmişler, Rabbiniz olan Allah'a inanmanızdan dolayı elçiyi de, sizi de (yurtlarınızdan) sürüp-çıkarmışlardır. Eğer siz, Benim yolumda cehd etmek ve Benim rızamı aramak amacıyla çıkmışsanız (nasıl) onlara karşı hâlâ sevgi gizliyorsunuz? Ben, sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilirim. Kim sizden bunu yaparsa, artık o, elbette yolun ortasından şaşırıp-sapmış olur. Eğer sizi ele geçirecek olurlarsa, size düşman kesilirler, ellerini ve dillerini kötülükle size uzatırlar. Onlar sizin inkâr etmenizi içten arzu etmişlerdir. (Mümtehine Suresi, 1-2)
Allah böyle insanlara sevgi beslenemeyeceğini, onlarla dost olunmaması gerektiğini ve doğru olanlarla, yani müminlerle birlikte olunmasını bildirmektedir:
Ey iman edenler, Allah'tan sakının ve doğru (sadık)larla birlikte olun. (Tevbe Suresi, 119)
*Ölüm sadece dünya hayatının, dolayısıyla imtihanın sonudur. Aynı zamanda, sonsuz olan ahiret hayatının da başlangıcıdır. İman edenler bu nedenle ölümden korkmazlar. Hayatlarını Allah'ın hoşnutluğunu gözeterek, ahirete yönelik salih amellerle geçirdikleri için Allah'ın vadettiği cenneti umarak ölümü güzel karşılarlar.
*İnsanın dünyadaki imtihanının sonunda ya mükafat ya da ceza vardır. İyi davranışlarda bulunanlar, Allah'a iman edenler, Allah'ın hoşnutluğunu kazanarak sonsuz cennetle ödüllendirilirler; kötü olanlar, Allah'ı inkar edenler ve Allah'ın koyduğu sınırları çiğneyenler ise sonsuz azabı yaşayacakları cehenneme müstahak olurlar.
*Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve tutkulu bir oyalanmadır'. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi. (Ankebut Suresi, 64)
İnsanın dünyadaki imtihanının sonunda ya mükafat ya da ceza vardır. İyi davranışlarda bulunanlar, Allah'a iman edenler, Allah'ın hoşnutluğunu kazanarak sonsuz cennetle ödüllendirilirler; kötü olanlar, Allah'ı inkar edenler ve Allah'ın koyduğu sınırları çiğneyenler ise sonsuz azabı yaşayacakları cehenneme müstahak olurlar.
İnsan için yok olmak diye birşey yoktur. Sonsuz hayat yaratıldığımız andan itibaren başlamış durumdadır. Şu anda sonsuz yaşamın içindeyiz. Denenme süremizin sonunda, ölüm dediğimiz geçiş anından sonra, yeni bir inşa ile sonsuzluğun içinde yaşamaya devam edeceğiz. İnsanın bu yaşamının azapla mı, nimetler içinde mi geçeceği ise, dünya hayatında, Allah'ın sözü olan Kuran'a bağlılığı ile, Allah'ın hoşnutluğunu gözetmesine bağlıdır. Bütün bu sistem, kainat, dünya, insan ve insana yönelik yaratılan herşeyin sebebi, sonsuz yaşam olan ahirete yöneliktir. Allah, insanı bir amaçla yarattığını, bu dünyadaki kısa yaşamından sonra da ahirette Kendisine hesap vereceğini şöyle bildirmektedir:
Bizim, sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız? (Müminun Suresi, 115)
Allah'ın, ortalama altmış veya yetmiş sene gibi, sonsuzluğun yanında bir 'an'dan farksız olan kısacık dünya hayatına karşılık sonsuz yaşamı vaat etmesi, çok büyük bir nimettir.
İman ve Allah'ın hoşnutluğunu aramak gibi, insanın yaratılışına en uygun, en çok huzur içinde yaşayabileceği yapıya sahip olmanın karşılığında, Allah'ın sonsuz iyi bir yaşam olan cenneti vermesi O'nun lütfundandır:
İman edip salih amellerde bulunanlar; onları, içinde ebedi kalıcılar olarak, altından ırmaklar akan cennetin yüksek köşklerine muhakkak yerleştireceğiz. Salih amellerde bulunanların ecri ne güzeldir. (Ankebut Suresi, 58)
*"... kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır". (Haşr Suresi, 9)
İnsan bu tutkuların esiri olmaktan kurtulduğunda özgürleşir. Artık onun yaşamının amacı, söz konusu sonu gelmez tutkuları tatmin etmek değildir. Yaşamının amacı, yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaktır ki, insan zaten bunun için yaratılmıştır.
Gerçek özgürlük işte budur; Allah'a kul olmak ve böylece Allah'ın dışındaki herşeyden özgürleşmek. Bu nedenledir ki İmran'ın karısı, Kuran'da bildirilen şu duayı etmiştir:
"... Rabbim, karnımda olanı, 'her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş olarak' Sana adadım, benden kabul et. Şüphesiz işiten bilen Sensin Sen." (Al-i İmran Suresi, 35)
Aynı nedenle, Hz. İbrahim babasına şöyle demiştir:
"... Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun?" (Meryem Suresi, 42)
*Kamil anlamda bir imana sahip olmak için, Allah'ın Kendisini tanıttığı ve kullarından istediklerini bildirdiği Kuran'a eksiksizce uymak gerekir. Bu nedenle mümin, hayatının sonuna kadar Allah'ın tüm emir ve yasakları konusunda son derece titiz davranır. Allah'ın beğendiği ahlak modelini de hiçbir taviz vermeden, ölene dek sabırla uygular. "Kamil iman" sahibi bir müminin güzel ahlakı yaşama konusunda gösterdiği bu sabır oldukça önemli ve belirleyici bir özelliktir. Çünkü kamil iman sahibi bu vasfıyla, insanlar arasında öne çıkar. Daha önce bahsettiğimiz gibi, Kuran'da bu şekilde Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla "yarışıp öne geçenler"den (Fatır Suresi, 32) söz edilir. Ancak Kuran'da "insanlardan kimi, Allah'a bir ucundan ibadet eder..." (Hac Suresi, 11) ayetinde belirtildiği gibi, imanın gereklerini yaşamayan kimselerden de bahsedilir.
*Kamil iman sahibi kişi, Rabbimizin, "Şu halde, güzel bir sabır (göstererek) sabret" (Mearic Suresi, 5) hükmü doğrultusunda en derin sabrı gösterir. Tevazuda sabır gösterir, en mütevazi insan olur; Allah rızası için infakta sabır gösterir, en cömert insan olur; kendi nefsini tercih etmemekte sabır gösterir, en fedakar insan olur...
*Şüphesiz, onun Bizim katımızda gerçekten bir yakınlığı ve varılacak güzel bir yeri vardır. (Sad Suresi, 40)
Hz. Süleyman'ın böylesine üstün ve seçilmiş bir makama layık kılınması, elbette elinde bulunan maddi imkanları Allah rızası için kullanması dolayısıyladır.
*Kamil imanın farklılığı, vicdanın tam olarak kullanılmasıyla kendini belli eder. "Vicdan" her zaman Allah'ın emirleri doğrultusunda kişiyi sürekli olarak doğruya davet eden bir sestir. Kamil iman sahibi her durumda vicdanının sesini dinler. Bu da onun daima Kuran'a uygun ve Allah'ın hoşnut olacağı ahlak ve tavırları ortaya koymasını sağlar.
Karşısına çıkan alternatifler arasından en doğrusunu, Allah'ın beğeneceğini umduğu tavrı seçer. Hiçbir zaman için daha azına razı olmaz. Güzel olan tavrı uygularken önüne çıkan zorluklar karşısında yılmaz. Nefsinin istek ve tutkularına yenik düşerek doğru ve güzel olandan taviz vermez.
Bu konuyu günlük hayattan bir örnek vererek açıklayabiliriz. Büyük bir fabrikada geniş çapta bir yangın çıktığını düşünelim. Böyle bir durumda fabrika sahibinin karşısına pek çok alternatif çıkar. Söz gelimi fabrikanın yanmasını önlemek için, içeride kalıp, işçileri de seferber ederek yangını söndürmeye çalışabilir. Veya canını kurtarmak için, diğer çalışanlara haber dahi vermeden, bir an önce fabrikayı terk edebilir, ya da yangın çıktığını duyurarak tüm fabrika çalışanlarının hemen dışarı çıkmasını sağlayıp, bir yandan da durumu itfaiyeye bildirerek yardım isteyebilir.
Bu alternatiflerin hepsi de bir dereceye kadar makul görünebilir. İşte vicdan, insana içinde bulunduğu şartlarda, bunlar arasından hangisinin gerçekten de en doğru ve en akılcı karar, "Allah'ın rızasını kazanmaya" en uygun davranış şekli olduğunu gösterir. İşte, kamil iman da vicdanın gösterdiği doğru tavır ve davranışı nefsine hiçbir taviz vermeden, kayıtsız şartsız ve içinde hiçbir burkuntu ve pişmanlık duymadan uygulayan kişinin imanıdır.
*Bir insanın Allah dışında herhangi bir varlığı hoşnut etmeye çalışması, bu varlığın kendine yardım etmeye güç yetirebileceğini zannetmesi, yaşamını o varlığın istekleri doğrultusunda düzenlemesi, onu "ilah" edinmesi olarak tanımlanabilir. Örneğin kimi insanlar para, güzellik, itibar, makam, mevki elde edebilmeyi ya da kendi nefislerinin isteklerini yerine getirmeyi hayatlarının tek amacı haline getirirler. Bu kimseler, asıl amaçlarını yani Allah'ın rızasını ve cennetini kazanmak için çalışmayı unuturlar. İşte bu insanlar Allah'tan başka ilah edinen kişilerdir.
Kamil iman sahiplerinin farkı da bu aşamada ortaya çıkar. Çünkü onlar bu insanların tam aksine, dilleriyle söyledikleri gibi kalpleriyle de Allah'tan başka bir ilah olmadığını tasdik eder ve tüm yaşamlarıyla da bunu ispatlarlar. Onlar "dini yalnızca Allah'a halis kılarak", O'na 'katıksızca' iman eder ve O'ndan başka bir ilah kabul etmezler. Allah bu samimi kullarının özelliklerini Kuran'da şöyle haber vermektedir:
Ancak tevbe edenler, ıslah edenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini katıksız olarak Allah için (halis) kılanlar başka; işte onlar müminlerle beraberdirler. Allah müminlere büyük bir ecir verecektir. (Nisa Suresi, 146)
*Hayatının her anında Allah'ı razı etmeye çalışan insanları Allah Kuran'da şöyle haber vermiştir:
İşte onlar, hayırlarda yarışmaktadırlar ve onlar bundan dolayı öne geçmektedirler. (Müminun Suresi, 61)
Bu insanlar sabahtan akşama kadar sürekli olarak dine hizmet etmeye, dinin ve müminlerin menfaatine olacak salih ameller işlemeye, kısaca her adımlarında Allah'ı razı edecek bir güzellik sunmaya çalışırlar. Bunun için sürekli düşünmek, dua etmek, Allah'ın en çok razı olacağı tavrı aramak ve bunu bularak uygulamak gerektiğini bilirler. Bu yüzden sürekli Allah'a yakınlaşabilecekleri, O'nun ululuğunu hakkıyla takdir edebilecekleri şekilde derin bir düşünme içindedirler. Düşünmedikleri, dünyanın geçici yararına dalıp ahireti unuttukları bir an dahi olmasına izin vermezler. Katıksız olarak iman ettikleri için, yaşamlarının her anını Allah için geçirirler ve bu konuda gaflete kapılmazlar. Durmaksızın Allah'ı ve onun büyüklüğünü düşünmek Allah korkularını şiddetlendirir. Allah'ın Kuran'da emrettiği gibi, bir işten boşaldıklarında, hemen başka bir işle yorulmaya devam ederler. İşte bu kişiler "yarışıp öne geçenler"dir ve Allah onları cennet ile müjdelemiştir:
Yarışıp öne geçenler de, öne geçmiş öncülerdir. İşte onlar, yakınlaştırılmış (mukarreb) olanlardır. Nimetlerle-donatılmış cennetler içinde; (Vakıa Suresi, 10-12)
*Müminin en önemli özelliklerinden birisi sabırdır. Ancak Kuran'dan öğrendiğimiz sabır, karşılaşılan sıkıntı anında tahammül göstermek demek değildir. Mümin ömrü boyunca karşılaştığı her durumda, her an Allah'ı en çok razı edeceği tavrı seçme konusunda sabır gösterir.
Allah müminleri, açlık, korku, canlarından ve mallarından eksiltme, bolluk gibi çeşitli durumlarla imtihan eder. Kuran'da tarif edilen mümin ise hangi durumda olursa olsun, sabırla Allah'ın hoşnutluğunu arar.
*Müslümanlar sahip oldukları herşeyi Allah yolunda, Allah'ı en çok razı edecekleri şekilde kullanırlar. Ellerindeki herşeyin kendilerine Allah tarafından verilmiş bir nimet olduğunu, kendilerinin hiçbirinin asıl sahipleri olmadıklarını unutmazlar.
*Allah Kuran'ı, insanları neden yarattığını ve onlardan ne istediğini bildirmek için yollamıştır. Allah'ı tanımak, O'nu razı ederek, cennetine gitmek isteyen insanların Kuran'ı çok iyi bilmeleri gerekir.
*Nefsini ilah edinen insan kendi çıkarlarını ve rahatını dinin çıkarlarının üzerinde tutan insandır. Oysa gerçek ve samimi bir dindar sadece Allah'ı ilah edinir ve sadece Allah'ı hoşnut edecek şekilde davranır. Bu, her koşul için geçerlidir. Böyle bir kişi hastalandığında da, zorluk anlarında da, çıkarları tamamen zedelenecek olsa da asla dinin çıkarlarından, Allah'ın sınırlarından taviz vermez.
*Cahiliye toplumlarında "ataların batıl dini"ne uyarak yaşayan insanlara sıkça rastlanır. Bu toplumlarda yaşayan insanlar çeşitli ibadetleri ve davranışları niçin yaptıklarını düşünmeden, babalarından, dedelerinden öğrendikleri şekliyle uygular ve dinen makbul bir şeyler yaptıklarını sanırlar. Temelde, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmayı değil, geçmişten kendilerine kötü bir miras olarak bırakılan çarpık sistemi uygulamaya çalışırlar.
*Erkek olsun, kadın olsun inanmış olarak kim salih bir amelde bulunursa, onlar cennete girecek ve onlar, bir 'çekirdeğin sırtındaki tomurcuk kadar' bile haksızlığa uğramayacaklardır. (Nisa Suresi, 124)
Ayrıca Allah başka ayetlerinde de önemli olanın insanın cinsiyeti değil, takvası yani Allah'tan korkarak nefsini Allah'ın hoşnut olmayacağı her türlü günah ve isyandan, bozulma ve sapmadan koruması, ahirette kendisine yıkım getirecek her türlü kötülükten kaçınması olduğunu bildirmiştir:
Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)
*Müminler için Allah'a gönülden iman etmeyen, Allah'ın sınırlarını tanımayan, Allah'tan korkup sakınmayan insanlar dost olamaz. Herşeyden önce bu insanlar Allah'ın sevmediği kimselerdir. Allah'ın dostluğunu, sevgisini ve rızasını kazanmak isteyen bir mümin elbette ki O'nun sevmediği, hatta O'nun düşmanı olan kimseleri dost edinmez. Böyle bir tavrın Allah'ın dostluğunu ve hoşnutluğunu kaybetmesine sebep olabileceğini bilir.
*Salih amel, katıksız olarak Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için yapılan işlerdir. Bir insan görünüşte çok büyük hayır veya fedakarlık gibi görünen bazı işler yapabilir. Örneğin, muhtaç durumdaki insanlara yüklü miktarlarda yardımda bulunabilir. Ancak yaptığı yardımın miktarı o işin salih bir amel olduğunun göstergesi değildir. Çünkü insanlar bu tür yardımları toplumda iyi bilinmek, insanlara gösteriş yapmak veya iş hayatında güven kazanmak için de gerçekleştirebilirler. Bir işin "salih amel" olması için yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak amacıyla yapılmış olması gerekir.
Salih bir amelde bulunurken insan, o işte yapabileceğinin en iyisini, en güzelini yapmak için gayret eder. Çünkü amacı gösteriş yapmak değil, o işte Allah'ı en fazla hoşnut kılacak sonucu elde etmektir. İşte bu samimi çabalarından ötürü salih amellerde bulunan müminler birçok ayette cennetle ve güzel bir yaşamla müjdelenmektedirler
*Mümin tüm mülkün asıl sahibinin Allah olduğunu ve Allah'ın mülkü kime dilerse ona vereceğini bilir. Bu nedenle malca zenginleştiğinde elindekilerden dolayı şımarıp azgınlaşmaz, Allah'a kendisine verdiği nimetlerden dolayı şükreder ve sahip olduklarını Allah'ın en çok hoşnut olacağı şekilde kullanır.
*Kendisine peygamber ahlakını ve samimiyetini örnek alan her kişi, aynı şekilde Allah'tan korkup sakınarak, Kuran'ın hükümlerini titizlikle yerine getirerek ve hayatını Allah'ın rızasını kazanmaya adayarak peygamberlerin Allah'a olan yakınlıklarını elde etmeyi umabilir. Ancak burada önemli bir nokta daha vardır: Bir insanın Allah'a yakınlık konusunda gelişme gösterebilmesi yalnızca samimi bir istekle birkaç saniye içinde olabilir. Çünkü Allah insanlara çok yakındır ve kullarının dualarına icabet edendir. Bu yüzden bir insanın Allah ile yakınlaşması yalnızca kesin bir niyetine bağlıdır.
*İman eden bir insan, kendisi kadar tüm diğer inananların da Allah'ın rızasını kazanabilmesini ve cennetine kavuşabilmesini ister. Bu nedenle de en az kendisi kadar diğer mümin kardeşleri için de dua eder. Ancak bu duanın kabul edilmesi konusunda takdir Allah'a aittir. Allah dilerse, dilediği kişinin isteğini dilediği şekilde yerine getirir. Dilerse de bir hayır ve hikmet doğrultusunda bu duaya farklı bir şekilde icabet eder.
*Kuran'da Allah'ın rızasını kazanmak için yapılan her türlü salih amelin Allah katında karşılık bulacağı belirtilmiştir. Ancak Allah bu konuda kararlı davranmak gerektiğini bildirerek, asıl makbul olanın ibadetlerde süreklilik göstermek olduğuna dikkat çekmiştir:
Mal ve çocuklar, dünya hayatının çekici-süsüdür; sürekli olan 'salih davranışlar' ise, Rabbinin katında sevap bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır. (Kehf Suresi, 46)
*Allah dünya hayatının eksikliklerine ve zorluklarına karşı Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla tevekkül edip sabır gösteren kullarına cennetini vaat etmiştir. Dahası Allah orada bu kimselerin hem manevi hem de fiziki açıdan tüm bu eksikliklerini giderecek, onları en güzel surette hem de sonsuz bir yaratılışla yaratacaktır.
*Allah Kuran'da insanlara her konuda ihlaslı davranmayı ve her işte sadece Allah'ın rızasını gözetmeyi öğütlemiştir.
*İnsanlar arasında daha takva olanları kesin olarak ayırt edebilmek mümkün değildir. Çünkü insanın gerçek takvası, samimiyeti ve imanı kalbinde gizlidir ve bunu bilebilecek tek güç de Allah'tır. İnsanlar ise bir kimsenin takvası hakkında ancak kuvvetli bir kanaat edinebilirler. İnsanların bu konuda kendilerine aldıkları ölçü ise kişinin tavırlarıdır. Bir insanın Allah'a olan samimiyeti, dine olan sadakati, Allah'ın rızasını kazanabilmek için gösterdiği samimi çaba, dine hizmet konusundaki şevki ve kararlılığı, müminlere olan sevgisi, bağlılığı karşı tarafta bu kişinin takvası hakkında kuvvetli bir kanaat oluşturur. Ancak yine de bu konuda kesin hüküm sadece Allah'a aittir.
*Takva sahibi bir mümin aklıyla da kendisini belli eder. Aldığı kararlar daha isabetli olur. Karşılaştığı sorunlara çok daha kolay ve seri çözümler getirir. Konuşmaları çok daha hikmetli ve etkileyici olur. Olaylarda başkalarının göremediği yönleri, o çok daha açık bir şuurla tespit edebilir. Yaptığı hizmetlerle kendisini ön plana çıkartmaya çalışmaz, ihlaslı bir tavır içerisindedir. İnsanların hoşnutluğunu ve övgüsünü değil, Allah'ın rızasını kazanmayı hedefler. Hangi durumla karşılaşırsa karşılaşsın Allah'ın sınırlarından hiçbir taviz vermez. Tüm bu alametleri üzerinde taşıyan bir insanın takva sahibi bir kimse olduğu umulur.
*Allah dünya hayatında her insanın içine doğruyla yanlışı kendisine söyleyen ve onu her zaman için Allah'ın rızasını kazanmaktan yana çağıran bir vicdan vermiştir.
*insan hayatının son anına kadar sürekli olarak kendisini geliştirmeye ve hep daha güzel olanı, daha iyi olanı elde etmeye çalışmalıdır. Zira hiçbir insan, ahirette Allah'ın kendisi hakkındaki hükmü belli olana kadar, Allah'ın rızasını ve cennetini kazandığından emin olamaz. Bu da kendisini hiçbir zaman için yeterli görmemesini sağlayan en önemli konulardan biridir.
*Mümin için bir işin tamamlanması yeni bir işin başlaması gerektiğinin bir göstergesidir. Zira mümin dünyada geçirdiği her saniyeyi Allah'ın rızasını kazanmak için çaba harcayarak geçirmesi gerektiğini ve ahirette her anının hesabını vereceğini bilir. Bu nedenle de sadece Allah'ın rızasını kazanabilmek umuduyla her anını Allah'ın en razı olacağını umduğu işleri yaparak geçirir.
*Müminler dini Allah'ın rızasını kazanabilmek ve Kuran'ın bu konudaki hükmünü yerine getirebilmek amacıyla tebliğ ederler. Bunun karşılığında da Allah'ın rızası ve cenneti dışında dünyevi hiçbir karşılık beklemezler.
*ölen kişi mümin ise, ölüm ile birlikte Allah'ın hoşnutluğuna ve cennetine kavuşacak ve dünyayla kıyaslanmayacak kadar büyük nimetler içerisinde güzel bir hayat yaşayacaktır. Bu durumda onun için değil üzülmek, aksine böyle şerefli bir sonuca ulaşabildiği için sevinmek gerekir. Eğer ölen kişi dünyadaki hayatını Allah'ın rızasını kazanmak için geçirmemişse bu durumda da cehennemle karşılaşacaktır. Ancak bu da yine Allah'ın adaletinin bir gereği ve Allah'ın takdiri olduğu için yine üzülecek bir konu yoktur. Çünkü bu kişi kendisine bu son hatırlatıldığı halde bile bile inkar yolunu seçmiştir.
Bunun yanında insanın ölümle birlikte sevdiği bir insandan uzak kaldığı için üzülmesi de yersizdir. Zira unutulmamalıdır ki eğer o kişi de Allah'ın rızasını kazanmak için ciddi bir çaba gösterirse sonsuz cennet hayatında sevdiği insanla sonsuz bir beraberliği elde etmesi de söz konusudur. Dolayısıyla bir mümin bir başka müminin ölümünün ardından onun cennete kavuşmuş olmasını umduğu için hiçbir şekilde üzüntüye kapılmaz.
*Muhakkak ki kişinin kalbinin temiz olması, iyi niyetli, dürüst bir kişiliğe sahip olması Allah katında değerlidir. Ancak bu kalp temizliği ve samimiyetin en önemli göstergesi de kişinin Allah'ın emirlerini titizlikle yerine getirmesiyle kendini belli eder. Yoksa Kuran'da bildirilen ibadetleri yerine getirmeyen, Allah'tan korkup sakınmayan, ölçüsü Kuran ve Allah rızası olmayan bir insan ne kadar iyi niyetli olduğunu iddia ederse etsin, bu düşüncesinin ona ahirette bir faydası olmayacaktır.
*Allah'a yakınlaşan bir insanın Allah'a olan sevgisi ve bağlılığı şiddetlenir, kalbinde Rabbimize karşı daha büyük bir coşku hisseder, Allah'ın razı olmayacağı bir tavır içerisine girmekten çok daha fazla korkar ve bu ölçüde de Allah'tan sakınır. Dine karşı bağlılığı, şevki ve dine hizmet etme isteği kuvvetlenir. Allah'a olan yakınlığın gücü arttıkça tüm bu sayılan özellikler de sürekli olarak artmaya devam eder.
*Kuran'da müminlerin, Allah'ın, tüm inananların günahlarını affetmesi, onları bağışlaması ve esirgemesi için dua ettiklerinden bahsedilmektedir. Ancak Allah'ın razı olduğu insanların cehennem azabından kurtulup cenneti kazanabileceğini bildikleri için, Allah'ın kendileri gibi diğer müminlerin hatalarını da affedip bağışlamasını isterler.
*Müminlerin en önemli özelliklerinden biri de, şartlara, kişilere ve ortama göre güzel ahlaklarından ya da inançlarından taviz vermemeleridir. Bu nedenle gururlu ya da kibirli bir tavırla karşılaştıkları zaman da hiçbir şekilde karşı tarafın içerisine düştüğü hataya düşmez, aksine en mütevazi ve alçakgönüllü tavırlarıyla karşı tarafa da örnek olmaya çalışırlar. Allah'ın razı olacağını bildirdiği tavır da budur zaten.
*Bir ayette Hz. Şuayb'ın "Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin. Gerçekten benim Rabbim, esirgeyendir, sevendir." (Hud Suresi, 90) sözleriyle kavmine Allah'ın sevgisini hatırlattığı bildirilmektedir. İman eden, Allah'tan korkup sakınan, Kuran'ın hükümlerini titizlikle yerine getiren ve ciddi bir çaba ile ahiret için çalışan her insan Allah'ın sevgisini, rızasını ve hoşnutluğunu kazanmayı umabilir. Allah'ın bu sevgisini kimlere yönelteceğini bildirdiği ayetlerden bazıları ise şöyledir
"... İyilik edin. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever." (Bakara Suresi, 195)
"... (her konuda) adil davranın. Şüphesiz Allah adil olanları sever." (Hucurat Suresi,9)
"Hayır; kim ahdine vefa eder ve sakınırsa şüphesiz Allah da sakınanları sever." (Al-i İmran Suresi, 76)
"... Allah sabredenleri sever." (Al-i İmran Suresi, 146)
"... Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever." (Al-i İmran Suresi, 159)
"... Allah arınanları sever." (Tevbe Suresi, 108)
"... Şüphesiz Allah, muttaki olanları sever." (Tevbe Suresi, 7)
"Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever." (Saff Suresi, 4)
*Şiddetli denemelerden geçirilerek, nefislerinin kötü özelliklerinden sıyrılan inananların bu üstün ahlakına böylece diğer insanlar şahit olmaktadır. Müminlerin ihlasları, haktan yana olan üstün ve erdemli tavırları, bu şiddetli denemeler karşısında ortaya çıkmakta, yaptıkları hizmetlerin karşılığında hiçbir şahsi beklentileri olmadığı gözler önüne serilmektedir. Müslümanların gösterdikleri bütün çabanın sadece ve sadece Allah rızası için olduğunu Müslümanlar hakkında kalbinde en çok şüphe taşıyan kişi dahi tasdik etmekte, halis niyetlerine tüm insanlar şahit olmaktadır. Bu yönüyle zorluk ve musibetler Müslümanların doğru yolda olduklarını gösteren bir belge hükmüne geçmekte ve Müslümanları diğer insanlara tanıtmaktadır.
*bir insanın nefsi, sabahları kalkıp, namaz kılmasını engellemek ister. Halsizlik, isteksizlik, uykusuzluk verir. Aklından bunları yapmaması için sürekli nedenler geçirmeye çalışır. "Bir gün kalkmasan ne olur ki?" gibi son derece şeytani fısıltılarda bulunur. Ama imanlı bir insan her sabah hiçbir şekilde nefsinin bu fısıltılarını dinlemeden, şevkle ve istekle kalkar ve namazını kılar. Gerçek güzelliğin ve kurtuluşun bunda olduğunu unutmaz. Veya nefis, Allah'ın farz kıldığı bir ibadet olan oruç tutmayı zor göstermek için türlü bahaneler oluşturur. İnsana açlığa ve susuzluğa sabretmeyi zor göstermeye çalışır. Oruç tutarsa bazı işlerinden engelleneceği yönünde olmadık vesveseler vermeye çalışır. Ama salih bir mümin, nefsinin tüm bu baskısına ve ısrarlarına rağmen şevkle orucunu tutar. Allah rızası için sabrettiği açlığın ve susuzluğun veya herhangi bir yorgunluğun karşılığını Rabbimizden umar. Ve bundan da çok büyük bir haz duyar.
*Müslüman, güzel ahlaka dair her tavrın, nefse zor gelen şeylerden oluştuğunu bilir. Örneğin cömertlik, vefa, sabır, sadakat gibi üstün ahlak özellikleri nefsin hoşuna gitmeyen, yaparken zorlandığı özelliklerdir. Fakat hepsinin sonucu maddi ve manevi güzellikler olacaktır. Temiz ahlakın dünya ve ahiretteki karşılığı ile yetinip, buna uygun bir yaşam sürmek, nefsin hoşuna giden ve dünyaya ait olan tüm bu yararlardan çok daha güzeldir. Örneğin dünyada nefsine hakim olup gayri meşru bir ilişkiye girmeyen ve yaptıklarının ahiretteki karşılığını bekleyen kişi, bunun sonucunda dünyada iffetin ve namusun hazzını yaşayacaktır. Aynı şekilde sevdiği bir müminin ihtiyacını karşılamak için uykusuz ya da aç kalan, bu uğurda karşılaştığı zorluklara önem vermeyen kişi de Allah rızasını ummanın derin zevki içinde olacaktır.
*Bir nimete şükretmek ise, sözlü olarak Allah'a hamd etmenin yaninda, fiili olarak Allah'in rizasina uygun tavirlar göstermekle olur. Imanin şükrü ibadettir. Her mümin, Allah'in kendisine verdigi imana bir şükür olarak, ibadetlerini titiz bir biçimde yerine getirmeli, elinden gelen tüm imkanlari Allah rizasi için kullanmali, kendisini Allah'a tam manasiyla adamalidir.
*Bir insan hayatının büyük bölümünü iman ederek geçirebilir. Dine büyük hizmetlerde bulunup, son derece hayırlı işler yapabilir. Ancak eğer vicdanına uymaktan vazgeçer, gevşeklik gösterir ve bu nedenle de kalbi katılaşır ise, söz konusu imtihan anlarında gereken dirayeti gösteremeyecektir. Dünya sevgisi ve can korkusu Allah rızasına ağır basıp, bu kişiyi küfre sürükleyebilir.
*İnkar edenler altından ırmaklar akan cennet yurdunu, sonsuz nimetleri kaybetmişlerdir. En önemlisi ise Allah'ın rızasını ve rahmetini kaybetmiş olmalarıdır.
*İnsanın dünya hayatındaki imtihanı, yaşamının son anına kadar devam etmektedir. Bir insan eğer 75 yıl yaşıyor ise, 75. yılının en son gününde de Allah'a karşı olan sorumluluğu devam eder, Allah tarafından imtihan edilir ve eğitilir. Bu yüzden yaşamının her anında Allah'ın hükümlerine uymalı, ibadetlerini yerine getirmeli, O'nu anarak rızasını aramalıdır.
Ve bu gerçek, çok önemli bir sonucu daha beraberinde getirmektedir: Eğer insan, bu son gününde, hatta son anında dahi yolundan sapacak, Allah'a karşı nankörlük edecek olsa, imtihanı kaybetmiş ve tüm dünya hayatını boşa harcamış olabilir. Bu son andan önceki hayatını Allah'ın rızasına uygun olarak geçirmişse bile, son andaki bir isyankarlığı, tüm emeklerini boşa çıkarabilir.
*İnsan ne zaman yaptıklarının sonsuz ahiret hayatına ulaşmak için yeterli olduğunu düşünse, o zaman "Hayır; gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğünden." (Alak Suresi, 6-7) ayetinde bildirildiği gibi azgınlık gösterebilir. Bu nedenle de her an bu tehlikeyi gözönünde bulundurmalı, her hareketinde Allah'ın rızasına uygun hareket etmelidir. Çünkü imtihan, insanın hayatının son anına kadar devam etmektedir.
*İnsanın bolluk, zenginlik ve çok büyük nimetler içindeyken de Allah'ın razı olacağı güzel ahlakı göstermesi, her tavrında Allah'a yönelip dönmesi ve O'nun emir ve tavsiyelerine çok büyük bir titizlik göstermesi gerekir.
* insan zenginken fakir düşebilir, başarılı olduğu bir konuda ummadığı bir başarısızlıkla karşılaşabilir, sevdiği bir insanı yitirebilir, hastalanabilir, sakat kalabilir… Ama bunların hepsi bu kişi için bir denemedir ve Allah böyle denemelere sabreden kullarını sonsuz bir güzellikle müjdelemiştir.
Bu nedenle de insan dünya hayatındaki -ahireti için çok değerli olan- her gününü, her saatini, hatta her dakikasını ve saniyesini çok iyi değerlendirmelidir. Yaptığı her işte, gösterdiği her tepkide "Allah'ı nasıl en fazla razı ederim?" sorusunun cevabını aramalıdır. Önemli olan kişinin dünyaya dalıp ahireti unutmaması ve geçici bir yarar uğruna ahiretini gözden çıkarmamasıdır. İnsanın Allah'a döndürüldüğü zaman sonsuz güzelliklere kavuşmasının yolu budur
*İnsan bir zorlukla ya da bir sıkıntıyla karşılaştığında içinde iki farklı ses duyar. Bunlardan biri fedakarlığı, cesareti, güzel ahlakı ve her zaman Allah'ın dilediği şekilde davranmayı emreden vicdanının sesidir. Bu sesi dinleyen kişi her zaman için Allah'ın en çok razı olacağı tavrı bulacak, sabrı ve tevekkülü tercih edecektir.
*Allah'ı razı edecek davranışlar göstermenin zevkini yaşayan Müslümanları Allah Kuran'da "hayırlarda yarışanlar" olarak da isimlendirmiştir. Allah'ın vaat ettiği cennete kavuşmak için yapılan bu yarışta Müslüman, her türlü zorluğa sabretmenin ve her türlü fedakarlığı, güzel tavrı göstermenin neşesini ve iç huzurunu yaşar. Örneğin çok uykusuz olduğu bir günün sabahında ihtiyaç içinde olan başka bir mümin kardeşini hoşnut etmek için erkenden kalkar ve onun ihtiyaç duyduğu eksikliğini giderir. Üstelik bu güzel tavrını çoğu zaman karşı tarafa hiç hissettirmeden, kendisi için bir zorluk oluştuğunu asla dile getirmeden yapar. Ve içinde bu üstün ahlakın hazzını yaşar.
*insan bedenindeki yaklaşık 100 trilyon hücrenin, salgı bezlerinin, birçok organın, dokunun sahibi ve yaratıcısı üstün kudret sahibi olan Allah'tır. Allah insanı sahip olduğu tüm parçalarla birlikte bir bütün olarak yaratmıştır, kendisini tanıyıp bilmesi için de delillerini göstermiştir.
O halde bütün bunlardan haberdar olan insan, Allah'ın kendisi üzerindeki nimetlerinin farkına varmalıdır. Yaşamını yalnızca Allah'ı hoşnut edecek şekilde düzenlemeli; her sabah kalktığında kendisine verilmiş olan yeni günün ve sahip olduğu bedenin, Allah'tan bir lütuf olduğunu bilmeli ve sürekli şükretmelidir
*Böbreklerde bulunan hücrelerin her birinin teker teker ne yapacaklarını bilmeleri, diğer hücreler ile organize olmuş bir şekilde hareket etmeleri, kendilerine ulaşan mesajı okuyup anlayabilmeleri ve gerekeni yerine getirmeleri gibi detaylar düşünüldüğünde tüm bu olaylar zincirinin başlı başına bir mucize olduğu görülür.
Böyle bir sistemin, bu sistemi oluşturan parçaların insan vücudunda tesadüfen oluşması ise kesinlikle imkansızdır. Verilen örneklerde de görüldüğü gibi böbreklerdeki bu sistemin tesadüfen oluştuğunu iddia etmek, Darwinistler'in mantık çöküntüsünü açıkça ortaya koymaktadır. Ancak mikroskopla görülen ve proteinlerden oluşan hücrelerin yaptıkları her hareket ayrı bir plan ve akıl gerektirmektedir. Hücrelerde böyle bir aklın bulunuyor olması elbette ki çok açık bir şekilde yaratılışı göstermektedir. Bu sistem, Allah'ın sonsuz ilminin, aklının ve gücünün göstergelerinden yalnızca biridir.
Bu gerçekleri gören kişinin durup düşünmesi ve hiç vakit kaybetmeden davranışlarını herşeyin yaratıcısı olan Allah'ın hoşnut olacağı şekilde değiştirmesi gerekir. Bu, hesap vermek için toplanacakları kıyamet gününde her insanın kendisine fayda verecektir.
*göz kapağınızı hem isteyerek hem de iradeniz dışında refleks olarak açıp kapayabilirsiniz. Bundan başka diyafram kası da istendiği zaman kontrol edilebilen bir kastır. Ancak günlük hayatta otomatik olarak çalışır ve nefes alıp vermenizi sağlar.
Bunlara benzer daha pek çok kasın kendine özgü bir çalışma şekli vardır. İnsan bunların çoğunun ne gibi şartlar altında nasıl işlediklerinden, hızlarından ya da ne zaman çalışıp ne zaman dinlenmeleri gerektiğinden, nasıl enerji toplayacaklarından haberdar dahi değildir. Vücutta yaratılmış olan mükemmel kontrol sistemi sayesinde bunları düşünmek zorunda da değildir. Kendisine verilmiş olan bu büyük kolaylık karşısında insana düşen yalnızca sonsuz bir şefkat ve merhamet sahibi olan Rabbine şükretmek ve Allah'ın hoşnut olacağı davranışlarda bulunmaktır.
*Vücudumuz bizim için bir nimet olarak 24 saat boyunca hiç durmadan çalışmaktadır. Ancak unutmayın! Tümü sadece sizin bedeninizde değil, annenizin, babanızın, kız ya da erkek kardeşinizin, çocuklarınızın, eşinizin, akrabalarınızın, komşularınızın kısacası çevrenizdeki ve dünyadaki bütün insanların vücudunda da gerçekleşmektedir. Geçmişte yaşamış olan insanların vücutlarında da bu sistemler eksiksiz olarak vardı. Gelecekte yaşayanlarda da Allah'ın izniyle olacak.
Bu, tüm alemlerin Rabbi olan Allah'ın yaratışıdır… Allah'ın gücü sınırsızdır.
Aklını ve vicdanı kullanabilen kişiler bu açık gerçeği görür ve yalnızca Rablerini hoşnut etmek için yaşamlarını sürdürürler.
*Küçük hesapların ve geçici dünya hayatının peşine düşerek imanları zayıflayan, üstelik çıkarlarını korumak için Allah rızasını siper edinen insanlar bir süre sonra münafık konumuna girerler
*Her kim olursa olsun, dünya çapında ünlü ve zengin bir işadamının veya bir dilencinin, Allah rızasına uygun olarak harcamadığı her kuruşta, farkında olmadığı güçlü bir ortağı vardır. Allah inkar edenlerin mallarına şeytanı ortak kılmıştır.
*Unutkan ve dalgın bir yapıya önlem olarak, müminler Allah'ı, Allah korkusunu ve Allah rızasını, cenneti, cehennemi, dünya hayatının geçiciliğini daima düşünerek unutmamalıdırlar. Çünkü insan bu gerçekleri aklında tutmadıkça, şeytana karşı korumasız kalır.
*Mümin Allah rızasını kazanmak için en sağlıklı ve doğru yolları seçmelidir. Boş işlerle hiç vakit kaybetmez. "Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et" (İnşirah Suresi, 7) ayetine uyarak, üzerine aldığı her salih ameli bir an önce bitirip bir yenisine geçer.
Fakat insan yaptığı işi Allah rızasını gözetmeden yapıyorsa, şeytanın pek fark edilmeyen bir oyununa karşı korumasız düşer. Bu oyun insanları gereksiz detaylara daldırmaktır. Bu tuzağa düşen kişi, kafası karmakarışık, binbir türlü detaya takılmış, esas amaçtan tamamen uzaklaşmış, hatta ne yapması gerektiğini bile hatırlayamayan bir hale gelir.
ÖNEMLİ BİLGİLER
Tarih: 3/10/2006 17:23 - yok Yorum - Yorum yaz - Bağlantı
*Hz. Yusuf erginlik çağına geldiğinde evinde kalmakta olduğu kadın, yani Azizin karısı, Hz. Yusuf'tan ayetin ifadesiyle "murad almak" istemiştir. Bunun için her türlü ortamı hazırlamış, kapıları sıkıca kapatmış ve Hz. Yusuf'a gayri meşru bir teklifte bulunmuştur. Hz. Yusuf'un burada verdiği karşılık iffetli bir müminin örnek tavrıdır. Öncelikle, ayette haber verildiği gibi kendisi de kadını arzulamış olmasına rağmen, böyle haram bir fiil işlemekten Allah'a sığınmış,
Allah'ın rızasına aykırı olan böyle çirkin bir harekete kesinlikle yanaşmamıştır.
*Allah'ın rızasını göz ardı eden, insanların rızasını kazanmayı amaçlayan kişiler, halkın gözünde küçük duruma düşmekten, kendileri hakkında olumsuz bir imaj oluşmasından çok çekinirler. Gizlice yaptıkları suçlarını insanların bilmesi, Allah'tan korkmayan bu tip insanların en çok korktukları olaylardandır.
*Müminler büyük bir itinayla kendilerini Allah'ın rızasına çağıran vicdanlarının sesini dinlerler. Diğer insanlar ise nefislerinin boyunduruğu altında yaşarlar.
Mümin bir gaflete kapılıp da nefsine uyarsa, bundan dolayı tevbe etmeli ve nefsinin kötülüklerine karşı daha dikkatli olmalıdır. Çünkü Hz. Yusuf'un da söylediği, nefs gibi daima kötülüğü emretmektedir.
*Böylece onun (Yusuf'un) huzuruna girdikleri zaman, dediler ki: "Ey Vezir, bize ve ailemize şiddetli bir darlık dokundu; önemi olmayan bir sermaye ile geldik. Bize artık (yine) ölçeği tam olarak ver ve bize ilave bir bağışta bulun. Şüphesiz Allah, tasaddukta bulunanlara karşılığını verir." (Yusuf Suresi, 88)
Yukarıdaki ayetin sonunda Hz. Yusuf'un kardeşlerinin kullandıkları üslup dikkat çekicidir. Hz. Yusuf'tan kendilerine bağışta bulunmasını istedikten sonra Allah'ı anmakta ve Allah'ın bu şekilde bağışta bulunanlara karşılığını vereceğini hatırlatmaktadırlar. Bu, onların münafıkça tavırlarının bir göstergesidir. Zira dine ve Allah'ın rızasına aykırı bir yaşam sürmelerine, yaptıkları fiillerde Allah'ı unutmalarına rağmen çıkarları söz konusu olduğunda Allah'ı anmaktadırlar. Gerçekten Allah'ın infakta bulunanları sevdiği Kuran'da da bildirilen bir gerçektir ve bunda şüphe yoktur. Ne var ki onlar Allah'ın rızasını göz ardı eden insanlar olmalarına karşın yalnızca çıkarları söz konusu olduğunda Allah'ın adını anmakta ve karşılarındaki insanı bu şekilde etkileyebileceklerini düşünmektedirler.
*Kendilerini cennete layık gören, Allah'ın sevgili kulları olduklarını öne sürerek ahirette mutlaka kurtuluş bulacaklarını iddia eden ve bu kibir içinde diğer insanları küçümseyenler, büyük bir gaflet içindedirler. Buna karşılık gerçek mümin, her zaman için Allah'a karşı boyun eğici olur, her zaman için Allah'ın rızasını kaybetmekten çekinir ve bunun getirdiği tevazu içinde olur.
*Dedi ki: "Bugün size karşı sorgulama, kınama yoktur. Sizi Allah bağışlasın. O, merhametlilerin (en) merhametlisidir." (Yusuf Suresi, 92)
Yukarıdaki ayetten anlaşıldığı üzere Hz. Yusuf, istese onlara ceza verebilecek veya kötü muamele yapabilecek konumda olmasına rağmen, kardeşlerini herhangi bir sorgulamaya tabi tutmamış ve onları kınamadığını söylemiştir. Hatta kardeşleri için Allah'tan bağışlama dilemiş, onlara Allah'ın merhametlilerin en merhametlisi olduğunu hatırlatmıştır.
Hz. Yusuf'un bu tavrı, tüm müminler için çok önemli bir örnektir. Cahiliye insanları bu tip durumlarda kindar davranarak, öç alma mantığı içinde hareket ederler. Müminler ise Hz. Yusuf'un ahlakında görüldüğü gibi kişisel haklar peşinde koşmaz, Allah'ı razı edecek tavrın bağışlayan ve affeden bir davranış olduğunu bilirler. "Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslam'a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir." (Araf Suresi, 199) ayetine uygun olarak, kötülükleri affeder ve kötülüğe iyilikle karşılık vererek üstün bir ahlak gösterirler.
*Hz. Yusuf Müslüman olmasaydı ve onların batıl sistemlerine, dejenere ahlaklarına boyun eğen biri olsaydı o zaman ona karşı böyle düşmanca bir tavır sergilemeyecekler, suç işlese dahi görmezden geleceklerdi. Ancak onun tertemiz bir Müslüman olması ve Allah'ın hoşnutluğunu, emir ve yasaklarını herşeyden üstün tutması, ona karşı düşmanlık etmelerine neden olmuştur. Kuran'da birçok ayette bildirildiği üzere, dinden uzak insanlar salih müminlere karşı her zaman benzer bir düşmanlık beslemişlerdir.
*Müminin her an her yerde aynı güzel ahlaktadır. Çünkü müminler Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için yaşarlar ve Allah her yerdedir. Zindanda, evde, yolda yürürken, masasının başında bir şeyler yazarken, yemek yerken, televizyon seyrederken, her an Allah insanın yanındadır, onu sarıp kuşatmıştır ve her söylediğinden, her içinden geçirdiğinden haberdardır. Bu nedenle müminlerin tavrı ve ahlakı bulundukları yere göre kesinlikle değişmez. Her zaman aynı üstün ahlaklı ve vicdanlı mümin tavrını gösterirler.
*Hz. Yusuf'un dikkat çeken bir özelliği de herşeyin güzel tarafını görmesi, herşeyi hayırla yorumlamasıdır. Örneğin Allah'ın kendisine iyilik ettiğini ve zindandan çıkardığını söylemiştir. Bu, tam anlamıyla bir mümin tavrıdır; olaylara olumlu ve güzel gözle baktığının kanıtıdır. Hz. Yusuf hep Allah'ın tarafında olduğunu, Allah'ın yaptığı herşeyden hoşnut olduğunu belli eden bir üslup kullanmakta, olumsuz ya da Allah'a karşı saygıda kusur olabilecek her türlü üsluptan ve tavırdan kaçınmaktadır. Allah'ın "dilediği herşeyi pek ince tedbir ettiğini, O'nun bilen, hüküm ve hikmet sahibi olduğunu" söylemesi de bunun bir göstergesidir. Hz. Yusuf'un bu yönü tüm müminler için en güzel örneklerdendir.
*Kuran'ın emrettiği gibi davranan bir mümin için mülk sahibi olmak hayatında çok önemli bir yer tutmaz. Mal tutkusu, yığma hırsı gibi cahiliyeye özgü davranışların hiçbiri müminlerin üstün ahlakında görülmez. Çünkü mümin tüm yaşamını Allah'ın rızasını kazanmaya adamıştır. Bu sebepten dolayı mallarını da Allah yolunda kullanır ve nefsinin bencil tutkularına asla kapılmaz; dünyevi çıkarlara değil, her zaman ahirette kazanacağı güzelliklere yönelir. İşte böyle hereket eden müminler Allah katında üstün kılınmıştır.
*müminler bazı insanların yaptığı gibi gösteriş olarak değil, tam tersine yalnızca Allah'ın rızasını kazanmak ve imanlarını kökleştirip-güçlendirmek için infak ederler.
*İnsanların çok büyük bir kısmı hayati önemi olan bir hastalığa yakalandıklarında ya da bir uzuvlarını kaybettiklerinde bu olayı kendileri için kötü bir olay olarak değerlendirebilirler. Oysa belki de bu kişinin hastalığı dert olarak, bela olarak değil ahiretinin kurtulması ve yalnızca Allah’a yönelmesi için bir vesile olarak da kendisine verilmiş olabilir. Çünkü ciddi bir hastalığa kapılan insanın doğal olarak şuuru daha çok açılır. Yaşadığı zorlu hastalık insanın içinde bulunduğu alışkanlıklara dayalı ruh halinden yani gafletten çıkarak yaşamının anlamını ve ahiret gerçeğini daha çok düşünmesine neden olur. Bu kişi dünyaya bağlılığın anlamsızlığını ve ölümün ne kadar yakınında olduğunu çok net olarak kavrama imkanı bulur. Tüm hayatını gaflet içerisinde geçirecekken, hiç beklemediği bir anda hastalanması ile birlikte belki de ahiret yaşamının ve Allah’ın rızasını kazanmanın önemini kavrayıp sonsuz hayatında kurtuluş bulabilir.
*hastalıkların bir hikmeti de dünya hayatında insanların sabırlarının ve Allah'a olan tevekküllerinin denenmesidir. Müminler bir hastalık durumunda Allah'a olan sadakatleri, gösterdikleri tevekkül ve sabırları ile cahiliye toplumunu oluşturan fertlerden ayrılırlar. Çünkü zor zamanlarda gösterdikleri güzel tavırlarının Allah'ın rızasını kazanmaya uygun olduğunu bilir ve ahirette de büyük bir karşılığının olacağını umarlar. Hastalığı öncesinde Allah'a tam olarak teslim olmamış bir kişi ise belki hastalığı sayesinde bu güzel özellikleri kazanabilir; geçici dünya hayatındaki kısa süreli sıkıntılarının karşılığında sonsuz cennet hayatının nimetlerine kavuşabilir.
*Ahiret hayatını hedef edinen ve Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla yaşayan bir müminin yine Allah yolunda şehit olması son derece onur vericidir. Kuran'da haber verilmiş olan bu müjdeyi bilen müminler, bir başka mümin Allah rızasını kazanmak için çalışırken ölürse asla hüzne kapılmazlar. Tam tersine bu müminin ölümündeki hayırları ve güzellikleri görerek neşe ve mutluluk duyarlar. Hiç kuşku yok ki güzelliklerin en üstünü Allah'ın rızasının ve cennetinin kazanılmış olmasıdır.
*Uzun ve hayırlı ömür süren bir müminin Allah katında üstün bir değeri vardır. Buna örnek olarak Hz. Nuh'u verebiliriz. Allah Kuran'da, Nuh peygambere çok uzun bir ömür verdiğini bildirmektedir. Hz. Nuh yaşamının her anında Allah’ın rızasını, rahmetini, cenneti kazanmak için çabaladığından dolayı bu süre ahiretteki ecrini ve karşılığını kat kat arttırmıştır.
*müminin hayırlı harcamalar yapmasındaki hedefi dünya hayatındaki rahatı veya çıkarları değildir. Asıl amacı ihtiyaç içinde olanlara yardım ederek Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmaktır.
*salih müminler ile gevşeklik gösterenler birbirlerinden ayrılmaktadır. Tevekkül eden, sabreden ve olaylara hayır gözüyle bakan müslümanlar hiç şüphesiz Allah’a olan güvenlerini ve sadakatlerini açıkça ortaya koymaktadırlar. İşte bu nedenle dünyada ve ahirette Allah'ın rızasını kazanarak galip ve üstün gelecek olanlar, her zaman inananlardır
*herkes Allah rızası için kullanmak üzere malca ve mülkçe zenginleşmek için dua edebilir. Ancak bu, gecikiyorsa veya hiç gerçekleşmiyorsa bunda büyük hayırlar vardır. Belki belirli bir olgunluğa ulaşmadan elde edeceği zenginlik insanı Allah yolundan saptıracak, şeytanın tuzağına düşürecektir. Böyle bir olayın ardında, insanın yakın zamanda görebileceği veya ancak ahirette kavrayabileceği buna benzer daha pek çok hayır gizlenmiş olabilir.
*Hiç şüphesiz Allah, müminlerden karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere, canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kuran’da O’nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah’tan daha çok ahdine vefa gösterecek kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip müjdeleşiniz. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur. (Tevbe Suresi, 111)
Bu gerçeğin farkında olan peygamberler, elçiler, salih müminler tarih boyunca kendilerine nimet olarak verilen malın aslında Allah’a ait olduğunu bilerek hareket etmişler; tüm servetlerini ve zenginliklerini Allah'ı razı edecek şekilde kullanmışlardır.
*müminler karşılaştıkları her olayda sınandıklarının bilincinde olarak Allah'ı razı edecek davranışlar göstermeye gayret ederler.
*Cahiliyenin mantığı ile düşünüldüğünde, bir kişinin toplum baskısıyla evinden, yurdundan çıkarılması veya tanımadığı bir yere sürülmesi, tüm hayatını alt üst edecek bir olaydır. Ama, öncelikle belirtmek gerekir ki Allah'ın dinini inkar edenlerin büyük bir kısmından olumsuz karşılık görecekleri zaten inananlara önceden bildirilmiştir. Dolayısıyla müslümanlar dinlerini terk etme yönünde bir zorlamayla karşılaştıklarında, aslında Allah’ın ayetleri tecelli etmektedir. İşte bu yüzden hicret eden veya yurdundan zorla çıkarılan müminler her dönemde büyük bir neşe ve şevk içinde olmuşlardır. Peygamberimiz döneminde yaşayan sahabelerin gösterdiği üstün ahlak ve sarsılmaz tevekkül bunun en güzel örneklerindendir. Onlar Peygamberimize tabi olduklarında Allah'ın kendilerinden razı olacağını bildikleri için her türlü zorluğu göze almışlardır. Müslümanların hayrı için yurtlarından hiç tereddüt etmeden çıkmış, dünyaya yönelik tüm varlıklarını geride bırakabilmişlerdir.
*İçinde yaşadığı Dünya'daki ihtişamlı yapıyı gören her insana düşen hemen Allah'a yönelmek, tüm yaşamınında Allah'ın rızasına uygun davranışlarda bulunmak; O'nun yarattıklarına, verdiği nimetlere şükretmek, bütün bu güzellikleri veren Allah'a yakın olmak, O'nu dost ve vekil edinmektir. Bütün bunların sahibi olan Allah hamde layık olandır.
*Allah bütün canlıları çeşitli renklerde ve çok farklı özelliklere sahip olarak yaratır. Allah'ın sonsuz gücünü böyle örneklerle öğrenen insana düşen ise Allah'ı tesbih ederek, sadece Allah'ın hoşnut olacağı güzel bir ahlak sergilemektir.
*Allah insanın hiç bilmediği ve sahip olduğu sınırlı akılla anlamakta güçlük çekeceği daha birçok şeyi yaratmaya kadirdir. Bunlar Allah'ın yaratışındaki benzersizliğin kavranması açısından üzerinde düşünülmesi gereken gerçeklerdir. Allah sonsuz sayıda evren, sonsuz sayıda varlık, sonsuz sayıda mekan yaratmaya güç yetirendir. Her birini farklı özelliklerde yaratmaya da güç yetirendir.
Bütün bu gerçeklerden haberdar olan insana düşen ise, Allah'ın istediği bir yaşam biçimini sürdürmek, Allah'ı hoşnut edecek davranışlarda bulunmaktır. Gaflete sürükleyen, düşünmeyi engelleyen nedenleri ortadan kaldırmayı herkes ancak kendi çabası ile başaracaktır.
*Allah'ın varlığı her yeri kuşatmıştır ve aklını kullanabilen her insan yaratılıştaki ihtişamı hemen görecektir. Her insan aklı ve vicdanı ölçüsünde Allah'ın büyüklüğünü kavrayabilecektir. Allah'ın üstün kudretini, nihayetsiz sanatını kavramaya başlayan insana düşen en önemli görev ise, gördüğü güzelliklerin gerçek sahibine yönelmek ve yalnızca Allah'ın hoşnut olacağı şekilde bir yaşam sürmektir.
*insan bedenindeki muhteşem yapıları öğrenen kişi Allah'ın varlığının ve sanatının açık delillerini görecek, kendi vücudu dahil herşeyin Allah'ın eseri olduğunu ve her an Allah'ın kontrolü altında bulunduğunu anlayacaktır. Aynı zamanda aczini fark ederek Allah'a daha da yakınlaşacaktır. Allah'a duyduğu bu yakınlık nedeniyle O'nun rızası ve rahmetini kazanmaya daha fazla yönelecektir. Örneğin; belki daha önce boş geçirdiği zamanlarını artık Allah'ın rızasını daha çok kazanmaya ayıracak, ibadetlerini daha şevkli bir şekilde yerine getirecektir.
*Müminler Allah'ın varlığını her an ve daha güçlü hissetmelerini sağlayan iman hakikatleri sayesinde Allah'ın sıfatlarını ve sıfatlarının üstünlüğünü daha iyi kavrayıp, O'na daha fazla yakınlaşmaya çalışırlar. İman hakikatlerinden kaynaklanan derin tefekkürleri nedeniyle Allah'ın ilim ve kudretinin sınırsızlığını gördüklerinden, Allah'a karşı duydukları korku kat kat artmış olarak, dünyada her an Allah'ın rızasına, rahmetine ve cennetine kavuşmanın arzusu ve özlemiyle yaşarlar. Sonunda ise Allah'ın dilemesiyle, Allah'ı hakkıyla takdir ettikleri ve O'nun rızası dışında hiçbir beklentileri olmadan yaşadıkları dünyadan ayrılarak, altlarından ırmaklar akan cennetlerdeki köşklerine yerleştirilirler.
*Allah'a daha yakın olmayı ve Cennet'te yüksek derecelerle ağırlanmayı isteyen her mümin, güç yetirebildiği kadar iman hakikatleri konusunda bilgi sahibi olmaya, onları tefekkür etmeye ve bu sayede yakinini parlatmaya, imanını kuvvetlendirmeye ve bu güçlü iman ile Allah'ı razı edecek üstün bir ahlakı yaşamaya çalışmalıdır.
*. Kuran'da iman edenlere cennetin müjdelendiği ayetlerden biri şöyledir:
İman edip salih amellerde bulunanlar ise Cennet halkıdırlar, orada süresiz kalacaklardır. (Bakara Suresi, 82)
İnkar edenler ise şuursuzluk ve bilgisizliğin sebep olduğu gaflet hali ile Allah'ın varlığının açık dellilerinden yüz çevirirler. Bunların sonu ise Kuran'da şöyle haber verilmiştir:
İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlara gelince; onlar da içinde sürekli kalıcılar olmak üzere, ateşin halkıdırlar. Ne kötü bir dönüş yeridir o. (Teğabün Suresi, 10)
Kuran'da bildirilen bu hükümler doğrultusunda cehennemden korunup-sakınarak, sonsuz bir güzellikte, nefsin arzuladığı herşeyin en mükemmel ve kusursuz bir şekilde yaratılarak müminlere sunulduğu cenneti arzulayanlar, Rabbimizi daha yakından tanıyarak O'nun rızasını, dostluğunu ve sevgisini kazanmaya çalışmalıdırlar. Bunun için de iman hakikatleri üzerinde derin tefekkür ederek, Allah'ın üstün sıfatları hakkında daha fazla ilim ve kavrayış sahibi olmalıdırlar. Öğrenmek ve tefekkür etmenin yanı sıra, iman hakikatlerini anlatmak da insanların imanlarına vesile olmak, imanlarını artırmak açısından oldukça önemlidir. İman hakikatlerini anlatarak insanları düşünmeye davet etmek, tüm iman edenlerin üzerine düşen önemli bir sorumluluktur.
*Kuran ahlakında insanlar birbirlerine Allah’ın birer kulu olarak değer verirler. İyilik yapmak için bir çıkar gözetmez, aksine sürekli iyi işler yapıp hayırlarda yarışarak Allah’ın rızasını kazanmaya çalışırlar.
*Şirkten arınıp sadece Allah’a yönelen insanın yaşadığı köklü değişim, öncelikle kalbinde meydana gelir. Şirkten kurtulan kişi tamamen farklı bir bakış açısına ve mantığa sahip olur. Eskiden kendi istek ve tutkularına, birtakım fikir ve cahiliye kurallarına göre sürdürdüğü yaşamını artık sadece Allah’ın rızasına ve hoşnutluğuna göre sürdürür.
*Mümin elindeki her türlü maddi ve manevi imkanını, yaşamının her saatini hatta her saniyesini Allah’ın rızasına uygun bir şekilde değerlendirir. Bunu yaparken karşısına çıkan alternatifler arasında bir seçim yapmak durumunda kalırsa, akıl ve vicdan kullanarak hareket eder yani Allah’ın hoşnut olacağı şekilde davranır. Bu şekilde Allah’ın rızasının en fazlasına uygun hareket etmiş olur. Allah’ın rızasını gözeterek bir iş yapmak, Allah’ın rızasının en fazlasına uygun davranmaktır. Allah Kuran’da şöyle bildirmiştir:
Şüphesiz iman edip salih amellerde bulunanlar ise; biz gerçekten en güzel davranışta bulunanın ecrini kayba uğratmayız. (Kehf Suresi, 30)
*samimi olarak Allah’ı seven bir insan herşeyden önce O’nun emirlerine son derece titizlik gösterir, sakındırdığı şeylerden şiddetle sakınır, güzel gördüğü tavırlara yönelir. Sevgisini, yaşamının her anında Rabbi’nin rızasını arayarak, O’na olan derin saygısı, güveni, boyun eğiciliği ve sadakatiyle gösterir.
Bu titizliğinin bir sonucu olarak, Allah’ın rızasını kaybetmekten, azabına uğramaktan da şiddetle korkar.
*Dini yaşamaya başlayan insanın Allah’ın emirlerini uygulamak, ibadetlerini yerine getirmek dışında kendinde yapacağı en önemli değişiklik daima vicdanına uyarak güzel ahlaklı yaşaması olacaktır. Her insanın dini tanımadan önce alıştığı bir karakteri ve bir yaşam şekli olabilir. Ancak dini yaşamaya başladığında iyi olan huylarını Allah’ın rızası için devam ettirmeli, Kuran’a uymayan yönlerini ise derhal terkederek Kuran ahlakını benimsemelidir. Müminlerin arasında ayrı dünya görüşleri veya yaşam şekilleri, farklı bakış açıları olmaz. Tek kıstas Kuran’dır ve örnek alınacak kişiler de Allah’ın Kuran’da örnek olarak gösterdiği elçiler ve salih müminlerdir.
*İnsanın Allah’ın rızasını kazanmak için gösterdiği güzel ahlakta, yaptığı hayırlı işlerde en önemli özelliklerinden biri sabırdır.
*Mümin, Allah’ın rızasını kazanmak için sabreder, dolayısıyla sabrından dolayı bir sıkıntıya kapılmaz, aksine manevi bir haz duyar.
*Adamlık dinini yaşayan insanların en temel özelliği Allah’ın rızasını değil, içinde yaşadıkları toplumun rızasını hedef edinmeleri ve yaşamlarını bu hedef doğrultusunda yönlendirmeleridir.
Allah’ı inkar temeli üzerine kurulmuş bu sistemden kurtulmanın yolu öncelikle yalnızca Allah’ın rızasını aramak, O’nun Kuran’da sunduğu ahlakı ve yaşam tarzını eksiksiz olarak hayata geçirmeye çalışmaktır. Tüm yaşantısını Kuran ayetleri doğrultusunda düzenleyen insan, doğal olarak cahiliye toplumunun sunduğu kötü ahlaktan ve çirkin tavırlardan da uzaklaşır.
*Akıl sahibi insanın en belirgin özellikleri, Allah’tan korkup sakınması, daima vicdanına uyması, her olayı, gördüğü herşeyi Kuran’a göre değerlendirmesi ve her an Allah’ın rızasını aramasıdır.
*İnanan bir insan ancak Allah rızası için yaşar ve Allah’ın kendisine dünyada verdiği her türlü zorluk ve sıkıntı karşısında sabreder. Ve bu sabrın karşılığını hem dünyada, hem de ahirette kat kat fazlasıyla alacağını unutmaz.
*Allah’a kulluk etmek, insanın tüm yaşamını Allah’ın hoşnutluğunu, rızasını kazanmak amacıyla sürdürmesidir. Yaptığı her işi Allah’ın razı olacağı en güzel şekilde yerine getirmeye çalışması, yalnızca Allah’tan korkup sakınması ve tüm düşüncelerini, sözlerini, fiillerini bu amaç doğrultusunda yapmasıdır.
*Allah’ın varlığına inanan bir insanın ilk yapması gereken, kendisine bir “hiçken” can veren, yaşatan, yediren, içiren, sağlık veren Yaratıcısı’nın emirlerini, hoşnut olacağı şeyleri öğrenmek olmalıdır. Daha sonra da tüm hayatını Allah’ın emirlerine uyarak ve Allah’ın hoşnutluğunu arayarak geçirmelidir. Allah’ın razı olacağı ahlakı, davranışları ve yaşam biçimini bize gösteren ise dindir. Allah Kuran’da dine uyan insanların doğru bir yol üzerinde olacaklarını, diğerlerinin ise sapıklık içine düşeceklerini haber vermiştir
*Müslümanlar yaptıkları her işin hesabının sorulacağının bilincinde oldukları için Allah’ın hoşnut olmayacağı bir tavır göstermekten şiddetle kaçınırlar. Ama şunu da belirtmek gerekir ki, burada söz edilen korku, dinsiz toplumlarda yaşanan klasik korkudan tamamen farklı, mümine huzur veren, onu harekete geçiren, Allah’ı razı etme konusunda şevklendiren bir korkudur.
*Allah’ın hoşnut olacağı iyilik sınırlı bir kavram değildir. Samimi olarak iman eden ve tüm yaşamını Allah’ın razı olacağı şekilde düzenleyen insan “iyi insan”dır.
*"Boş ve yararsız şeylerden yüz çevirmek", insanın sadece Allah'ın rızasını kazanacağı davranışlarda bulunmasıyla mümkün olur. Mümin dünyada kendisine verilen süreyi çok iyi değerlendirmesi gerektiğini bilir. Çünkü bu dünyada yaptığı işler sonucunda ahirette sonsuza kadar konaklayacağı yer belirlenecektir. Bu yüzden her yaptığı işle ahirete yönelik bir hayır kazanmaya çalışır. Elbette her insan gibi konuşur, eğlenir, yemek yer, güler, düşünür, çalışır ama bunları yaparken aklında hep insanlara, dine menfaat sağlayacak hayırlı düşünceler vardır.
Ayrıca yaptığı her hareket bir amaç üzerinedir. Daima kendisine Allah'ın hoşnutluğunu en fazla kazandıracak işe yönelir.
*Kuran'da geçen ihlas kavramı, insanın katıksızca gönülden Allah'a iman etmesi, O'na içten bağlanması anlamına gelir. İhlaslı bir mümin, yaşamı boyunca herşeyi Allah'ın rızasını elde etmek için yapar ve karşılığını da yalnızca Allah'tan bekler. Yaptığı işlerde, insanların düşüncelerine göre hareketlerini yönlendirmek, insanların gözüne girmeye çalışmak gibi samimiyetsiz hesapları yoktur. Bu yüzden her tavrı samimi, içten ve Allah'ın hoşnut olacağı şekildedir.
*İnsanın kimi zaman verdiği bir karar ya da yapacağı şahitlik kendisinin aleyhine olabilir. Ya da yakınlarından birinin menfaatine dokunabilir. Ancak Allah'tan korkan bir insan için bunun hiçbir önemi yoktur. Çünkü müminlerin işlerinde ölçü Allah'ın rızasıdır. Allah'ın razı olmayacağı bir şahitlik yapmak veya bir karar almak belki zahiren o an için kişiye kar getirecekmiş gibi gözükebilir. Ancak Allah razı olmadıktan sonra elde edeceği dünyevi bir menfaat müminlere huzur ve mutluluk vermez.
*İnsanların adaletle karar verememelerine neden olabilecek bir diğer tehlike, kişilere karşı duydukları kızgınlıktır. Eğer bir insan başka bir insana karşı kızgınlık veya kin duyuyorsa ona bir menfaat sağlamak, onun hayrına bir harekette bulunmak istemez. Ancak müminler böyle bir durumda da Allah'ın rızasını düşünür ve karşılarındaki kişi kim olursa olsun adaletli davranmaktan vazgeçmezler. Çünkü Allah iman edenlere "…Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır…" (Maide Suresi, 8) şeklinde emretmiştir.
*Gök yarılıp çatlayacak, sarkıp zaafa uğrayacaktır. (Hakka Suresi, 16)
Yıldızlar bulanıklaşıp dökülecektir. (Tekvir Suresi, 2)
Güneş ve ay birleşecektir. (Kıyamet Suresi, 9)
Denizler tutuşturulacaktır. (Tekvir Suresi, 6)
Dağlar göçüveren bir kum yığını haline gelecektir. (Müzemmil Suresi, 14)
Dağlar renkli yünler gibi etrafa saçılacaktır. (Kaari'a Suresi, 5)
Yer parça parça yıkılıp darmadağın olacaktır. (Fecr Suresi, 21)
Yer ağırlıklarını dışarı atacaktır. (Zelzele Suresi, 2)
Bunlar kıyamet günü gerçekleşecek dehşet verici olaylardan yalnızca bir kısmıdır. Esas olarak o gün, insanın dünyada değer verdiği herşey yok olacak, herkes Allah'ın rızası için yapılan salih ameller dışında hiçbir şeyin kıymetinin olmadığını anlayacaktır.
*Allah müminlerin dostudur. Allah Kendisini dost edinen, sadece Kendi rızasını gözeten müminlerin koruyucusu ve gözeticisidir. Müminlerin dünyadaki her türlü işlerinde Allah'ın yardımı ve desteği vardır, Allah'ın rızasını gözeterek yaptıkları her iş mutlaka hayırla sonuçlanır.
*Her insan gücünün yettiği en yüksek çabayı göstererek, Kuran'ın hükümlerini eksiksizce uygulayarak, Allah'ın makbul gördüğü güzel ahlakı hayatının her anında yaşama geçirerek Allah'ın rızasını kazanmaya çalışmalıdır. Bu çabalarının karşılığı olarak cenneti umabilir, ancak hiçbir zaman emin olamaz.
*Mümin hayatı boyunca yaptığı her işi Allah'ın rızası ve hoşnutluğu için yapar. Yaptığı iş ne olursa olsun ona asıl amacını unutturmaz. Allah Kuran'da müminlerden bahsederken ticaretin veya alışverişin onlara asıl amaçlarını unutturmadığını şöyle bildirmiştir:
(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah'ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten 'tutkuya kaptırıp alıkoymaz'; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar. (Nur Suresi, 37)
Allah'ın müminlerden istediği üstün bir ahlak vardır ve müminler hangi iş üzerinde olurlarsa olsunlar bu ahlakın gereklerini yerine getirirler. Ticaret yaparken de yine dürüst, yine samimi, yine fedakar, yine çalışkan, yine adaletli, yine tevazuludurlar. Yine bütün dikkatleri Allah'ın rızasında ve O'nun helal-haram sınırlarındadır. Bunlarla birlikte Allah müminlere ticaret yaparken başkalarının haklarına tecavüz etmemelerini, ölçüyü ve tartıyı tam tutmalarını, insanların eşyasını değerden düşürmemelerini emretmiştir. (Hud Suresi, 85)
Ayrıca ticaret yaparken dürüst olmanın, insanlara haksızlık yapmamanın ve böyle güzel bir ahlak göstererek Allah'ı razı etmenin daha hayırlı olacağı İsra Suresi'nde şu şekilde bildirilmiştir:
Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun ve dosdoğru bir tartıyla tartın; bu, daha hayırlıdır ve sonuç bakımından daha güzeldir. (İsra Suresi, 35)
*O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. (Mülk Suresi, 2)
Ayette bildirildiği gibi tüm insanlar davranışlarının nasıl olduğu ile denenirler. Güzel davranışlarda bulunanlar, bunun sonucunda Allah'ın hoşnutluğunu kazanarak cennete girmeyi arzularlar. Bunun için de hayatlarının her anını böyle bir çaba içinde geçirmeleri gerektiğini bilirler.
Fakat kimi insanlar bu noktada önemli bir yanılgı içindedirler. Sadece ibadetleri yapmanın ve haramlardan sakınmanın Allah rızası için olduğunu ve bunların dışındaki zamanların dinle bir ilgisinin bulunmadığını zannederler. Oysa insan yaşadığı her anda, her konuşmasında, aklından geçirdiği her düşüncede, yaptığı her türlü işte Allah'ı en fazla hoşnut etmenin yolunu aramalıdır. Örneğin dünyada her insan çalışır ve para kazanır. Ancak hayatını Allah için yaşayan bir insan, Allah'ın dinine daha fazla hizmet edebilmek için çalışır ve kazancından kendine sadece ihtiyacı kadarını ayırarak, kalanını Allah'ın hoşnut olacağı yerlerde harcar. Bu insan her sohbetinde Allah'ı en hoşnut edecek konuşmaları yapar. İnsanlara Allah'ı hatırlatır, kötülükten menederek iyiliği emreder. Çevresini ve dostlarını Allah'ın hoşnut olacağı insanlardan seçer. Bu seçimi yaparken dünyevi çıkarlarını veya dini yaşamayan insanların kıstaslarını dikkate almaz. Her an, "şu an Allah'ı en fazla nasıl hoşnut edebilirim?" diye düşünür.
Dinin en temel şartlarından biri, hayatın tamamının Allah için geçirilmesidir. Bu nedenle Allah müminlere şöyle söylemelerini emreder:
De ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." (En'am Suresi, 162)
*Allah'tan korkan bir insanın hayattaki en büyük amacı Allah'ı razı edecek bir ahlaki yapıya sahip olmaktır. Bunun için kendisini eğitmesi, sürekli olarak daha üstün bir ahlakı yaşama çabası içinde olması gerektiğini bilir. Çünkü samimiyetin, dürüstlüğün, çalışkanlığın, fedakarlığın, tevazunun ya da diğer güzel özelliklerin "üst sınırı" yoktur.
Yani bir insanın "ben en güzel ahlaka ulaştım bundan daha iyisi olamaz" demesi mümkün değildir.
Kendisini her açıdan eksik gören, daha iyisini arayan bir insanın manevi yönden gelişmesi çok hızlı olur. Böyle bir kişi süratle hatalarından arınır, her gün daha üstün bir ahlaka doğru ilerler. Aksi takdirde eğer insan bir konuda kendisini yeterli görürse daha iyisini aramak ve uygulamak için bir çabası olmaz. Eksiklerini ve hatalarını bulamaz ve düzeltemez. Bu da onun ilerleyememesine neden olur. Allah Kuran'da insanın kendisini herhangi bir konuda müstağni görmesinin yani yeterli bulmasının büyük bir hata olacağını şöyle bildirmiştir:
Hayır; gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğünden. (Alak Suresi, 6-7)
İşte bu yüzden insan kendini gerek Allah'ı razı edecek hayırlı işler yapma, gerekse manevi yönden kendisini geliştirme konusunda kesinlikle yeterli görmemelidir. Allah'ın kendisine verdiği akıl ile, hep daha iyisini, daha güzelini, daha üstününü, daha mükemmelini talep etmeli ve bu konuda samimi bir çaba göstermelidir.
*(Bu,) Bir Kitap'tır ki onunla uyarman için ve mü'minlere bir öğüt olmak üzere sana indirildi. Öyleyse bundan dolayı göğsünde bir sıkıntı olmasın. (Araf Suresi, 2)
Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidar sahibi kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler, ma'rufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah'a aittir. (Hac Suresi, 41)
İşte tüm bu ayetleri bilen müminler hiçbir karşılık beklemeden, yalnızca Allah'ın rızasını kazanmak için öğüt verdikleri gibi, kendilerine öğüt veren, onları doğruya davet eden Müslümanlara da en güzel şekilde icabet ederler.
*neden insanlar kendilerini içinde bulundukları karanlık ruh halinden kurtararak dünyada ve ahirette güzel bir hayatla yaşatacak, hatalarından, eksiklerinden arındıracak, iyiliğe, güzelliğe ve hepsinden önemlisi Allah'ın rızasına iletecek sözlere uymazlar? Bununla ilgili birçok neden söyleyebiliriz. Öncelikle Allah ve ahiret korkularının olmaması, kendilerini eksikliklerden, hatalardan müstağni görmeleri, kibirleri, verilen öğütlerin "... Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi... " (Şura Suresi, 13) ayetinde de belirtildiği gibi, gururlarına ağır gelmesi...
*Her insan Allah'ın doğru yoluna, güzel ahlaka, hak dine uymaya, ibadet etmeye, yalnızca Allah'ın rızasını aramaya, ahirete yönelik hazırlık yapmaya, dünyevi hırslardan sıyrılmaya davet edildiğinde bunun doğruluğunu vicdanen bilir.
*Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin. O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmaya çağırır. (Fatır Suresi, 6)
Müminler bu insanları Allah'ın rızasına, rahmetine ve cennetine çağırırken onlar kendilerine anlatılanlara uymamakla ve yüz çevirmekle zaten şeytanın bu davetine uymuş olurlar.
*O gün, zulmeden, ellerini (hınçla) ısırarak (şöyle) der: "Ah keşke, elçiyle birlikte bir yol edinmiş olsaydım,"
"Vah yazıklar bana, ne olurdu da filanı dost edinmeseydim."
"Çünkü o, gerçekten bana geldikten sonra beni zikirden (Kur'an'dan) saptırmış oldu. Şeytan da insanı 'yapayalnız ve yardımsız" bırakandır." (Furkan Suresi, 27-29)
Ölüm meleklerinin ummadıkları bir anda yanlarına gelmesiyle pişmanlığa kapılan insanlar için bu daha bir başlangıçtır. Onlar hayatları boyunca kendi istek ve tutkularını, arkadaşlarını, eş ve dostlarını, mallarını, mülklerini, işlerini, kariyerlerini, şan ve şöhretlerini Allah'ın rızasına tercih etmişler, kendilerini doğru yola çağıran müminlerin sözüne uymamışlardır. Hesap gününde ise dünyada Allah'ın rızasına tercih ettikleri herşeyden tek tek sorguya çekileceklerdir
*Cennete giren müminlerin duydukları en büyük manevi haz ise; "… Allah'tan olan hoşnutluk ise en büyüktür. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur." (Tevbe Suresi, 72) ayetinde de bildirildiği gibi Allah'ın rızasıdır. Allah'ın kendilerinden razı olduğunu, kendilerini sevdiğini ve sonsuza kadar Allah'ın dostu olacaklarını bilmeleridir.Allah'ın rızasını kazanmış olmak insana hiçbir maddi güzellikle karşılaştırılamayacak kadar büyük bir sevinç ve mutluluk verir. Nitekim bu güzel huylu insanların karşılaşacakları güzel son Kuran'da şöyle haber verilmiştir:
Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık kullarımın arasına gir. Cennetime gir. (Fecr Suresi, 27-30)
*Allah pek çok ayetinde kendilerine verilen öğütleri dinlemeye yanaşmayan, güzel söze davet edildiklerinde bundan yüz çeviren, Allah'ın hoşnut olacağı bir yaşam sürdürmeyi kabul etmeyen toplumları zorlu bir azapla uyarır.
*müminin tebliği karşısında bir kişi derhal iman ederken, diğer bir kişi inkar, alay ve saldırgan tavırlarla karşılık verebilir. Başka bir kişi vicdanını kullanıp, hayatını Allah'ın razı olacağı şekilde geçirmeye karar verirken, diğer kişi ise inkarcılardan olup, güzel söze kötülükle karşılık verme yönünde karar alabilir. Ancak bu inkar, daveti yapan kimseyi hiçbir şekilde umutsuzluğa ya da üzüntüye düşürmez. Burada önemli olan Kuran'a uymaya davet eden kişinin, karşılaştığı tepkiler ne olursa olsun her zaman için Allah'ın razı olacağı ahlakı göstermesi, güzel ahlakından kesinlikle taviz vermemesi, tevekküllü davranmasıdır. Çünkü yeryüzündeki küçük büyük her olay Allah'ın yazdığı kader doğrultusunda gelişmektedir. Ve iman etmeye davet edilen bir kişiye hidayeti veren de Allah'tır.
*Allah'ın iyiliği emretme, kötülükten men etme emrini yerine getirirken önemli olan, karşılarındaki insanların bundan hoşnut kalması değil, Allah'ın kendilerinden razı olmasıdır. Bu yüzden güzel söz söyleyerek Allah'ın yoluna davet eden vicdanlı insanların bekledikleri hiçbir maddi çıkar, dünyevi bir talep olmamıştır. Amaç yalnızca Allah'ın emrettiği bir ibadeti yerine getirmek ve salih kullardan olabilmektir.
*Allah insana nefsin yanında, nefsin kötülüklerinden sakınma duygusunu da vermiştir. İşte vicdan aynı zamanda bu sakınma isteğidir ve kişiyi daima Allah'ın razı olacağı, beğeneceği tavırlara yöneltir. İnsan bu sese kulak verip uyduğu takdirde Allah'ın razı olacağı ve güzelliklerle dolu tertemiz bir hayat yaşar.
*Dünyada öğütten kaçanlar ve fırsat varken bunu değerlendiremeyerek Allah'ın razı olduğu kullarından olamayanlar, hesap günü Allah'ın huzurunda sorgulandıktan sonra dayanılmaz azaplar yaşayacakları cehenneme sevk edileceklerdir.
*Kuşkusuz bir insan için dünyada verilebilecek en büyük müjdeler; ahirette sonsuza dek Allah'ın razı olduğu bir kul olarak yaşam sürebileceği, yaptığı güzel davranışlarla karşılık göreceği ve cennetin kapısında melekler tarafından güzel sözlerle karşılanacağı müjdeleridir. İşte güzel söze uyan insanlara dünyada verilen müjdeler bunlardır.
*canlılardaki ışık üretme mekanizmaları Allah'ın yaratışındaki muhteşemliği bize göstermektedir.Bu canlılar, suyun altında yaşayan, çoğu zaman vücutlarının çoğu sudan oluşan, bir akla ve bilince sahip olması mümkün olmayan canlılardır. Ama her biri okuyanları hayrete düşürecek, harika özelliklere sahiplerdir. Bu da bize göstermektedir ki; Allah hiçbir örnek edinmeksizin yaratandır. Bu örnekler Allah'tan başka ilah olmadığını, Allah'ın herşeyin yaratıcısı olduğunu anlamamız içindir. Bu gerçeği anlayan kişi Allah'ın sınırsız gücünü de anlayacak ve yaşamını yalnızca Allah'ı hoşnut edecek şekilde geçirmek için çalışacaktır.
*karşısına çıkan bir zorluğa Allah rızası için sabreden, kendisine sıkıntı veren bir kişiye güzel söz söyleyen kişinin güzel ahlaklı davranışı hiçbir zaman kaybolmadan sonsuza kadar muhafaza edilir.
*bir insanın öncelikle Allah'ın Kuran'da kendisine yüklediği sorumlulukları vicdanı ile kanaati gelinceye kadar uygulaması, yerine getirmesi gerekir. Maddenin hakikatini bilmek ve dünyaya, bu hakikate göre bir bakış açısı elde etmek ise, insanın Allah rızası için yaptığı bu gayretlerini daha da güçlendirir, kararlılığını kat kat artırır.
*Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara 'süslü ve çekici' kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır. (Al-i İmran Suresi, 14)
Bir başka ayette ise, dünya hayatının bir oyun, oyalanma ve aldanış olduğu şöyle bildirilir:
Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, 'tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme, mal ve çocuklarda bir 'çoğalma-tutkusu'dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azab; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20)
İnsanlar, dünya hayatında sahip olduklarını sandıkları bu görüntülerin gerçekte bir hayal olduğunu anladıklarında, boşa üzülüp hırslandıklarını, boşa vakit geçirip oyalandıklarını, anlamaktadırlar. Sahip oldukları için hırslanan, onlar için insanlara kızıp bağıran, sinirlenenler, masaları yumruklayanlar, maddenin aslı ile hiçbir şekilde muhatap olamadıklarını anladıklarında, rüyasında insanlara saldıran, kızan, bağırıp çağıran insan konumuna gelecekleri için bundan çok utanmakta ve şiddetle pişman olmaktadırlar. Asıl olanın kendilerine bu görüntüleri gösteren Allah'ın razı olacağı şekilde davranmak olduğunu hemen anlamaktadırlar.
*annemizi severken, aslında sevdiğimiz, Allah'ın anne görüntüsünde tecelli ettirdiği Rahim, Rauf (Esirgeyen), Asim (Koruyucu) sıfatlarıdır. Veya mümin bir kardeşimizi severken, onda Allah'ın tecelli ettirdiği ve razı olduğu güzel ahlakı severiz. Onun takvasından ve tavırlarından Allah'ın razı olduğunu umduğumuz için, biz de ondan razı oluruz. Onun Allah'ı sevdiğini, Allah'tan korkup sakındığını gördüğümüz için, Allah'ın yarattığı bu imanlı görüntüden biz de zevk alır, hoşlanırız. Dolayısıyla, biz aslı olsun veya olmasın, bir insanı sevdiğimizde gerçekte Allah'ı severiz ve o görüntüye olan muhabbet ve sevgimizin asıl kaynağı Rabbimize olan muhabbet ve sevgimizdir.
*Allah'ın her an bizi izlediği, gördüğü, işittiği çok önemli bir gerçektir. Bu gerçeğin farkında olan bir insan, Allah'ı gözleriyle görmese bile, O'nun her anında kendisinden haberdar olduğunu bilir. Bu nedenle her ne iş üzerinde olursa olsun, Allah'ın izlediğini bilerek, Allah'ın hoşnut olmayacağı bir davranıştan, konuşmadan, bakıştan veya düşünceden sakınır.
*Dünyaya önem vermeyen, maddenin hayal olduğunu anlayan insanlar için önem verilmesi gereken şey maneviyat olacaktır. Allah'ın her an kendisini işittiğini ve gördüğünü bilen, yaptığı her hareket nedeniyle ahirette hesap vereceğini idrak eden bir kişi doğal olarak güzel ahlaklı olacak, Allah'ın emir ve yasaklarına titizlik gösterecektir. Böylece toplumda herkes birbirine karşı sevgi ve saygı dolu olacak, iyi ve güzel davranışlarda herkes birbiriyle yarışacaktır. İnsanlar arasındaki değer yargıları değişecek, madde değerini yitirecek böylece insanlar arasında üstünlük, mevki ve makama göre değil, ahlaka ve takvaya göre olacaktır. Kimse, aslı hayal olan şeylerin peşinden koşmayacak, herkes gerçeğin peşinden gidecektir. İnsanlar "kim ne düşünür?" zihniyetiyle değil "Allah ne yaparsam benden hoşnut olur?" düşüncesiyle hareket edeceklerdir.
*Allah'a gönülden teslim olarak boyun eğenler, hem Allah'ın hoşnutluğunu, rahmetini ve cennetini kazanmayı umabilirler, hem de dünyada ve ahirette, güven ve mutluluk içinde bir huzurlu yaşam sürerler. Çünkü, Allah'a teslim olan, Allah'ın yarattığı kaderin kendisi için en hayırlısı olduğunu bilen bir insanı üzecek, korkutacak, endişelendirecek hiçbir şey yoktur. Bu insan, elinden gelen her çabayı gösterir, ancak bu çabanın da kaderinde olduğunu, ne yaparsa yapsın kaderinde yazılı olanları değiştirmeye güç yetiremeyeceğini bilir.
*İnsan dünyada da ahirette de, tek dostu, velisi, koruyucusu ve yaratıcısı olan Allah ile beraberdir. İnsanın cennette yanında göreceği peygamberler, elçiler, salih müminler, huriler ve gılmanlar ise, Allah'ın dostluğunu, sevgisini ve yakınlığını en yoğun tecelli ettirdiği varlıklardır.
*Tüm elçilerin taşıdığı ortak bir özellik, yaptıkları hiçbir şey için ücret beklememeleridir. Yaptıkları büyük hizmetler karşılığında bekledikleri tek şey Allah'ın rızasıdır.
*Her elçi gönderildiği topluluğa ilk olarak "Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim" (Şuara Suresi, 107) ifadesiyle söze başlayarak kendisini tanıtmıştır. Peygamberlerin bu güvenilirlikleri, Allah'ın kitabına, dinine, gönderdiği şeriata tam tamına uymalarından kaynaklanır. Hiçbir durumda doğru yolun, hak dinin sınırlarının dışına çıkmazlar. Yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak istemelerinden dolayı kimseye boyun eğmezler.
*İslam dininin en temel özelliklerinden biri, insanın tüm yaşamını Allah korkusu üzerine bina etmesi ve tüm ibadetlerini de yalnızca Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmak için yapmasıdır.
*Peygamber Efendimiz, sadece Allah'ın hoşnutluğunu aramış, hiçbir çıkar veya dünyevi bir kazanç düşünmeden, hayatı boyunca Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmak için çaba göstermiştir.
*Peygamberimiz (sav)'in en güzel örnek olduğu konulardan biri de takvası yani sadece Allah'ın rızasını gözeten tavrıdır. Peygamberimiz (sav) sadece Allah'tan korkup sakındığı ve hiçbir zaman insanların hevalarına uymadığı için daima en doğru yolda olmuştur. Kuran ahlakının bu özelliği insan için büyük bir kolaylık ve güzelliktir. İnsanları memnun etmeye, kendini onlara beğendirmeye çalışan, hem Allah'ın hem de insanların rızasını arayarak, takdir ve övgü peşinde koşan kişiler için her yaptıkları iş büyük bir ağırlıktır. Böyle insanlar hem içlerinden geldiği gibi, samimi, özgür düşünüp davranamazlar, hem de her insanı aynı anda memnun edemeyecekleri için aradıkları övgü ve takdiri de bulamazlar. En küçük bir hatalarında bile paniğe kapılır, gözüne girmeye çalıştıkları kişilerin hoşnutsuz olduklarını gördüklerinde onların saygı ve güvenini kaybetme korkusunu taşırlar.
Oysa, sadece Allah'ın rızasını gözeten, sadece Allah'tan korkup sakınan Müslümanlar hiçbir zaman başaramayacakları ve onlara dünyada ve ahirette sıkıntı ve kayıp getirecek bir yükün altına girmezler.
*Peygamber Efendimizi örnek alarak onun yolunu izleyenler de, Allah'ın rahmetinden ve yardımından hiçbir zaman umut kesmemeli, Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini umarak hayırlarda yarıştıkları sürece Allah'ın daima onların yanında olduğunu bilmelidirler.
*Bir kimsenin Allah'a sımsıkı sarılması, Allah'tan başka bir ilah olmadığını bilerek, hayatını yalnızca O'nu razı etmeye adaması ve her ne olursa olsun Allah'a olan sadakatinden vazgeçmemesi o kişinin ihlas sahibi olduğunu gösterir.
*Günümüzde de Müslümanların, insanların rızalarını gözetmeden, kim ne der diyerek düşünmeden Kuran ahlakını insanlara anlatmaları, Peygamberimiz (sav)'in sünnetine uyarak "kınayanın kınamasından korkmamaları" gerekir. Bu, Allah'ın razı olacağı ve cenneti ile müjdelediği bir ahlak ve takva alametidir.
*Peygamberimiz (sav) tüm alemlere örnek bir ahlaka sahipti ve insanları da güzel ahlaklı olmaya çağırmış, onlara Allah'ın razı olacağı ahlakın ve davranışların nasıl olması gerektiğini açıklamıştır.
*İnfak etmek, bir insanın malını ve canını Allah'ın yolunda, Allah'ın razı olacağı şekilde harcamasıdır.
*İhlas sahibi bir mümin, yaptığı işler ve ibadetlerle Allah'ın dışında bir başkasının sevgisini, hoşnutluğunu, takdirini, ilgi ve beğenisini elde etmeye çalışmaz. İhlas sahibi müminlere en güzel örnek Hz. Muhammed (sav) ve diğer peygamberlerdir.
*Elçiler, Allah'ın emirlerini yerine getiren, insanlara Allah'ın vahyini ileten ve hal ve tavırlarıyla, konuşmalarıyla, kısacası tüm hayatlarıyla insanlara Allah'ın en hoşnut olacağı insan modelini ve hayatın nasıl yaşanması gerektiğini gösteren mübarek insanlardır.
*mümin kişiler, Karun’a özenen yahudilere de öğüt vermiş ve onları mümin şerefiyle düşünmeleri ve hareket etmeleri, dünyanın geçici süsüne değil Allah’ın rızasına talip olmaları için uyarmışlardır
*Mal, yalnızca ihtişam ve zevk için istenmez. Unutulmamalıdır ki, Allah insanları mallarıyla da imtihan etmektedir. Bu mallar Allah’ın rızası için kullanıldığı ölçüde insana fayda getirir.
*Hz. Musa hayatı boyunca Rabbinin risaletini tebliğ etmeye çalıştı. Kavmini putlardan kurtarıp onlara gerçek dini anlatmak için çaba harcadı. Onun amacı, Allah’ın rızasını kazanmak için insanları uyararak onları cehennem azabından kurtarmaktı.
*Karun kıssasında detaylı olarak insan öldüğünde hiç bir zaman bıraktığı mallar ona bir fayda getirmez. Hatta o mallar Allah’ın rızası doğrultusunda kullanılmıyorsa dünya ve ahiret azabının artmasına sebep olur. Mallar hiç bir zaman imrenme vesilesi de olmamalıdır. Çünkü Allah dilediğine rızkı genişletip yayar, dilediğinden de keser. Allah rızası için kullanılmadığı sürece bir insanın çok malının olması ona bir fayda getirmediği gibi, Allah’ın rızasına uyan insanların az malının olması da onlar için bir kayıp değildir. Bu yüzden dünyadaki mal, mülk, zenginlik bir üzüntü veya övünç kaynağı olmamalı, yalnızca Allah’ın rızasına yönelik yaşamak ve takva ölçü olarak alınmalıdır.
*Hz. Musa’nın kavmi hak dini gerçekten kavrayamamışlardı.Peygamberlerine Allah rızası için değil, muhtemelen onu güçlü ve kararlı bir lider olarak gördükleri için itaat etmişlerdi.
*Yahudilerin dini kitapları olan Talmud’da, ibadetler veya günlük yaşam hakkında en akla gelmeyecek detaylar yer alır. Örneğin bir hayvanın sütünün nasıl sağılacağından yakılan bir tütsünün dumanının nasıl kullanılacağına kadar sayısız konuda, dini hiç bir anlam taşımayan detaylar bulunur. Yahudilikte bir insanın dindarlığının ölçüsü de bu detayları ne kadar uyguladığına göre değişir. Buna karşın dindarlığın temeli olan Allah’a ve ahirete iman konusu tamamen unutulmuştur. Yahudi dini, uyulması gereken bir kurallar bütünü haline gelmiş, Allah korkusu, Allah rızası, Allah sevgisi gibi iman esasları kaybolmuştur.
*Sonra gelenler arasında da ikisine (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık.
Musa’ya ve Harun’a selam olsun.
Şüphesiz biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.
Şüphesiz ikisi, bizim mü’min olan kullarımızdandılar. (Saffat Suresi, 119-122)
Allah onlardan ve diğer elçilerinden razı olmuştur. Rabbimiz bize de elçilerinin yaşamlarını daha iyi kavramayı ve onlar gibi razı olunan kullardan kılınmayı nasip etsin.
*Hz. Süleyman, putperestliğin yaygın olduğu bir dönemde yaşamış, ancak hiçbir zaman, hiçbir şeyi Allah'a ortak koşmamıştır. Sadece Allah'ın rızasını gözetmiş ve Allah'ın dinini hakim kılmak için hiçbir insanın ya da varlığın rızasını gözetmeden ihlasla yaşamıştır.
*Hz. Süleyman'ın karıncaların aralarında geçen konuşmayı duyduktan sonra, hemen Allah'a yöneldiği ve dua ettiği ayette bildirilmiştir. O, kendisine verilen nimetler karşısında her zaman bunların gerçek sahibinin Rabbimiz olduğunu bilmiş, her tavrı ve sözüyle tek hedefinin Allah'ın rızasını kazanmak olduğunu göstermiştir.
*Hz. Süleyman kıssası bize Müslümanın mal ve mülke gafil insanlardan çok daha farklı bakacağını ve bu bilinci elde ettikten sonra mal ve mülke sahip olmanın ona Allah'ı zikretmesi için bir vesile olacağını göstermektedir. Kastedilen bilinç, tüm malın ve mülkün Allah'a ait olduğunu, O'ndan geldiğini ve yine O'nun dilemesiyle gideceğini bilmektir. Bunu bilen Müslüman, kendisine mal ve mülk verildiğinde bundan dolayı kibirlenmez veya şımarmaz. "Mallar elimden gidecek" korkusuna da kapılmaz. Allah'ın vermiş olduğu tüm imkanlara şükreder ve bu imkanları O'nun rızası için O'nun yolunda kullanır. Allah kendisine büyük bir mülk, ihtişam ve iktidar nasip ettiğinde de, bunların hepsini birer nimet ve imtihan vesilesi olarak görür, Allah'a olan saygı, korku ve sevgisi daha da artar.
*... "Gerçekten ben, mal (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim..." (Sad Suresi, 32)
Bu ayetten mal sevgisinin, eğer Allah rızası için olursa makbul olduğu anlaşılmaktadır. Sahip olunan zenginlikler Allah'ın rızasını kazanacak işlerde, Allah'ın sonsuz kudretini zikretmede kullanılırsa, bu yapılanlardan Allah'ın hoşnut olması umulur.
*"Ben onlara bir hediye göndereyim de, bir bakayım elçiler neyle dönerler."
(Elçi hediyelerle) Süleyman'a geldiği zaman: "Sizler bana mal ile yardımda mı bulunmak istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır; hayır, siz, hediyenizle sevinip öğünebilirsiniz" dedi. (Neml Suresi, 35-36)
Hz. Süleyman kendisine gönderilen hediyelerin, kararında bir değişikliğe yol açamayacağını, Allah'ın kendisine verdiklerinin onların hediyelerinden çok daha hayırlı olduğunu açıkça ifade etmektedir. Bu da, onun yalnızca Allah'ın rızasına rağbet eden güzel ahlakının bir örneğidir.
*"Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz Sen, karşılıksız armağan edensin." (Sad Suresi, 35)
Hz. Süleyman, malı, Allah rızası için sevmekte ve O'nun yolunda harcamak için Allah'tan kendisine büyük bir mülk nasip etmesini istemektedir. Bu ayetle Müslümanların da Allah yolunda harcamak için dünya hayatında benzersiz bir zenginlik ve mülk isteyebileceklerine işaret edilmektedir.
*Hz. Süleyman'ın Kuran'da bildirilen en önemli özelliklerinden biri ise, hiç şüphesiz sahip olduğu üstün ahlakıdır. O, hayatı boyunca insanları Allah'ın razı olacağı din ahlakını yaşamaya davet ederken, kendisi de derin imanı ve güzel ahlakıyla tüm insanlara örnek olmuştur.
*Eğer Müslümanlar Allah'ın birer hidayet rehberi olarak gönderdiği bu kutlu insanların ahlaklarını ve tüm yaşamlarını kendilerine örnek alır ve sadece Allah'ın rızasını hedeflerlerse onlar da mutlaka büyük bir başarıya ve zafere ulaşacaklardır.
*Tarih boyunca Allah yolunda olup da, haksız iftiralar sonucunda hapse atılan veya çeşitli zorluklarla karşılaşan müminler daima Hz. Yusuf'un bu güzel tavrını örnek alarak, üstün ahlaklarından asla taviz vermeyeceklerini göstermişlerdir. İnkarcıların bir eziyet ve ceza olarak gördükleri hapsi salih müminler zevk ve neşe ile karşılamışlardır. Allah'ın rızasını kazanmak için çaba gösterirken karşılaştıkları tüm zorluklar, sıkıntılar ve ezalar onların şevklerini ve heyecanlarını artırmıştır.
*Müminlerin, Allah'ın rızasını kazanmak için çaba sarf ederken girdikleri hapishane ortamını Yusuf Medresesi olarak isimlendirmelerinin nedeni, onların herşeyde bir hayır ve güzellik olduğuna inanmalarıdır. Onlar bilirler ki, Allah bir mümin için her ne dilerse, o en hayırlısı ve en güzelidir.
*Müminin üzerinde, sabır gösterdiği her zorluğun büyük bir hayrı ve güzelliği oluşur. Yusuf Medresesi'nde bulunmak da beraberinde birçok zorluğu getirir. Herşeyden önce maruz kalınan muamele, yaşanılan mekan, müminin sevdiklerinden, diğer müminlerden ayrı kalması gibi birçok konu Yusuf Medresesi'nin zorluklarındandır. Ancak yaşanan her zorluk müminin ahlakının daha da güzelleşmesine vesile olurken, bir yandan da cennetin müjdesi gibidir. Çünkü zorluklar karşısında gösterilen güzel tavır Allah'ın rızasına, rahmetine ve cennetine vesile olacaktır.
*Bir müminin en önemli özelliklerinden biri ihlası, yani her işini Allah'ın rızasını kazanmak için yapmasıdır. İhlas sahibi bir mümin yaptığı her hareketin hesabını ahirette vereceğini bilerek, Allah'ı en fazla hoşnut edecek tavrı gösterir.
*Gerçekten Biz onları, katıksızca (ahiretteki asıl) yurdu düşünüp-anan ihlas sahipleri kıldık. (Sad Suresi, 46)
Allah'ın bildirdiği ayette "katıksızca" ifadesi kullanılmıştır. İnanan bir kişi her yaptığında sadece ve sadece Allah'ın rızasını kazanmayı hedefler, bunun dışında hiçbir amacı, hedefi, memnun etmek istediği bir efendisi yoktur.
*Müminler ise hayır işlerlerken bunu yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için yaparlar, çünkü sadece ihlasla yapılan ameller Allah katında geçerlidir.
*İnkar edenler: "Ona Rabbinden bir ayet (mucize) indirilseydi ya!" derler. De ki: "Şüphesiz Allah, dilediğini şaşırtıp-saptırır, kendisine katıksızca yöneleni de dosdoğru yola yöneltip-iletir." Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah'ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur. (Rad Suresi, 27-28)
Ayetlerde de bildirildiği gibi sadece Allah'a yönelip dönen, herşeyi Allah rızası için yapan bir insan tek dostu ve velisi olan Allah'a sığınır ve sadece Allah'ın rızasını ister.
*Allah "Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır." (Al-i İmran Suresi, 104) ayetiyle insanlar arasında her dönemde bulunması gereken bir topluluğa dikkat çekmiştir.
Yusuf Medresesi'nde bulunan bir mümin eğer imkanı ve izni varsa bu sorumluluğun gereğini yerine getirir. Üstelik hapishane iyiliğin emredilmesine ve kötülükten alıkonmaya, ahiretle ve Allah korkusu ile uyarılmaya en çok ihtiyaç duyan kişilerin bulunduğu bir yerdir. Burada bulunan suç işlemiş insanların büyük bir bölümü eğer Allah'tan gereği gibi korkup sakınsalar, orada bulunmazlardı. Bu kişilerin hayatlarının geri kalan bölümünü huzur ve güven içinde geçirmelerinin, devlete ve millete faydalı insanlar haline dönüşebilmelerinin tek yolu, onların Allah'tan korkan, Allah'a kulluk eden, Kuran ahlakına uyan, mülayim, huzurlu, adaletli, vicdanlı ve merhametli kimseler olmalarıdır. Bu nedenle Yusuf Medresesi'ndeki bir müminin, imkanı olduğu takdirde, buradaki kişilere Kuran'la öğüt vermesi, hapishaneyi onlar için de güzel bir dershaneye, verimli bir terbiyehaneye çevirecektir. Bu şekilde hapse katil, dolandırıcı veya cani olarak giren biri cennete girmeyi ümit eden, Allah'ın rızasını ve rahmetini uman, Allah'tan korkup sakınan, devletine ve
milletine hayır getirmeyi amaç edinen mümin bir kimse olarak çıkacaktır.
*Allah, dünyada herkese yaptığının karşılığını gösterecektir; salih müminleri de mutlaka üstün kılacaktır. Ancak asıl karşılık sonsuz ve asıl hayatımız olan ahirettedir. Her insan, er ya da geç mutlaka bir gün ölecektir. Herkes hiç beklemediği bir anda ölüm meleği ile karşılaşacak ve işte o an, her insan gerçeği tüm çıplaklığı ile görecektir. Herkes şundan emin olmalıdır ki, dünya hayatına razı olanlar, zorluklardan kaçanlar, keyiflerinin peşinden gidenler, rahatlarını bozmaktan kaçınanlar, istek ve arzularını Allah'ın rızasına tercih edenler, gelecek endişesi ile, haksız yere hapse atılmaktan veya sürülmekten korkarak dinlerini, ibadetlerini terk edenler ölüm meleklerini gördüklerinde hiç de dünya hayatında yaşadıklarına sevinemeyeceklerdir. Bu insanlardan hiçbiri, "İyi ki dünya hayatımda yan gelip yatmışım, dünya zevklerinin peşinde koşmuşum. Bunlar da yanıma kar kaldı" diyemeyecektir. Diyemediği gibi, tüm bu yaptıkları onda tarifi ve geri çevrilmesi imkansız bir pişmanlığa neden olacak, hiçbir zaman hissetmediği kadar büyük bir yürek acısı ve çaresizlik hissi duyacaktır.
*Tüm hayatını Allah için yaşayan, Allah'ın rızasından vazgeçmediği için hayatının büyük bir bölümünde zulüm gören, zorluk yaşayan, hep öldürülme tehlikesi altında kalan, insanlardan incitici ve alaycı sözler işiten, iftiralara uğrayan, hatta hapis yatan bir mümin ise ölüm meleğini gördüğünde tüm hayatı boyunca yaşadığı zorluklar için büyük bir sevince kapılacaktır.Mümin, zorluklarla karşılaştığı anda da çok büyük bir sevinç ve umut yaşar; çünkü tüm dünyadaki zorlukların sonunun hayır olduğunu, Allah'ın mutlak bir kolaylık ve üstünlük vereceğini bilir. Üstelik burada yaşadığı zorlukların ahirette de bir güzellik ve kat kat artırılmış nimetler olarak karşısına çıkmasını şiddetle umar.
*Allah rızası için yetiştirilen çocuk mümin ahlakını benimsemese de kaybedilen bir şey yoktur. Çünkü tüm insanların velisi Allah'tır ve kişi O'nu razı edecek şekilde bir eğitim verdiğinde, artık gerisini Allah'a havale etmiş ve hiç silinmeyecek bir sevabı almıştır.
*salih müminler için vadedilen ebedi güzellikler kendilerine dünyadaki hayatlarında gösterilmeye başlanır. Allah mümine, onu denemek kastıyla, hayatı boyunca sıkıntılar, çileleler, acılar da verebilir; ama bunlara Allah rızası için sabreden mümin, tüm bu sıkıntılardan, inkarcı bir insanın anlayamayacağı manevi bir lezzet alır.
*Bir mümin, onu yaratan Allah'ın bilincinde olmasından, O'nun emir ve yasaklarına uymasından, O'nun insanlar için seçip beğendiği dini yaşamasından ve ölümünden sonrası için çok büyük umut ve beklentiler taşımasından ötürü dünyadaki yaşamı boyunca her türlü ruhsal sıkıntı ve üzüntüden uzaktır. Herşeyden önce kendisini Yaratan'ın yardımı ve desteği kendisiyle beraberdir. Müminlerin her namazda, her salih amelde, Allah rızası için yapılan küçük büyük her işte Allah'ın kendilerini gördüğünü, meleklerin bunları amel defterlerine yazdığını ve ahirette tüm bunların karşılığını alacaklarını bilmelerinden doğan bir huzurdur bu.
*Müminler, "bizim Rabbimiz Allah'tır deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturan" (Fussilet Suresi, 30) insanlardır. Ve, "onların üzerine melekler iner. 'Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size vadolunan Cennet'le sevinin'" (Fussilet Suresi, 30) derler. Müminler Allah'ın "kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemeyeceğini" (Araf Suresi, 42) bilmişlerdir. Kadere ve herşeyi yapıp edenin Allah olduğuna kesin bir bilgiyle inanırlar ve böylece başlarına gelenlere "Allah'ın bizim için yazdıkları dışında bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez" (Tevbe Suresi, 51) diyerek tevekkül ederler. Allah rızasına uyduklarından ve hep "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir." (Al-i İmran Suresi, 173-174) dediklerinden dolayı da, onlara hiçbir kötülük dokunmayacaktır. Ancak dünya bir imtihan meydanı olduğundan elbette müminin karşısına çeşitli zorluklar çıkabilir. Belli dönemlerde açlık, hastalık, uykusuzluk, kaza, maddi kayıp, vs. türünden çeşitli sıkıntılarla karşılaşabilir. Fakirlikle ve zorluklarla da imtihan olabilir. Ayette bu imtihan şöyle bildirilmiştir:
Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hali başınıza gelmeden Cennet'e gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki müminlerle; "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyordu. Dikkat edin, şüphesiz Allah'ın yardımı pek yakındır. (Bakara Suresi, 214)
Kuşkusuz ki bu zor durum, peygamberin ve yanındaki müminlerin Allah'a duydukları saygıyı ve korkuyu, Cennet'e olan özlemlerini daha da arttırmıştır. Zaten Allah, ayetin sonunda yardımının çok yakın olduğunu da müjdelemektedir. Sonuçta, "Allah, takva sahiplerini zafere ulaşmalarıyla kurtarır. Onlara kötülük dokunmaz ve onlar hüzne kapılmayacaklardır." (Zümer Suresi, 61)
*insan sorumludur; Rabbini tanımakla, O'nun kendisinden istediklerini öğrenip uygulamakla, gerçek yurdunun dünya olmadığını, dünyanın "göz açıp kapayıncaya kadar" kaybolacak bir hayat olduğunu anlamakla sorumludur. Bu gerçekleri kavrayan insanın tavrı ise, gerçek yurt olan ahirete hazırlık yapmak, yaşamını yalnızca Allah'ı hoşnut edecek yollar arıyarak geçirmek olacaktır.
Aksi takdirde dünyada da ahirette de azapla karşılaşır. Zengin olur, ama mutlu olamaz. Güzel olur, ama güzelliği başına belalar getirir. Ünlü olur, ama bir gün yalnız kalır ve sonunda bir odada tek başına ölür.
*şirk, sadece tahtadan oyulmuş putlara tapmakla sınırlı bir kavram değildir ve sanılanın aksine pek çok toplumda yaygındır. İnsanın Allah'ın rızasına muhalif olarak kendisine hayat amacı olarak belirlediği, kendisinden medet umduğu, rızasını aradığı her varlık,Allah'ın rızasına tercih ettiği herşey Allah'tan başka edindiği birer ilahtır aslında. Bu nedenle şirki uzak görmemek, onun insanın çok yakınında olabileceğine ihtimal vermek gerekir.
*bir kimsenin hoşnutluğunu Allah'ın hoşnutluğuna tercih etmek, Allah'ı razı etmek yerine onu razı etmeye çalışmak demek ayrı bir ilah edinmek demektir. Bir kimseden Allah'tan korkar gibi hatta daha fazla korkmak, onun korkusuyla Allah'ın emirlerini ya da hoşnut olacağı fiilleri terk etmek de aynı anlamdadır. Bir kimseyi Allah'ı sever gibi sevmek, o kimseyi Allah'a ortak koşmak, onu Allah'ın yanı sıra başka bir ilah mertebesinde görmek anlamına gelir. Örnekleri biraz daha detaylandırmak mümkündür. Mesela bir kişi dini yaşaması gerektiğini anladığı halde içinde bulunduğu ortamı ya da çevreyi sebep göstererek, onların tepkisini almamak için dinden taviz verdiğini söylüyorsa bu, açık bir şirk göstergesidir. Çünkü bu durumda Allah'ın hoşnut olmasını değil de çevresinde bulunan kişilerin hoşnut olmasını tercih ediyor demektir. Ya da insanın ailesi veya beraber olduğu insan dini kavrayamıyor olabilir, böyle bir durumda kişinin onları üzmemek adına dinin gereklerini terk edip, taviz vermesi de aynı şeyin belirtisidir. Çünkü bu durumda yapılması gereken Allah'ın rızasından asla taviz vermemek, insanların hoşnutluğunu değil de Allah'ın hoşnutluğunu tercih etmektir. İnsan elbette ki ailesine sevgi ve saygıda kusur etmez ama onlar hata içinde bulunuyorlarsa ve kendisini şirk koşmaya çağırırlarsa o zaman ne yapmaları gerektiğini de yine Allah Kuran'da bizlere şöyle bildirir:
Biz insana, anne ve babasına (karşı) güzelliği (ilke edinmesini) tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan şeyle bana ortak koşman için sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda, onlara itaat etme. Dönüşünüz banadır. Artık yaptıklarınızı size haber vereceğim. (Ankebut Suresi, 8)
*Nefsin arzu ve istekleri, heves ve tutkuları sınırsızdır. Bu durum yalnızca inkarcılar için geçerli değildir; müminlerin nefisleri de onlara kötülüğü emreder. Allah insanları imtihan etmek ve kimin nefsinin emirlerine uyup da hevasını ilah edindiğini, kimin de nefsine hakim olup yalnızca Allah'ın emirlerini gözettiğini ortaya çıkarmak için nefiste böyle bir özellik yaratmıştır. Hevalarını bu dünyada tatmin edebilmek için Allah'ın sınırlarını gözardı eden müşrikler bu imtihanı kaybederler. Ve nefislerini Allah'ın rızasına tercih etmelerinden dolayı sonsuz azaba mahkum olurlar.
*Samimiyetsiz iki yüzlü bir müşrik, yalnızca kendisi için değil çevresi için de bir tehlikedir. Çünkü kendisi çekinmeden, pervasızca şirk koşarken bir yandan da diğer insanları buna teşvik eder. Bu tehlikeden kurtulmanın tek yolu ise samimiyettir. Bir insan bütün ömrünü şirk içinde geçirmiş veya bilmeden bu tür insanların peşinden gitmiş olabilir. Ama bilmelidir ki günün birinde tevbe edip, çok samimi bir kalple Allah'a yönelirse elbette ki Allah'tan kurtuluş umabilir. Bunun için yapması gereken ise hayatının her anında her saniyesinde yalnızca Allah'ın rızasını esas almak, dini Allah'ın kitabı olan Kuran'dan öğrenmek ve öğrendiklerini tam anlamıyla -eksik ya da fazla olmaksızın- uygulamaktır. Ama unutmamak gerekir ki uygularken hiçbir mazeret, şart öne sürmemeli Allah'ın hükümlerine ve rızasına kayıtsız, şartsız teslim olmalı ve hiç vakit geçirmeden uygulamalıdır. Bu takdirde elbette ki bağışlaması bol olan Allah'tan rahmet umabilir.
*İnsana yaratılıştan verilmiş olan, sevgi, korku, güven, ihtiyaç, sığınma, vs. gibi bütün duygular, Allah'ın rızasını kazanması, Allah yolunda kullanması, iyinin ve doğrunun savunucusu, takipçisi olması için verilmiştir. Ancak bu duygular Kuran, akıl ve irade sayesinde doğru yola yönlendirilmedikleri takdirde şeytani yönde bir itici güç oluştururlar.
*Kadın-erkek ilişkilerinde, Allah rızası dışında karşılıklı kurulan bağlılık ve beraberlikler, insanları şirke saptıran en önemli konulardan birisidir. Genellikle romantizm, duygusallık ve karşılıklı birtakım menfaatler üzerine kurulan bu tür beraberliklerde kişiler Allah'ın rızasını değil, birbirlerinin rızasını ve hoşnutluğunu ararlar. Birbirlerinin hoşnutluğunu Allah'ın rızasına tercih ederler. Birbirlerini memnun edebilmek için Allah'ın sınırlarını çiğnemekte bir sakınca görmez, rahatsızlık hissetmezler. Allah'ın yalnızca kendisine yöneltilmesi için verdiği sevgi duygusunu birbirlerine yöneltirler. Allah'ı değil birbirlerini anarlar. Sonuçta Allah'a karşı yerine getirmeleri gereken bütün vazifeleri birbirlerine karşı getiren, birbirlerini Allah'tan bağımsız müstakil varlıklar olarak gören birbirlerine karşı duyan kişiler ortaya çıkar. Kuran'da bu tür ilişkiler birbirine tapma, birbirini ilah edinme olarak tanımlanır.
*şirk içinde yaşadığını fark eden ve bundan pişmanlık duyan insan, bir an bile tereddüt etmeden putlarını terk etmelidir. Örneğin daha önce sahip olduğu malları, paraları, fabrikaları, mülkleri mutlak kendisinin sanan, rızkının bunlara bağlı olduğunu düşünen, bu büyük servetin kendisine ve soyuna onyıllarca saltanat sürdüreceğini düşünen, tüm bunları kendisine verenin Allah olduğunu düşünmeyen ve bunlarla kibirlenen bir insan, iyice düşünerek bakış açısını ve tavrını değiştirmelidir. Bundan böyle mülkün tek sahibinin Allah olduğunu, bütün bu zenginlikleri Allah'ın kendisini denemek için verdiğini, bunları Allah'ın razı olacağı şekilde kullanması gerektiğini düşünmelidir. İçindeki kibir ve sahiplik duygusundan acil olarak kurtulmalıdır. Bunları yaptığında niyet olarak putlarını kırmış olur, ancak elbette ki bunu fiili olarak ispatlaması gerektiğinde de aynı kararlı tavrı göstermelidir. Örneğin malını, parasını Allah rızası için harcaması gerektiğinde hiç tereddüt etmeden, gelecek ve rızık endişesine düşmeden bunu yapabilmelidir. Bu konuda Allah'a tam güvenmeli, rızkı verenin Allah olduğunu unutmamalı ve Allah'ın karşısındaki aczini bilmelidir.
*Firavun'un halkı baskı, korkaklık, cahillik, her ne pahasına olursa olsun çıkarlarını koruyabilme kaygısı gibi sebeplerle Firavun'u ilahlaştırmışlar, onun düzenini Allah'ın dinine tercih ederek müşrik bir toplum haline gelmişlerdir. Oysa onların yapmaları gereken şey, tek ilahın Allah olduğunu bilip, yalnızca O'ndan korkmak, O'na dayanıp güvenmek ve O'nun razı olacağı şekilde hareket ederek peygamberlerinin izinden gitmekti.
*"Ve yalnızca Rabbine rağbet et" (İnşirah Suresi, 8) Bu, insanın tek dost ve yardımcı olarak Allah'ı görmesi, yalnızca O'nun rızasını hedeflemesi ve sadece Allah'ın hoşnutluğunu esas amaç edinmesi demektir. Böyle bir insan için Allah'ın kendisini beğenmesi, kendisinden hoşnut olması nihai amaçtır. Bu nedenle de böyle bir kişi tüm hayatını Allah'ın belirlediği kıstaslara göre düzenler, O'nun emir ve yasaklarına göre hareket eder. Diğer insanların rızası, hoşnutluğu hep ikinci plandadır. Yalnızca Allah kendisinden razı olsun, gerekirse bütün dünya kendisine cephe alsın, bu kişi için fark etmez. Önemli olan asıl dost olan Allah'ın kendisinden hoşnut olmasıdır. Böyle bir insan kimin ne düşündüğünün, kimin ne söylediğinin, diğer insanların kendisini nasıl değerlendirdiklerinin kaygısını duymaz. Yalnızca Allah'ın razı olması ve yalnızca Allah'ın sevmesi onun için yeterlidir. Böylece sadece Rabbine rağbet etmiş olur.
*şirkten vazgeçip imana yönelen insanın yaşadığı büyük değişim, öncelikle zihninde meydana gelir. Dış görünüm olarak belki eski yaşamının bazı öğelerini devam ettirir, ama tamamen farklı bir bakış açısına ve kavrayışa sahip olur. Kısacası, eskiden atalarından gördüklerine, kendi tutkularına, birtakım insanların fikirlerine göre düzenlediği hayatını, şimdi sadece Allah'ın kitabına göre ve sadece O'nun rızası için düzenler. Böylece binlerce küçük ilaha kulluk etmeyi, onları razı etmek için uğraşmayı bırakarak, "birbirinden ayrı Rabler mi daha hayırlıdır, yoksa Kahhar olan bir tek Allah mı?" (Yusuf Suresi, 39) diyen Hz. Yusuf gibi, sadece kendisini Yaratan'a teslim olur.
*Bu dünyada Allah'ın emirlerini herşeyden üstün tutan, nefislerinin emrettiği kötülüklere uymayan müminler ise ahirette, hem Allah'ın hoşnutluğuna, hem de bir mükafat olarak nefislerinin her türlü isteklerini meşru şekilde tatmin edebilecekleri cennetlere kavuşurlar
*Kuran'ı gereği gibi okuyan, bir parça akla ve vicdana sahip olan bir kimse Allah'ın hoşnut olacağı tavır ve ahlak biçiminin nasıl olması gerektiğini görür ve anlar. Ancak, samimiyeti derecesinde bu anladığına uyabilir ve hayatını buna göre şekillendirebilir.
*Kuran'ın öğrettiği dinde temel Allah'ın rızasıdır. Müslüman kendisine bunu temel almalıdır. Bu konudaki bir ayet konuyu açıklamaktadır:
Binasının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden bir topluluğa hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 109)
Ayetten de anlaşılacağı gibi, Allah rızası üzerine kurulmamış bir iman, bunun üzerine bina edilmemiş bir din anlayışı makbul olmadığı gibi korkunç bir sonu beraberinde getirmektedir.
*Allah'a kulluk etmek, insanın yalnızca namazını veya diğer ibadetlerini değil, tüm hayatını hatta ölümünü kapsamaktadır. Mümin, tüm hayatını Allah'a kulluk etmekle geçiren insandır. Bunun karşılığında -İslam'a yabancı biri için değerinin anlaşılması pek mümkün olmayan bir şeyi- Allah'ın rızasını rahmetini ve sonsuz cennetini kazanacaktır.
Hayatını Allah rızası dışındaki amaçlara yöneltmek ise Kuran'daki deyimiyle "şirk"tir, yani Allah'a ortak koşmaktır. Peygamberler tarih boyunca insanları Allah'a ortak koşmaktan vazgeçmeye çağırmışlardır. Kuran'da bildirildiğine göre tüm "cahiliye" toplumları Allah'a ortak koşan toplumlardır. Dolayısıyla şu anda dünyanın büyük bir bölümü de çok tanrılı bir dinin mensuplarıdır. Bu çok tanrılı dünyanın içinde ancak mümin toplulukları tek Allah'a kul ederek hak dini yaşarlar. Müminlerin söylediği, yalnızca şudur:
De ki: "Ey insanlar, eğer benim dinimden yana bir kuşku içindeyseniz, ben sizin Allah'tan başka ibadet ettiklerinize ibadet etmiyorum, ancak ben sizin hayatınıza son verecek olan Allah'a ibadet ederim. Ben, müminlerden olmakla emrolundum." (Yunus Suresi, 104)
*Müminin hayatı kendisine kötülüğü emreden nefsi ve kendi içinde taşıdığı bu yanıyla mücadele ile geçer. Mümin, her zaman için Allah'ın rızasına karşı, kendisine olmadık alternatifler öneren nefsine karşı koyar. Onu, korku, bıkkınlık, ümitsizlik, gevşeklik gibi çeşitli engelleri kullanarak yolundan döndürmeye çalışan nefsini, şevkle, azimle, cesaretle, sabırla yener. Yolundan asla dönmez, çünkü bu yol onun tek dostu, tek yardımcısı ve tek dayanağı olan Allah'ın yoludur.
*Mümin, Allah'ın rızası için yaşayan, insanlar arasında adaleti koruyan, onları doğruya yönelten kişidir. Müminler, üstlendikleri sorumluluk ne kadar büyük olursa olsun Allah'ın öğrettiği ahlaktan asla taviz vermezler.
*Samimi mümini sahte dindarlardan ayıran en belirgin özelliklerinden biri de, dini anlatırken, insanlardan hiçbir çıkar ummamasıdır. Para, mal, makam ya da insanların beğenisini değil, yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak hedefidir. O "ecrini" (mükafatını) yalnızca Allah katında arar.
*Doğanın kendisi cansız ve şuursuz atomlardan oluşan bir bütündür ve karar alıp uygulama gücüne sahip değildir.
Bu olayın anne ve babadan kaynaklandığını düşünmek de elbette ki yanlış olur. Hatta onlar da bedenlerinde gerçekleşen olaylardan dahi habersizdirler. Böyle olmasına rağmen, anne-baba, doğan kişinin tarafından hayat sebebi olarak görülür. Bu nedenle anne babaya büyük bir minnet, sevgi ve saygı gösterilir.
O halde insan düşünmelidir: Doğumunun -ve aslında diğer tüm hayat fonksiyonlarının- gerçek Yaratıcısı olan Allah çok daha minnet, sevgi ve saygıya layık değil midir? O'nun varlığı açıktır, zaten O'nsuz bir şeyin var olması mümkün değildir.
*sanat ve estetik duyguları Allah'ın insanlara verdiği çok büyük bir nimettir. İnsan için, Allah'ın eşsiz yaratış delilleri olan doğadaki harikalara, güzelliklere, nimetlere karşı duyduğu güçlü sevgiyi ifade edebileceği bir yoldur. Sanata ilham veren duyguların başında ise insanların Allah sevgisinden aldıkları manevi şevk ve heyecan gelir. Dinin ortadan kaldırıldığı bir toplumda insanların bu şevki ve heyecanı yitirmeleri, manevi buhranlara kapılarak amaçsızlaşmaları kaçınılmazdır.
*Bir kısım insanlar dine inandıkları ve neredeyse hemen her gün Kuran'ı okudukları halde Kuran'da yer alan ayetlerin bazılarını rahatlıkla gözardı edebilmektedirler. Kimileri bu hataya bilinçsizce düşerken, kimileri de bu hükümleri, kendi ürettikleri Kuran dışı bir mantığın etkisiyle bile bile önemsememektedirler. Tüm bunları yaparken Kuran hükümlerini bile bile gözardı etmenin Allah katında kendilerine nasıl bir sorumluluk yükleyeceğini ve kendilerini Allah'ın rızasından nasıl uzaklaştıracağını ise hiç düşünmemektedirler. Oysaki Kuran ayetlerinde Allah'ın hükümlerini dikkate almayan kimselerin ahirette azapla karşılaşabilecekleri önemle hatırlatılan bir konudur
*Samimi bir iman ve halis bir niyetle, Allah'ın rızasından başka bir şey gözetmeden İslam'a hizmet eden kişinin ecrini Allah muhakkak verecektir.
*Kuran'da kesin bir emirle bildirildiği halde, dinin menfaatleri uğrunda çaba harcamaktan kaçınmak ve pişmanlık duymadan bu tutumu devam ettirmek, Kuran ayetlerinde kınanan bir ahlaktır. Kuran'da böyle bir kişinin, hayatını sürekli mücadele içinde geçiren, Allah'ın rızasını kazanabilmek için canını malını tümüyle ortaya koymuş müminlerden derece olarak çok farklı konumda olduğu bildirilmiştir. Ayette geçen "büyük bir ecirle üstün kılmıştır" ifadesi, özürleri olmaksızın oturan kimselerle müminler arasındaki farkın ne kadar büyük olduğunu gösterir. Bu nedenle, dünya hayatındaki az bir çıkar, aldatıcı bir rahatlık uğruna ahiretin üstün derecelerini feda etmek akıllı bir hareket olmaz.
*Müminler her devirde, Allah'a kulluk etmeleri, O'nun emirlerini yerine getirmeleri, insanların değil de yalnızca Allah'ın rızasını gözetmeleri nedeniyle içerisinde yaşadıkları topluklar tarafından yadırganmışlardır.
*Samimi ve ihlaslı bir şekilde, Allah'ın rızası dışında hiçbir amaç ya da karşılık gözetmeden infak etmek imanın göstergesidir. İnfak eden müminler pek çok ayette övülmüş ve müjdelenmişlerdir.
*Hiçbir şey Allah'ın rızası ve rahmetinden daha değerli olamayacağı için gerçek bir mümin bunları elde etmek için sahip olduğu herşeyi bir anda gözden çıkarabilir. Böyle davranmadığı takdirde sevgi ve bağlılık duyduğu dünyevi birtakım şeyleri Allah'ın hoşnutluğunun üzerinde tuttuğu ortaya çıkar. Bu durumda da ayetin belirttiği gibi asla iyiliğe erişemez.
*Bir insan çok fazla infakta bulunuyor, büyük hizmetler yapıyor, sürekli ibadet ediyor olabilir. Dini bilgisi de çok fazla olabilir. Ancak durum gerektirdiği zaman sevdiği bir şeyden kopamıyor, Allah yolunda onu infak edemiyorsa, bu imani bir zaaf ve çok büyük bir eksikliktir. Çünkü o şeyi Allah'ın rızasına tercih etmiş olur. Ameli ne olursa olsun bu kişi, işin özünü kavrayamamış, önceden iyi şeyler yaptığını sanırken yaptıkları boşa gitmiştir.
*Sevginin yalnızca Allah'a yöneltilmesi, sevilen diğer şeylerin, diğer insanların ise ancak Allah'ın tecellisi olarak, Allah da onları sevdiği için, Allah'ın rızasını kazanmak için sevilmeleri gerekir.
*İnfak müminler için manevi bir arınma ve temizlenme vesilesidir. İnsan sevdiği, değer verdiği şeyleri yalnızca Allah dilediği için, O'nun hoşnutluğunu kazanmak için seve seve gözden çıkarıyor, feda ediyorsa ancak o zaman yaptığı infak Allah katında bir anlam ve değer kazanır. Mümin bu şekilde Allah'ın rahmet ve hoşnutluğunu dünyadaki hiçbir şeye değişmeyeceğini, bu uğurda herşeyi feda edebileceğini kanıtlamış olur. Mümin bu şekilde davranarak Allah'ın rızasını ve rahmetini kazanmaya mecburdur ve muhtaçtır. Allah herşeyden münezzehtir.
*Boş konuşma, içinde Allah'ın anılmadığı, Allah'ın rızasının gözetilmediği, insanın ahiretine bir fayda sağlamayan konuşmalara denir.
*Onlar, 'tümüyle boş' şeylerden yüz çevirenlerdir. (Müminun Suresi, 3)
Allah'ın rızasına yönelik olmayan her iş Kuran'da belirtilen bu boş şeylerin kapsamına girer. İnsan Kuran'da emredilen çok önemli bir ibadeti bile, Allah'ın rızası dışında, alışkanlık olduğu için veya o anda kolayına geldiği için veya öncelikli fakat nefsine ağır gelen başka bir işten kaçmak için veya herkes yapıyor diye yaparsa yaptığı iş boşa gidebilir.
Müminlerin Kuran'da belirlenmiş ve günlük hayatlarında yapmaları farz olan çeşitli ibadetler vardır. Bunların dışında mümin zamanını İslam'a en faydalı olacağı, Allah'ın rızasını en fazla kazanacağı işlerle geçirmeli, bu işlerden en yüksek verimi alacak şekilde kendini geliştirmelidir.
Yapılan işlerdeki öncelik ve aciliyet sırası da çok önemlidir. Belli zamanlarda yapılması gerekli olan işleri başka zamanda yapmaya kalkışmak emek ve zaman kaybına yol açabilir. Çünkü o anda yapılması çok daha zaruri ve öncelikli işler olabilir. Tüm bu nedenlerle, mümin, cahiliyenin hayatı boyunca kendini kaptırdığı boş işlerle ilgilenmemeyi yeterli görmemeli, yaptığı salih amellere nefsinin karışmamasına, her zaman Allah rızasının daha çok olduğu bir işi daha az olan birine tercih etmeye özen göstermelidir.
*Kalben ve dille olmasının yanı sıra şükrün fiilen yapılması da çok önemlidir. Bu da, verilen nimeti Allah yolunda, Allah'ın rızasının en fazla olduğu yönde değerlendirmekle olur. İnsan mal, mülk, zenginlik, makam, mevki, itibar, zeka, sağlık, kuvvet gibi nimetleri Allah yolunda, Allah'ın emrettiği biçimde kullanmazsa verilen nimetin şükrünü hakkıyla yapamamış olur.
*Mümin, fark etmeden dünya hayatına meyletme tehlikesine karşı son derece uyanık olmalıdır. Müminin, bu kadar uç noktalara varmasa da, zaman zaman gaflete kapılarak, Allah'ın rızasının olduğu bir işi terk edip nefsinin istekleri doğrultusunda birtakım dünyevi yararlara tamah etmesi yakışık almayan bir durumdur
*Kuran'da tarif edilen ideal mümin modeli, bütün hayatı boyunca, gerek sıkıntı ve zorluk zamanlarında, gerekse refah ve rahatlık ortamlarında dinin menfaatlerinden hiçbir taviz vermeyen, her durumda Allah'ın rızasını nefsinin arzularına tercih eden bir kimsedir. Hiçbir durumda, şevk ve heyecanını, kararlılığını kaybetmez, gevşeklik göstermez ve boyun eğmez.
*İnfak etme konusunda Allah'ın hoşnut olmayacağı bir tavır da bu ibadete gösterişin karışmasıdır. Gösteriş amacıyla infak etmek inkar edenlere özgü bir davranıştır:
Ve onlar, mallarını insanlara gösteriş olsun diye infak ederler, Allah'a ve ahiret gününe de inanmazlar. Şeytan, kime arkadaş olursa, artık ne kötü bir arkadaştır o. (Nisa Suresi, 38)
Ancak yine mümin de kendini böyle bir hatadan müstağni görmemeli, infak ederken bilinçaltında da olsa, niyetine, saf Allah rızası dışında amaçların, beklentilerin karışmamasına dikkat etmelidir.
*Kuran'a baktığımızda, Allah'ın seçtiği elçilerin diğer müminlere göre çok özel ve ayrıcalıklı bir konuma sahip olduklarını görürüz. Elçiler, Allah'ın yeryüzündeki halifesi, İslam ahlakının en büyük temsilcisi, müminlerin de lideri konumundadırlar. Elçiler Allah'ın, kulları arasında kendisinden en çok razı olduğu, O'ndan en çok sakınıp-korkan, O'na itaat ve teslimiyette en önde giden, her konuda müminlere örnek olan, en üstün ahlaklı insanlardır. Allah elçilerine özel bir önem vermekte ve onları pek çok ayetle koruma altına almaktadır.
*Elçiye karşı kasıtlı olarak saygıda kusur etmek ise Allah'ın razı olmayacağı bir tavırdır.
*Allah'ın şanının yüceltilmesi, İslam'ın menfaatlerinin ve müminlerin haklarının korunması, cahiliye ahlakına karşı fikri mücadele verilmesi çok kuvvetli bir birlik ve dayanışma içinde gerçekleştirilebilir. Aynı zamanda müminler Kuran'ı yaşamada, Allah'ın emirlerini uygulamada ancak bu şekilde başarılı olabilir ve Allah'ın hoşnutluğunu kazanabilirler.
*Bilinçsizce, düşünmeden, samimiyetle Allah'a yönelmeden yapılan ibadetlerin, süresi ve zorluğu ne olursa olsun, Allah katında herhangi bir değeri olmayabilir. İnsanın yaptığı ibadet onun Allah'a olan yakınlığını, takvasını artırıyor, tefekkür ve maneviyatını geliştiriyor, ahlakını güzelleştiriyor ve bu kişiyi kötülüklerden alıkoyuyorsa o zaman bu ibadetten Allah'ın hoşnut olması umulabilir.
Yalnızca ahiret yurdunu arayan, dünyanın gerçek mahiyetini kavramış akıllı bir mümin, sonsuz azaptan kurtulmak ve cennette daha üstün derecelere ulaşabilmek için yaptığı her işi sonsuz hayatına etki edecek birer vesile olarak görür. Eline geçen, karşısına çıkan ecir fırsatlarını kaçırmaz. Bu fırsatları en bilinçli şekilde değerlendirir. Bunun sonucu olarak da ayette belirtilen felaha kavuşur.
*Şükretmekle mümin, Allah'ın sevgisini ve hoşnutluğunu kazanır, O'na daha fazla yakınlaşır. Sebeplere, vasıtalara takılmaz, sahip olduğu herşeyi yalnızca Allah'tan bilir ve şirkten uzaklaşır. Bu şekilde, verilen nimetin maddi lezzetinden kat kat daha fazla olan manevi bir lezzeti tadar. Verilen bu nimetler vesilesiyle Allah'ı yüceltir.
*İnsana düşen tüm evrenin yaratıcısı olan Allah'a şükretmek ve Allah'ı hoşnut edecek davranışlarda bulunmaktır.
*Allah'ın dinini anlatmak, Kuran ile öğüt vermek, iyiliği emredip kötülükten men etmek, Allah'ın ayetlerini hatırlatmak; bunların hepsi birer çağrıdır ve bir insana söylenebilecek en hayırlı, en güzel sözlerdir. Müminlerin insanları Kuran ahlakına yönelten bu sözleri, doğrudan karşılarındaki kişiyi hoşnut etmeye yönelik olmadığı gibi, herhangi bir menfaate yönelik de değildir. Tüm bu sözlerin tek bir hedefi vardır; Allah'ı razı etmek ve karşıdaki kişinin de Allah'ın razı olacağı ahlakta bir insan olmasına vesile olmak... Hedef bu olunca Allah'ı zikretmek, güzel ahlakı anlatmak ve ahireti kazanmaya çağırmak gibi, kimi zaman kişiye eksik olduğu yönlerde öğüt vermek, Kuran ayetleri doğrultusunda hatalarını eleştirmek, korkup sakınmasını hatırlatmak da aynı şekilde güzel sözdür.
*Gerçek anlamda güzel sözün ne olduğunu, şöyle bir örnekle zihninizde daha iyi canlandırabilirsiniz: Bir an için kendinizi sonsuz cehennem azabının yanıbaşında düşünün. Orada azaptan azaba sürülen, pişmanlık içinde yalvaran, ateşin içinden çıkamamanın dehşetini yaşayan, kaynar suya sunulan, uzun sütunlara bağlanan insanları görür ve sizi bu yakıcı azaba sürükleyecek en ufak bir hataya dahi düşmemek için olanca dikkatiniz ve titizliğiniz ile Allah'ın rızasını ararsınız. En korktuğunuz ve sakındığınız şey ise Allah'ın rızasını kaybetmek olur. Böyle bir durumda yanınızda bulunan bir kişinin size Kuran ile öğüt vermesi, hataya düşebileceğiniz bir tavra karşı sizi uyarması ya da Allah'ın rızasına yönelik hatırlatmalarda bulunması size söylenebilecek en güzel, en hayırlı ve en hikmetli sözlerdir.
*Müminlerin inkarcıların çirkin tavırlarına karşılık her seferinde affedici, barışçı ve güzel bir üslupla insanlara yaklaşıyor olmalarının en önemli nedeni ise Rabbimizin böyle bir ahlaktan razı ve hoşnut olacağını bilmeleridir. Müminler başka hiçbir karşılık beklemeden sadece Allah'ın rızasını ve hoşnutluğunu kazanmak için bu ibadetlerini yerine getirirler.
*Dünyada yaşanan hayat, insanlardan hangilerinin iyi, hangilerinin kötü davranışlarda bulunduklarının belirlenmesi için Allah tarafından yaratılmış bir deneme süresidir. Bu süre boyunca insanlar pek çok hata yapabilir, kusurlu davranışlarda bulunabilirler. İman eden insanların amacı bu hatalarından, kusurlarından, eksikliklerinden bir an önce arınarak Allah'ın rızasını kazanmak ve cennete yakışır bir ahlaka ulaşmaktır.
*Müminler ahireti yaşamlarının her anında düşünür, orada ortaya çıkacak bir hatanın insanı Allah'ın huzurunda utandıracağını ve telafisi olmayan bir pişmanlığa sürükleyeceğini unutmazlar. Kuran ayetlerinden cehennem azabının şiddetini öğrendikleri için Allah'ın rızasına ters düşecek, O'nun azabını hak edecek her tavırdan şiddetle kaçınır, hata ve eksikliklerinden hızla kurtulmak isterler. Allah'ın Kuran'da bildirdiği mümin ahlakını en güzel ve en eksiksiz şekilde yaşayabilmek için müthiş bir şevkle çaba içindedirler.
*İman eden insan bir öğütle karşılaştığında, cahiliye insanlarında görülen kibir, gurur gibi nefisten kaynaklanan engelleri araya sokmaz. İyiliği emreden de buna uyan da, Allah'ın rızasını aradıkları, O'ndan korkup sakındıkları için tereddüt etmeden güzel söze teslimiyet gösterirler.
*müminler birbirlerine yalnızca eksik ya da hatalı oldukları konularda hatırlatmada bulunmazlar. Ortak hedefleri Rabbimizin rızasının en fazlasını kazanmaktır. Ahlakları, manevi derinlikleri, ihlasları zaten güzeldir; ancak onlar yalnızca güzelle yetinmez, daha iyisinin, daha güzelinin olması için çaba harcar ve birbirlerini de bu şekilde yönlendirirler. Ve bir mümin her ne konuda olursa olsun bir öğütle karşılaştığında mutlaka karşısındaki kişinin sözüne tam bir teslimiyetle uyar. Çünkü müminlerin her teşhislerinin ve gösterdikleri her çözümün Kuran'a dayalı olduğunu ve kendi cenneti için bir kazanç olacağını bilir.
Müminlerin bu konuda diğer kişilere faydalı olmalarını sağlayan en büyük etkenlerden birisi de, baştan beri söz ettiğimiz gibi birbirlerinin rızasını değil, daima Allah'ın rızasını aramaları ve hakkı açıklıkla söylemekten çekinmemeleridir. Önemli olan söyleyecekleri şeyin o kişiye fayda vermesi, hatasını düzeltmesine, Allah'a yakınlaşmasına vesile olmasıdır. Ahireti açısından ne hayırlı ise onu çekinmeden açık sözlülükle dile getirirler. Fakat bununla birlikte bu açık sözlülüğün ardında son derece ince düşünceli, karşısındakine saygılı, sevgi ve şefkat dolu bir anlayış da vardır. Örneğin bir kişinin Kuran'a göre eksik ya da hatalı bir yönünü uyarmadan önce nasıl söylerlerse daha etkili ve yapıcı olabileceklerini düşünürler. Kişinin şevkini arttırıcı bir konuşma yapmayı, ama bunun yanında konunun ehemmiyetini de vurgulamayı unutmazlar. Kısaca karşılarındaki kişiyi "sözün en güzeli" ile uyarabilmek için önceden düşünüp, tasarlar ve ona fayda vermeye çok büyük bir titizlik gösterirler.
Kuşkusuz böyle bir hassasiyeti ve içten çabayı Allah'ın rızasını arayan müminlerden başka hiç kimse göstermez.
*Bir insanın eviyle ilgilenmesi elbette ki kötü ya da kınanacak bir davranış değildir. Ancak insanın tüm dünyasının sadece bu dört duvarla sınırlı olması ve ideallerinin, zevklerinin, alışkanlıklarının, sorunlarının ve ufkunun da yine aynı dört duvar arasına sıkışmış olması, Kuran'da bildirilen gerçek amacını unutması yanlıştır. Nitekim bu kimseler yaşadıkları mekan ile birlikte düşüncelerini de sınırlar ve küçük bir dünyada yaşamaya başlarlar. Küçük hedefleri, küçük amaçları, küçük beklentileri, küçük hesapları olur. Kuran'da tarif edilen, Allah'a karşı kulluk görevini en iyi biçimde yerine getiren, Allah'ın hoşnutluğunu kazandıracak tavır ve davranışların en çoğunu yapmayı hedefleyen, sürekli Allah'a yönelip dönen, devamlı ahiret yurdunu anan mümin modelinden tamamen uzak bir karaktere sahip olurlar.
*Yaşlı insanlar kendilerini hüsrana sürükleyecek büyük bir yanılgı içindedirler. Aslında yapmaları gereken, herşeyin yaratıcısı olan Allah'a dönüp yönelmeleridir. Belirli bir yaşa kadar bunu yapmamış olabilirler. Ama Allah'a hesap vereceklerini ve ölümün giderek yaklaştığını kavradıkları andan itibaren şuurlarının hiç olmazsa bir derece açılması ve geçmiş yaşantıları için tevbe ederek Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaya çalışmaları gereklidir. O güne kadar dinden uzak geçirdikleri hayatlarında yaşadıkları sıkıntılar, hastalıklar, sorunlar kendilerine bir ders ve ibret vesilesi olmalıdır.*Dünya hayatı yalnızca bir oyun ve bir oyalanmadan başkası değildir. Korkup-sakınmakta olanlar için ahiret yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz? (Enam Suresi, 32)
Bu gerçeğe kesin olarak iman eden müminlerin yaşlılık dönemleri ise çok farklı olur. Onlar zaten tüm yaşamlarını Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak üzerine kurmuşlardır. Zaman geçtikçe ahirete, Allah'ın izniyle sonsuz cennet hayatına yaklaştıklarının şevki içindedirler. Bu umut dolu bekleyiş sebebiyle son derece neşeli, huzurlu, güzel ahlaklı bir karakter gösterirler. Çevrelerindeki insanlara sorun çıkarmaya değil, aksine onların sorunlarını çözmeye, onlara Kuran ahlakını öğretmeye, Allah'ın hoşnut olacağı bir karakter kazandırmaya çalışırlar.
*Mümin yeryüzünde karşısında her kim olursa olsun böbürlenmez ve Allah'a karşı sorumlu olduğunu unutmaz. Bu nedenle de böyle değişken ve samimiyetsiz bir karakteri kendisine yakıştırmaz. Allah'ın beğendiği ahlakı her an, her yerde, herkese karşı sergiler. Karşısındaki insanın makamı, mevkisi ne olursa olsun saygılı ve nezaketli bir tavır gösterir. Ama bu güzel tavırlarına karşılık o kişiden bir menfaat beklentisi olmaz; aksine her salih amelin karşılığını Allah'tan bekler, O'nun hoşnutluğu için çaba gösterir.
*İnsanların gözüne girmeye ve onların hoşnutluğunu kazanmaya çalışan kimseler, asıl hoşnutluğu kazanılması gereken tek makamın Allah olduğunu unuturlar. Müminler ise sadece Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaya çalışanlardır. Hiçbir zaman insanları gözlerinde büyütüp, onları güç sahibi sanıp, onlardan menfaat umma gibi bir yanılgıya düşmezler. Tüm kaderlerinin ve geleceklerinin ancak Allah'ın elinde olduğunun şuurundadırlar.
*insana yardımcı olabilecek tek bir yol vardır; Allah'ın sonsuz aklına ve bilgisine teslim olmak. Allah insanı ve tüm diğer varlıkları yaratandır. İnsanın nasıl yaşadığında, neler yaptığında mutlu olabileceğini de yine ancak Allah bilir. Ve Allah insanlar için kurtuluş yolunu Kuran'da bildirmiştir: Yalnızca Allah'tan korkup, yalnızca O'nun hoşnutluğunu aramak.
*insanların hoşnutluğu üzerine kurulan bir hayatın sadece dünyada mutsuzluk getirmekle kalmayacağı, aynı zamanda ahirette de insanı kayba uğratacağı görülmektedir. Bu durumdan kurtulmanın yolu ise çok açıktır; Allah'a teslim olup sadece O'nun hoşnutluğunu arayarak yaşamak...
*Kuran’a göre, “... Allah, hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır, övülmeye layık olandır” (Bakara, 267). Dolayısıyla ne müminlerin, ne de İslam’ın kimsenin güzelliğine, zenginliğine, zekasına, kariyerine ya da sosyal konumuna ihtiyacı yoktur. Müminler, insanları bu tür özelliklerine göre değil, takvalarına göre değerlendirirler. İnsanların değil ancak Allah’ın rızasını gözetmekle emrolunmuşlardır.
*Mümin için en büyük hedef, Allah’ın rızasını kazanmak, O’na yaklaşmak, O’na kul olmanın lezzetini yaşamaktır.Dünyevi zevkler, yalnızca Allah’tan gelen birer nimettir. Allah dilerse bunları verir, dilerse geri tutar. Müminin bundan dolayı sıkıntı duyması, strese girmesi yakışık almaz. Kalbi, dünyevi maceraların, basit kaçamakların, küçük zevklerin heyecanı ile değil, Allah’ın zikrinin, O’nu bilmenin heyecanı ile doludur. O, olabilecek en büyük nimeti, Allah’ın rızasını kazanmaktadır, dolayısıyla en büyük huzura ve tatmine ulaşmaktadır.
*Mümin, herşeyden önce cenneti ve daha da ötesi Allah’ın rızasını kazanmak istediği için, gerektiğinde “dünyanın geçici metaı”ndan uzak durmayı da bilir.
*Sevginin ikinci türü, müşriklere ve inkarcılara özgüdür. Bu, Allah’la hiçbir bağlantı kurulmadan, doğrudan nefsinin bencil duygularını tatmin etmek amacıyla kalpte beslenen ve duygusal bağlılık şeklinde gelişen bir sevgi çeşididir. Allah’tan bağımsız bir şekilde, içinde Allah’ın rızası, mümin özellikleri kıstas alınmadan kurulan böyle bir duygusal bağlılığın, Allah’tan başka bir ilah edinmek anlamına geldiği ise Kuran’da açıkça belirtilmiştir
*Münafıkların tam tersine, salih bir mümin zaten “katıksızca (ahiretteki asıl) yurdu düşünüp-anan ihlas sahipleri (Sad; 46)” nden olduğu için bütün hayatı boyunca çile çekeceğini, yoksul kalacağını, zorluklarla mücadele edeceğini bilse bile Allah’ın yolundan dönmez, Allah’ın rızasının en çoğunu gözetmekten hiçbir zaman taviz vermez.
*Allah’ın rızasının en çok bulunduğu davranış biçimi, farklı zaman ve şartlara göre farklılık gösterebilir. Akıllı mümin de her zaman değişebilen bu şartları değerlendirerek, yapılması gereken en ideal hareket ve davranış tarzını kavrayıp uygulayan mümindir.
*Amaçtan en ufak bir sapma olmadan, tam bir ihlasla, Allah’ın rızasını kazanmak, Allah’ın şanını yüceltmek, küfrü kendi mekanında öfkelendirmek gibi samimi ve halis bir niyetle hareket edildiğinde ise, artık Allah’ın kesin bir başarı vereceği şüphesizdir.
*Müminler; Allah’ın sıfatlarını üzerinde en çok taşıyan, Allah’ın rızasını kazanmaya çalışan, Allah’ı çok seven ve çokça zikreden, kendilerini Allah’a teslim etmiş, canıyla ve malıyla onun yolunda mücadele eden üstün insanlardır. Dolayısıyla, Allah’ın rızasının en çok bulunduğu yer de bunların yanıdır.
*bir zorunluluk ya da Kuran’ın gösterdiği bir hedef olduğu zaman elbette küfür ortamına girilir. Ancak, Allah ve din adı altında, işi hizmet kılıfına sokarak bir takım nefsani amaçlar uğruna küfrün bulunduğu ortamlara girmeye çalışmak çok büyük bir samimiyetsizliktir. İnsanın, şeytanın bu tür sinsi yumuşak geçişlerine karşı son derece uyanık olup niyetini kontrol etmesi, küfrün arasına girmeyi gerçekten Allah rızası için mi yoksa heva ve hevesini tatmin etmek için mi istediğini samimi olarak kendi nefsinde sorgulaması gerekir.
*Allah rızasına uygun, dine faydası olacağı açık ve nefsani bir payın karışmadığı-bir gerekçe olmadıkça, Allah’ın anılmadığı dahası Allah’a, Resul’e ve müminlere karşı kin ve düşmanlığın beslendiği, konuşulduğu, hatta alay edildiği, Allah’a isyanın yaşam tarzı haline geldiği bir ortamda durmak mümine yakışmaz.
*Gerçekten de güzellik, zenginlik ve ihtişam yalnızca birer vesiledir. İhlaslı, dürüst, Allah rızası için bir hareket olduğu takdirde Allah bu fiziksel üstünlüklere bir de manevi güzellik ve üstünlük katar. O zaman da metafizik ve ezici bir üstünlük ortaya çıkar. Bu üstünlük, müminin yalnızca dış görünümüne değil, hareket, konuşma ve tavırlarına da yansır. Bütün hareket, tavır ve konuşmaları son derece akılcı olur. Tüm bu özellikler de küfrü, adeta büyülenmişçesine, aşırı derecede etkiler.
*Cahiliyeden geldikten sonra geçmiş hayatını kökünden silip, “binasının temelini Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine” kuramamış bir insan, bilinçaltında hala cahiliyeye ait bazı karakter özellikleri ve eğilimler taşır.
*Kuran’a bakıldığında müminin, canını, malını Allah’a satmış, O’na tamamen teslim olmuş, yalnızca O’nun hoşnutluğunu arayan ve gerçek yurdu olan ahireti anan bir kimse olduğu görülür. Bu yüzden özgürlük anlayışı da müminin bu bakış açısı içinde değerlendirilmelidir.
*Mümin her anını Allah’ın hoşnutluğuna en uygun hareketi yaparak değerlendirmeli, nefsinin arzularını tatmin etmek için Allah’ın sınırlarından asla taviz vermemelidir. Allah onu yıllarca zindanda da tutsa, dünya hakimi de yapsa Allah’a olan bağlılığından, takvasından, imanından ve ahlakından hiçbir şey kaybetmemelidir.
*Sevginin aslında iki farklı türü vardır. Birincisi müminlere has olan bir sevgidir. Kuran, bunu, “iman edenler ve salih amellerde bulunanlar ise, Rahman (olan Allah), onlar için bir sevgi kılacaktır” (Meryem Suresi; 96) ayetiyle açıklar. Bu sevgi, temelde Allah sevgisidir. Mümin, kendisini yaratan ve sonsuz nimetler veren Allah’ı herşeyden daha çok sever. Bu sevginin dışa yansıması ise, Allah sevgisinden kaynaklanan ve Allah’ın sevdiği, kendisinden hoşnut olduğu kimselere karşı duyulan sevgidir.
*Dünyadaki amacının Allah'ın hoşnutluğunu, rahmetini ve cennetini kazanmak olduğunun bilincinde olan bir insan ise çevresinde olup biten hiçbir olaya karşı duyarsız ve kayıtsız kalamaz. Her olayın Allah'ın rızasını kazanmak için bir fırsat olduğunu bilir ve her zaman bunun bilincinde hareket eder.
*Sadece Allah'ın rızasını gözeten bir insanın yapacağı hayırların, göstereceği fedakarlığın sınırı da yoktur. Dinden uzak bir toplumda birçok insan böyle bir fedakarlığın altında mutlaka bir çıkar vardır diye düşünür. Oysa ki bu mantık, dinsizliğe aittir. Çünkü Allah rızasının aranmadığı bir toplumda, yalnızca çıkarlar ön planda tutulur. İnananlar ise Allah'ın rızası dışında hiçbir çıkar gözetmezler
*Müminler Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmayı amaç edindikleri için karşılarına çıkan her türlü koşulda güzel bir ahlak gösterirler.
*Allah rızası için yapılan hizmetin, emeğin, yardımın karşılığı ise dünyada değil, ahirette beklenir.
*Allah'ın hoşnutluğunu, rahmetini ve cennetini kazanmayı amaç edinen vicdanlı bir insanın dünyada süregelen zulüm ortamlarına ya da zavallı ve muhtaç insanlara karşı duyarsız kalması, bu insanların akıbetlerini düşünmemesi mümkün değildir.
*Allah'a iman eden bir insan için Allah'ın razı olması her şeyin üzerindedir. Böyle bir insan Allah'ın hoşnutluğunu kaybedeceğini bildiği bir şeyden şiddetle sakınır. Sadece Allah'tan korkar; ne ölüm, ne açlık, ne de başka bir zorluk onu doğru bildiği yoldan ayıramaz.
*Samimi bir niyetle, insanlara fayda sağlamak ve karşılığında Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için yapılan hayırlar ise Allah'ın ayetinde bildirdiği gibi son derece bereketli ve kazançlı olur. Allah insanların samimi niyetlerine karşılık olarak her işlerinde onları başarıya ulaştırır, onlara işlerinde fayda sağlayacak çeşitli yollar açar.
*İnsanın sorumluluğu ise nefsinin değil vicdanının sesini dinlemek ve Allah'ın razı olacağı bir ahlak göstermektir. İnsanın göstereceği güzel ahlak hem kendisinin ve içinde yaşadığı toplumun huzurlu ve rahat bir yaşam sürmesini, hem de ahirette, Allah'ın izni ile, en güzel karşılığı almasını sağlayacaktır.
*Her insanın dünyada bulunuş amacı Allah'a kul olmak, Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmak için çalışmaktır. Bu amaç dışındaki tüm eylemler veya işler sadece ve sadece insanın gerçek amacına ulaşmasına yardımcı birer "araç" olabilirler. Aracı amaç edinmek ise şeytanın insanları içine düşürdüğü çok büyük bir yanılgıdır.
*Temizlik yapan bir insan, Allah'ın kendisine su, deterjan gibi imkanları vermesinden dolayı şükreder. Allah'ın temizliği ve temiz insanları sevdiğini bildiği için yaptığı işi bir ibadet olarak görür ve Allah'ın hoşnutluğunu kazanmayı umar.
*Allah Kuran'ı tüm insanlara bir rehber olarak indirmiştir. Dolayısıyla Kuran'ın her ayeti üzerinde düşünmek, ve her bir ayetten bir ders ve öğüt alarak, Kuran'a göre yaşamak, Allah'ın hoşnutluğunu, rahmetini ve cennetini kazanmanın tek yoludur.
*bir insan karşısında kendisinden çok daha güzel birini gördüğünde, bu kişinin güzelliğini düşünüp kendi eksikliklerinden dolayı bir eziklik duyarsa, veya o kişiyi kıskanırsa bu Allah'ın razı olmayacağı bir düşünce olur. Ancak Allah’ı razı etmek amacında olan bir insan, bu kişinin güzelliğinin Allah'ın kusursuz yaratışının bir tecellisi olduğunu düşünür.
*İnsanın çalışıp topluma faydalı şeyler üretmesi kuşkusuz güzel bir davranıştır.Allah’a iman eden bir insan böyle bir çalışmayı şevkle yapar ve karşılığını da hem dünyada, hem de ahirette Allah’tan bekler. Ama başka bir insan aynı fiili Allah’ı unutarak, yalnızca bu dünyaya yönelik bazı çıkarlar için, insanlardan takdir görecek bir makam elde etmek için yapıyorsa, işte bu noktada yanılgıya düşmüştür. Allah’ı razı etmek için aracı olarak kullanabileceği bir olayı amaç edinmiştir. Ve ahirette gerçeklerle karşılaştığında bundan dolayı tarif edilemez bir pişmanlık duyacaktır.
*Yeni bir güne sağlıklı olarak başlamak, insanın ahireti için daha fazla kazanç sağlayabilmesi için Allah'ın ona bir fırsat daha vermesi demektir.
O halde yapılacak en güzel davranış, günü Allah'ı razı edecek biçimde geçirmektir. İnsan herşeyden önce bunun planlarını kurmalı, kafasını işgal eden düşünceler bunlar olmalıdır. Allah'ı razı etmenin çıkış noktası ise bu konuda O'ndan yardım istemektir.
*İnsanların birçoğu sabah kalkıp hazırlandıktan sonra işyerine, okula gitmek veya dışarıdaki bir işlerini halletmek üzere yola çıkarlar. Bir mümin için bu yolculuk Allah’ın razı olacağı hayırlı işler yapmanın bir başlangıcıdır.
*İnsanın sorumlulukları ve içinde bulunduğu konum ile düşünmesinin hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü Allah'ın razı olması için düşünmeye çabalayan insan, yanında Allah'ın yardımını bulacaktır. Görecektir ki kendisi için problem olan pek çok konu ardı ardına çözülmekte, düşünmeye her geçen gün daha fazla vakit ayırabilmektedir. Bu ancak müminlerin yaşayıp anlayabilecekleri bir konudur.
*Allah’a iman eden bir insan asla sorumsuz, çözümsüz ve vurdum duymaz bir yapı sergileyemez. Allah’ın karşısına çıkardığı her olayda bir hikmet olduğunu, dünyada her an denenmekte olduğunu, aklını, gücünü, bilgisini Allah’ın razı olacağı şekilde kullanması gerektiğini bilir.
*Allah korkusu olan, yüzde yüz samimi ve dürüst insanların toplandığı bir mecliste uzayan ve sonuçsuz kalan bir ortam kesinlikle oluşmaz. Amaç Allah'ın en razı olacağı çözümü getirmek ve insanlara en fazlasıyla fayda sağlamak olduğu için, akla ve vicdana en uygun olan yöntem bulunur ve hiç vakit geçirilmeden uygulanır. Herkes vicdanen alınan karardan tatmin olacağı için herhangi bir tartışma ortamı da oluşmaz.
*Allah Kuran'da geçmişte yaşamış olan peygamberlerin ve elçilerin hayatlarından bazı bilgileri de bizlere aktarır ki bu insanlar Allah'ın razı olacağı bir insanın davranışlarının, konuşmalarının ve hayatının nasıl olduğunu görsünler ve örnek alsınlar.
*Düşünen insan Allah'ın yaratış sırlarını, dünya hayatının gerçeğini, cennet ve cehennemin varlığını, olayların iç yüzünü kavrar. Allah'ın razı olduğu bir insan olmanın önemini daha iyi anlar, dini gereği gibi yaşar, gördüğü herşeyde Allah'ın sıfatlarını tanır, insanların büyük çoğunluğunun değil, Allah'ın emrettiği şekilde düşünmeye başlar. Bunun sonucu olarak da hem güzelliklerden herkesten çok daha fazla zevk alır, hem de gereksiz kuruntulara, dünyaya yönelik hırslarla kapılarak kendini sıkıntıya sokmaz.
Bunlar, düşünen bir insanın dünyada kazanacağı güzelliklerden sadece birkaçıdır. Düşünerek daima doğruyu gören insanın ahiretteki kazancı ise Rabbimizin sevgisi, rızası, rahmeti ve cennetidir.
*Allah bizi dünyadan istediği an çıkartabilir yani dilediği an canımızı alabilir. İnsanın yapması gereken bu süre dolmadan önce elinden geleni yapıp Allah'ın sevgisini kazanmaya çalışmaktır.
Ölüm bir son değil, bir geçiş kapısıdır. Sonsuza kadar sürecek olan asıl hayat, ahirettedir. Bizim de her an ahiretteki bu gerçek hayatımıza hazırlık yapmamız gerekir. Hiç sınavdaki insan orada sonsuza kadar yaşayacakmış gibi bir çaba içine girer mi? Elbette hayır. Sadece soruları dikkatlice cevaplayıp sınavdan bir an önce çıkmayı düşünür.
İşte dünya hayatında da insan Allah'ın kendisi için hazırladığı imtihanı en iyi şekilde bitirip Allah'ın rızasını ve cenneti kazanmayı istemelidir.
Her insanın dünyadaki en önemli çabası Allah'ı sevmek ve O'nun rızasını kazanmak için çalışmak olmalıdır. Çünkü sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimiz Kendisine inanan kullarını sevmekte ve her an korumaktadır.
*Cennetteki en büyük nimet ise, elbette Rabbimizin sevgisini kazanmış olmaktır. Bunu bilmek ve hissetmek, insanın yaşayabileceği en büyük sevinç ve huzurdur.
*Anne babamıza karşı gelmemek, onlara "öf" bile dememek, onlara karşı hep merhametli ve yumuşak huylu olmak, Allah'ın bizden istediği önemli bir özelliktir. Böyle davranmak, hem Allah'ın sevgisini bize kazandıracak, hem de günlük hayatımızda çok daha mutlu ve huzurlu olmamızı sağlayacaktır.
*gerçek din, ibadetlerin yanı sıra, insan yaşamının her anını kapsar ve böylece insanlara Kuran'da tarif edilenler doğrultusunda bir bakış açısı ve güzel ahlak kazandırır. Dinine bağlı, samimi bir Müslüman Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmak için hayatının her anında Kuran'da tarif edilen bu üstün ahlakı yaşamaya gayret eder
*Allah Kuran'da insanlara güzel ahlakı, adaleti, sevgi, şefkat ve merhameti, fedakarlığı, sabrı, diğer insanların çıkarlarını kendi çıkarlarının üzerinde tutmayı, devlete saygı, sevgi ve itaati, barış ve güvenliği sağlamayı, insanların arasını düzeltmeyi, fakir ve zavallıları koruyup kollamayı, çalışkanlığı, Allah rızası için hizmet etmeyi emreder. Bu özelliklerin hakim olduğu bir milletin nasıl bir üstünlüğe, refah ve huzur ortamına sahip olacağı ise açıktır.
*tüm hayatlarını Allah'ın rızasını ve ahireti hedefleyerek geçiren müminler de, Allah'tan bir mükafat olarak hem dünyada güzel bir hayat yaşar hem de ahirette cennet ile ödüllendirilirler
*Kişiyi harekete geçiren, Allah'a ve ahirete olan inancıdır. Bu da onu hem dünyaya hem de ahirete yönelik ciddi bir çaba içerisine sokar. Böyle bir insan için dünyada kaybedilecek vakit yoktur. Geçen her an, kendisine Allah'ın rızasını ve sonsuz ahiret hayatını kazanabilmek için verilmiş bir fırsattır. Önemli ve büyük bir hedefi vardır. Bu nedenle, durağan bir yapı değil aksine hareketli, çalışkan ve üretken bir karakter ortaya koyar.
*Samimi ve dürüst yaşamak, binbir türlü plan ve sahtekarlıkla yaşamaktan çok daha kolay ve çok daha zevklidir. Allah'a iman etmiş bir insan dünya nimetlerinden en güzel şekilde faydalanır. Tüm nimetin Allah'a ait olduğunu, Allah katında olanın hiçbir zaman bitip tükenmeyeceğini ve Allah'ın dilediği kimseye sonsuz nimetinden hesapsız olarak hem dünyada hem de ahirette vereceğini bilir. Bu yüzden ne elindekinin tamahını ne de sahip olmadığının hırsını yapar. Bu da ona hem asalet hem saygınlık, en önemlisi de Allah'ın rızasını kazandırır.
*insanın asıl ve en büyük hedefi, Allah'a gereği gibi kulluk etmek ve hayatı boyunca onun hoşnutluğunu kazanmayı kendisine amaç edinmek olmalıdır. Böyle bir insanın hayatı hiçbir zaman monoton ya da tekdüze olmaz. Her an yoğun bir şevk ve heyecan içerisindedir. Dünyada bir süre kalacaktır ama burada yaptıklarının karşılığını ahirette ebedi bir mutluluk yurdu olan cennete girerek alacaktır. Bu nedenle dünyada değil "vakit öldürmek" aksine, "vakit kazanmak" ve 60-70 senelik ömrünü sonsuz hayatına en çok fayda sağlayacak biçimde değerlendirme çabasında olacaktır.
*Kuran ahlakına uyan insanlar ise her şeyden önce Allah'ın dostluğunu ve hoşnutluğunu kazanmış olmaktan dolayı büyük bir kazanç içerisindedirler. Bunun yanında peygamberler, melekler ve tüm inananlar, müminlerin gerçek ve samimi dostlarıdır ve bu dostlukları sonsuz ahiret hayatında da en güzel şekliyle devam edecektir
*Müslümanlar en sevdikleri şeyleri bile, kolaylıkla ihtiyacı olan diğer insanlara verebilmekte ve bu konuda en ufak bir hırsa, kıskançlığa kapılmamaktadırlar. Kuşku yok ki vicdanın sesini dinleyerek bu ahlakı uygulamak, müslümanları kıskançlığın neden olduğu tüm huzursuzluklardan uzak tutar ve en önemlisi Allah'ın hoşnutluğunu kazanmalarına yardımcı olur.
*Her konuda vicdanını devreye sokan, aklını ve imkanlarını bu uğurda sonuna kadar kullanan mümin kişi ise, Allah'ın hoşnutluğunu ve ahireti kazanabilecek en isabetli davranışı yapmıştır. Müminin bu konuda gösterdiği hassasiyet onun dünya hayatında da rahat yaşamasını sağlar. Karşılaştığı her konuda aklını kullandığı için, işleri hep olabilecek en iyi neticelerle sonuçlanır.
*İnananlar ne yaşlanmaktan ne de acizliklerinin ortaya çıkmasından korkarlar. Çünkü onlar dünya hayatlarında ne gençlikleriyle, ne de güzellikleriyle yer edinmeye çalışırlar. Dış güzellikten çok, iç güzelliğin önemli olduğunu bilir ve dostları arasında da Allah'a olan bağlılıkları ve güzel ahlakları dolayısıyla sevildiklerini unutmazlar. Bunun yanında yaşlılığın ölümü hatırlatmasından da korkmazlar. Çünkü ahiret onlar için, dünyayla kıyaslanmayacak güzellikte, sonsuza dek sürecek yeni bir hayatın başlangıcı olacaktır. Dünya hayatı boyunca Allah'ın hoşnutluğunu ve cennetini kazanmak için güzel davranışlarda bulunduğunu bilen ve vicdanı rahat olan bir insan, yaşlılığı da sevinçle karşılar.
*dünyanın hemen her döneminde insanlar bu sayılan olumsuzluklarla karşı karşıya kalmışlar, bunlarla mücadele etmişler, ancak çareyi hep yanlış yöntemlerde aradıkları için bir türlü çözüm bulamamışlardır. Kurtuluşu kimi zaman değişik yönetim biçimleri denemekte, kimi zaman sapkın akımlara kapılmakta, devrimler yapmakta, çoğu kere de umursamazlığı tercih edip, tüm bu olumsuzlukları kabullenmekte aramışlardır.
Günümüzde insanlar genelde böyle bir yaşam tarzına öylesine alışmışlardır ki yukarıda saydığımız sorunları hayatın gerçeği olarak kabul eder, bunların yaşanmadığı bir toplumun var olabileceğini adeta imkansız olarak görürler. Böyle bir yaşantıdan memnun olmadıklarını sürekli dile getirirler ama içinde bulundukları şartlarda başka bir seçeneklerinin bulunmadığını düşünerek, bu yaşantıyı hemen kabullenirler.
Oysa dünyada, yukarıda sadece çok küçük bir kısmına yer verdiğimiz bu olumsuzlukların hiçbirini ne ruhen ne de bedenen yaşamayan, sürekli bolluk, bereket, mutluluk, sevgi, saygı, huzur, güven, güzel ahlak, barış ve dostluk gibi sayısız nimet ve güzelliklerin sahibi olan insanlar da vardır. İşte bu insanlar Allah'ın rızası için yaşayan, Kuran hükümlerine uyan, Allah'ın rahmetini ve cennetini uman gerçek dindarlar, yani müminlerdir.
*Allah'ın kulundan en başta istediği onun tüm yaşamı boyunca Kendisini hoşnut etmeyi gaye edinmesi ve sürekli bu bilinçte olmasıdır. Bunun için de kişinin her olay karşısında, nefsinin isteklerini değil, Allah'ın rızasını seçmesi gerekir.Aksi takdirde, Allah'ı değil nefsini ilah edinmiş olur ki, ayette bu durum şöyle ifade edilir:
Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü?.. (Furkan Suresi, 43)
Dolayısıyla mümin hayatı boyunca karşısına çıkan her olayda, her düşüncede, her tavırda, her eylemde bu alternatifleri değerlendirir ve ayetteki gibi hevasını değil, Allah'ın rızasını tercih eder.
Sonuçta bu dünyada Allah'a gereği gibi kulluk etmiş olan bir mümin Allah'ın rızasını kazanmış ve Allah'ın rahmetiyle cennetine layık gördüğü seçkin bir kişi haline gelmiş olarak sonsuz mutluluk ve mükafata kavuşmayı umabilir. Bu sonuçtan da anlaşılacağı gibi kişinin Allah'a kulluk etmesinin yalnızca kendisine faydası vardır. Allah'ın hiç kimsenin ibadetlerine, iyiliklerine, güzel ahlaklı olmasına ihtiyacı yoktur. Ayetin ifadesiyle "Allah alemlerden müstağnidir." (Ankebut Suresi, 6)
*Kuran ahlakı yaşandığında vefanın, sadakatin en güzel örneklerine şahit olunur. Anne baba el üstünde tutulur, değerli sanatçılar, alimler, vatana millete hizmeti, emeği geçmiş kimseler, yaşları ne kadar ilerlerse ilerlesin toplumda hep sevgi, hürmet görürler. Gençler ve sevenleri tarafından sık sık ziyaret edilir, her türlü ihtiyaçları gözetilir. Dostluklar öz kardeşlikten de öte bir yaklaşımla sürer ve ömür boyu devam eder. Üstelik hastalık, zorluk, maddi sıkıntı gibi durumlarda yardım etmek ve böylece güzel ahlak göstererek Allah'ın rızasını kazanmak için bütün çevresi birbiriyle yarışır. Eşler, evlenecek kişiler Allah'ın rızasını gözetmek ve bunun sonsuza kadar devam etmesi niyetiyle beraberliklerini yürütürler. Ölümden sonra sonsuza dek sürecek bir yaşamın varlığını bildikleri ve iman ettikleri için birbirlerine çok bağlı, sadık ve vefalıdırlar. Bu öyle bir sadakat anlayışıdır ki, iki taraftan biri sakat kalsa da, aciz bir duruma düşse de, sağlığını ya da fiziki güzelliğini kaybetse de aynı bağlılık ve vefa devam eder. Örneğin güzel bir insanın yüzü yansa ve tanınmayacak duruma gelse mümin olan eşi buna şefkat duyar ve sabreder, dünya hayatının çok çabuk geçeceğini, asıl yurdun ahiret olduğunu bildiği için eşine sevgisinden, saygısından, merhametinden hiçbir şey kaybetmez. Çünkü karşısındaki insanda değer verdiği şey ruhudur. Hatta böyle bir durumda sadakat göstermek mümin için daha da zevkli olur.
*Din ahlakı insanların kendileri için istedikleri herşeyi mümin kardeşleri için de istemelerini ve onların sahip oldukları özelliklerden dolayı mutluluk duymalarını öğütler. İnananlar birbirlerinin kardeşi ve velisidirler. (Tevbe Suresi, 71) Bu nedenle birbirlerinin sahip oldukları her iyilik ve güzellik onları fazlasıyla mutlu eder. Herkes sahip olduğu özellikleri Allah'ın rızası için kullandığından aralarında büyük bir paylaşım ve yardımlaşma vardır.
*müminler Allah'ın, Rezzak sıfatıyla insanlara rızk vereceğini bilirler. Elbette Allah'ın rızası doğrultusunda onlar da çalışırlar, fakat hiçbir şekilde dünyayı hırs edinmezler ve gayrimeşru yollara yönelmezler. Dünyaya bağlanmamalarının karşılığını da bolluk ve bereket ile alırlar. Asıl hayatın ahiret yurdu olduğunu bildikleri için, salih mümin oldukları takdirde cennetle ödüllendirileceklerini ve sayısız nimete kavuşacaklarını da bilirler.
*Din ahlakının varlığı, Allah sevgisini beraberinde getireceği için bu, tüm insanlarda çok olumlu ve güzel bir etki yapar. Herkes Allah'ın rızasını kazanmak için güzel ahlak gösterir, birbirini Allah rızası için sever, sayar. Toplumun geneline şefkat, merhamet, hoşgörü hakim olur. İnsanlar Allah'ın emri doğrultusunda hayırlarda yarışırlar.
*Din ahlakı yaşandığında herkes birbirine en güzel sözü söylemek ve en güzel tavrı göstermek konusunda birbiriyle yarışır. Bu da yine Kuran ahlakı sayesinde mümkün olur:
Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir: Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Allah insanlar için örnekler verir; umulur ki onlar öğüt alır-düşünürler. (İbrahim Suresi, 24-25)
İşte ayetlerde tarif edilen bu ahlakı yaşamaya özen gösteren insanlar sevginin, saygının ve dostluğun en güzel örneklerini yaşarlar. Bu, hiçbir çıkara dayanmayan, yalnızca Allah rızası için yaşanan bir sevgidir.
*Din ahlakının yaşanmadığı toplumların en belirgin özelliği, topluma ahlaki dejenerasyonun hakim olması ve bunun her geçen gün sınır tanımaz bir şekilde artmasıdır. Bu toplumlarda Kuran hükümleri, Allah rızası veya Allah korkusu gibi değerler yaşanmadığından, bu dejenerasyonu engelleyecek hiçbir sınırlama yoktur.
*Allah'ın varlığını kavrayan insan, O'nu daha çok tanımak ve kendisinden neler istediğini öğrenmek isteyecek, Rabbimizin sevgisini ve hoşnutluğunu kazanmak için neler yapması, nasıl davranması gerektiğini merak edecektir.
*Allah kullarına Kendisini tanıtmak, isteklerini onlara açıklamak, Kendisinin beğendiği tavır, davranış, ahlak ve yaşam biçiminin nasıl olduğunu, iyi, kötü, doğru, yanlış, güzel ve çirkin kavramlarının gerçek manada neler olduklarını, ölümden sonra kendilerini nelerin beklediğini bildirmek, Kendi isteklerini yerine getirip hoşnutluğunu kazananları nasıl bir mükafatın beklediğini müjdelemek, Kendisine isyan edenlerin nasıl bir sonla karşılaşacaklarını haber vermek için her devirde elçilerini ve kitaplarını hak dinle göndermiştir.
*Allah, Kuran'da müminlere huzurun ve güzel ahlakın hakim olduğu bir yapı tavsiye etmiştir. Bu yapıda öfkeye kapılmak, kin tutmak gibi kötü ahlak özellikleri yoktur. Çünkü Allah Kuran'da müminleri bu tür tavırlardan menetmiştir:
Onlar bollukta da darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah iyilik yapanları sever. (Al-i İmran Suresi, 134)
(Bunlar,) Büyük günahlardan ve çirkin utanmazlıklardan kaçınanlar ve gazablandıkları zaman bağışlayanlar. (Şura Suresi, 37)
Allah müminlerin tarifini yukarıdaki ayetlerde görüldüğü şekilde yapmaktadır. Müminler de bunun dışında bir ahlak sergilemekten sakınırlar. Çünkü tüm hayatlarını Allah'ın sevgisi ve hoşnutluğu üzerine kurmuşlardır.
*Müminler ise herşeyin hesabını Allah'a vereceklerini bildikleri için her durumda en akılcı, en vicdanlı ve en düşünceli tavrıları gösterir, en isabetli kararları alır, en doğru çözümü bulurlar. Kuran'ın kendilerine kazandırdığı üstün ahlak, yüksek sorumluluk duygusu ve ince düşünme kabiliyeti doğrultusunda hareket ettikleri için sorunları çok çabuk sonuca bağlar, hiçbir noktada takılmazlar. İşleri aralarında istişare ederek, birbirlerinin akıllarından istifade ederek hallederler. (Şura Suresi, 38) Her konuda, Allah'ın en çok hoşnut olacağı en hayırlı tercihi yaparlar.
*Aklı olan insan, evrenin ve canlıların her noktasında büyük bir plan, düzen ve akıl olduğunu görür ve dolayısıyla bunların üstün akıl sahibi bir Yaratıcı tarafından var edildiklerini anlar. Bunlar yaratılmış olduklarına, rastgele ve bilinçsiz bir süreçle ortaya çıkmadıklarına göre, mutlaka bir amaçları vardır. Bu amacın ne olduğu ise, bize üstün Yaratıcı'nın, yani Allah'ın insanlara yol gösterici olarak indirdiği Kuran'da bildirilir.
Bu gerçekleri göz önünde bulunduran ve Allah'a iman eden kişi yukarıdaki sorulara doğru cevabı verecek ve şöyle diyecektir: "Ben herşeyin sahibi olan Allah tarafından yaratıldım ve bu dünyaya gönderildim. Dünyada bulunduğum sürece beni Yaratana kulluk etmekle emrolundum ve bunu en güzel şekilde yapıp yapmadığım denendi. Dünyanın zaten çok kısa olduğunu, göz açıp kapayıncaya kadar geçeceğini biliyordum. Doğru olanı yaptım;Allah'a kulluk ettim, bu dünya hayatının geçici süslerine aldanmadım. Sonrası mı? Hayatım boyunca iyi işler yaptığım ve Allah'ın rızasını kazanmaya çalıştığım için ebedi bir mutluluk yurdu olan cennete kavuşmayı umuyorum. Ve Rabbime kavuşacağım günü sabırsızlıkla bekliyorum."
*İman sahibi olan insan, tüm hayatını Allah'ın rızasını kazanmak için çalışarak geçirmiş, Allah'a teslim olmanın huzuru sayesinde dünyanın tüm korku ve hüzünlerinden kurtulmuş ve sonuç olarak da sonsuz bir mutluluk yurdu olan cenneti kazanmıştır. Nitekim insanın dünyada bulunuş amacı nasıl davranışlarda bulunacağının sınanmasıdır. Allah güzel davranışlarda bulunanlara dünyada ve ahirette güzellik vadetmiştir
*Dünya hayatı gerçekten, Allah'ın şanına uygun olarak çok güzel, renkli ve ihtişamlıdır. Onda yaşamak, zevk almak elbette bir nimettir ve Allah'tan istenir. Fakat hiçbir zaman Allah'ın rızasından ve ahiretten daha önemli değildir. Bu yüzden de insanların bu nimetleri kullanırken asla gerçek amaçlarını unutmamaları gerekir.
*müminin evlilikteki seçimi, ancak takvaca ileri bir kişi olabilir. Üstelik Allah'ın rızası aranarak yapılan bir evlilik insana son derece huzur ve güven vericidir
*İnsanın nefsi, sınırsız bir mal, mülk ve servet sahibi olmanın yanısıra, kendisi öldüğünde soyunu devam ettirecek olan çocuklar edinmenin tutkusu ile de doludur. Ne var ki Kuran'da bu tutkunun, Allah'ın rızası temeli üzerine kurulmadığı takdirde, insanı Allah'ın zikrinden ayıran ve en önemlisi O'na ortak koşmaya kadar götüren saptırıcı bir unsur olabileceği bildirilmiştir.
*Pek çok insan dünyanın bir süsü haline gelen çocuk sahibi olma fikrini, hayatının en önemli amaçlarından biri olarak görmektedir. İşte bu nedenledir ki Allah Kuran'da, çocukların insan için büyük bir deneme konusu olduğundan bahsetmekte; çocuğa ancak Allah'ın rızası gözetilerek sahip olunması gerektiğini, bunun haricinde olanların ise insan için gizli bir şirk koşma olacağı üzerinde durmaktadır
*Çocuk sahibi olmak, ancak Allah'ı hoşnut etmek için istenirse doğru bir davranış gösterilir. Nitekim Kuran'daki kıssalara bakıldığında da, peygamberlerin çocuk isterlerken yalnızca Allah'ın rızasını gözettikleri açıkça görülür.
*Cennet'in üstün olan en büyük nimeti, Allah'ın rızasıdır. Müminin Allah'ın rızasını kazanabilmiş olmasından dolayı hissettiği sevinç ve huzurdur. Dahası, Allah'ın verdiği herşey için O'ndan razı olmanın, O'na daimi bir şükür içinde bulunmanın verdiği asıl mutluluktur
*Cennet'in diğer nimetlerini değerli kılan şey de, yine Allah'ın rızasıdır. Çünkü aynı nimetler dünyada da kısmen var olabilirler, ama Allah'ın rızası dahilinde olmadıktan sonra mümin için bir anlam taşımazlar.
*Cennet'te var olan maddi güzelliklerin dünyadaki benzerlerini alıp bir yere toplasanız bile, Allah'ın rızası olmadıktan sonra, hiçbir anlam ifade etmezler çünkü. Hem Allah, o maddi güzelliklerden alınan zevki de hemen yok eder.
*Sonsuz azaptan pişmanlıktan kurtulmanın ve Allah'ın rızasını ve cennetini kazanmanın yolu ise bellidir:
Geç olmadan Allah'a gönülden iman etmek,
Tüm yaşamını O'nu razı edecek davranışlarla geçirmek...
*İnsanın hayattaki temel amacının Allah'ın rızası olması, diğer insanlarla olan ilişkilerini de kuşkusuz temelden değiştirir
*Müminlerin, sahip oldukları malları ellerinden geldiği ölçüde infak etmeleri, yani Allah'ın Kuran'da saydığı kimselere -"...fakirler, düşkünler, zekat işinde görevli olanlar, kalpleri ısındırılacaklar, köleler, borçlular, Allah yolunda olanlar ve yolda kalmışlar"- (Tevbe Suresi, 60) vermeleri gerekir. İnananlar bunu, kesinlikle bir külfet, bir angarya olarak görmezler; aksine Allah'ın rızası için yapılacak olan bu ibadet, müminler için büyük zevk, neşe ve huzur kaynağıdır.
*Müminlerin oluşturduğu bir toplumun da, kuşkusuz en önemli özelliklerinden biri fedakarlık olacaktır. Bu toplumda, en büyük değer Allah'ın rızasıdır ve Allah'ın rızasını kazanmanın önemli bir yolu olan infak ve fedakarlık yoğun bir biçimde uygulanır.
*Toplumun üyeleri, kendi şahsi menfaatlerini değil, mümin toplumunun genel menfaatlerini düşünür ve ona göre davranırlar. Kendi menfaatleri ile bir diğer müminin menfaati çatıştığında ise, Allah'ın rızasını kazanmak için, karşı tarafın menfaatine uygun davranırlar.
*Müminin şahsiyeti ve asaleti ise yalnızca Allah'ın rızasını aramasından ve dünyada bir iyilik ve hayır yarışı içinde olmasından kaynaklanır.
*Allah katında makbul olan uyanıklık İslam'ın, müminlerin menfaatlerini sürekli gözetme, müminlerin refah ve ferahını artırma, Allah'ın rızasının her zaman en çoğunu aramakta taviz vermeme, nefsinin, heva ve hevesinin kötü arzularına kapılmama, şeytanın ve nefsinin hile ve vesveselerine aldanmama, imanını ve aklını gitgide daha fazla arttırma, ahlakını daha fazla güzelleştirme yolunda gösterilen bir uyanıklıktır. Bu şekilde, Allah'ın rızasının en çoğunu arayan müminlerin de asil ve şahsiyetli karakterleri görünümlerine yansır.
*İbadet, Allah'a kulluk etmek demektir. İnsanlara yapılan bir yardım ise, ancak gerçekten Allah'ın rızası aranarak yapılmışsa ibadet olur.
*Kuran'da tarif edilen müslümanlık ise Allah'ın rızasını ve sevgisini bütün şahsi çıkarların üstünde tutan, sadece ahiretten beklentisi olan, ciddi bir çaba gerektiren ve Allah'a karşı dürüst olunan bir müslümanlıktır.
*Akıl sahibi kişi, dünyanın en zengin, en güzel, en itibarlı insanı da olsa, bunların kendisine yarar sağlamayacağının ve bir gün mutlaka öleceğinin farkındadır. Ancak ölümün bir son değil, aksine bir başlangıç olduğunu, Allah'ın rızasına uygun bir hayat sürenlerin cennete, dünya hayatına kapılıp Allah'a karşı olan sorumluluklarını unutanların ise cehenneme gideceğini bilir.
*akıllı bir insan günlük yaşantısı içinde karşılaştığı her olayda vicdanına uygun davranır. Örneğin yardıma muhtaç bir kimseye yardım eder ve bu sorumluluğu başkalarına bırakmaz. Allah'ın razı olacağını bildiği güzelliklerin hiçbirini kaçırmadan uygular. Hasta ya da yaşlı birini gördüğü zaman ona yerini verip kendisi ayakta kalmayı tercih eder. Aksi takdirde umursuz bir tavır göstermiş olacağını ve Allah'ın bundan razı olmayacağını bilir. Gerçekten öfkelenilecek bir tavırla karşılaştığında bile, Allah'ın yumuşakbaşlı bir tavırdan razı olacağını düşünerek öfkesini yener ve karşısındakine güzel söz söyler. Kendi aleyhine olacağını bilse dahi her zaman için dürüst davranır, doğru söz söyler.
Aklı sayesinde tüm bu tavırları hayatının sonuna kadar en güzel şekilde uygulayan bir insan ise hem dünyada güzel bir hayat yaşar, hem de Allah'ın rızasını hedefleyerek gösterdiği bu güzel tavırlarından dolayı cennetle mükafatlandırılır.
*Akıl sahibi kişilerin bu özelliklere sahip olmaları ise, tüm hayatlarını Allah'ın rızasını kazanmaya adayan ve ahireti hedefleyen ihlaslı kimseler olmalarından kaynaklanmaktadır.
*Müminler güzellik, zeka, zenginlik, yetenek gibi her türlü özelliği, insanlara Allah'ın verdiğini bilirler. Birbirlerinde gördükleri güzel özellikleri de büyük bir hoşnutlukla karşılarlar. Nefislerine değil, Allah'ın rızasına uydukları için, cahiliye toplumu insanlarının içlerinde yaşadıkları kibir, haset gibi duyguları yaşamazlar.
*kavimlerin içinde peygamberlere karşı mücadele eden, onlarla alay eden insanlar da şeytanın yoluna uyan kişilerdir.
Ama unutmamak gerekir ki, şeytanın bu çabaları hiçbir sonuç vermez. Aksine inkarcıların bu tür alaycı davranışlarda bulunmaları, incitici sözler söylemeleri elçilerin ahiretteki derecesini artırır, Allah'ın rızasını ve nimetlerini kazanmalarına vesile olur.
*müminlerin din ahlakından uzak insanların alaycı tavırları karşısında üzülmeleri de söz konusu olamaz. Bu tavırlar ancak onlar için bir rahmettir ve müminler gösterdikleri sabır sayesinde Allah'ın rızasını ve cennetini umarlar.
*Akıl sahibi insanın en belirgin özellikleri, Allah'tan korkup sakınması, daima vicdanına uyması, her olayı, gördüğü herşeyi Kuran'a göre değerlendirmesi ve her an Allah'ın rızasını aramasıdır.
Bir insan, dünyanın en zeki, en bilgili, en kültürlü insanı dahi olsa eğer bu özelliklere sahip değilse "akılsız" olacaktır ve birçok gerçeği göremeyecek, kavrama yeteneğinden yoksun kalacaktır.
*Allah'ın yaratmış olduğu sistemin anahtarı ise Allah'ın rızasıdır. Çünkü Allah sadece rızasına uyanları doğru yola iletecektir
*Müslüman, Allah'ın rızasını aradığı için Müslümandır. İşte Müslümanı, diğerlerinden ayıran en önemli fark buradadır. Müslümanlar, dini Allah'ın rızasını kazanmak için izlenecek bir yol olarak görürken, birçokları için din, birtakım inançları içeren kurallar bütünüdür ve hayatlarında önemli bir yeri yoktur.
*Müslümanlar, dini Allah'ın rızasını kazanmak için izlenecek bir yol olarak kabul ederken, münafıklar bunu kendi çıkar ve isteklerini tatmin etmeye yarayacak bir araç olarak görürler.
*İnsanlar kendilerine tek hedef olarak belirledikleri dünya nimetlerini elde etmek için çok büyük bir çaba gösterirler. Zengin olmak, statü kazanmak ya da başka menfaatler için ellerinden gelen herşeyi yaparlar. Çok kısa süre içinde tümüyle ellerinden gidecek olan "az bir değer" (Tevbe Suresi, 9) uğruna büyük bir yarış içine girerler.
Onlarınkinden çok daha büyük bir karşılığa, Allah'ın rızasına ve cennetine talip olan mümin de bu hedefleri için ciddi bir çaba gösterecektir.
*Mümin Allah rızası ve ahiret için "ciddi bir çaba gösterek" çalışır. Malını ve canını Allah için "satmıştır".
*Allah'a "malını ve canını satmış" olan bir insan, Allah rızası için karşılaşacağı hiçbir zorluktan etkilenmeyecektir. Allah rızası dışında hiçbir şeye yönelmeyecektir.
*mümin olmanın ölçüsü, Allah rızasına karşı içli bir istek duymak ve gerektiğinde bu yolda fedakarlık göstermekten kaçınmamaktır.
*Mümin, Allah'ın rızasının yanında başka çıkarlar gözetmez.
*Allah'ın rızasını arayan ve gözeten bir mümin için hiçbir sıkıntı, zorluk ve üzüntü yoktur.
*Nefs "var gücüyle kötülüğü emreden" olduğuna göre, mümin sürekli olarak nefsine karşı uyanık olmak durumundadır. Nefs sürekli olarak ona Allah'ın rızasının dışında alternatifler sunar ve bu alternatifleri süslü gösterir. Fakat mümin, Allah korkusu sayesinde, nefsin bu "şaşırtıp-saptırıcı" özelliğine kanmaz. Daima Allah'ın rızasına uygun bir yaşam geçirmek için doğrulara yönelir.
*Mümin, şirkten, Allah'tan başka hayali ilahlardan medet ummaktan, onların rızasını aramaktan ve onların boyunduruğu altına girmekten arınmıştır. O, yalnızca Allah'a kulluk eder. Allah'ın rızasını arar.
*Allah yolunda "ciddi bir çaba" göstermenin anahtarı ise, Allah rızasının en çoğunu aramaktadır. Mümin, önünde hepsi de meşru olan bir kaç seçenek birden bulduğunda, kendisine Allah'ın rızasını en çok kazandıracak olanını seçmelidir.
Allah rızasının en çoğunu aramayı kısaca şöyle tanımlayabiliriz:
-Müminin hayatının tümü "helal dairesi" içinde geçmelidir. Haramlar açıkça belirtilmiştir ve oldukça az sayıdadır. Bu belli haramların dışında, bütün fiil ve tavırlar söz konusu helal dairesi içindedir.
-Bunun yanısıra mümine düşen, Allah'ın helal kıldığı ölçüler içinde kendi akıl ve "basiret"ini kullanarak, Allah'ın rızasının en çoğunu aramaya yönelmektir.
Bununla ilgili olarak "infak" (Allah yolunda harcama yapma) konusu iyi bir örnek olabilir. Mümin, "malını ve canını" Allah'a satmıştır. Elindeki imkanları O'nun rızasına uygun bir biçimde değerlendirmelidir. Ama bunu yaparken karşısına değişik alternatifler çıkabilir. Örneğin elinde yüklü miktarda bir para olduğunu düşünelim. Bununla kendine yeni bir giysi alabilir. Bu helal ve gayet meşru bir harekettir; üstüne başına bakması, temiz ve güzel bir görünüm içinde olması Allah'ın rızasına uygundur. Ama bu parayı kullanabileceği ve Allah'ın rızasını daha da çok kazanmaya vesile olabilecek başka bir yer olabilir. Örneğin, bu parayı kendisinden daha acil bir ihtiyaç içinde olan bir fakire vermekte, ya da bu parayı dinin menfaatleri için son derece önemli bir çalışmaya aktarmakta, Allah'ın rızası çok daha fazla olabilir. Bu, içinde bulunduğu ortama ve şartlara göre insanın kendi vicdanıyla öncelikli olanı belirleyebileceği bir durumdur.
Bir başka örnek daha verebiliriz: Mümin "iyiliği emredip, kötülükten men etmekle", Allah'ın dinini anlatmakla, yeryüzündeki zorbalıklara karşı fikri bir mücadele içine girmekle sorumludur. Allah'ın rızasını, bu büyük sorumluluğu sırtlanmakla kazanabilir. Bu sorumluluk her zaman için bazı öncelikli hizmetler ortaya çıkarır. Böylesine büyük bir sorumluluğun gerektirdiği pek çok iş varken, Allah'ın meşru saydığı bir başka işi daha öncelikli konumda değerlendirmek yanlış olacaktır. Örneğin erkek ailesine bakmakla yükümlüdür. Onların güvenliğini, geçimini sağlama görevi ona verilmiştir. Ama bunu bahane ederek yukarıda bahsettiğimiz sorumluluğu üzerine almaması elbetteki mümine yakışır bir tavır olmayacaktır.
Aslında biraz düşündüğümüzde değeri az olan şeyi tercih etmede "nefs"in etkili olduğunu görürüz. Allah katında değeri az olan şeyi çok olana tercih etmek, insanın nefsine de bir "pay" ayırmasından kaynaklanır. Oysa bir konuda yapılması gereken, nefsine en ufak pay ayırmadan yüzde yüz Allah'ın rızasını gözetmektir. Bir işte yüzde doksan dokuz Allah'ın rızası, yüzde bir de nefsinin istekleri varsa, o yüzde doksan dokuz da Allah katında kabul edilmeyebilir. Çünkü bu insan, nefsini Allah'a şirk koşmuş demektir. Şirkin ise yüzde biri bile geri kalan ameli geçersiz kılmak için yeterli olabilir.
*Müminler her zaman için sorumluluğunu taşıdıkları bu mücadele için neyin "en hayırlı" olduğunu tespit edip, onu uygulamakla sorumludurlar. Çünkü böyle bir emaneti taşıyacak güce sahip olup da, sırf nefsi için aciliyeti olmayan işlerle uğraşmak Allah'ın rızasından yüz çevirmek anlamına gelir.
*Allah rızasının en çoğundan yüz çevirip, ikinci dereceden bir işle ilgilenmek, Allah'ın rızasına aykırıdır. Dolayısıyla zaten Allah'ın rızasının ancak en çoğu, Allah'ın razı olduğudur. Allah'ın daha az razı olması gibi bir şey yoktur.
Allah'ın rızasının en çoğunu aramayıp, azıyla yetinmekse, aslında insanın ahirete yönelik yanlış bir bakış açısı geliştirmesinden kaynaklanır.
*mümin için bir tedirginlik ya da huzursuzluk yaratacak bir korku yoktur. Asıl korkulması gereken, Allah'ın rızasına aykırı yaşamaktan dolayı kalbin "katılaşması"dır.
*mahşer günü herkesin mutlaka çevresinde toplanacağı bildirilen cehennemin kenarında bulunduğumuzu, cehennemi tüm dehşetiyle gördüğümüzü düşünelim... Böyle bir durumda bazı alternatiflerle karşılaşsak, hiç tereddüt etmeden Allah'ın rızasının en çoğunu seçmez miyiz?
*İnkar edenler, "az bir yararlanma" dan (Al-i İmran Suresi, 197) başka bir şey olmayan dünyayı elde etmek için ellerinden gelenin "en çoğunu" yaparlar. Sonu hüsranla bitecek olan bu "az bir yararlanma"nın yanında, müminler için Allah'ın rızası, rahmeti ve cenneti vardır. Bunlara talip olan müminin yapması gereken de elinden gelenin "en çoğunu" yapmaktır.
*Müminin bir seçim durumunda genellikle ilk düşünüp-yöneldiği alternatif, Allah'ın rızasının en çoğudur.
*müminin sevgisi "Allah için sevmek" dışında hiçbir kıstasa bağlı değildir. Sevgisi, soy yakınlığı, maddi zenginlik gibi kıstaslara değil, imana, ahlak güzelliğine bağlıdır. Para, makam, şöhret gibi sözde değerlerin sahiplerini değil, katıksız iman sahiplerini, yani müminleri sever.
Sevgisini Allah sevgisi dışındaki kıstaslardan arındırdığına göre, en çok seveceği kişi de Allah'ın rızasını en çok arayan, en "takva" (Allah'tan korkup-sakınma) sahibi olan insandır.
*Mümin ahiretteki sonsuz cennet hayatını hedefler. Tüm hayatı Allah'ın rızasını ve bu büyük "kurtuluş ve mutluluk"u elde etmek üzerine kuruludur
*Allah rızası için evlilik, "şirk" üzerine kurulan evlilikten elbette tümüyle farklıdır. Allah için yapılan evliliğin kıstası ise, elbette mal, şöhret, fizik gibi geçici kıstaslar olamaz. Evliliğini de Allah'ın rızasını arayarak yapacaktır. Evlilik için talip olacağı insan da Allah rızasını en çok kazanmasına vesile olacak olan insandır.
*Öyleyse, madem hayat çok kısadır, bu hayattan sonra sonsuz bir gerçek hayat vardır ve madem o sonsuz hayat, bu dünyada Allah'ın rızasını arayarak kazanılacaktır; bu durumda;
-İnsanın buradaki kısa ve değersiz hayatından çok, ölümden sonra başlayacak gerçek hayatını düşünmesi gerekir. Bu yüzdendir ki, bu gerçeği kavramış olan müminler "katıksızca (ahireti asıl) yurdu düşünüp-anan ihlas sahipleri"dirler. (Sad Suresi, 46)
-Dünyada elde edilecek servet ve imkanlara tutkuyla bağlanmanın bir anlamı yoktur. Kimse ne malını, ne güzelliğini, ne kuvvetini ne ailesini, ne de şöhretini ahirete götüremez. Bunların hiçbiri mezardaki insana eşlik edemez. Mezara giren yalnızca kefene sarılı bir bedendir; o da kısa bir süre içinde kurtlanıp çürümeye başlayacaktır.
-Bu dünyadan ahirete götürülecek tek şey Allah rızası için yapılmış olan salih amel ve ibadetlerdir. O zaman bu dünyada kısa bir süre için insana verilmiş olan nimetler (sağlık, güzellik, servet vb.), ahirette ebedi olarak ve çok daha güzeliyle yeniden insana verilecektir.
-Bu gerçeği kavramayıp da malını ve bedenini Allah rızası için harcamaktan kaçınıp "cimrilik" eden, kendi ahiretini mahvetmekte ve asıl kendine cimrilik etmektedir.
*Kuran'da tarif edilen din, insanı yalnızca Allah'a kul olmaya ve O'ndan başka varlıkların boyunduruğundan sıyrılarak özgürleşmeye çağırır. Buna göre insan yalnızca Allah'ın rızasını aramakla sorumludur, başkalarının hoşnutluğunu aramak gibi bir zorunluluğu yoktur.
*Gerçek Müslüman, kendisini yaratan sonsuz kudret sahibi Allah'ın rızasını arayan, O'nun rızasından başka hiçbir maddi veya manevi karşılık beklentisi içinde olmayan kişidir.
İşte Müslümanlığın tanımı budur.
*Mümin geçici ve kısa bir yurt olan dünyada Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak hedefindedir. Tek düşüncesi karşı karşıya olduğu büyük olaydır: Kesin olarak bir gün ölecek ve Allah'ın huzurunda hesap verecektir. Bu hesap onu ebedi yıkıma ya da kurtuluşa taşıyacaktır. Böylesine büyük bir olayla karşı karşıyayken başka hesaplar peşinde koşmak ya da umursuz davranmak ise elbette akıl karı değildir.
*Mümin, kurtuluşu için "en çoğu" aramakla yükümlüdür. Allah rızasının en çoğunu aramamak, karşı karşıya olunan tehlikenin de farkında olmamak demektir.
*Mümin, hayatının her aşamasında, karşısındaki alternatifler arasından Allah rızasının en çoğunu seçmek durumundadır. Allah rızasının en çok hangi alternatifte olduğunu tespit etmek için elinde olan en büyük kıstas ise vicdanıdır.
*Allah'ın gücünü takdir edebilen ve dolayısıyla hayatını Allah rızası üzerine kuran bir insanın sahip olduğu en önemli özelliklerden biri de, Allah dışındaki tüm varlıklardan "bağımsız"laşmasıdır. O, hayatını Allah'ın hoşnutluğunu kazanma, O'na "kul" olma hedefi üzerine kurduğuna göre, Allah tarafından yaratıldığını ve kontrol edildiğini kavradığı tüm evrene artık değişik bir gözle bakacaktır. Yalnızca Allah'ı ilah olarak tanıdığı için, sahte ilahlar artık mümin için bir şey ifade etmeyecektir
*Mümin Allah'ın verdiği mülkü, akılcı bir biçimde, Allah rızası için harcarken, bunun bitip-tükeneceğinden de korkmamalıdır.
*ahirete geçiş kapısı olan ölüm, ancak hayatını Allah rızasına uygun olarak değerlendirenler için mutluluk ve kurtuluşa açılır
*Mümin, yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu aradığı, yalnızca O'na yalvardığı, yalnızca O'ndan istediği içindir ki, tüm yaratılmışlardan bağımsızlaşmıştır. Allah dışında hiç kimseyi hoşnut etme ihtiyacı duymaz, Allah'tan başkasından medet ummaz. İnsanın gerçek özgürlüğü, zaten ancak bu gerçeği kavrayarak Allah'a yönelmesiyle olur.
*Kuran'ın tarif ettiği müminlerin ahlakı Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuruludur.
*Allah korkusu, müminin imanını, şevkini, Allah'a olan sevgi ve saygısını coşturan bir duygudur. Kişiyi Allah'ın razı olmayacağı bir tavır içine girmekten sakındıran, nefsinin taşkınlıklarını, sınır tanımaz kötülüklerini dizginleyen, sürekli iyilik yönünde harekete geçiren bir korkudur.
Bu korku onu Allah'ın azabından uzaklaştıran, Allah'ın rızasına, rahmetine ve cennetine yaklaştıran, bundan dolayı da çok büyük bir manevi haz içeren bir korkudur. Mümini Allah'ın sınırlarını korumada, Allah'ın rızasını aramada son derece yüksek bir şuura, uyanıklığa ve titizliğe iletir.
*Mümin Allah'ın büyüklüğünü, azametini, kudretini bildiği gibi "İntikam alan", "Kahreden", "Azap veren", "Zillete düşüren" sıfatlarını da bilir. Allah'ın rızasına ters düşen bir tavır ya da konuşmanın karşılıksız kalmayacağını bilir.
*Küçük büyük herşeyin ortaya döküleceği, ellerin ve derilerin şahitlik edeceği bir vakit gelecektir. Bundan korkan mümin hayatını bu gerçeğe göre yaşar ve Allah'ın rızasından kesinlikle hiçbir şart ve koşulda taviz vermez.
*Allah'tan gereği gibi korkup sakınan müminler Allah'tan karşılık görme konusunda son derece hassastırlar. Öyle ki kendilerine isabet eden bir musibet karşısında veya işlerinde bir terslik hissettiklerinde ya da herhangi bir sıkıntıya uğradıklarında hemen bir vicdan muhasebesi yapar, Allah'ın hoşnut olmayacağı bir şey yapıp yapmadıklarını gözden geçirirler. Ve Allah'tan bağışlanma dileyip, O'na dua ederler. Allah'ın rızasını kazanmaya olan düşkünlükleri ve aynı şekilde O'nun rızasını kaybetmekten duydukları korku, onları son derece duyarlı hale getirmiştir.
*Doğruyu yanlıştan ayırabilen bir akla sahip olan insanın her sözü, her tavrı, aldığı her karar, verdiği her tepki isabetlidir. Allah'ın doğrularına uygundur. İyiyle kötüyü derhal ayırt edebildiği için Allah'tan korkan bir insan, her işinde Allah'ın rızasına uygun hareket eder.
*Allah'tan gücü yettiğince korkan, her tutum ve davranışında Allah'ın rızasını gözeten, dosdoğru davranan samimi bir mümin için azap söz konusu değildir.
*Cennete giren müminlerin duydukları en büyük manevi haz, Allah'ın bundan sonra kendilerinden razı olduğunu, kendilerini sevdiğini, onlara hiçbir zaman gazaplanmayacağını, ebediyen Allah'ın dostu olacaklarını bilmeleridir. Allah'ın rızasını kazanmış olmak insana hiçbir maddi güzellikle karşılaştırılamayacak kadar büyük bir sevinç ve mutluluk verir. Nitekim cennet nimetlerini değerli kılan da Allah'ın rızasıdır.
*Şu anda cehennemin kenarında olsanız ve oradaki zebanilerin cehennem ehline yaptıkları dayanılmaz işkenceleri gözünüzle görseniz, cayır cayır yanan ateşin uğultusunu, cehennem ehlinin çığlıklarını, kemiklerini çatırdatan inlemelerini, kahırla nefes alıp vermelerini, bir kez daha dünyaya geri dönmek isteyen pişmanlık dolu yalvarışlarını duysanız ve sonra tekrar dünyadaki yaşamınıza geri döndürülseniz acaba hayatınızda neler değişirdi?
Hiç kuşku yok ki içinizi tarifsiz bir korku kaplar, bambaşka bir insan olurdunuz. Hayatınızı bütünüyle farklı düzenlerdiniz. Etrafınızdaki insanların bu gerçeği göz ardı ettikleri için büyük bir gaflet içinde olduğunu düşünür, olanca gücünüzle ahiret için çabalardınız. Allah'a karşı günah olabilecek herşeyden şiddetle sakınır, toplayabildiğiniz kadar ecir toplamaya çalışırdınız. Ahiret hayatınızı riske sokabilecek en ufak bir söz ya da davranış korkudan içinizi titretir, hemen Allah'a yalvara yalvara, ürpertiyle dua eder, bağışlanma dilerdiniz. Gördükleriniz, duyduklarınız bir an olsun aklınızdan çıkmazdı, kendi sonunuz için aynı ihtimali düşünmekten Allah'a sığınırdınız. Allah'ın sevgisini kazanmak, O'nun azabından kurtulmak için malınızı, canınızı, tüm enerjinizi kullanırdınız. Üstelik bunların hepsinde ölene dek sabırlı ve kararlı olur, karşınıza bir zorluk çıksa bile bu size zorluk gibi görünmezdi. Kimse sizi yolunuzdan çeviremez, Allah'ın rızasından taviz verdiremezdi. Her şart ve koşulda, her durumda ahiretiniz için yapabileceğinizin en fazlasını yapardınız. İnsanların, toplumların ne yaptıkları, nasıl bir hayat tarzını benimsedikleri, hangi ideolojilerin peşinden koştukları sizi hiç mi hiç ilgilendirmezdi. Her halinizle ve her tavrınızla sadece Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaya çalışırdınız. Allah'ın emir ve yasakları konusunda son derece titiz olduğunuz gibi insanlara da bunu anlatır, her gördüğünüz kimseyi bu gerçekle uyarırdınız. En büyük hedefiniz, hayatınızın tek amacı Allah'ın dostluğunu kazanmak olurdu ve kendinizi tamamen O'na teslim ederdiniz.
*Allah'tan korkmayan bir insanın nefsi, onu sürekli olarak Allah'ın razı olmadığı şeyleri yapmaya, razı olacağı şeylerde ise ihmal ve gevşeklik göstermeye sürükler. Bu yüzden Allah rızasını kazanmanın yegane yolu Allah korkusudur. Bu, Allah'ın koyduğu bir kanundur. O halde Allah'tan gereği gibi korkmadan O'nun sevgisini ve rızasını kazanacağını sanmak büyük bir cahillik ve aldanış olacaktır.
*Allah sevgisinin tarifsiz manevi hazzını tadan müminler, Allah'a karşı bir hata ya da kusur işleyerek en çok sevdikleri varlığın sevgisini ve hoşnutluğunu, dostluğunu kaybetmekten çok korkarlar.
*insanların sahip olduğu veya olamadığı şeyler kendileri için bir kazanç değildir. Bunlar sadece geçici dünya hayatını mı gerçek yurt olan ahireti mi istediklerini denemek için Allah'ın yarattığı imtihanlardır.
Eğer kişi bu gerçeğin farkına varmaz ve elindeki herşeyi kendisinin zannedip cimrilik yapar, Allah'ın dilediği şekilde harcamazsa o zaman Allah da onun elindeki imkanları daraltır. Tam aksi olarak elindeki herşeyin kendisine Allah'ın rızasını kazanacak bir harcama yapması için verildiğini bilen kişilerin de elindeki imkanları arttırır, dünyada da ahirette de onlara en güzeliyle karşılık verir.
*Peygamberler bir hüküm vermeleri gerektiğinde adaleti sağlayabilmek için, savaşta zafer sahibi olabilmek için, dünyada Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla harcanabilecek mal, mülk için, hastalandıklarında şifa bulmak için ve bir insanın hayatının her anında isteyebileceği herşey için yalnızca Allah'a yönelmişlerdir.
*Şu an dünyada yaşayan insanlara, Allah katından bir kitap göndermiştir. O'nun katından gönderilen, hükümleri korunmuş olan bu kitap, son kitaptır. Allah bu kitabın içinde dünyada yaşayan insanlara neler yapmaları gerektiğini açık açık belirtmiştir; uymaları gereken emirleri, sakınmaları gereken yasakları bildirmiştir. Üstelik bu kitaptaki emirlere uyarak hayatını Allah rızası için geçirenlerin sonsuza kadar cennette kalacağını müjdelemiştir.
*müminin yegane dostu Allah'tır. Ve O'nu vekil edinmesinden dolayı yaşamı boyunca her türlü sıkıntı ve üzüntüden de uzaktır. Herşeyden önce Yaratanının, en büyük dostunun yardımı ve desteği kendisiyle beraberdir. Allah da velisi olduğu kulunun üzerine "güven duygusu ve huzur" (Tevbe Suresi, 26) indirmiştir.
Bu huzur, müminin; her namazda, her salih amelde, Allah rızası için yaptığı küçük büyük her işte Rabbinin kendisini gördüğünü ve bunların karşılığını kat kat fazlasıyla vereceğini bilmesinden doğar.
*Allah'ı tanıyan, ve O'nun üzerindeki rahmetini gören, O'nun sayesinde var olduğunu, yaşadığını ve sevip-hoşlandığı herşeyin O'ndan geldiğini farkeden mümin ise elbette Allah sevgisinin ve imanın üstünlüğüne ulaşır, tüm yaratılmışlardan bağımsızlaşır, Allah'ın dışında hiçkimseyi hoşnut etme ihtiyacı duymaz ve Allah'tan başkasından medet ummaz. Öyle ki kalbi yalnızca Allah'ı anmakla tatmin bulur. Allah rızası için bir iş yapmak yerine boş ve amaçsız işlerle uğraşmak artık asla onun yapabileceği şeyler değildir. Çünkü Allah ibadetlerini, güzel ahlaklı olmayı, itaatli olmasını, Müslümanlara düşkünlüğü, ahiret için salih amellerde bulunmayı mümin için sevinç ve mutluluk vesilesi yapmıştır. Bunları hayattan aldıkları gerçek zevkler haline getirmiştir.
*Allah'ın gücünü tanıyıp takdir eden insanlar vicdanları güçlü olduğu için küçük yaşlardan itibaren çevrelerini hayranlıkla gözlemler, gördükleri detaylarda saklı olan Allah'ın delillerini, gücünün izlerini farkederek yaşarlar. Bu nedenle evrenin Yaratıcısı'na olan sorumluluklarının da bilincindedirler. Hayatlarını O'nun hoşnutluğunu kazanacakları işler yaparak, O'nun tavsiye ettiği bir yaşamı sürerek ve en önemlisi de öldükten sonra O'na hesap vereceklerini bilerek geçirirler.
*Allah'ın yardımını kazanmak için en önemli şartlardan biri O'nun dinine yardım etmek, O'nun sınırlarını koruma konusunda titizlik göstermek ve bu uğurda mücadele etmektir. İşte böyle samimi bir çabanın karşılığında müminler daima Allah'ın yardımıyla karşılık bulurlar. Zafer, Allah'ın vaat ettiği gibi, yalnızca O'na inananların, O'nun rızası ve hoşnutluğu için gayret gösterenlerindir
*Peygamberler ve salih müminler Allah'ın sevgisini kazanmış çok değerli insanlardır. Onlar da Allah'ı çok severler ve yalnızca O'nun hoşnutluğunu kazanmak için yaşamlarının sürdürürler. Şüphesiz Allah'ın bir insanı sevmesi ve onu dost edinmesi insana verilebilecek en büyük nimettir.
*Allah'ın elçilerinin çok önemli bir özelliği vardır: Hep Allah'ı vekil edinmişler, yalnızca O'nun hoşnutluğunu gözettiklerinden kimsenin takdiri peşinde koşmamışlardır.
*Altınçağ'da tüm evrenin ve canlıların Allah tarafından yaratıldığı gerçeği tüm bilim dünyası tarafından kabul edilecek ve böylece bilim doğru bir temel üzerine oturtulacaktır. Darwin'in hayallerini desteklemek ya da kimyasal silahlar, nükleer bombalar üretmek için kullanılmış olan bilimsel imkanlar, Allah'ın rızasına uygun bir biçimde insanlık yararına kullanılacaktır. Bu bilince ulaşan bilim adamları ise, insanlığa hizmet etmenin Allah'ın hoşnut olacağı bir tavır olduğunu bildikleri için, çok daha verimli bir biçimde çalışacaklardır.
*Altınçağ da insanların cennete özlem duyduğu, Allah'ın rızasını ve cennetini umarak yaşadıkları bir dönem olacaktır. Dolayısıyla bu dönemde insanlar her yerde cennet benzeri bir sanat, estetik ve güzellik oluşturmaya çalışacaklardır.
*Kuran ahlakına sahip olan kişi her durumda adaletli davranır, sürekli iyi işler yapıp, Allah'ın rızasını ve sonsuz ahiret yurdunu kazanmayı ister. Ayrıca böyle üstün bir ahlaka sahip olan insanların yaşadığı toplumda da adalet her şartta uygulanır.
*Carl Feit şöyle der: "Bu kişiye göre, Allah sevgisinin tek yolu O'nun yaptıklarını anlayabilmektir. Bu da kainattır. Kainatın işleyişini bilmek dindar bir insan için merak konusudur çünkü bu Allah'ın yarattığı bir dünyadır".
*Allah'ın verdiği nimeti takdir edebilecek ahlaktaki bir insan, aynı şekilde çevresindeki insanlarda gördüğü güzellikleri de kavrayabilecek bir düşünce ufkuna sahip demektir. Dolayısıyla böyle bir insan dünyanın en zengin insanı da olsa, herşeyi önüne hazır gelse, ya da hayatı boyunca hiçbir zorluk ve sıkıntıyla karşılaşmamış da olsa yine de halden anlayan, ince düşünceli, vicdanlı bir karaktere sahip olur. Sıkıntı çekenin, fakir olanın ruh halini, ihtiyaçlarını bilir. Sevmeyi, saygıyı, sadakati en derin şekliyle yaşayabilir. Dostluğu, arkadaşlığı herkesten daha iyi bilir. Çünkü bu kimse mümindir ve her ne kadar refah içerisinde olursa olsun vicdanını ve aklını bir kenara bırakmaz. Hep daha iyisini daha güzelini bulmak ve Allah'ın rızasını daha da fazla kazanmak için sürekli bir arayış içerisinde olur. Bu nedenle rahatlık onu ahlak tembelliğine itmez. Çünkü onlar Allah'a yakınlaşmak ve O'nun sevgisini kazanabilmek için yarışırlar.
*Zengin insanlara kendilerini beğendirebilmek için çok çeşitli yöntemler denerler, ama bu antipatiden başka bir şey oluşturmaz. Aslında bir anlamda da tuzağa düşmüş olurlar. Allah, Kendisini razı etmek için yaşamak yerine insanlara kendilerini beğendirmeye çalışan bu insanlara umduklarının tam tersiyle karşılık verir. Bu durumda hem Allah'ın sevgisini hem de insanların beğenisini kaybetmiş olurlar.
*temeli Allah rızasına, korkusuna ve sevgisine dayanmayan hiçbir beraberlikte gerçek sevgi ve sadakat yaşanamaz.
*Doktorlar çok az bir maaşa hastanelerde gece gündüz çalışırlar. Yıllarca buralarda çalıştıktan sonra da en fazla bir bekleme salonuyla hasta odası olan bir muayenehaneye sahip olurlar. Sabahtan geç saatlere kadar da burada hastalara bakarlar. Bu hayattaki en büyük idealleridir. Oysa mesleği ne olursa olsun her insan kısa bir yaşam sürüp ahiret gerçeği ile karşılaşacaktır. Ölümün ardından, kaç hasta baktığı, tıbbi terimleri yeterince bilip bilmediği, mesleğindeki ünvanı ve bu tarz cahiliye kıstaslarından değil, Allah rızası için nasıl işler yaptığı, insanlara fayda vermeye çalışırken onların beğenisini kazanmaya mı yoksa Allah'ı razı etmeye mi çalıştığından sorulacaktır.
*Cahiliye insanlarını bu şekilde tutkuyla oyalayarak gaflete sürükleyen konular ise belli başlıdır. İyi bir hayat yaşayabilmek, zengin olabilmek, itibar ve mevki edinip toplumda saygın bir yere gelmek, iyi bir evlilik yapıp övünebilecek çocuklara sahip olmak… İşte cahiliye insanının sonsuz ahiret hayatına tercih ettiği konular sadece bunlardan ibarettir.
Elbette tüm bunlar Allah'ın rızası ve ahiret hedeflendiğinde her insanın sahip olabileceği meşru nimetlerdir.
*Cahiliye toplumu hırs ve yarış içerisinde dünya hayatının nimetlerinden daha da fazla istifade edebilmek için koşuştururlarken, yavaş yavaş hastalıklarla ve yaşlılık alametleriyle karşılaşmaya başlarlar ve bir süre sonra ölümle burun buruna geldiklerini görürler. Bu aşamadan sonra ise dünyadakinin aksine, para, mevki ve itibar gibi kavramların hiçbir işe yaramayacağı ve sadece Allah'ın rızasını kazanmak için harcanan çabaların karşılık göreceği ahiret hayatı ile karşılaşırlar.
*Cahiliyedeki iş adamı karakterinde ise böyle salih bir niyet değil, aksine dünyaya karşı tutkulu bir bağlılık vardır. Oysa karakterlerine bu denli hakim olan para, dünya hayatının geçici bir yararıdır. Dünyanın en zengin insanı ya da en başarılı iş adamı da olsalar bir gün mutlaka ölecek ve tüm kazandıklarını dünyada bırakacaklardır. Kendileri ise kazandıkları paranın hiçbir faydasını göremeyecekler, bedenleri de toprağın altında çürüyüp gidecektir. Ardından ise dünyada yaptıkları işlerden hesaba çekileceklerdir. Bu hesap gününde kendilerine para kazanmak için ne kadar çaba harcadıkları ya da ne kadar biriktirebildikleri sorulmayacaktır. Allah için ne yaptıkları, Allah'ın rızasını kazanıp kazanmadıkları sorulacaktır. Bu nedenle dünyaya yönelik olarak gösterdikleri tüm bu çabalar boşunadır.
*İnsanların kendilerinden makamca veya yaşça üstün olan birine saygı göstermeleri elbette güzel bir davranıştır. Ancak bu kişilerin bunu yaparken Allah'ın rızasını aramaları ve karşı tarafı sağlayabileceği maddi menfaatler yönünde değil, onun ahlakı yönünde değerlendirmeleri gerekir.
Oysa cahiliye toplumunda insanlar bu değerlendirmeyi yapmazlar. Maddi zenginliği olan bir insan ahlaken son derece zayıf bile olsa ona saygı gösterirler. Buna karşılık kendilerine bağlı olarak çalışan kimseleri ahlaklarını hiç değerlendirmeden ezmeye çalışırlar. Çünkü burada da kıstasları Allah'ın rızası değildir.
*Hiç kimsenin cahiliye ölçülerine göre üstün bir mevkiye sahip olması, etrafındaki insanlardan itibar görmesi gerekli değildir. Bir insanı değerli kılan ve ona hem dünyada hem de ahirette güzel bir yaşam sağlayacak olan, Allah'ın rızasını gözeterek yaptığı işlerdir.
*Kuran ahlakında ise yapılan her iş yalnızca Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla yapılır ve müminler meslekleri ne olursa olsun güzel bir ahlak gösterir
*Müminler gerektiğinde günlerinin büyük bölümünü çalışarak, para kazanmak amacıyla geçirebilirler. Ancak onlar iyi bir kazanç elde etmeyi, Allah'ın rızasını kazanabilmek, O'nun hoşnut olacağı harcamalarda bulunabilmek amacıyla isterler.
*memur karakterini yaşayan insanlar hem ahlak yapılarında hem de sosyal yaşantılarında tembel ve üşengeç bir tavır sergilerler. Çıkar sağlayacaklarını düşündükleri bir olay olmadığı sürece de bu yapılarından ödün vermezler. Konunun başında da açıklandığı gibi bir çıkar söz konusu olmadığında yaptıklarının boşa gideceğine inanırlar. Oysa memurluk, bir hizmet mesleğidir. İslam ahlakını yaşayan bir memur bir iş için gelen kişilere çok güzel tavırlar göstererek hizmet eder. Asla onları sıkıntıya sokacak, boş yere vakitlerini alacak şekilde davranmaz. Çünkü, insanın iyilikten ve güzel ahlaktan yana yaptığı hiçbir şeyin boşa gitmeyeceğini bilir. Yaptığı her işi Allah'ın rızasını kazanmak, Allah'ın beğendiği ahlakı en fazlasıyla yaşamak niyetiyle bir ibadet olarak yerine getirir. Güzel davranışlarının hepsi hesap gününde ortaya konmak üzere Allah'ın katında bir kitaptadır.
*Elbette güzel tavırlarda bulunmak için insanın çaba harcaması ve emek vermesi gerekecektir, ama alınacak karşılık ayetlerden de anlaşılacağı gibi, güzellikle geçen bir yaşam, sonsuz bir cennet hayatı ve daha da önemlisi Allah'ın rızası olacaktır.
*dünya hayatı bir imtihan ortamı olarak yaratılmıştır. Allah dünya hayatını insanlara özellikle çekici gelecek şekilde yaratmış ve pek çok nimetle süslemiştir. İnsanların kimisi bu güzelliklerin Allah'tan olduğunu bilecek ve bu geçici nimetleri O'na şükrederek kullanacak, asıl amacı ise dünya hayatında Allah'ın hoşnutluğunu kazanacağı işler yaparak ahireti kazanmak olacaktır.
*Hz. Musa'nın tebliği karşısında imana gelen Firavun'un emrindeki sihirbazlar ise, bu seçimlerinden dolayı Firavun'un zalim ve şiddet dolu tavırlarıyla karşı karşıya kaldılar:
Firavun: "Ben size izin vermeden önce O'na iman ettiniz, öyle mi? Mutlaka bu, halkı burdan sürüp-çıkarmak amacıyla şehirde planladığınız bir tuzaktır. Öyleyse siz (buna karşılık ne yapacağımı) bileceksiniz. Muhakkak ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepinizi idam edeceğim." (Araf Suresi, 123-124)
Sihirbazların karşılaştıkları bu acımasız uygulamanın tek sebebinin de yine 'Allah'a iman etmeleri' olduğu bir başka ayette şöyle haber verilmektedir:
Oysa sen, yalnızca, bize geldiğinde Rabbimiz'in ayetlerine inanmamızdan başka bir nedenle bizden intikam almıyorsun. "Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır ve bizi Müslüman olarak öldür." (Araf Suresi, 126)
Görüldüğü gibi Firavun'un zalimliği ve kendi hükümranlığını reddederek Allah'a iman eden kimselere olan tavrı çok açık bir şekilde ortadaydı. Ancak hanımı, tüm bunları yakından bilen bir kimse olmasına rağmen, Firavun'un onun imanını öğrendiğinde gösterebileceği tepkiden ve kendisine uygulayabileceği zulümden hiçbir şekilde çekinmemiş, Allah'ın rızasını, sevgisini ve yakınlığını kazanmayı bundan çok daha önemli görmüştür. Bu samimiyeti, Allah'a olan teslimiyeti, zor şartlar altında imanını gizlemek için göstermiş olduğu sabrı ve tevekkülü, Allah sevgisinden kaynaklanan cesareti tüm inananlar için güzel bir örnektir.
Bunun yanı sıra, Firavun'un tüm Mısır'ın sahibi olduğu, tüm hazineleri ve nimetleri elinde bulundurduğu da unutulmamalıdır. Firavun'-un hanımı elindeki bu imkanların hiçbirini önemsememiş, imanı, Allah'ın rızasını kazanabilmeyi, O'nun istediği ahlakı yaşayabilmeyi tüm bu dünya nimetlerinden çok daha üstün tutmuştur. Nitekim Allah'a olan duasında da bu samimiyeti çok açık bir şekilde görülmektedir. Dünya hayatında sahip olduğu tüm bu imkanlara rağmen, Allah'tan kendisini Firavun'dan ve onun zalim sisteminden kurtarmasını dilemiş ve kendisine cennette bir ev vermesini istemiştir:
... Hani demişti ki: "Rabbim bana Kendi Katında, cennette bir ev yap; beni Firavun'dan ve onun yaptıklarından kurtar ve beni o zalimler topluluğundan da kurtar." (Tahrim Suresi, 11)
Firavun'un hanımı bu üstün ahlakıyla dünya hayatına bağlı olmadığını, asıl olarak Allah'ın rızasını ve cennetini istediğini ortaya koymaktadır. Allah onun bu samimi imanını, tüm müminlere örnek vermiş, onu hem dünya hayatında hem de ahirette üstün kılmıştır.
*Hz. Meryem dünyaya geldiğinde, annesinin tavrı yine Allah'ı razı etmeye yönelik olmuştur. Hemen Allah'a yönelmiş, hem Hz. Meryem'i, hem de onun soyunu şeytanın şerrinden koruması için Allah'a içtenlikle dua etmiştir.
*Cahiliye ahlakının meydana getirdiği kadın karakterinde ahirette alınacak karşılık düşünülmediği için alay etmekte, insanların kusurlarını bir eğlence konusu haline dönüştürmekte bir mahsur görülmez. Bunda ciddi anlamda bir kötülük olmadığı öne sürülür ve alay bir çeşit 'espri tarzı' olarak değerlendirilir. Kimi zaman da insanlara yönelik alaycı tavırlar konuşarak değil, kaş göz işaretleri, imalı birtakım yüz mimikleri ya da el hareketleriyle ifade edilir. Bazen de bu mimiklerin yerini, fısıltıyla yaptıkları konuşmalar alır.
İman sahibi bir kadın ise, bu ve benzeri tavırların hiçbirine tenezzül etmez. Tüm bunların Allah'ın razı olmayacağı, insanı küçük düşüren, asaletten uzaklaştıran ve kişiliğini zedeleyen davranışlar olduğunu bilir. Kuran ahlakına uygun bir tavır içerisinde olmanın insanı daima en asil konuma getireceğini bilerek bu konuda kararlılık gösterir.
*Allah, inkar edenlere, Nuh'un eşini ve Lut'un eşini örnek verdi. İkisi de, kullarımızdan salih olan iki kulumuzun nikahları altındaydı; ancak onlara ihanet ettiler. Bundan dolayı, (kocaları) kendilerine Allah'tan gelen hiçbir şeyle yarar sağlamadılar. İkisine de: "Ateşe diğer girenlerle birlikte girin" denildi. (Tahrim Suresi, 10)
Allah'ın sevdiği, razı olduğu, cennetiyle müjdelediği bu mübarek insanlarla evli olacak kadar yakın oldukları halde, bu yakınlık, samimiyetsizlikleri nedeniyle onlara Allah'ın rahmetinden yana hiçbir şey kazandırmamıştır. Tam tersine Allah'ın azabıyla karşılaşmışlardır.
*Rabbimiz'in 'pek büyük bir ahlak üzerinde olduğunu' bildirdiği Peygamberimiz Hz. Muhammed ise, 'kesintisi olmayan bir ecir' (Kalem Suresi, 3) ile müjdelenmiştir.
Kuşkusuz Allah'ın peygamberleri ve salih müminleri Kuran'da bu ifadelerle övmüş olması, onların ne kadar şerefli bir makama sahip olduklarını açıkça ortaya koymaktadır. Allah'ın bir insana, kendisinden razı olduğunu, onu üstün bir makama yükselttiğini, 'dost edindiğini' Kendisi'ne yakın kılınanlardan, hayırlı olanlardan olduğunu bildirmiş olması, hakkında 'o ne güzel kuldu' diye bahsetmesi çok büyük bir lütuf ve çok şerefli bir karşılıktır.
İman eden her insan, Allah'ın bu lütfuna erişerek Rabbimiz'in yakınlığını, dostluğunu, sevgisini ve rızasını kazanabilmeyi gönülden ister. Ancak bunun için insanın, Allah'ın peygamberlerini lütuflandırdığı bu nimetleri kendisinden kesinlikle uzak görmemesi, Rabbimiz'in rahmetinin ve fazlının çok geniş olduğunu bilmesi gerekmektedir. Allah, insanların Kendisi'ne gönülden yönelerek talep ettikleri her türlü isteklerine karşılık vereceğini bildirmiştir. Bu nedenle kadın olsun erkek olsun, her insanın peygamberlerin bu üstün makamına ulaşabilmeyi hedeflemesi ve bunun için samimi bir çaba harcaması gerekmektedir.
*Kuran'da, "Ama Biz'den kendilerine güzellik geçmiş bulunanlar; işte, onlar, ondan uzaklaştırılmışlardır." (Enbiya Suresi, 101) ayetinde, Rabbimiz'in Katından kendilerine güzellik geçen insanlardan bahsedilmiştir. Allah kadın ya da erkek ayrımı yapmadan insanın önüne, bu kimselerden olabilme fırsatını sunmuştur. İnsanın yapması gereken, Allah'a gönülden bir sevgiyle bağlanmak, O'nu herşeyin üstünde tutarak Rabbimiz'in razı olacağı bir yaşam sürmektir. Bu samimi imanı yaşayan her insan, Allah'ın dilemesiyle, Allah Katında en güzel karşılığı bulacaktır.
*İman sahibi insanlar, yaşadıkları toplumdan, ailelerinden ya da arkadaş çevrelerinden aldıkları telkinler her ne olursa olsun, bunları bir kenara bırakır ve Kuran'da belirtilen Müslüman karakterini yaşarlar. İşte mümin bir kadın da karakterini Allah'ın beğendiği ve hoşnut olacağı ahlakı ölçü alarak, Kuran'a göre belirler.
*Ve haklarına tecavüz edildiği zaman, birlik olup karşı koyanlardır. (Şura Suresi, 39)
Bu, iman edenlere İlahi bir emirdir ve pek çok hikmeti vardır. İnkarcı ideolojilerin fikren yok edilmesi de, ancak Müslümanların ittifak etmeleri ile mümkündür.
Ancak elbette unutmamak gerekir ki, iman edenlerin ittifakını güçlü kılan aslında onların imanları ve ihlaslarıdır. Gerçek dostluk ve ittifak ancak samimi iman ile kurulur. Müminler, birbirlerini araya hiçbir çıkar ya da menfaat beklentisi katmadan, halis niyetle ve sadece Allah rızası için sever, Allah rızası için dost olur ve Allah rızası için birlik olurlar. Temeli dünya üzerindeki en sağlam kaynağa, Allah sevgisine ve Allah korkusuna dayalı olan bu birliğin bozulması, dağılıp yıkılması Allah'ın dilemesi dışında hiçbir şekilde mümkün olmaz. Böylesine sağlam bir ittifakın, Müslümanlara dünyada eşine az rastlanır bir güç kazandıracağı ise açıktır.
*Samimi iman eden kişiler arasında sevgi, bir diğerinin Allah'tan korkup sakınmasına, Rabbimiz'e duyduğu içli sevgiye, yaptığı salih amellere, gösterdiği güzel ahlaka göre şekillenir. Eğer bir kişi hayatını Allah yolunda vakfetmiş olduğunu tüm tavır ve davranışları ile ispatlıyor, her anında Allah'ın rızasını ve rahmetini gözeterek güzel davranışlarda bulunuyorsa, müminler o kişiye karşı sevgi ve hürmet duyarlar.
*Kuran ahlakı sosyal dayanışmayı gerektirir ve insanların birbirlerinin ihtiyaçlarını gözetmelerini emreder. Hatta, iman edenler -kendi ihtiyaçları olsa dahi- ellerindeki yemeği öncelikle fakirlere ve esirlere ikram edecek kadar fedakar bir ahlaka sahiptirler. Üstelik bunu karşılarındakinin memnuniyeti için değil Allah'ın rızasını kazanmak için yaparlar. Kuran'da şöyle bildirilmektedir:
Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. "Biz size, ancak Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür." (İnsan Suresi, 8-9)
*İnsanın bilmesi gereken en temel hakikat, Allah'ın kulu olduğudur. Yapılan herhangi bir iş, ancak Allah'ın rızası gözetilerek, O'na kulluk etme bilinciyle yapıldığında değer taşır. İnsanın nefsinin istek ve arzularını dizginlemesi de, Allah rızası için (ve Allah'ın dilediği ölçüde) yapıldığında değer taşıyan bir çabadır. Allah, Kendi rızası gözetilmeden sürdürülen bu gibi çabaların sahipleri için "Çalışmış, boşuna yorulmuştur" (Gaşiye Suresi, 3) buyurmaktadır.
*İslam özgürleştiricidir. İnsanı; gereksiz örf ve adetlerden, yasaklardan, toplumsal baskılardan, "başkaları ne der" endişesinden kurtarıp, sadece Allah'ın rızasını amaçlayan huzurlu bir hayat sürmeye çağırır. Nitekim Peygamber Efendimiz de birçok hadisinde insanlara, dini kolaylaştırmayı emretmiştir:
"Sevindirin, nefret ettirmeyin, kolaylaştırın, zorlaştırmayın." 1
"Kolaylaştırıcılar olarak gönderildiniz, zorlaştırıcılar olarak gönderilmediniz." 2
*Dünya hayatına kanmayan, Allah'ın rızasını ve sonsuz ahiret hayatını tercih edenlere ise Rabbimiz şu şekilde müjde verir:
Kim ahiret ekinini isterse Biz ona kendi ekininde artırmalar yaparız. Kim dünya ekinini isterse ona da ondan veririz; ancak onun ahirette bir nasibi yoktur. (Şura Suresi, 20)
Allah dünyada da insanlara nimetlerini vermesine karşın, ayetlerinde sürekli olarak ahiretin nimetlerini istemeyi öğütler. Çünkü onlar daha hayırlı ve daha süreklidirler. (Taha Suresi, 131)
*Şu açık bir gerçektir ki, insanların dünya üzerinde gerçek huzur ve mutluluğu bulmalarının, her türlü kötülükten, acımasızlıktan, karamsarlıktan ve mutsuzluktan kurtulmalarının tek yolu, Yaratıcımız olan Allah'a teslim olmak ve O'nun razı olacağı gibi bir hayat sürmektir. Yerlerin ve göklerin tek sahibi olan Rabbimiz, tüm insanların kurtuluş yolunun bir hidayet rehberi olarak indirdiği Kuran'a sarılmak olduğunu bildirmiştir.
*Doğrusu, o zakkum ağacı; günahkar olanın yemeğidir. Pota gibi; karınlarda kaynar-durur; kaynar-suyun kaynaması gibi. (Duhan Suresi, 43-46)
Allah'a inanan ve O'na gönülden kulluk eden insanlar ise böyle bir duruma düşmeyecek, kolay bir hesap ile sorguya çekilip, korkuya, hüzne ve pişmanlığa kapılmadan cennete sevk edileceklerdir. O gün müminlerin yüzlerinin ışıl ışıl parlayacağını Allah ayetlerde haber vermiştir. Onlar dünya hayatları boyunca batıl felsefelerin peşine takılmadan Allah'ı hak Kitabı'nda bildirdiği şekilde razı etmeye yönelik yaşamalarının, Allah'tan korkup, O'nun azabından sakınmalarının karşılığını sonsuza dek cennette alacaklardır.
*O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. (Mülk Suresi, 2)
Ayette de görüldüğü gibi Allah insanları denemek için yaşamı yaratmış ve onları dünyaya geçici olarak yerleştirmiştir. Burada karşımıza çıkan olaylarla bizi sınamakta; iman edenlerle inkarcıların ortaya çıkması, inananların kötülüklerden arınması ve cennet ahlakına ulaşması için hayatı devam ettirmektedir. Yani dünya sadece Allah'ın hoşnutluğunu kazanabilmemiz için bir sınanma, bir eğitim yeridir. Allah insanları Kendisine kulluk etmeleri için yarattığını ise şöyle bildirmektedir:
Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki sakınasınız. (Bakara Suresi, 21)
Allah, insanlara korumaları gereken sınırları, hoşnut olacağı ve olmayacağı davranışları açıkça bildirmiştir. Buna göre insan, dünyada gösterdiği tavırlarla ebedi hayatında ceza görecek veya mükafata kavuşacaktır. Bu durumda yaşadığımız her saniye, bizleri ya cennete veya cehenneme yaklaştırmaktadır. Allah bu gerçeği kullarına pek çok ayette hatırlatır ve o güne karşı onları uyarır:
Ey iman edenler, Allah'tan korkun. Herkes yarın için neyi takdim ettiğine baksın. Allah'tan korkun. Hiç şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. (Haşr Suresi, 18)
Allah'ın azaplandırmasından korku duyan müminler, yalnızca O'na kulluk eder, O'nun emirlerine kayıtsız şartsız uyar, kötülüklerden sakınarak Rabbimizi hoşnut edecek davranışlarda bulunurlar.
*Allah "Onların mallarında dilenip-isteyen (ve iffetinden dolayı istemeyip de) yoksul olan için de bir hak vardı." (Zariyat Suresi, 19) ayetiyle yardımlaşmayı, infak etmeyi ve iyilikte bulunmayı bir Müslüman vasfı olarak haber vermiştir. Onların yardımı hiçbir şarta bağlı değildir. Mümin gerektiğinde iyilik yapabilmek ve başkalarını iyiliğe teşvik edebilmek için her türlü fedakarlığı göze alabilir. Yaptığı yardım karşılıksızdır, sadece Allah rızasını hedefler. Peygamber Efendimiz (sav) bir hadislerinde "Aziz ve Celil olan Allah: Ey kulum, sen fakirlere nafaka ver ki, bende sana nafaka vereyim, buyurdu."40 şeklinde bildirmiştir.
*Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin tümü, topluca iman ederdi. Öyleyse, onlar mü'min oluncaya kadar insanları sen mi zorlayacaksın? (Yunus Suresi, 99)
Örneğin bir müminin tebliği karşısında bir kişi derhal iman ederken, diğer bir kişi inkar ederek alaycı ve saldırgan tavırlarla karşılık verebilir. Başka bir kişi vicdanını kullanıp, hayatını Allah'ın razı olacağı şekilde geçirmeye karar verirken, diğer kişi ise inkarcılardan olup, güzel söze kötülükle karşılık verebilir. Ancak bu inkar, daveti yapan kimseyi hiçbir şekilde umutsuzluğa ya da üzüntüye düşürmez. Allah Yusuf Suresi'nde şu şekilde buyurmaktadır:
Sen şiddetle arzu etsen bile, insanların çoğu iman edecek değildir. Oysaki sen buna karşı onlardan bir ücret de istemiyorsun. O, alemler için yalnızca bir 'öğüt ve hatırlatmadır.' (Yusuf Suresi, 103-104)
Burada önemli olan Kuran'a uymaya davet eden kişinin, karşılaştığı tepkiler ne olursa olsun her zaman için Allah'ın razı olacağı ahlakı göstermesi, güzel ahlakından kesinlikle taviz vermemesi, tevekküllü davranmasıdır.
Allah insana akıl ve vicdan vermiştir. Elçileri ve elçilerine vahyettiği kutsal kitaplarıyla hak yolunu göstermiştir. Bu nedenle de herkes kendi seçimlerinden sorumludur. İslam ahlakı ancak samimi kararla, Allah'a teslimiyetle ve her zaman doğruları emreden vicdanın sesini dinleyerek yaşanabilir. Bir kişiyi ibadet etmeye zorlamak İslam ahlakına tamamen aykırıdır. Çünkü önemli olan kişinin kalben Allah'a teslim olması, samimi olarak iman etmesidir. Eğer bir sistem insanları inanca ve ibadete zorlayacak olursa, bu durumda insanlar o sistemden korktukları için dindar olurlar. Din açısından makbul olan ise, vicdanların tamamen serbest bırakıldığı bir ortamda Allah rızası için dinin yaşanmasıdır.
*Yaşadığı her dakika ya da her saniye insanı ölüme doğru yaklaştırmaktadır. O gün geldiğinde insan dünya hayatında peşinden koştuğu herşeyin ahirette anlamını yitireceğini, sadece Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla yapılan salih amellerin ve güzel ahlakın kişiye fayda vereceğini anlayacaktır.
*Hayatlarını Allah'ın razı olacağı gibi geçirenler, günah işlemekten ve çirkin ahlaksızlıklardan kaçınıp, salih amellerde bulunanlar Allah'ın rızası, rahmeti ve sonsuz cennet nimetleri ile karşılık bulacaklardır. Allah bu kişileri Kuran'da, "... İşte bu, yaptıklarınıza karşılık olarak mirasçı kılındığınız cennettir..." (Araf Suresi, 43) şeklinde müjdelemektedir.
*O, gaybı bilendir. Kendi gaybını (görülmez bilgi hazinesini) kimseye açık tutmaz (ona muttali kılmaz.) Ancak elçileri (peygamberleri) içinde razı olduğu (seçtikleri kimseler) başka. Çünkü O, bunun önüne ve arkasına izleyici (gözetleyici)ler dizer. (Cin Suresi, 26-27)
Ayetlerde de belirtildiği gibi Rabbimiz razı olduğu kullarına gayb bilgilerini vahyedebilir. Bunun dışında hiçbir insanın kendi çabası, çalışması, ruhlarla bağlantı kurmaya çalışması o kişiyi gaybe dair bir bilgiye ulaştırmaz.
*Sen ve kardeşin ayetlerimle gidin ve Beni zikretmede gevşek davranmayın. İkiniz Firavun'a gidin, çünkü o, azmış bulunuyor. Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür veya içi titrer-korkar. (Taha Suresi, 42-44)
Yukarıdaki ayetler tüm iman sahipleri için çok önemli hatırlatmalar içermektedir. Bir Müslüman, insanları Allah'a iman etmeye ve Kuran ahlakına göre yaşamaya davet ederken güzel sözden asla vazgeçmemeli, her zaman uzlaşmadan ve hoşgörüden yana olmalıdır. Bu, Allah'ın Kuran'da razı olduğunu bildirdiği ahlaktır.
*Allah'a iman eden bir insan tüm hayatını Rabbimiz'in razı olacağı gibi geçirir, Kuran ayetlerinde bildirilen hükümlere titizlikle uyar. Mümin derin Allah korkusu ve Allah sevgisi, samimi imanı ve güçlü vicdanı ile tanınır. Hayatının her anında vicdanının sesini dinlediği için doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilir, feraset ve basiret sahibidir, akıllıdır. Kuran ahlakından uzaklaşıp, atalarından gördükleri geleneklere uymanın insanı ne kadar büyük bir kayba uğrattığının farkındadır.
*(İbrahim) Dedi ki: "Siz gerçekten, Allah'ı bırakıp dünya hayatında aranızda bir sevgi-bağı olarak putları (ilahlar) edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi inkar edip-tanımayacak ve kiminiz kiminize lanet edeceksiniz. Sizin barınma yeriniz ateştir ve hiçbir yardımcınız yoktur." (Ankebut Suresi, 25)
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) de bir hadislerinde müşrikler için "Herhangi bir şeyi Allah'a ortak kılarak ölen kimse ateşe girer"11 şeklinde buyurmuş ve imanlarına şirk katmayan muvahhid kullarına ise şu güzel müjdeyi vermiştir:
"Her kim ki, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadan, tam bir ihlas ile O'nun birliğine inanmak, O'na ibadet etmek, namazı dosdoğru kılmak ve zekatı (gereği gibi) vermek hali üzerinde dünyadan ayrılırsa, Allah (Teala) kendisinden razı iken ölmüş olur."12
ÖNEMLİ BİLGİLER
Tarih: 3/10/2006 17:20 - yok Yorum - Yorum yaz - Bağlantı
*Derin Allah korkusu ve sevgisi ile tüm peygamberler gibi, bütün insanlara örnek olan Hz. İsa hayatı boyunca inkar edenler ve müşriklerle fikri mücadele içinde olmuştur. Din ahlakından uzaklaşmış olan İsrailoğulları'na, Allah'ın varlığını ve birliğini anlatmış, Rabbimiz'in insanlara emrettiği ahlakı onlara bildirmiştir. Kavmini, Allah'a iman etmeye, gönülden teslim olup Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için yaşamaya, günahlardan ve kötülüklerden sakınmaya, salih amellerde bulunmaya davet etmiştir. Onlara dünya hayatının geçiciliğini ve ölümün yakınlığını hatırlatmış, insanları yalnızca Allah'a ibadet etmeye ve sadece Allah'tan korkup sakınmaya çağırmıştır.
* Allah'ın, Kuran'da bildirdiği gibi, şirk koşmadan iman etmek demek "dini yalnızca Allah'a halis kılarak -yani yalnızca Allah'ın rızasını ve rahmetini umarak- iman etmek" demektir.
*Ahir zamanda Kuran'ı Allah'ın rızasını kazanmak için değil de kazanç elde etmek için okuyan insanların da ortaya çıkacağı hadiste şöyle dile getirilmiştir:
Kim Kuran okursa (mükafatını) Allah'tan istesin. Zira son zamanlarda Kuran okuyup (mükafatını) insanlardan isteyen birtakım insanlar türeyecektir. (Tirmizi; Son Zamanlarla İlgili Hadisler, s. 12)
*İmam Rabbani, Mehdi'nin Peygamberimiz (sav)'in vefatından 1000 (bin) sene geçtikten sonra ikinci binin içinde geleceğini bildirmektedir:
"Ancak beklenen odur ki; aradan bin sene geçtikten sonra bu saklı devlet tecid edile (yenilene). Ona bir üstünlük verilip suyu bulması, arttırıla... Böylece kemalatin (faziletin, iyiliğin) aslı zuhur edip onun zilletini örte... Ve nisbet-i aliyyenin mürevvici Mehdi gelsin. Allah ondan razı olsun." (Mektubat-ı Rabbani, 1/569)
*Şüphesiz, Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mü'min erkekler ve mü'min kadınlar, gönülden (Allah'a) itaat eden erkekler ve gönülden (Allah'a) itaat eden kadınlar, sadık olan erkekler ve sadık olan kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, saygıyla (Allah'tan) korkan erkekler ve saygıyla (Allah'tan) korkan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah'ı çokça zikreden erkekler ve (Allah'ı çokça) zikreden kadınlar; (işte) bunlar için Allah bir bağışlanma ve büyük bir ecir hazırlamıştır. (Ahzab Suresi, 35)
Görüldüğü gibi Kuran'a göre kadının ve erkeğin karakteri, toplumun değer yargılarına ya da süregelen gelenek ve göreneklere göre değil, Allah'ın bildirdiği "ideal Müslüman ahlakına" göre şekillenmektedir. Bu ahlakı yaşayan Müslüman kadın son derece güçlü ve sağlam bir kişiliğe sahiptir. Ve bu kişiliği toplum nezdinde bir üstünlük elde edebilmek için değil, sadece Allah'ın rızasını ve sevgisini kazanabilmek için yaşamaktadır.
*"Erkek olsun, kadın olsun inanmış olarak kim salih bir amelde bulunursa, onlar cennete girecek ve onlar, bir 'çekirdeğin sırtındaki tomurcuk kadar' bile haksızlığa uğramayacaklardır." (Nisa Suresi, 124) ayetiyle bildirdiği gibi, salih amellerde bulunan her insanın, kadın ya da erkek olsun, hiçbir fark gözetilmeksizin Allah'ın rızası, rahmeti ve nimeti ile karşılık görecektir.
*Hz. Meryem hayatının her anında Allah'a karşı göstermiş olduğu güzel ahlakıyla, Allah'a olan içten bağlılığını ve sadakatini en güzel şekilde ortaya koymuştur. Allah'ın kendisini denediği tüm zorlu olaylardaki kararlılığı, tevekkülü, kayıtsız şartsız teslimiyetiyle de, Allah'a ne kadar gönülden ve samimiyetle bağlı olduğunu en güzel şekilde ifade etmiştir.
Hz. Meryem'in yaşadığı tüm zorlu anlarda tek başına olması, onun için başlı başına önemli bir deneme konusu olmuştur. Zira insanlar zorluk anlarında daima kendilerine yardım edecek, destek olacak yol gösterecek birilerine ihtiyaç duyar ve olmadığında da kimileri yalnızlıklarından dolayı bir zayıflık ve üzüntü hissine kapılırlar. Hz. Meryem'de ise asla böyle bir durum söz konusu olmamıştır. O, herşeyi yalnızca Allah'tan beklemiş, yalnızca Allah'a güvenmiştir.
Desteği, yardımı ancak Allah'tan istemiş ve O'nun göstereceği yola uymanın, O'nun sözüne itaat etmenin kendisine yeteceğini bilmiştir. En zor anında bile ümitsizliğe, karamsarlığa kapılmamış, Allah'ın tüm yaşadıklarını mutlaka hayra dönüştüreceğini, zorlukların her birini en güzel şekilde gidereceğini bilerek Allah'a gönülden teslim olmuştur. Nitekim Allah, yaşadığı her zorlukla beraber, onun için bir kolaylık kılmış, onu daima yardımı ve rahmetiyle desteklemiş ve karşılaştığı zorlukları çok büyük hayırlara ve güzelliklere dönüştürmüştür.
Bunun yanı sıra karşı karşıya kaldığı olayları nasıl çözebileceği konusunda hiçbir tecrübesinin olmaması da Hz. Meryem için önemli bir imtihan sebebi olmuştur. Hamile kalmış ve tek başına bir çocuk dünyaya getirmek durumunda kalmıştır. Bu konuda hiçbir tecrübesi yoktur. Ancak hayatının her safhasında olduğu gibi, bu olayda da hiçbir şekilde bir yılgınlığa kapılmamıştır. Çok güçlü, iradeli ve kararlı bir kişilik sergilemiş ve Allah'ın yardımıyla tüm bunların en güzel şekilde üstesinden gelebileceğini bilmenin huzurunu ve güvenini yaşamıştır. Nitekim bu konuda da Allah onu olabilecek en mükemmel nimetlerle desteklemiş, işini kolaylaştırmış ve gösterdiği güçlü karakterden dolayı onu başarılı kılmıştır.
Hz. Meryem'in ahlakındaki üstünlüğün bir başka göstergesi ise onun üstlendiği zor sorumluluğu yerine getirirken yaşadığı sıkıntılar karşısında güzel bir sabır gösterebilmiş olmasıdır. Hz. Meryem çok önemli ve şerefli bir görev üstlenmiştir. Ancak bu üstün ve şerefli durumun, kavmi tarafından gereği gibi anlaşılamaması, inkar içerisinde olan halkının kendisine haksız bir bakış açısıyla yaklaşıp iftiralarda bulunması, Hz. Meryem için önemli bir sabır ve deneme konusu olmuştur. Bu aşamada da Allah'a olan güveninde sabır ve kararlılık göstermiştir. Güçlü, iradeli ve dirayetli kişiliğinden hiçbir şekilde taviz vermemiştir. Her olayın Allah'ın kontrolünde olduğunu ve Allah'ın kendisini tüm bu iftiralardan en güzel şekilde temize çıkaracağını bilerek, bu olaylara ve insanların cahilce tavırlarına karşı güzel bir sabır ile sabretmiştir.
Hz. Meryem'in bu olaylar sırasında dikkat çeken bir başka özelliği ise, insanların rızasından tamamen sıyrılmış olmasıdır. Allah'a katıksız bir iman ile teslim olmuştur. Bu nedenle de insanların yorumlarından, kınamalarından hiçbir şekilde etkilenmemiştir. Samimi imanı ve ihlasından dolayı onun için asıl önemli olan Allah'ın rızasına uygun hareket edebilmiş olmaktır.
*Tüm insanlar, ölümden sonra karşılaşacakları hesap gününde, dünya hayatında Allah'ın rızasını kazanmaktan yana gösterdikleri çabalarına göre sonsuza dek mükafatlandırılacak ya da cezalandırılacaklardır.
*'İyi bir anne, iyi bir eş, iyi bir ev kadını olmak ya da kişiye maddi anlamda fayda sağlayacak bir yetenek kazanmak' gibi isteklerin hiçbirinde bir yanlışlık yoktur; bunlar insanların dünya hayatında elde etmek isteyebilecekleri meşru isteklerdir. Yanlış olan, kadının böylesine kısıtlı bir dünyada yaşamaya teşvik edilmesi, ideallerinin sadece bu amaçlarla sınırlandırılmasıdır. Tüm insanlar, ölümden sonra karşılaşacakları hesap gününde, dünya hayatında Allah'ın rızasını kazanmaktan yana gösterdikleri çabalarına göre sonsuza dek mükafatlandırılacak ya da cezalandırılacaklardır.
İşte diğer cahiliye karakterlerinde olduğu gibi, kadın karakterinde de asıl hatalı olan yön, bu kimselerin sadece dünya hayatını kazanmaya yönelik bir kişilik göstermeleri, bu hayata göre bir yaşam tarzı geliştirmiş olmalarıdır. Çünkü insanın dünya hayatında sahip olduğu mallar da, kazandığı itibar da, yakınları, ailesi ya da çocukları da bir gün mutlaka yok olacaktır. Sonsuza kadar var olacak olan yalnızca Allah'tır. Bu nedenle insanın kişiliğini, ahlakını, yaşam tarzını, ideallerini tümüyle Allah'ın rızasını kazanmayı amaçlayarak belirlemesi gerekmektedir. Aksinde kişi, yaşamını sadece sınırlı ve küçük bir dünyada sürdürmekle kalmayacak, ahirette de sonsuza dek büyük bir pişmanlık ve sıkıntıyla karşılaşacaktır.
Bu noktada şunu da eklemek gerekir ki elbette toplum içerisinde bulunduğu konumdan memnun olmayan, bu karakteri sorgulayan ve toplumdaki bu yaygın kanaatin dışına çıkmak için çabalayan pek çok kadın vardır. Hatta bu kimseler çoğu zaman pek çok alanda elde ettikleri başarılarla ön plana çıkmakta ve kadınlar hakkındaki bu düşüncelerin yanlışlığını ortaya koymaktadırlar. Ancak tüm bu başarıları elde ederken dahi cahiliye ölçülerine dayalı bir karakteri yaşamaya devam ettikleri ve yine Allah'ın rızasına uygun bir karakter sergilemedikleri için, istedikleri sonuca ulaşamamakta, toplum nazarında aradıkları gerçek saygı sevgi ve güveni kazanamamaktadırlar. Kimi zaman bu isteklerine ulaşmış gibi görünseler de, tüm bunları gerçek ve kalıcı şekilde elde edemediklerini bildikleri için yine de mutlu ve huzurlu olamazlar.
*İnsanları hem dünyada hem ahirette, gerek insanların gözünde gerekse Allah Katında onurlu ve üstün konuma getirebilecek tek bir yaşam şekli, tek bir karakter ve tek bir ahlak anlayışı vardır. Kuran'a göre yaşamak insanlara en güçlü karakteri ve en güzel ahlakı kazandırır. Bu da kişinin hem Allah'ın rızasını hem de insanların sevgisini ve saygısını kazanmasını sağlar.
*Hayırlarda yarışmak, iman edenlerin, yaşamlarının her anında Allah'ın rızasını kazanabilmek için ellerinden gelen çabanın en fazlasını göstermeleridir. Bu amaçları doğrultusunda, Allah'ın en sevdiği, en razı olduğu ve Allah'a en yakın kişi olabilmek için hayırlarda yarışırlar. Ancak bu yarış, tümüyle Rahmani bir yarıştır. Allah müminleri dünyada ve ahirette öne geçiren özelliğin bu yönde gösterdikleri çaba olduğunu Kuran'da şöyle bildirmektedir:
İşte onlar, hayırlarda yarışmaktadırlar ve onlar bundan dolayı öne geçmektedirler. (Müminun Suresi, 61)
Sonra Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık. Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda yarışır öne geçer. İşte bu, büyük fazlın kendisidir. (Fatır Suresi, 32)
*Boşanma, nefislerinin kendisini yönetmesine izin veren kimi insanlar için, karşı taraf ile olan tüm çıkar ilişkilerini sona erdirmeleri anlamına gelir. Bu kimseler çıkar ilişkisinin bittiği yerde, karşı tarafa artık ihtimam ve ilgi göstermeleri için bir gerekçe kalmadığına inanırlar. Çoğu zaman, ayrıldıkları insanlara karşı olan tüm sevgi ve saygı hislerini de yitirdikleri için, onlara karşı iyilikte bulunabilmek için herhangi bir sebep bulamazlar. Bundan dolayı sadece kendi menfaatlerini koruma altına alacak şekilde hareket eder, karşı tarafın içinde bulunduğu durumu, zorluk ve sıkıntıları, ihtiyaç içerisinde oldukları konuları görmezlikten gelebilirler.
İman edenlerin böyle bir durum karşısında gösterecekleri ahlak ise çok farklı olur. Onlar, yaptıkları her işte asıl olarak Allah'ın rızasını kazanabilmeyi hedefledikleri için, şahsi isteklerine ya da nefislerinin bencil telkinlerine göre hareket etmezler. Allah'ın razı olacağı tavrın, şartlar ne olursa olsun, Kuran ahlakına ve vicdanlarına uygun bir ahlak göstermeleri olduğunu bilirler. Bu nedenle, boşanma söz konusu olduğunda da gösterecekleri tavır yine güzel ahlaka en uygun olan tavırdır. Allah Kuran'ın "Kadınları boşadığınızda, bekleme sürelerini tamamlamışlarsa, onları ya güzellikle tutun ya da güzellikle bırakın..." (Bakara Suresi, 231) ayetiyle, insanlara boşandıkları eşlerini güzellikle bırakmalarını bildirmiştir. Müminler bu konuda son derece titiz davranırlar. Güzel ahlakı Allah'ın rızasını kazanabilmek amacıyla yaşadıkları için, boşanacakları kişiye karşı da aynı hoşgörülü, merhametli, nezaketli, saygılı ve ince düşünceli tavrı gösterirler.
*(Kocası tarafından) Boşanan (kadın)ların maruf (meşru) bir tarzda yararlanma (ve geçim pay)ları vardır. Bu, sakınanlar üzerinde bir hak (borç) tır. (Bakara Suresi, 241)
Kuran ahlakına göre müminlerin, hayatlarının her anında olduğu gibi, bu konuda da Allah'ın rızasını kazanmayı hedefleyerek hareket etmeleri gerekir. Sağlanacak yardımın miktarı belirlenirken, kadının içerisinde bulunduğu sosyal konumu ve ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak son derece vicdanlı hareket etmek mümin ahlakının bir gereğidir. Allah müminlerin bu konudaki yükümlülüklerini Kuran'da şöyle bildirmiştir:
... Onları yararlandırın, zengin olan kendi gücü, darda olan da kendi gücü oranında, maruf (meşru ve örfe uygun) bir şekilde yararlandırsın. (Bu,) iyilik edenler üzerinde bir haktır. (Bakara Suresi, 236)
Geniş-imkanları olan, nafakayı geniş imkanlarına göre versin. Rızkı kısıtlı tutulan da, artık Allah'ın kendisine verdiği kadarıyla versin. Allah, hiçbir nefse ona verdiğinden başkasıyla yükümlülük koymaz. Allah, bir güçlüğün ardından bir kolaylığı kılıp-verecektir. (Talak Suresi, 7)
Ayetlerden de anlaşılacağı gibi, Allah geniş imkanlara sahip zengin bir kişiyi de, kısıtlı maddi gücü olan fakir kişiyi de bu konuda sorumlu tutmuş, her birine kendi imkanları oranında yardımda bulunmalarını bildirmiştir. Kuran ahlakından uzak yaşayan kimi insanlar, boşandıkları ve artık hiçbir beklentilerinin kalmadığı kişilere maddi yardım yapmanın, boşa gidecek bir harcama olacağını düşünürler. Çünkü ahirete inanmamakta ve yaptıkları işlerde Allah'ın rızasını kazanma amacı taşımamaktadırlar. Amaçları sadece menfaatlerini korumak olduğu için, kendilerine artık hiçbir çıkar sağlamayacak, yabancı konumuna gelmiş birisi için özveride bulunmanın bir anlamı olmadığını düşünürler. Bu nedenle de genellikle bu sorumluluktan bir şekilde kurtulmaya ya da karşı tarafın içerisinde bulunduğu durumu hiç göz önünde bulundurmaksızın, mümkün olduğunca az bir yardım ile konuyu kapatmaya çalışırlar.
İman eden kimseler ise, tüm davranışları ile Allah'ın rızasını kazanmayı amaçladıkları için hiçbir zaman bu tarz düşüncelerle hareket etmez; tam tersine, olabilecek en fazla hassasiyeti ve titizliği gösterirler. Hayatının sonuna kadar boşandığı kişiyi bir daha hiç görmeyecek ve ondan maddi manevi hiçbir menfaat elde etmeyecek de olsa, mümin bir kimse samimiyetle bu kişinin ihtiyaçlarını kendi maddi imkanları doğrultusunda en iyi şekilde karşılamaya çalışır.
Bunun yanı sıra, bir ibadeti yerine getirirken, insanlara Allah'ın rızasını asıl kazandıracak olanın, yaptıkları bir işin mahiyeti değil, bunu yerine getirirken kalplerinde taşıdıkları niyetleri olduğunu bilirler.
*Allah "Bir eşi bırakıp yerine bir başka eşi almak isterseniz, onlardan birine (öncekine) yüklerle (mal ve para) vermişseniz bile ondan hiçbir şey almayın. Ona iftira ederek ve apaçık bir günaha girerek verdiğinizi alacak mısınız? Onu nasıl alırsınız ki, birbirinize katılmış (birleşerek içli-dışlı olmuş)tınız. Onlar sizden kesin bir güvence (kuvvetli bir ahid) de almışlardı." (Nisa Suresi, 20-21) ayetleriyle, boşanma durumunda erkeğin, evli olduğu süre içerisinde eşine vermiş olduğu hiçbir şeyi geri almamasını bildirmiştir.
Allah, öncesinde evlilik ile kadına bir söz ve güvence verilmiş olduğunu hatırlatmış, bu nedenle de kadına 'yüklerle mal ve para' verilmiş olsa da, yine de erkeğin bunları geri alma yönünde bir talep içerisinde olmamasını bildirmiştir. İman eden, Allah'tan korkan ve her işi Allah'ın rızasını kazanabilme umuduyla yapan bir insan, verilen sözün Allah'a karşı verilmiş olduğunu bilir. Bundan dolayı bu konudaki sorumluluğunu en güzel şekilde yerine getirir.
*İman eden kimseler, Allah'ın, yaptıkları herşeyi gördüğünü ve ahirette tüm bunları ortaya çıkaracağını bilirler. İnsanları aldatmanın, haksız yollarla menfaat elde etmeye çalışmanın, adaletsiz ve merhametsiz tavırlar sergilemenin, ahirette insanları mutlaka kayba uğratacağının bilincindedirler. Dünya hayatında haksız yere kazanılacak az bir menfaatin, insanlara Allah'ın rızasını kaybettireceğini ve ahirette sonsuz bir azaba neden olabileceğini düşünerek böyle bir ahlaka asla yanaşmazlar.
*Müslüman, Allah'tan korkan, her işinde Allah'ın rızasını arayan, dünya hayatının geçici, ölümün ise yakın olduğunu bilip, ahireti hedefleyen insandır.
*İman eden bir kadın gücünü imanından ve Allah'ın rızasını kazanma konusundaki kesin kararlılığından aldığı için, dayanıklılığı çok kuvvetli olur. Allah Kuran'da müminlerin, bu ahlaklarını "... Hiç şüphesiz Allah'ın yolu, asıl yoldur. Ve biz alemlerin Rabbine (kendimizi) teslim etmekle emrolunduk." (Enam Suresi, 71) sözleriyle dile getirdiklerini bildirmektedir. Buna karşılık Allah, tam bir teslimiyetle Kendisi'ne teslim olan kullarını şöyle müjdelemektedir:
Kim ihsanda bulunan (biri) olarak yüzünü (kendini) Allah'a teslim ederse, artık gerçekten o kopmayan bir kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin sonu Allah'a varır. (Lokman Suresi, 22)
Hayır, kim (güzel davranış ve) iyilikte bulunarak kendisini Allah'a teslim ederse, artık onun Rabbi Katında ecri vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Bakara Suresi, 112)
*Allah'ın Kuran ile insanlara bildirdiği ahlakı yaşamakla, Allah'a ibadet ve kulluk etmekle, O'nun rızasını kazanacak işler yapmakla yükümlüdür. Cahiliye inançları nedeniyle, güzel ahlakın kendilerine getireceği huzur ve mutluluktan uzak bir yaşam süren insanlara Kuran ahlakını anlatıp, onların Allah'ın rızasına, rahmetine, cennetine kavuşmaları için elinden gelen çabayı göstermekle görevlidir. İnsanlara şeytanın sunduğu, kaos ve karmaşanın hakim olduğu, sevgi, saygı, dostluk gibi nimetlerin gereği gibi yaşanamadığı karanlık ruh halinden kurtulmanın yolunu göstermek için samimiyetle gayret sarf etmelidir.
*Allah bir ayette, "Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerinizin malik olduklarına güzellikle davranın. Çünkü, Allah, her büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez." (Nisa Suresi, 36) sözleriyle müminlerin yükümlülüklerinin sadece kendileri olmadığını, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa ve daha bunlar gibi muhtaç konumda olan pek çok insana yardım elini uzatmakla da sorumlu olduklarını hatırlatmıştır.
Müslüman kadın tüm bu sorumluluklarının bilincinde olan insandır. Bundan dolayı da hiçbir zaman için sadece kendi ihtiyaçlarının peşine düşüp, yalnızca kendisini ilgilendiren birkaç sorumluluğu yerine getirip Allah'ın bildirdiği bu yükümlülükleri göz ardı edemez. Hayata dair ideallerini, düşüncelerini sadece bu şekilde sınırlandırmaz. Dünyanın dört bir yanındaki zorluk içerisindeki insanların, açlık çeken, salgın hastalıklarla mücadele eden, savaş ve çatışma ortamlarının zorluğunu yaşayan çocukların, kadınların, yaşlıların tüm sıkıntılarını adeta kendi sorunuymuş gibi düşünüp onlara çözüm ulaştırabilmek için elinden gelen gayreti gösterir.
Bunun dışında, günlük hayatında karşısına çıkan meselelerde de, her konuya gerçekten hak ettiği kadar değer verir. Asıl amacının Allah'ın rızasını kazanmak, O'nun beğendiği ahlakı yaşamak ve insanlara da gerçek huzuru ve mutluluğu yaşayabilecekleri bu ahlakı anlatmak olduğunu bilir. Bu nedenle de, kimi kadınların günlük hayatlarında karşılaşıp da çok önemli gördükleri, gözlerinde büyütüp tasalandıkları, dert edindikleri pek çok konunun, insanın gerçek amacının yanında, ne kadar sıradan ve ne kadar önemsiz konular olduğunu bilerek hareket eder.
*Müslüman kadının ölçüsü Kuran'dır. Eğer Allah'ın Kuran'da bildirdiği ahlakı gösterdiği için çevresindeki insanlar tarafından kınanıyorsa, bu tam tersine onun bu yöndeki şevkini, iradesini ve isteğini daha da güçlendirir. Allah'ın rızasını kazanabilmesi onun için, insanların hoşnutluğunun ve düşüncelerinin çok üzerindedir. Çünkü insanı asıl olarak değerli kılan Allah Katındaki konumudur. Bunu belirleyen de onun Kuran ahlakına uygun hareket edip etmediğidir. Bu nedenle insanların ne dediğine ya da çoğunluğun kanaatine göre değil, Kuran ahlakına göre bir kişilik geliştirirler. Tek başlarına dahi kalsalar çoğunluğa uymaz, müstakil bir tavır gösterirler.
Bediüzzaman Said Nursi de sözlerinde bu konuya dikkat çekmiş, Allah'ın rızasına uygun hareket ettikten sonra insanların rızasının hiçbir önemi olmayacağını şöyle ifade etmiştir:
… Rıza-yı İlahî kâfidir. Eğer O yâr ise, herşey yârdır. Eğer O yâr değilse, bütün dünya alkışlasa beş para değmez...22
Amelinizde Allah rızası olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti lazım gelirse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakk'ın rızasını esas maksad yapmak gerektir.23
Ey nefis eğer takva ve ameli salih ile Halikini razı etti isen, halkın rızasını tahsile lüzum yoktur, o kafidir. Eğer halk da Allah'ın hesabına rıza ve muhabbet gösterirlerse iyidir. Şayet onların ki dünya hesabına olursa kıymeti yoktur. Çünkü onlarda senin gibi aciz kullardır..."24
*Allah'ın Kuran'da bildirdiği gerçeklerden uzak yaşayan cahiliye insanları, samimiyetsizliğin Allah Katındaki ve insanlar üzerindeki karşılığını gereği gibi düşünmedikleri için yapmacık tavırlara bürünmekte bir sakınca görmezler. Yapmacıklık özellikle de cahiliye toplumlarındaki kadın karakterinde görülebilmektedir. Kimi kadınlar arkalarından konuştukları, aslında hiç hoşlanmadıkları, saygı duymadıkları insanların yüzlerine karşı ortak menfaatleri nedeniyle, samimiyetsiz bir sevgi ve ilgi gösterebilirler. Çekinmeden birbirlerine yalan söyleyip aldatabilir, bir insan hakkındaki olumsuz kanaatlerini gizleyip, sorulduğunda tam tersi yönde bilgi verebilirler. Aynı şekilde çok sevdikleri, değer verdikleri insanlara karşı çeşitli sebeplerle bu duygularını gizleyip tam tersi bir izlenim de vermeye çalışabilirler.
Müslüman bir kadın ise kalbindeki Allah korkusu nedeniyle bu tür tavırlardan titizlikle kaçınır. Hiçbir zaman için küçük menfaatler uğruna insanların hoşnutluğunu kazanmaya çalışmaz. Tüm bunların, insanı hem Allah Katında hem de insanların gözünde küçük düşürecek basit tavırlar olduğunu bilir ve hiçbir zaman için tenezzül etmez. Amacı hayatının her anında Allah'ın rızasını kazanabileceği davranışlarda bulunabilmektir. Allah'ın beğendiği ahlakın ise ancak samimiyet ile yaşanabileceğini bilmektedir.
*Müslüman kadının cesareti onun Allah'ın sınırlarını koruma konusundaki kararlılığından da anlaşılır. Şartlar ne olursa olsun, Kuran ahlakından kesinlikle taviz vermez. Allah'tan başka hiçbir şeyden ve hiç kimseden korkmaz; Allah'ın rızasına en uygun davranışı sergilemekte hiç tereddüt etmeden büyük bir kararlılık gösterir. Allah iman edenlerin bu özelliklerini Kuran'da şöyle bildirmiştir:
Ki onlar, Allah'ın risaletini tebliğ edenler, O'ndan içleri titreyerek-korkanlar ve Allah'ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter. (Ahzap Suresi, 39)
*Müslümanlar yaşadıkları her anın kendileri için çok kıymetli olduğunu bilerek hareket ederler. Tek bir anlarını bile boş bir işle oyalanarak, boş sözlere dalarak geçirmelerinin büyük bir kayıp olacağının ve bunun, ahirette insanın büyük bir pişmanlık duymasına neden olabileceğinin farkındadırlar. Her anlarını bu dikkat açıklığı ile geçirir ve daima Allah'ın rızasını kazanabileceklerini umdukları işlere yönelirler. Allah'ın "Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır." (Al-i İmran Suresi, 114) ayetiyle bildirdiği gibi, yaşadıkları her anı Allah'ın rızasını kazanabilmek için 'hayırlarda yarışarak' geçirirler.
*Bir ayette Allah, "Karada ve denizde sizi gezdiren O'dur. Öyle ki, siz gemide bulunduğunuz zaman, onlar da güzel bir rüzgarla onu yüzdürürlerken ve (tam) bununla sevinmektelerken, ona çılgınca bir rüzgar gelip çatar ve her yandan dalgalar onları kuşatıverir; onlar artık bu (dalgalarla) gerçekten kuşatıldıklarını sanmışlarken, dinde O'na 'gönülden katıksız bağlılar (muhlisler)' olarak Allah'a dua etmeye başlarlar: "Andolsun eğer bundan bizi kurtaracak olursan, muhakkak Sana şükredenlerden olacağız." (Yunus Suresi, 22) şeklinde bildirerek insanların çaresiz bir halde denizin ortasında dalgalarla kuşatılmış olarak kaldıklarında 'gönülden katıksız bağlılar' olarak Allah'a yöneldiklerini hatırlatmaktadır.
İşte insanlara bu samimiyeti kazandıran, Allah'ın azabını görerek, O'nun gücünü ve kudretini idrak etmiş olmalarıdır. Dikkat çeken nokta ise, bu insanların böyle bir anda samimiyeti elde etmek için hiç zorlanmıyor olmalarıdır. Azabı gördükleri anda vicdanlarını, iradelerini son noktasına kadar kullanabilmekte ve Allah'ın razı olacağı ahlaka ulaşabilmek için ellerinden gelen tüm samimi çabayı sarf edebilmektedirler. Bu da insanın azapla karşılaşmadan da samimi olabilmeye gücünün yettiğini göstermektedir. Başkalarının kendilerine anlatmasına, samimiyetsizliklerini ispat etmeye çalışmalarına aslında gerek yoktur. Sadece vicdanlarına başvurarak dahi Allah'ın razı olacağı bu özelliği kazanabilirler. Buna rağmen bir de kendilerine hatırlatıldığı, samimiyete davet edildikleri halde yüz çevirecek olurlarsa, bu durumda Allah'ın dünya hayatında verebileceği azaptan şiddetle korkup sakınmaları gerekir.
*geçirdiği bir trafik kazasıyla yaralanan bir kimse, başına gelen bu olaya tevekkülsüz bir tavır gösterdiğinde içine düştüğü üzüntüden kurtulamaz. Bunu yaratanın Allah olduğunu unuttuğu için, hatayı arabayı kullanan şoförde ya da kendinde arayarak öfkelenir. Oysa bu sıkıntısı tümüyle yersizdir. Bu kaza Allah dilediği için olmuştur. Böyle bir durumda olayın sadece tek bir hayrını düşünmesi bile kişiyi içine düştüğü bu çözümsüz azaptan kurtarmaya yetecektir. Örneğin yaralanmak yerine ölümle karşılaşmış olabileceğini düşünmesi bile, Allah'a şükretmesine ve huzur ve neşe kazanmasına neden olacaktır. Ya da yaralanmasının ölümü ve ahireti düşünmesine vesile olduğunu, bu nedenle Allah'a daha çok yakınlaştığını, Allah korkusunun daha çok arttığını düşünerek sevinmelidir. Belki bu sayede kibirden, büyüklenmekten kurtulacak, tevazusu ise Allah'ın ondan hoşnut olmasına neden olacaktır. Bu ise ahireti için ona büyük bir hayır ve kazanç getirecektir. Dolayısıyla Allah'a ve ahiret gününe kesin bir bilgi ile iman eden bir kimse, her türlü koşulda Allah'ın yarattığı hayır ve hikmetleri
görebilir.
görebilir.
*Allah'ın sonsuz gücünü, rahmetini, kullarına olan sevgisini, bağışlayıcılığını gereği gibi takdir edemeyen insanlar karşılarına çıkan en küçük bir zorlukta dahi hemen ümitsizliğe kapılabilir ve Allah'ın rahmetinden umutlarını kesebilirler. Oysaki "...Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez." (Yusuf Suresi, 87) ayetiyle Allah bunun inkar edenlere has bir özellik olduğunu bildirmiştir. Bu nedenle Kuran'ın bu hükmünü bildikleri halde, ahlaklarındaki bu önemli eksiği gidermeye yanaşmayan insanlar, sonsuza kadar bu sıkıntı içerisinde kalmaktan, ahirette gerçekten ümitsiz bir duruma düşmekten çekinmelidirler. Allah, Kuran'da cehennemdeki insanların ümitsizliklerini şöyle bildirir:
Onlardan (azab) hafifletilmeyecek ve orada onlar umutlarını kaybetmiş kimselerdir. (Zuhruf Suresi, 75)
Kıyamet-saatinin kopacağı gün, suçlu-günahkarlar umutsuzca yıkılırlar. (Rum Suresi, 12)
*Hayatları boyunca Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmayı hedef edinen peygamberler, Allah'ın emirlerini tam olarak yerine getirerek her zaman örnek bir hayat yaşamışlardır.
*bütün hak dinler, bozulmamış halleriyle temelde bir ve tek olan Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmak üzerine kuruludur.
*Hıristiyanlık ve Yahudilik zaman içinde tahrif olmuş, Allah'ın vahyettiği zamanki hallerinden uzaklaşmışlardır. Ancak ilk vahyedildikleri dönemde hepsi, Allah'ı birleyen, şirki en büyük günah olarak kabul eden, sadece Allah'ın rızası için yaşamayı öğütleyen hak dinlerdi.
*Hz. İbrahim babasına büyük bir şefkat ve itidalle yaklaşmış, onu mütevazi bir biçimde hidayete çağırmış, ama babası inkarda direnince hemen Allah'a sığınıp babasından uzaklaşmıştır. Hz. İbrahim'in bu tavrı, bir Müslümanın diğer insanlara bakışındaki tek ölçünün Allah'ın rızası olması, "Allah için sevmek ve Allah için buğz etmek (hoşlanmamak)" olması gerektiğini göstermektedir.
*Hz. İbrahim tevekkül etmiş, kavminin düşmanca tavrı karşısında her zaman Allah'a olan güçlü imanı, samimiyeti, teslimiyeti, ihlası ona güç vermiş, Allah'ın varlığını anlatmak için çok etkili yöntemler geliştirmiştir. Hayatı boyunca çok büyük bir kararlılık ve şevkle inkar edenlere karşı fikri mücadele yürütmüş ve Allah'ın rızası, rahmeti, cenneti dışında hiçbir karşılık beklememiştir.
Şunu hiç unutmamak gerekir ki, herkesin iman ettiği ve Allah'ın rızasına göre yaşadığı bir toplum içinde iman etmek daha kolaydır. Bu toplumda insan, çevresindeki kişilerin hayatlarını gözlemleyerek doğru yolu kolaylıkla bulabilir. Ancak imansızların, Allah'ı inkar edenlerin sayıca çok olduğu bir ortamda iman etmek, Allah'ın razı olacağı gibi bir yaşam sürmek daha ciddi bir kararlılık gerektirir ve dolayısıyla daha makbul olabilir. (En doğrusunuAllah bilir.) İşte Hz. İbrahim de bu yönüyle Allah'ın insanlara üstün kıldığı kutlu bir peygamberdir.
Günümüzde bazı kişiler, çevrelerindeki insanların bir kısmının Allah'ın varlığını inkar etmesi ve Kuran ahlakının dışında yaşam sürmesinden dolayı ümitsizliğe kapılmakta, Allah'ın rızasını kazanma yönündeki şevklerini yitirmektedirler. Oysa Müslüman, bütün dünya inkar etse dahi, Allah'a gönülden teslim olmakla, O'nun hoşnut olacağı gibi bir yaşam sürmekle yükümlüdür.
*Müminlerin Allah'a olan imanıyla, tevekkülü ve güzel ahlakıyla ayetlerde övülen İbrahim Peygamberi kendilerine örnek alarak, zorluklar karşısında her zaman Allah'a güçlü bir tevekkül göstermeleri ve herşeyi yaratanın Allah olduğunu asla unutmamaları gerekir. Nitekim zarar getireceği düşünülen olayların tümü aslında birer imtihan olarak ve yine müminlerin hayrına gerçekleşmektedir. Bu durumda Müslümanın daima şevkli ve azimli olması ve her zaman Rabbimize dayanıp güvenmesi Allah'ın rızasını kazanmaya en uygun tavır olacaktır.
*Akıl ve vicdan sahibi olan insanlar Allah'ın sonsuz güç ve kudretini kavrar, O'nun herşeye güç yetirdiğini, sonsuz ilim ve hikmet sahibi olduğunu bilir ve tüm hayatlarını Allah'ın rızası üzerine kurarlar.
*Hz. İbrahim Allah'ın hidayet verdiği ve insanları iman etmeye çağırmakla görevlendirdiği kutlu bir elçisidir. O, her elçi gibi insanları doğru yola, Allah'ın rızasını kazanmaya, ahiret için yaşamaya ve güzel ahlaklı olmaya çağırmıştır.
*Hz.İbrahim Allah'ın kendisine verdiği tebliğ sorumluluğunu yerine getirmek için çok büyük bir cesaret ve kararlılıkla, hiçbir zorluk karşısında yılmadan gayret etmiştir. İnsanlardan hiçbir karşılık beklememiş, kötülüklere iyilikle karşılık vermiş, bunları yaparken de sadece Allah'ın rızasını hedeflemiştir.
*Peygamberleri ve samimi iman sahiplerini diğer insanlardan ayıran en temel özelliklerden biri, onların dünya hayatına dair bir beklenti içinde olmaksızın sadece Allah'ın rızasını ve ahireti kazanmak için ciddi bir çaba içinde olmalarıdır. Hayatlarının sonuna kadar büyük bir sabır ve ihlasla kavimlerini uyarmaya devam etmeleri, bunun en açık delillerindendir.
İhlas sahibi bir mümin, yaptığı işler ve ibadetlerle sadece Allah'ın sevgisini, hoşnutluğunu, takdirini ve dostluğunu hedefler. Bu konuda en güzel örnek ise Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed'in hayatıdır. Peygamberimiz (sav), sadece Allah'ın hoşnutluğunu aramış, hayatı boyunca Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmayı amaç edinmiştir.
Adnan Oktar (Harun Yahya) kitaplarından bölümler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder