9 Ocak 2011 Pazar

Ölüm Sonrası Hayatımız


Ölümden sonraki hayatımız nasıl olacak? Ölüm sonrası nasıl bir hayat tarzı ile karşılaşacağız? Berzah âlemi denilen kabir hayatımız ne ve nasıl şekilde olacak? Kabir ‘Cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur’ deniliyor. Aynı mekân ve zaman nasıl iki zıt şekli bir arada muhafaza eder? Suâlleri uzatmak mümkün. Bu ve benzeri suâller çoğu kez bir çok insanın zihnini meşgul etmiştir.

Risâle-i Nurdan ilginç bir ifadeyi naklederek cevaba başlayalım isterseniz:

“Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de, üç tarzda, üç yoldan başka yol yok.

• Birinci yol: O kabir, ehl-i imân için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.

• İkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefâhet ve dalâlette gidenlere bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrid içinde bir haps-i münferit, yalnız başına bir hapis kapısıdır. Öyle gördüğü ve itikad ettiği; ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muâmele görecek.

• Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için bir idâm-ı ebedî kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idâm edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek. Bu iki şık bedihîdir, delil istemiyor, göz ile görünür.” (Sözler, s. 131)

Bu cevabın içindeki sır ve düğüm “Öyle gördüğü ve itikad ettiği; ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muâmele görecek. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek” cümlelerinde saklı. Aslında bu cümleler, birinci şık cevabın içinde de takdir-i kelâm olarak mukadderdir.

Yani yukarıdaki birinci cümlenin şu şekilde de anlaşılabilmesi mümkün:

“Birinci yol: O kabir, ehl-i imân için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır. Öyle gördüğü ve itikad ettiği; ve inandığı gibi hareket ettiği için, öyle muâmele ve mükâfat görecek. Öyle bildiği ve inandığı için, mükâfatı olarak aynını görecek.”

Demek ki ölümden sonraki hayatın nasıl olduğu tarzındaki suâlimizin ip uçlarını bu cümleler veriyor. Bu ipuçlarını takip ederek bazı cevapları aramaya başlayabiliriz.

Cümleye göre, “ölüm sonrası hayatın izafî olduğu, yani kişinin inanç, yaşayış, görüş, düşünce ve bu dünyada geçirdiği hayat tarzına bağlı olduğu, her insanın kabirde ve kabir sonrasında izafî bir hayat yaşayacağı” hükmüne varmamız pekâla mümkün. Zira cümlede geçen “nasıl itikat etti, nasıl inandı ona göre muâmele görecek veya öyle bildiği için ceza çekecek” mânâları böyle bir netice veriyor.

Şayet bu tarz bir tanımlamayı başlangıç noktası olarak alırsak, ölüm sonrası için çelişki gibi görünen bazı halleri tanımlamak oldukça kolaylaşır. Ve yine ölüm sonrasını belirleyen insanın kendi hayatı ve hayatına renk veren inanç ve düşünceleri ise, aynı mekân içinde farklı halleri yaşamasını tanımlamak da o ölçüde kolay olur. Aynı mekânda bir kişi cennet halini yaşarken, diğer bir kişi cehennem azabına giriftar olabilir.

Konuyu biraz daha açalım isterseniz:

Biz şu mükemmel kâinat ve dünya içinde yaşıyoruz. Dünyamız o kadar güzel ki, seması güneşler, aylar, yıldızlarla süslenmiş. Zemin yüzü ise nehirler, dağlar, ovalar, denizler ile harika bir tablo gibi resmedilmiş. Bütün bu tabloların içi ise bitkiler, böcekler, çiçekler, kuşlar, hayvanlar ve insanlar ile şenlendirilmiş.

Gözümüz önünde tek bir kâinat ve tek bir dünya var gibi gözükürken, işin aslında insanlar sayısınca dünya vardır. Zira her insan bulunduğu zaman ve mekân şartları içinde farklı bir dünya şartlarında yaşar. İnsan hayatı bir sinema ise, bu sinemanın hem yönetmeni, hem de baş rol oyuncusu kişinin kendisidir. İşte kişi inanç ve düşüncelerine göre yazdığı senaryoya göre kendi hayatını filme alır. Filme hayat veren inançlarıdır. Filmi anlaşılır kılan görüş ve düşünceleridir. Hayat filmini güzelleştiren veya çirkinleştiren inandığı gibi yaşayıp yaşamadığıdır. Filmi renklendiren çevresine nasıl bir gözle baktığıdır. İnsan hayat boyu kendi filmini işte böyle kayıt altına alır. Kendi ‘harddiskine’ veya CD’sine kaydeder. Sinema perdeleri gibi hayat karelerini bir bir yaşamaya devam ederken bir gün gelir ki perdede bir ‘son’ ya da ‘the end’ yazısı ile karşılaşır. Bu yazı artık bu dünya şartlarında kayıt işleminin sona erdiğinin işaretidir. Evet bu noktadan sonra kayıt işlemi sona ermiştir. Ama ölüm sonrası seyir işlemi başlamıştır. Kişi ömür boyu kayıt altına aldığı hayatını, ölüm sonrası seyretmeye başlar. Hem de en gerçek hali ile.

Bu nedenle berzah âlemini, kabir âlemini büyük bir sinema perdesine benzetebiliriz. Ya da dev bir bilgisayar monitörüne. Veya sonsuza uzanıp giden dev bir aynaya. Veya böyle bir şeye…

İşte insan ölümü ile birlikte kendi hayatını, inançları ile şekillendirdiği gerçek dünyasını, ibadetleri ile süslediği veya ibadetsizliği ile zehirlediği güzelim hayatını orada seyretmeye başlar. Bu noktadan sonraki hayatı izafîdir. Herkes orada bizzat kendi kaydettiği dünyasına bakar. Sonsuza uzayıp giden sinema perdelerinde veya dev ekranlarda kendi hayatını seyre koyulur.

Şayet kişi inançlı bir hayat yaşamışsa, hayatını ibadet ve itaat ile süslemişse, günahlardan kaçınmakla hayatını korumuşsa, duâ etmiş, kâinatı ve dünyayı Allah’ın güzel bir sanatı olarak kabul etmişse önüne çıkacak hayat filmi elbette ki Cennete uzayıp giden bir görüntü oluşturacak. Berzahta hayatının Cennette nihayet bulduğunu görüp, Cennet nurunun tüm hayat filmini aydınlattığını görecek ve sonsuz bir mutluluk sahibi olacaktır. İşte o zaman ‘kabir cennet bahçelerinden bir bahçe olur.’

Öte yandan diğer bir insan da hayatını boşu boşuna geçirmiş, kâinatta bir Yaratıcıyı kabul etmemiş, hayatı tesadüf oyuncağı olarak görmüş ve o şekilde hayatını renklendirmiş, her an ebedî yok olma korkusu ile yaşamış durmuş, her an ebedî yokluk kuyusuna atılacağı zannı ile hayatını zehir etmiş ise, elbette ki ahiret yurdunun ilk kapısı olan berzah âleminde aynı hal ile karşılaşacaktır. Dünyada eşi benzeri görülmeyen dehşetli bir korku filmini aynı dehşet ve ebedî bir korku içinde seyretmeye başlayacaktır. Bu korku filmi kendi hayatıdır. Başroldeki Drakula kendisidir. Hayat filmini bu kadar dehşetli bir hale sokan yine kendisidir. Böyle iç karartan dehşetli bir filmi, insan seyretmeye dayanamaz. Müthiş bir korkuya, müthiş bir üzüntüye kapılır. Bu hayat kirli bir hayattır. Küfürle, isyanla, günahla, haksızlıkla, hukuksuzlukla kirlenmiş bir hayattır. Böylesine kirlenen bir hayatı da temizleyecek olan ancak Cehennemdir. Cenâb-ı Hak böyle bir kirliliği, ilâ nihaye mülkünde barındırmaz. Cehennemi ile temizler.

İşte Cehennemin bu temizliğini gören kişi ise azap halini yaşamaya başlar. Kabir halinin ‘Cehennem çukurlarından bir çukur olması’ da böyle bir haldir.

Bu haller elbette ki sadece kabir ve berzah âlemi ile sınırlı değildir. Hayatın izafiyeti, son mekânlara ulaşıncaya dek devam eder.

Mü’min insan, hayatını nurânîleştirmiş, Allah’ın emir ve yasaklarına göre şekillendirmiş ise; kabirde rahat eder, haşirde kuş gibi uçar gider, sırattan berk sûretinde geçer, zamansız bir şekilde kendini Cennette ve Cennet nimetleri içinde bulur.

Kâfir insan ise, hayatın her an ve zamanını taşlaştırmış, inançtan uzak bir hayat yaşamışsa, yaşadığı ömrün her ânı kadar bir ağırlık üzerine almış olur. Taşıması mümkün olmayan bu ağırlık altında ebediyen ezilir durur. Öyle ki kabirde azap çeker, haşir meydanında bu ağırlık altında ‘bizim zamanımızla elli bin seneden daha uzun bir günde’ dehşetli bir sıkıntıya maruz kalır. İşte hadislerde ve âyetlerde bize bildirilen uzun zaman ifadeleri, bu dehşetli ve sıkıntılı hallere işaret eder.

Netice-i kelâm:

Madem insan bu hayatta kendi filmini çekiyor. Madem bu film, ebedî hayatta, ebedî sinema levhalarında ebedî olarak gösterilecek. Ve madem hayatın başrol oyuncusu da, yönetmeni de biziz. Öyle ise insan, hayatını iman ile ışıklandırmalı, ibadet ve itaatle süslendirmeli. Günahlardan uzak durmakla korumalı. Yani senaryoyu iyi yazmalı ki, ebedî saadete ersin.
Yazar: Halil Akgünler Ölümden Sonraki Hayatımız Nasıl Olacak

ÖLÜM SONRASI HAYAT
__________________________________________________________________________________________________________________
İÇİNDEKİLER
Ahirete iman
        İmân edilmesi lâzım olan altı şeyden beşincisi (Âhiret gününe inanmakdır). Bu zemânın başlangıcı, insanın öldüğü gündür. Kıyâmetin sonuna kadardır. Son gün denilmesi, arkasından gece gelmediği veyâ dünyâdan sonra geldiği içindir. Hadîs-i şerîfde bildirilen bu gün, bildiğimiz gece gündüz demek değildir. Bir vakt, bir zemân demekdir. Kıyâmetin ne zemân kopacağı bildirilmedi, zemânını kimse anlıyamadı. Fakat, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, birçok alâmetlerini ve başlangıçlarını haber verdi:Hazret-i Mehdî gelecek, Îsâ aleyhisselâm gökden Şâma inecek, Deccal çıkacak. Ye’cüc me’cüc denilen kimseler heryeri karışdıracak. Güneş batıdan doğacak. Büyük zelzeleler olacak. Din bilgileri unutulacak. Fısk, kötülük çoğalacak. Dinsiz, ahlâksız, nâmûssuz kimseler Emîr olacak, Allahü teâlânın emrleri yapdırılmıyacak. Harâmlar her yerde işlenecek, Yemenden bir ateş çıkacak. Gökler ve dağlar parçalanacak. Güneş ve Ay kararacak. Denizler birbirine karışacak ve kaynayıp kuruyacakdır.
Günâh işleri yapan müslimânlara (Fâsık) denir. Fâsıklara ve bütün kâfirlere kabrde azâb vardır. Bunlara elbette inanmak lâzımdır. Mevtâ kabre konunca, bilinmiyen bir hayât ile dirilecek, râhat veyâ azâb görecekdir. Münker ve Nekir adındaki iki meleğin, bilinmiyen korkunç insan şeklinde mezâra gelip süâl soracaklarını hadîs-i şerîfler açıkça bildirmekdedir. Kabr süâli, ba’zı âlimlere göre, ba’zı akâidden olacak, ba’zılarına göre ise, bütün akâidden olacakdır. [Bunun için, çocuklarımıza (Rabbin kim?Dînin hangi dindir?Kimin ümmetindensin?Kitâbın nedir?Kıblen neresidir?İ’tikâdda ve amelde mezhebin nedir?)süâllerinin cevâblarını öğretmeliyiz! Ehl-i sünnet olmıyanın doğru cevâb veremiyceği (Tezkire-i Kurtubî)de yazılıdır.] [Tezkirenin müellifi Muhammed Kurtubî mâlikî, 671 [m. 1272] de vefât etdi.] Güzel cevâb verenlerin kabri genişliyecek, buraya Cennetden bir pencere açılacakdır. Sabâh ve akşam, Cennetdeki yerlerini görüp, melekler tarafından iyilikler yapılacak, müjdeler verilecekdir. İyi cevâb veremezse, demir tokmaklarla öyle vurulacak ki, bağırmasını, insandan ve cinden başka her mahlûk işitecekdir.Kabr o kadar daralır ki, kemiklerini birbirine geçirecek gibi sıkar. Cehennemden bir pencere açılır. Sabâh ve akşam Cehennemdeki yerini görüp, mezârda, mahşere kadar, acı azâblar çeker.
Öldükden sonra, yine dirilmeğe inanmak lâzımdır. Kemikler, etler çürüyüp toprak ve gaz oldukdan sonra, hepsi yine bir araya gelecek, rûhlar bedenlerine girip, herkes mezârdan kalkacakdır. Bunun için, bu zemâna, (Kıyâmet günü) denir. [Bitkiler havadan karbon dioksid gazını ve toprakdan su ile tuzları, ya’nî toprak maddelerini alıp, bunları birleşdiriyorlar. Böylece, organik cismleri ve a’zâmızın yapı taşlarını meydâna getiriyorlar.Senelerle uzun süren bir kimyâ reaksiyonunun, (katalizör) kullanarak, sâniyeden az bir zemânda hemen oluverdiği, bugün bilinmekdedir. İşte bunun gibi, Allahü teâlâ, mezârda, su, karbon dioksid ve toprak maddelerini birleşdirerek organik maddeleri ve canlı uzvları bir anda yaratacakdır. Böyle dirileceğimizi, Muhbir-i sâdık haber veriyor. Fen ilmleri de, bunun dünyâda zâten yapılmakda olduğunu gösteriyor].
Bütün canlılar, (Mahşer) yerinde toplanacak. Her insanın amel defterleri uçarak sâhibine gelecekdir. Bunları, yerleri, gökleri, zerreleri, yıldızları yaratan, sonsuz kudret sâhibi olan Allahü teâlâ yapacakdır. Bunların olacağını, Allahü teâlânın Resûlü “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haber vermişdir. Onun söyledikleri elbette doğrudur. Elbette hepsi olacakdır.
Sâlihlerin, iyilerin defteri sağ tarafından, fâsıkların, kötülerin arka veyâ sol tarafından verilecekdir. İyi ve kötü, büyük ve küçük, gizli ve meydânda yapılmış olan her şey defterde yazılı bulunacakdır. (Kirâmen kâtibîn) meleklerinin bilmediği işler bile, a’zânın haber vermesi ile veyâ Allahü teâlânın bildirmesi ile ortaya çıkarılacak, herşeyden süâl ve hesâb olunacakdır.Mahşerde, Allahü teâlânın dilediği her gizli şey meydâna çıkacakdır.Meleklere, yerlerde, göklerde neler yapdınız?Peygamberlere “salevâtullahi teâlâ ve teslîmâtühü aleyhim ecma’în”, Allahü teâlânın hükmlerini Onun kullarına nasıl bildirdiniz?Herkese de,Peygamberlere nasıl uydunuz, sizlere bildirilen vazîfeleri nasıl yapdınız?Birbiriniz arasında bulunan hakları nasıl gözetdiniz diye sorulacakdır. Mahşerde, îmânı olup, ameli ve ahlâkı güzel olanlara mükâfât ve ihsânlar olacak, kötü huylu, bozuk amelli olanlara ağır cezâlar verilecekdir.
Allahü teâlâ, dilediği mü’minlerin büyük ve küçük bütün günâhlarını, fadlı ile, ihsânı ile afv edecekdir. Şirkden, küfrden başka, her günâhı, dilerse afv edecek, dilerse, adâleti ile küçük günâhlar için de azâb edecekdir.Müşrik ve kâfir olarak öleni hiç afv etmiyeceğini bildirmekdedir. Kitâblı ve kitâbsız kâfirler, ya’nî Muhammed aleyhisselâmın, bütün insanlara Peygamber olduğuna inanmıyan, Onun bildirdiği ahkâmdan, ya’nî emr ve yasaklardan birisini bile beğenmiyenler, bu hâlde ölürlerse, elbette Cehenneme sokulacak, sonsuz azâb çekeceklerdir.
Kıyâmet günü, amelleri, işleri ölçmek için, bilmediğimiz bir (Mîzân), bir ölçü âleti, bir terâzî vardır. Yer ve gök bir gözüne sığar. Sevâb gözü, parlak olup, Arşın sağında Cennet tarafındadır. Günâh tarafı, karanlık olup, Arşın solunda, Cehennem tarafındadır.Dünyâda yapılan işler, sözler, düşünceler, bakışlar, orada şekl alarak, iyilikler parlak, kötülükler karanlık ve iğrenç görünüp, bu terâzîde dartılacakdır. Bu terâzî, dünyâ terâzîlerine benzemez. Ağır tarafı yukarı kalkar. Hafîf tarafı aşağı iner, denildi. Âlimlerin “rahime-hümullahü teâlâ” bir kısmına göre, çeşidli terâzîler olacakdır. Birçoğu da, terâzîlerin kaç dâne ve nasıl oldukları dinde açık bildirilmedi. Bunları düşünmemelidir, dedi. (Sırât köprüsü) vardır. Sırât köprüsü, Allahü teâlânın emri ile, Cehennemin üstünde kurulacakdır. Herkese, bu köprüden geçmesi emr olunacakdır. O gün, bütün Peygamberler (yâ Rabbî! Selâmet ver!) diye yalvaracaklardır. Cennetlik olanlar köprüden kolayca geçerek, Cennete gideceklerdir. Bunlardan ba’zısı şimşek gibi, ba’zısı rüzgâr gibi, ba’zısı koşan at gibi geçecekdir.Sırât köprüsü kıldan ince, kılıncdan keskindir. Dünyâda islâmiyyete uymak da, böyledir. İslâmiyyete tâm uymağa uğraşmak, Sırât köprüsünden geçmek gibidir. Burada, nefs ile mücâdele güçlüğüne katlananlar, orada Sırâtı kolay ve râhat geçecekdir. İslâmiyyete uymıyan, nefslerine düşkün olanlar, Sırâtı güç geçecekdir. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ, islâmiyyetin gösterdiği doğru yola (Sırât-ı müstakîm) adını verdi. Bu ism benzerliği de, islâmiyyet yolunda bulunmanın, Sırât köprüsünü geçmek gibi olduğunu göstermekdedir. Cehennemlik olanlar,Sırâtdan geçemeyip, Cehenneme düşeceklerdir.
Peygamberimiz Muhammed Mustafâya “sallallahü aleyhi ve sellem” mahsûs olan (Kevser havuzu) vardır. Büyüklüğü, bir aylık yol gibidir.Suyu sütden dahâ beyâz, kokusu miskden dahâ güzeldir. Etrâfındaki kadehler, yıldızlardan dahâ çokdur. Bir içen, Cehennemde olsa bile, bir dahâ susamaz. (Şefâ’at) hakdır. Tevbesiz ölen mü’minlerin küçük ve büyük günâhlarının afv edilmesi için, Peygamberler, Velîler, Sâlihler ve Melekler ve Allahü teâlânın izn verdiği kimseler, şefâ’at edecek ve kabûl edilecekdir. [Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Ümmetimden büyük günâh işleyenlere şefâ’at edeceğim) buyurmuşdur.] Mahşerde, şefâ’at beş türlüdür:
Birincisi, kıyâmet günü, mahşer yerinde kalabalıkdan, çok uzun beklemekden usanan günâhkârlar, feryâd ederek, hesâbın bir ân önce yapılmasını isteyeceklerdir. Bunun için şefâ’at olunacakdır.
İkincisi, süâlin ve hesâbın kolay ve çabuk olması için, şefâ’at edilecekdir.
Üçüncüsü, günâhı olan mü’minlerin, Sırâtdan Cehenneme düşmemeleri, Cehennem azâbından korunmaları için şefâ’at olunacakdır.
Dördüncüsü, günâhı çok olan mü’minleri Cehennemden çıkarmak için şefâ’at olunacakdır.
Beşincisi, Cennetde sayısız ni’metler olacak ve sonsuz kalınacak ise de, sekiz derecesi vardır. Herkesin derecesi, makâmı, îmânının ve amellerinin mikdârınca olacakdır. Cennetdekilerin derecelerinin yükselmeleri için de şefâ’at olunacakdır. Cennet ve Cehennem şimdi vardır. Cennet, yedi kat göklerin üstündedir. Cehennem, herşeyin altındadır. Sekiz Cennet, yedi Cehennem vardır. Cennet, yer küresinden ve güneşden ve göklerden dahâ büyükdür. Cehennem de güneşden büyükdür.

Ölüm ve Ötesi
Ölümü ve ötesini merak etmeyenimiz yoktur. O, kimsenin tadıpta anlatmadığı ama seçkinlerin görüp te anlattığı bir şeydir. Biz o yolda ölmeden önce, öldükten sonra göreceklerimize Kuran ve Sünnet ışığında ölmeden nefsini öldürenlerin rehberliğinde bakacağız Hemen hemen ruhun bedenden ayrıldıktan sonra uğradığı her durağa uğrayacak ibret almaya, ibretle bakmaya çalışacağız, ahirete bir gidip gelseydim beni bekleyen her şeyi hem cennette, hem de cehennemde bir tadıp gelseydim nasıl olurdum nasıl yaşardım, haramlarla arama ne kadar mesafe koyardım, kökleşmiş günahlarımın kökünü kazımak için ne yapardım, karanlık geçen gecelerime, boş geçen saatlerime, kaçırdığım namazlarıma nasıl nedamet ederdim, daha çoğaltmamız mümkün olan bu nasıllara hayali yoculuğumuzla cevaplar arayacak. Kuran ve hadisdeki naslarla yola çıkacak, ölüm anına, ruhun bedenden ayrılışına bakacağız. Sonra ruhun peşini bırakmayacak, tekrar ceset elbisesini giyipte gideceği son noktaya kadar takip etmeye çalışacağız. Bu arada kabrin karanlığına Kuran sünnet ışığı yakacak aynı ışık altında münker-nekirin sorduklarına kulak verecek, sorguya çekilenle birlikte terleceğiz. Ama belki korku bizi inkara itecek, bu ölmüş çürümüş kemikleri kim diritecek diyeceğiz? Bu tünele gireceğiz. Yani ölüm, ruh, sur, kıyamet, kabir, sorgu, haşr (tekrar diriliş), berzah alemi, mahşer, mizan (terazi), hesap, sırat, şefaat, cennet ve hafizan Allah ebedi cehennem koridoruna gireceğiz. koridorun her karışını duygularımızla yaşarken, şeytanın ve nefsinde fısıltılarına kulak verecek, onlardan gelebilecek her türlü şüpheye, elimizde Kuran ve sünnet olduktan sonra bir değil binlerce gelsin bir şey ifade etmez diyecek akıl ve duygu bir yüklü hayili seyahatimize devam edeceğiz. Bu seyahatimizde belki bazen haddimizi aşacak büyüklerimizin hoşgörülerinden cesaret alıp, onlara arkadaş olmaya, onlar gibi duyup, hissetmeye, eğer olursa, kendimizden geçmeye, cesedin karanlık koridorlarında değil de, ruhun aydınlık zirvelerinde dolaşmaya, her zaman olduğu gibi ona tevekkül edip ulaşmaya çalışacağız..
İşte böyle bir seyahate doğru ilk adımlar
Bu ilk dersde seyahatimiz hakkında yola çıkmadan kısa bilgiler vereceğiz. Nerelere uğrayacak, hangi manzaraları göreceğiz onlar hakkında kısa bir bilgi veya uygun bir tabir olursa yol haritası....
"Her canlı ölümü tadacaktır..." (A. İmran 185) mecburi istikameti gereğince, hareketimiz ölüm istasyonundan başlayacaktır. İstasyona giderken başka levhalarda görüyoruz. "Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!.." (Nisa 78) Evet kaçışı olmayan mecburi istikamet. Fakat ilginç birdurum var herkes trende aynı rahatlıkta gidemiyorlar. Hatta parası az olduğu için, daha doğru bir ifade ile verilen parayı iyi kullanmadığı için çok perişan olanlar var. Hiç ayrılmayacağım düşüncesiyle ruhu cesedine öyle bağlanmışlar varki. ipeğin çalılardan ayrılışı gibi ayrılıyor. ve ayrıldıktan sonra beş para etmez bez parçası muamelesi görüyor. Diğer yolcuların ruhlarına bakıyoruz. yer den ayrılmak isteyen lastik topun misali ne zaman yerçekiminden kurtulacağım dercesine zevkden yerinde duramıyor. Ölüm iman sayesinde hayattan daha lezzetli hale geliyor. O kadar lezzetli ki, çok zaman şehadet mertebesinde her zaman beklenir hale bile gelebiliyor.
"Nihayet onlardan (müşriklerden) birine ölüm gelip çattığında:..." Azrail onun ruhunu kucağına aldığında, daha yolun başında öyle manzaralar görecek ki; "Rabbim! der, beni geri gönder;" (Mü'minun 99) Evet Ölüm istasyonudan haraket edince ikinci menzil kabir...
Kimi için çok korkunç olan, kimine görede herşeyden tatlı olan, mümine ayrı kafire ayrı olan yine kafire akrep, çıyan ve yılanlar la dolu bir kuyu olan, mümin içinde cennetin bekleme salonu gibi manzaralarla süslü bu kabir istanyonundan ayrılırken hesabın yani ön soruşturmanın nasıl zor ve kolay alındığınada tanık olacağız. Burada Hz Ömeri hatırlayacak ve ölümünden bir müddet sonra rüyasında Hz. Abbas'la yaptığı konuşmaya kulak vereceğiz. Rüyada Hz Abbas, Hz Ömer'e soruyor; " Ya Ömer nerede kaldın? Sana olan özlemimi seni rüya penceresinden görerek gidermek istiyordum, fakat o da ancak 6 ay sonra nasip oldu " uzun zaman göremedim dediğinde; Hz Ömer'in cevabı kabir ahvalinin okunmakla, düşünmekle hatta yaşanmakla değil, ancak geçilmekle anlaşılabileceğini vurgular mahiyette" 6 ayda hesabımı ancak verdim, kabir beni çok sıktı Ya Abbas "demisinde ancak anlamaya çalışıyoruz. Onu bile sıkan kabir beni ne yapar? Benim gibileri, canım gibi sevdiğim insanları, dostları ne yapar? Ey Ömerin geçeceği yerden Ömer olmadan geçecekler, başınıza bu sıkıntılar gelmeden, orada sıkılmadan burada kendiniz Ömer olmak için sıkın sıkın ki, sıkılmayasınız. Hem kabirde hem de Rabbin karşısında ......
Şu ayete iyi kulak ver
"Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et!" (Hicr 99) Hemde öyle bir kulluk etki, sıkılmayacağın bir kulluk olsun. Eğer kabir bu güne göre bir yarınsa " herkes, yarına ne hazırladığına baksın. ..." (Haşr 18) diyen Kuran bizi bu günden yarıne düşünmeye teşvik ediyor. Gelmeyeceğini zannettiği yarın; yani ölüm ve arkası "ölüm gelip de: Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!demesinden önce,(iş işten geçtikten sonra anlamadan önce ) Herhangi birinize, size verdiğimiz rızıktan harcayın."(Münafikun 10) Kuran bu ayette rızık keimesini takyitsiz ( belli bir rızka işaret etmeyip her verileni içine alacak şekilde.) vererek verilen her şeyin onun yolunda verilebileceğine işaret ve teşvik ediyor.
Haşrin ibretli tablosu
Haşirden bir manzarada " Allah'ın onları, sanki günün ancak bir saati kadar kaldıklarını zanneder vaziyette yeniden diriltip toplayacağı gün...." (Yunus 45)Evet bitmeyen günlerin başlangıcı olan haşir sabahında uyandıkları vakit, bitmeyeceğini zannettikleri dün onlar bir saat gibi geliyor.
Müminlere nasıl yaşamışlarsa ona uygun bir muamele
Peki ya o cennete girecek insanlar nasıldır. Özellikleri nelerdir ve kimlerdir. " (Onlar,) meleklerin, "Size selam olsun. Yapmış olduğunuz (iyi) işlere karşılık cennete girin" diyerek tertemiz olarak canlarını aldıkları kimselerdir. (Nahl 32)
Dünyada yaptığı kulluğun sonucunda, haşrin sabahında "Ey huzura kavuşmuş insan! (nidasıyla uyanan insan) Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir! (Fecr 27-30) Ne büyük bir sadet!
Bir de kafirlerin halini görsen
Kur'an Allah'a karşı yalan uyduranların sonunuda şu ayetler le tablolaştırıyor. "....O zalimler, ölümün (boğucu) dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: "Haydi canlarınızı kurtarın!.. " (Enam 93) diyecekler ama bunu derken melekler değişik bir azap cinsi olan istihza (alaya alma) ile "Melekler yüzlerine ve arkalarına vurarak ve "Tadın yakıcı cehennem azabını" (diyerek) o kafirlerin canlarını alırken onları bir görseydin! " (Enfal 50) Ah bir görseydim, görseydim de sırtına vurulanlardan bir de ben olmasaydım.
Ahiret hayatının varlığını zorunlu yapan sebepler.
1) Mahlukat gayesiz, başı boş mu yaratıldı?
Kainatta gayesiz hiç bir şey yoktur. Gayesini anlayamadığımız veya o an için göremediğimiz ve haklarında araştırma isteyen konularda hemen anlayamamamızdan dolayı "gayesiz ve boştur" demek ilim ve hakikatle ters düşer. Bir bilgisayarın veya elektronik başka bir şeyin içini açıpta baktığımızda bilgisayarın içine konuş sebebini anlayamadığımız parçalar için bunlar boşuna konmuş demek, kendi cehaletimizi gösterir. Bir şeye yoktur, veya o şey boştur, gayesizdir demekte yine bilmeyi gerektirir. Yani inkar için bile bilmeye ihtiyaç vardır.
Ayakkabı bağının ucundaki demir, yakamızdaki toplu iğne bile bir gaye için bir amaç için varlarsa, insan gibi eşref-i mahlukat (en şerefli varlık) olan bir halifeyi, Allah'ın vekilini gayesiz düşünmek, böyle bir düşünmeden öte gayesizmiş gibi yaşamak, insana ve insanın sanatkarına yapılacak en büyük saygısızlıktır. Eve alınan son derece değerli antik bir halıyı girişte kapıya paspas yapmak, nasıl mantıklı değil ve aptalca bir davranışsa insan gibi yüksek gayeler için yaratılmış bir varlığı dünyanın fani işleri arkasında baki alemi unutturarak koşturmak ondan daha fazla divaneliktir ve insanın kendi şahsına yapacağı en büyük saygısızlıktır. Saygın bir insanın büyük bir toplantıda, ağzında emzikle dolaşması nasıl onun değerini, konukların gözünde düşürür, aynen öylede, şu dünyada halife pozisyonu verilen insan yaradılış maksatlarının dışına çıktığında, dünya toplantı salonunda bulunan ilahi kameralar vasıtası ile her şeyi kaydediliyor. Yani onu melekler, ruhaniler, ve en önemlisi her şeyi yaratan her an izliyor. İzleyicisi bunların olduğu bir toplantı salonunda kötü işler yapıpta ebedi hayatta maskara olmaktan daha acı bir şey var mı acaba?
Bu manalara işaret eden bir kaç ayetin mealine bakalım:
"23.115. Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" Böyle sandı iseniz çok aldandınız. Birinlerini saygısızlık
yapmanın kötü olduğun anlayıp, Allah'a karşı kulluk yapmama saygızlığının hesabı olacağını düşünmediniz ise cidden aldandınız.
İnsanın müşterisi kimdir? Veya kim olmalıdır?
-Tanıdığınız bir bahçıvan düşünün, bir yıl boyunca özene bezene büyüttüğü çiçeklerini, sebzelerini bir arabaya yüklese ve yola çıksa yolda siz ona rastlayıp sorsanız "bunları nereye götürüyorsun?" O da dese; "bunları şu yakındaki çöplüğe götürüyorum?" her halde şaşırıp kalırsınız.
-Bir sarraf atölyesi ve dükkanı olan kuyumcu tanıdığınız olsa, binbir emekle bulduğu, sonra topraktan çıkardığı, sabırla işlediği, uzun zaman göz nuru döktüğü sonra kalitesine göre altın, gümüş, bronz, demir ve teneke diye ayırdığı madenlerini bir arabaya koysa ve yine sen ona yolda rastlasan "bunları nereye götürüyorsun" desen ve baçıvandan aldığın cevabın aynısını alsan her halde daha çok şaşırırsın. Narin bir gülün, değerli bir madenin yeri değerine uygun olmalı, layık oldukları mekanlarda sergilenmeli değerlerini veren alıcılara gitmeli. Kendi değerine denk bir değerle değişilmeli. Veya düşük bir karşılığa verilmemeli. Bu misale başka bir noktadan daha yaklaşıp misalin hakikatine geçelim. Bu güller ve değerli madenlerin bırakın çöpe atılmasını, değerinden az bir karşılığa satılması bile onların değerine saygısızlıktır. Bin gulden değerinde olan bir madeni binbeşyüz gülden veren varken beş gülden vereceğini hatta sonra onu geri alacağını ima eden birine satmak ne derece divanelik olur heralde herkes anlar.
Şimdi İnsana bakalım, önce bir değer biçelim sonra da satışa çıkartalım.
Bu noktada ilk olarak gafil bir insanın gözü ile dünyaya bakalım. Bir kere insan sipariş üzere üretilmiyor. rengi, boyu, ömrü, karateri, huyları üretici firma tarafından belirleniyor. Dünyaya kullanıma hazır olarak değilde, yarı mamul olarak gönderiliyor. 15-20 yıl boyunca işlemek gerekiyor. Kalitesi de yetiştiği çevre ve bahçıvanı olan anne-babanın maharetlerine göre değişebiliyor. Birde yedek parçası üretilmiyor. Bütün parçaları milyarla ölçülemeyecek kadar kıymetli, bir kilodan biraz fazla beynine 10 ton altın verseniz vermez. O kadar değerli. Şimdi bu kadar değeri olan nadide varlık olan insan bir okula müsteri olsa veya okul buna müşteri olsa ve dese; bana 11 yıl günde 8 saat gel sana diploma vereceğim dese ve o da gitse, sonra okul bitince bir işyeri günde bana 8 saatini verirsen sana ayda 2500 gülden vereceğim ve bunu 65 yaşına kadar yaparsan seni emekli edeceğim dese bunu da kabul ederiz ve ediyoruz. Şimdi 65 yaşındayız ( Hala yaşıyor veya yaşayan ölü degilsek) Ya sonra ne olacak, olmayacak bir şeyin olduğunu farzedelim, herkese gelen ölüm sana bir farkla, bir gün önceden haber verse, yarın geliyorum dese, öyle veya böyle bu olacak ve kimsenin kaçamadığı bir gerçektir. Şimdi dön arkana iyi bak eğer seni yaratana kul olmamışsan, bütün bir hayat boyunca arzuları hevesleri tatmin için koşmuşsan, ölüme bir gün kala eline avucuna iyi bak, nerede kaldı o tatlı günler, nerede o uğruna çok şeyi ihmal ettiğin gençlik, bütün bir ömür boyu elde etmek için koştuğun mal mülk sen giderken sana elini bile vermiyor. Vedalaşmaya fırsatın bile olmuyor. Yoksa sen bütün bir hayat boyu, sana ebedi hayatta faydası olmayan şeylerin peşinden mi koştun? Müşteri olunsa milyarlara satmayacağın bir nefesinin tonlarcasını bir hiç uğruna mı tükettin, değer yönü ile nefes den geri kalmayan kafa, bir hiç uğruna mı yoruldu? Evet bu sorular organlar adedince çoğaltılabilir. Şimdi durup düşünelim. Bu kadar kıymetli bir ömür verildi ve elde kalan nedir? Bu insan bir dükkandan ambalaj içinde bir kamera satın alsa buna 5000 gülden verse, sonra evine geldiğinde bunu açtığında aldığı şeyin 5 gülden bile etmeyen bir oyuncak olduğuna anlasa, düştüğü durumu kazık yemek olarak ifade edecek, karşısına filimlerini çekmek için aldığı ailesi ise günlerce çalışmanın sonucu elde edilen paraların boşa gittiğini görecek, Babamız kazık yemiş diyecekler. Belki bu kameranın bonusu duruyorsa geri verilebilir. Ama ya hayat kadar değerli bir şey bir hiçe verilmişse böyle bir alış verişte herşeyi verip bir hiç alan insanın düştüğü durumu açıklamada kazıkların boyu bile yetersiz kalacak. Böyle bir hayata sonu itibarı ile baktığımızda bir yaprağın sonbahardaki sonundan farksız bir son, Halife insan ve bir yaprak dünyadan giderken aynı değerde yani toprağa karışmak ve bir hiç olmak için gidiyorlarsa, bu hayatın sahibi dünya pazarında ebedi kazık yemiş bir talihsizden başka bir şey değildir. Hele hayatını günaha gire çıka, gözleri ile harama baka baka, elleri ile haramı tuta tuta tertemiz haytını kirletmiş ise bir melek gibi geldiği hayatı şeytana oyuncak olmuş bir pislik olarak terk ediyorsa, bu yönü ile ağzımıza tertemiz giren fakat çıktığında WC den başka bir yer bırakılmayan bir pislikten farkı kalmayacak. Eger hayatın gayesi yoksa Eğer her şey dünyada başlayıp yine dünyada bitiyorsa. Bir ahiret yoksa, İnsan büyük bir mezarlıkta yaşayan ve hiç olmaya mahkum, hayvanlardan ve diğer mahlukattan üstünken ölümü yönü ile onlarla eşit olacak bir zavallıdan başka bir şey değildir. Çok sevilen babanın ölüsü evi kokutacağı için ayrı bir yatak olan kabre konuyor, çarşafı olmayan, akrepi yılanı, çıyanı olan bir yatağa konuyor zaten başka da bir şey de yapamazlar. İşte dünyanın acı yüzü.
Hayatın Müşterisi Allah'tır. Ebedi Cennet veriyor hayatı alıyor.
Birde kul gafil değilse hayatı bir gayeye göre yaşıyorsa, o hayatın gayesini de bilir, hayatın değerini de bilir. Böyle bir hayatın alıcısının Allah olduğunu da bilir. Ve hayatı ona göre yaşar. Müşteriye malı takdim eden satıcının gösterdiği hassasiyetten daha fazla bir hassasiyeti, alıcısı Allah olan bir pazarda malını güzel tutmaya değerini düşürmemeye çalışır. Gelen geçenin baktığı vitrine verdiği özeni, bakanı Allah olan kalp evindeki hassasyeti ile gösterir. Zira Allah o evi günde 70 defa nazar ediyor. Evet hayatın gayesi dünyadan daha değerli olmalı. Kur'an bu manalara şu ayeti ile ışık tutuyor. " Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. .... O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır. 9-111." Bu kazancı değerlendirmek isteyen ". İnsanlardan öyleleri de var ki, Allah'ın rızasını almak için kendini ve malını feda eder. Allah da kullarına şefkatlidir.2. 207" Müşterisi Allah olan pazarda kendini Allah beğendirerek pazarlayanlar, Bir an önce ona satılmanın derdine düşmüşler, cennetin ve onun sahibinin yüksek değerleri varken dünyanın teneke parçalarına gönül vermemişler, Allah'a kavuşacak yolu ve fırsatı hep değerlendirmişler. Eğer bir cepheye girmiş ise, öldüğüne değil ölmediğine üzülüp acaba bir hataam mı vardı da arkadaşlarıma nasip olan şehitlik bana olmadı demişler.
Evet sözün özü hayatta bir mikrobun bile gayesi varsa, ondan çok değerli olan, değerine değer katan iklimdeki gayreti ile melekleri kıskandıracak mertebelere çıkan insanın gayesiz olduğunu düşünen ona en büyük saygısızlığı yaptığı gibi, onu yaratana da en büyük hürmetsizliği yapacak, bu iki durumda da vay o insanın haline!
 Mantık ahireti gerektiriyor
Ustasız bir bina düşünemeyiz. Ustasız düşünemediğimiz bu binanın bir okul olduğunu düşünelim. Mantıklı düşünmeye devam edersek bir okul olunca içinde öğretmenler ve öğrencilerinde olduğu da kabul etmek gerekir. Bunlarını kabul edince burada başarılı olan ve olmayan talebeleri de kabul etmek gerekir. Bütün bunları kabul edince bu okulun yıl sonunda talebelerinin durumunu gösteren bir belgenin de kabul edilmesi gerekir. Bütün bunlardan birini kabul etmemek hepsinin anlamsız hale getirir. Biri diğerlerinin varlığını zorunlu kılar.
Aynen bunun gibi Güzel bir ustanın eseri olan dünya varsa onun içinde insanlar varsa, bu insanların öğretmenleri Peygamberler varsa, onların davetine uyan iyiler uymayan kötüler de varsa bütün bunların varlığı iyilerin mükafâtlarını göreceği bir sâdet diyarını kötülerinde cezalarını göreceği bir elem diyarını gerektirir.
Bu birbirlerinden ayrılmaz gerçekleri denklemle gösterecek olursak karşımıza şöyle bir sonuç çıkar.
Usta-Okul-Talebe-Öğretmen= Diploma Merasimi
Usta (Allah)-Dünya-İnsan-Peygamber= Hesap günü
Mantık bunu sonuçları gerektirir.
Her şeye bir bedel ödenmesi de ahireti gerektirir.
Birisi sorsa ayakkabınızı kaça aldınız, fiyatını söyleriz. Elbiselerin fiyatını sorsa yine bir fiyat söyleriz. Ama aynı kişi vucudumuzu kaça aldığımızı sorsa ona bir şeyler demekte zorlanırız. Her şeye bir şey vermek gerekiyorsa acaba vucudumuza bir şey vermek gerekmiyor mu? ........................Ahirette hesabını Allah’a vereceğim cevabından başka verecek cevap var mı?
Efendimizin insanın durumu şu hadisleri ile açıklıyor. İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) birgün yere çubukla, kare biçiminde bir şekil çizdi. Sonra, bunun ortasına bir hat çekti, onun dışında da bir hat çizdi. Sonra bu hattın ortasından itibaren bu ortadaki hatta istinad eden bir kısım küçük çizgiler attı.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu çizdiklerini şöyle açıkladı: Şu çizgi insandır. Şu onu saran kare çizgisi de eceldir. Şu dışarı uzanan çizgi de onun emelidir. (Bu emel çizgisini kesen) şu küçük çizgiler de müsibetlerdir. Bu musibet oku yolunu şaşırarak insana değemese bile, diğer biri değer. Bu da değmezse ecel oku değer.
Buhârî, Rika 3; Tirmizî, Kıyamet 23, (2456); İbnu Mace, Zühd 27, (4231).
Dünya bir büyük Şantiyedir.
Büyük inşaatlar şantiyesiz olmaz. Önce şantiye yapılır. Şantiye içinde devamlı yaşanmak için yapılmaz Bu nedenle onun her malzemesi geçicidir. Asıl bina yapılınca dağılacaktır. Evdedik konfor orada aranmaz, orada ki hiç bir şeye de gönül bağlanmaz. Bağlansa bile gönlü tatmin etmez. Şu dünyamızda bir şantiye gibidir. Şantiye şartlarında yaratılmıştır. İnsan kendi yaradılışında var olan özelliklere isteklere baktığında bir şantiyeye benzeyen şu dünyanın hiç bir şekilde onu tatmin etmediğini görür. Ya gönül bağladığı şeylerin ömrü kısadır, ya da kendi ömrü kısadır. Dünyadaki şeyleri sevmek başlangıçta tat veriyor gibi olsa bile netice itibarı ile tadı oranında acı verir. Zira fanidir. Bir gün elden çıkma veya o elinde iken kendi ömrünün bitmesi düşüncesi onun sevdiği şeyler üzerinde karabulutlardır. O toz pembe hayalleri ile dünyasını aydınlatmaya çalışır. Ama beyhudedir. Resül-u Ekrem (s.a.v) bu gerçeği şu açık ve özlü ifade ile izah buyuruyorlar: "Abdullah b. Mes'ud (ra) diyor ki: Rasül-i Ekrem (s.a.s) bir hasır üzerinde uyumuşlardı. Kalktığında, mübarek vücudunda hasırın bıraktığı izler görüldü. Bunun üzerine:
- Ya Rasülallah! Sizin için yatak alsak olmaz mı? Dediler.
Efendimiz cevaben:
- Benim dünva ile münasebetim şuna benzer. Ben, dünyada bir agaç
altında gölgelenip sonra da bırakıp giden bir yolcu qibiyim. Bu beyanla, dünyanin ne değerde olduğunu da, insanı mesut edemeyeceğini de, insanın yurdunun burasi olmadığını da bir kalemde kavramış oluyoruz.
Üstadın benzetmesi
Üstad Bediüzzaman Said Nursi dünyayın halini güzel bir kervansaraya benzeterek şöyleder; Bir Sultan düşünün daimî sarayında misafir etmek için bendelerini davet ediyor. Yol bir hayli uzun, sultan merhametinden yollarda Kervansaraylar inşa ettiriyor. Saraya davetli yolculardan bir kısmının gözleri kervansarayların güzelliği karşısında kamaşıyor. Akılları başlarından gidiyor. Kısa süreli kalacakları yeri daimi kalacak bir yer gibi telakki ediyorlar. Duyguları kendilerini aldatıyor. Uzun bir yoldan sonra erecekleri sadeti bir gecelik geçici sadete tercih edip aldanmışlardan oluyorlar. Diğer bir kısım yolcular ise kervansarayın güzelliğine kendinlerini kaptırmayıp, sarayın güzelliğini düşünüyorlar ve şöyle diyorlar; “Bir gece kalacağımız kervansarayı böylesine güzel süslüyen zat acaba bizleri daimî sarayında neler ile ağarlıyacak, nasıl güzellikleri bizlere sunacak, bir gece için bizleri misafir ettiği şu handa bizlere bu derece güzel lutuflarda bulunuyorsa bu onun zenginliğine cömertliğine ve davet ettiklerine sevgisini gösterir, öyle ise bizde onu sevmeli, ve sevgimizi saygı ve kulluk ile göstermeliyiz.”
İnsan ebedi yaşamaya aşıktır.
İnsan yaptığı incelemeler sonucunda dünyada neyi nerede kullanacağını öğrenmiştir. Hiç bir zaman benzini su diye içmez, gübreyi zeytin diye yemez. Fakat bir şeyi iyi öğrenememiştir. Oda kendini nerede kullanacağını. Kendini nerede kullanacağını öğrenmeli. Aklını şerde kullanmamalı, dilini küfürde kullanmamalı, elini haramda kullanmamalı, gözünü harama bakma aleti yapmamalı. Zira insan bu işleri gaye yapmayacak kadar yüce geyeler için yaratılmıştır. İnsan kendini her yönü ile tanıdığında böyle bir tanımada kendine Kuran’ı ve sünneti rehber yaptığında bu dünya için yaratılmadığını Ebedi bir hayat için yaratıldığını anlayacak. İnsana dünyada bitecek bin yıl bir ömür verilse bu ömür fani olduktan sonra yüz yıllık bir ömürden farkı olmayacak. Bitecek bir ömrün kısası ile uzunu arasında bir fark yoktur.
Niçin ölümlü bir dünyadayız?
Dünyada ölümlü bir hayat yaşayan insana ebedi yaşama arzusu verilmesi bir terslik gibi görülüyor. Fani bir varlığa baki yaşama arzusunun verilmesi, eğer baki bir hayat yoksa bir zülümdür. İnsan bu yönü ile hayvanlardan şanssızdır. Hayvanlar ne bir saniye öncesini nede bir saniye sonrasını hissetmezler. Kesilme sırası bekleyen ve kesilen hemcinsini gören bir koyun yine afiyetle önündeki samanı yiyebilir. O bu yönü ile dünya için yaratıldığınıda göstermiş olur. İnsan da eğer etrafındaki ölümleri bir dört ayaklı gözü ile seyrediyorsa, onların ölüp gitmesi bir gün kendininde gideceği duygu ve düşüncesini ona vermiyorsa, bu konuda tedbir almaya itmiyorsa ......
Sınırlı bir ömürde sınırsız istekler ile dolu olan insan
İnsanın ebedi yaşama duygusu ile dolu olduğu her halinden bellidir. Mesele yaşı elliye gelmiş bir insanın içinde hiç yaşlanmamış ebidiyet arzusu vardır. Hala bir ev alma, hala bir araba alma, hala uzun emeller görür ve duyarsınız. Bir ömrüne bakar bir de isteklerine bakarsınız. Sınırlı bir ömürde sınırsız istekler ile dolu birinin yanında olduğunuzu anlarsınız. Hala hırsla dünyaya yönelen hiç ölmüyecekmişcesine dünya ile meşgul olan insanlar görürsünüz. Bu hal bizim ebedi bir mekanın yolcusu olduğumuzu gösterir. Bu ebediyet arzusu insanın içinde hiç eskimeyen bir duygudur. İnsana bin yıl ömür verin yine onu ömrünün sonlarında onun yanında olsanız o kişinin yaşlanmasına rağmen içinde yaşlanmayan bir duygu vardır. O da ebediyet duygusudur. İnsanın ömrü bin yılda olsa hala bir takım emellerine kavuşamadan ölüyor. Ayrılmaktan dolayı acı duyduğu bir çok sevdiğini geride bırakarak ölüyor. Eğer sevdiklerimizle ebedi bir araya geleceğimiz bir yer yoksa bu hayat hem dostlarımız hemde bizler için zindandan farksız bir yerdir. Neticesi böyle olan hayat hayatı ençok sevenlere bile sevimsiz gelecektir.
Ebedi yaşama arzusu ebedi hayatında varlığına da delildir
Dr. Alexis Carreil’e “zaman” adlı uzun bir makalesinde bu problemi araştırıyor ve şöyle diyor: "İnsan, ebediliği araştırmaktan ve onun ötesine koşmaktan hiçbir zaman usanmayacatır” İnsanın bu arzusu ahiretin varlığını gösteren kuvvetli bir piskolojik bir delildir. Nasıl insanın içinde su arzusu dış alemde suyun varlığını, yemek arzusu yiyecek şeylerin varlığını gösteriyorsa, ebedi yaşama arzusuda ebedi bir alemi gösterir. Bu diğer canlılarda da böyledir. Bir ördek yavrusu doğar doğmaz hemen bir su birikintisi arar, onun içine bir su bulma arzusu koyan Allah Suyuda yaratmıştır. Öyle ise ördeği yaratanla suyu yaratan aynı zattır. Ördeğer yemek ihtiyacı verdiği gibi bir suda yüzme arzusu vern aynı zattır. O zat onun yiyecek arzusunu karşıladığı gibi su arzusununda karşılıyacaktır. Hayvanlarda bile onlara verilen arzular dış alemde var ediliyorsa edilmemekle hayvanlara bile zülüm yapılmıyorsa insan hiç yapılmaz. İnsanın en ufak arzularına yaratmakla cevap veren insana verdiği arzu ve isteklerinin en küçüğünü bile şu alemde yoktan vareden Allah O insana verdiği ebedi yaşama arzusunu da ebedi hayatı yaratarak cevap verecektir. Verecektir zira “vermek istemeseydi istemek vermezdi” Allah vermeyeceği şeyi istetir mi? Allah bir şeye çok ihtiyaç duyacak şekilde bizi yartıpta o ihtiyacımıza cevap vermezme adaletine uygun bir iş yapmış olur mu? Bir anne düşünelim yavrusuna çok ihtiyacı olan bir şeyi ona verecegini söylüyor ve vereceği şey karşılığında bazı şeyler yapmasını istiyor. Annenin bu sözüne inanan yavru denilenleri yapıyor ve annenin gözlerine bakıyor. Anne ihtiyacı olan şeyi yavrusuna söz verdiği halde vermez ise çocun gözünde toplumun değer yargılarında ve kendi vicdanında hangi noktaya düşer. Düşeceği nokta hiç bir insanın arzu etmeyeceği bir noktadır. Hiç bir annenin izzeti onu bu noktaya düşmeyi istetmez. Allah’ın izzeti böyle bir zillete hiç izin vermez. Hiç bir annenin şefkati evladına ihtiyacı olan bir şeyi verebileceği halde yavrusuna vermemekle onu üzmeyi istemez. Allah’ın kullarına şefkati yanında deryanın yanıda damla gibi kalan anne şefkatinin izin veremeyeceği bu duruma Allah’ın sonsuz şefkat ve merhameti hiç izin vermez. Her türlü kötülüğe açık insana bile yakışmayan bu durumun her türlü kesurdan münezzeh ve müberra Allah’a yakışması ve yakıştırılması mümkün değildir. Evet Ebedi yaşama tutkusu bir pisikolojik gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu pisokoljik gerçek tarihin her döneminde her toplum ve kültürde kendini bir şekilde görülmüş ve görenler tarafından da insanlara gösterilmiştir. İnsanlık sezdiği bu gerçeğe ancak vahyin aydınlatıcı tayfları altında baktığında doğru isimler koyabilmiştir.
Allah’ın adaleti de ahireti gerektirir
Şu kainata baktığımızda, her şeyde çok hassas bir ölçü görürüz. Bu ölçü büyük şeyler de kendini gösterdiği gibi, küçük şeylerde de kendini göstermektedir. Bu kainatın hakimi olabildiğene adaletli olduğunu kainattaki icratı ile bizlere gösteriyor. Eğer bu kainatın sahibi son derece adaletli birisi ise böyle bir adaletin gereği olarak onun mülkünde adaletsizliğin olmaması lazım, Yani zalimin zülmü yanına kar kalmamalı, mazlumunda ahı... Oysa kainatta ki gidişâta baktığımızda zalim zülmü ile gidiyor. Mazlumda ahı ile gidiyor. Adeta zalimin zülmü yanına kalıyor, mazlumunda ahı yanına kalıyor gibi bir manzara var. Oysa ki insan adalet ister, adaletsizlik gördüğünde hemen tepkisini gösterir. “Olmaz, olamaz der” Eğer adaletsizlik bir insan tarafından yapılıyorsa onun adı zalimdir. Zülüm ise insanlık tarafından çirkin görülen bir haslettir. İnsanlar arasında bile çirkin görülen bu hasletin Allah’da görülmesi mümkün değildir. Öyle ise bu dünyada zülmün ve adaletsizliğin olması ahireti gerektirir. Zalimin zülmünün cezasını görüceği mazlumun sabrının mükafatını görüp hakkını alacağı bir mahkem-i kübra olmalı, olmasını Allah’ın sonsuz adaleti gerektiyor. Eğer bu dünya ardında bir mahkeme olmadan değenlendirilir ve öyle bakılırısa dünyanın her tarafına sinmiş bir zülüm ve haksızlık her yerde görülür. Bir mahkem-i kübra olmadığını düşündüğümüzde orataya çıkacak çarpıkları örnekler üzerinde görelim;
İnsanların kimisi sakat doğuyor, kimi insanların çocukları olmuyor, kimileride birilerine göre çirkin oluyor. Eksiği olanlar sabrediyorlar bunun bir adeletsizlik olmadığını, imtihan dünyasının doğal bir sonucu olduğunu düşünüyorlar ve duruma sabretmelerinin mükafatını da ebedi bir hayatta ebedi bir saâdet olarak bulacaklarına inanıyorlar.
Yine Namaz kılan bir insanla kılmayan bir insan oruç tutanla tuymayan, cihat edenle etmeyen, gece kalkanla kalkmayan, her türlü zorluğa katlanıp dine hizmet edenle etmeyenin bir olduğu terazi bunların bir tutulduğu bir ilahi nizam adil olamaz. Hz Muhammed ile (sas) Ebu Cehili bir tartan terazi olamaz, hele hak terazisi hiç olamaz. Zira Yüce Rabbimiz yüce kitabımızda bize kendini şöyle tanıtıyor; “4-40. Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez....” “34-3. ....Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey bile O'ndan gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyüğü de şüphesiz, apaçık kitaptadır (yazılıdır).” "Biz Kıyamet gününe mahsus adalet terazileri koyacağız. Artık hiçbir kimse hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmayacaktır. (O şey bir hardal tanesi kadar bile olsa, onu getiririz (Mizana koyarız). Hesapçılar olarak da biz yeteriz" (Enbiya 47).”
Hadisi şeriflerde bu konuyu izlediğimizde şunları görüyoruz;
"Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: Kimin üzerinde kardeşine karşı ırz veya başka bir şey sebebiyle hak varsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı (Kıyamet ve hesaplaşmanın olacağı) gün gelmezden önce daha burada iken helalleşsin. Aksi takdirde o gün, salih bir ameli varsa, o zulmü nisbetinde kendinden alınır. Eğer hasenatı yoksa, arkadaşının günahından alınır, kendisine yüklenir” Evet buradan üzerinde bir kul hakkı ile gidenler hak sahiplerine karşı verecek bir şeyleri olmaz ise karşı tarafın günahından kendi üzerine yüklenmekle yine hak tahakkuk ediyor.
-Efendimiz (sas) Allah ile kul arasındaki bir konuşmanın devamında kulun Allah’a şöyle deyişi ile devam eder;
- Hesap öylesine adilane alınıyor ki, kimsenin görmediği hiç bir şahidi olmayan olaylar bile hesaptan geçiriliyor;
"Bugün sana tek şâhid olarak nefsin, çok şahid olarak da kirâmen kâtibin kâfidir" buyurur." Resûlullah devamla dedi ki:
"Ağzına mühür vurulur ve diğer organlarına: "Konuş!" denilir. Onlar adamın amelini haber verirler. Sonra konuşma hususunda serbest bırakılır. Adam organlarına: "Yazıklar olsun size! Buradan defolun! Ben sizin için mücadele etmiştim" der”
-Hak terazisinde namaz kılanla kılmayanı da bir olmadığı gibi, namaz kılanlar üzerlerindeki bu Allah hakkını iye eda etmediklerinde onun da hesabını verecekler;
"....Kıyamet günü, kişi amelleri arasında önce namazın hesabını verecek. Bu hesap güzel olursa kurtuluşa erdi demektir. Bu hesap bozuk olursa, hüsrâna düştü demektir. Eğer farzında eksiklik çıkarsa Rab Teâla Hazretleri: "Bakın, kulumun (defterinde yazılmış) nafilesi var mı?" buyurur. Böylece, farzın eksikleri nafile (namazları) ile tamamlanır. Sonra, bu tarzda olmak üzere diğer amelleri hesaptan geçirilir."
- Hak terazisi öylesine hassas ki; insanlar arası hakdan öte hayvanlar arası hak bile hak sahibine eda ediliyor;
"Kıyamet günü hak sahiplerine haklarını mutlaka eda edeceksiniz. Öyle ki kabış (boynuzsuz) koyun için, boynuzlu koyundan kısas alınacak, taşa (niye bir başka) taş üzerine yüklenip kaldığından; adamın adamı niye yaraladığından sorulacak."
Kendini bize böyle tanıtan Allah’ın haksızlara hesap soracağı bir mahkemesi ve yine haksızlığa uğrayanlara mükafaat vereceği bir saadet diyarı olacaktır. Olmaması mümkün değildir. Nihayetsiz adalet bir hesap gününü gerektirir.
Allah kullarına haksızlık yapmaz. Burada Allah’ın haksızlık yapmaması kulların bir hakkı olduğundan değildir, kendi adaleti öyle gerektirdiğindendir. Bir kul Allah’a bir ömür boyu kulluk yapsa bunu yaparken de kulluk hayatın her saniyesini kuşatsa yine kulun Allah’a karşı bir hak iddası olamaz. Zira bir ömür boyu yapılan kulluk bir nefes nimetinin karşılığı bile olamaz.
Bir hakkımız olduğunda karşımızdakinin hakperest davranması güzel bir harekettir. Ama hiç bir hakkımız olmadığı halde ve birde üstelik üzerimizdeki hakları tam olarak yerine getiremediğimiz halde Allah (cc) bize karşı hak dan adalet den ayrılmıyorsa O gerçek Adildir. Onun adaletinde haksızlık yoktur
Allah vaad etmiştir, vaadini yerine getirecektir
Söz verip de onun yerine getirememek iki durumdan kaynaklanır;
1) Cehaletten kaynaklanır; yani söz veren söz verdiği anda ilerisini bilemiyordu, şartlar değişince o da kararını değiştirdi.
2) Acz’den olabilir, söz veren verdiği sözü yerine getirecek kudreti sahip değildir. Verdiği söz boyunu aşkındır.
-Allah için bu iki durum söz konusu değildir. İnsan bu iki şeyden birini Allah hakkında düşündüğünde imannın dan olabilir. Bir kere Allah için vadini yerine getirmeme sebepleri ortada yok ki Allah vadini yerine getirmemezlik etsin.
-Sözü verip de yerine getirmemenin söz verilene bakan sonuçları da şöyledir.
1) Söz karşılığında yaptığı her şey karşılığını alamadığı için boşa gidecek
2) Söz verilen ya aldatılmıştır ya da aldanmıştır. Halk ifadesi ile kandırılmıştır. Kandırılmada cehaletten olabilir. Birilerini de bir şeyler vaad ederek kandırmak ahlaksızca bir davranıştır.
Eğer haşa (100.000bin defa) Allah söz vermiş ve sözünü tutmayacaksa Haşa çok büyük bir yalancı durumuna düşüyor. Bir insanı bile kandıran birinin yaptığı çirkin olurken haşa Allah milyarları kandırma çirkinliğini işlemiş oluyor. Eğer haşa durum böyle olursa Başta insanlığın kaymağı Peygamberler ve özellikle Hz Muhammed ve sahabi efendilerimiz de olmayan bir şeye kanmış (haşa yüzbin defa haşa) ve aldanmış oluyorlar. O kadar namazlar, oruçlar, çekilen sıkıntılar, çileler, iman uğrunda bir çok sıkıntıya katlanma her şey ama her şey boşuna olacaktı. Ahireti kabul etmemek Allah’ın vaadini yok saymak kabul etmesi imkansız durumları ortaya çıkarıyor. Allah hakkında muhalleri düşünmek o kadar korkunç şeyler ki, Allah hakkındaki bir muhal olan Allah’ın çocuk edinmesi yalanı karşısında kainatını tavrını anlatan ayetler bu korkunç muhallere karşı yüz binler haşalara rağmen yüreğimizi titretiyor.
Kuran Meryem süresinde şöyle diyor. “88. "Rahmân çocuk edindi" dediler. 89. Hakikaten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız. 90. Bundan dolayı, neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir! 91. Rahmân'a çocuk isnadında bulunmaları yüzünden.”
Allah’ın haşa sözünden döneceğini, bunun yanında bu güne kadar bütün inanan insanların haşa bir hiç uğruna aldatıldığını düşünmek Rahman çocuk edindi demekten daha korkunç bir iftiradır. Bunun diyen ve düşünenler için; “67-8. Neredeyse cehennem öfkesinden çatlayacak!...”
Oysaki Allah cc. Verdiği sözü yerine getireceğine ait binler örneği her gün her sene gözümüzün önüne getiriyor. Her gün mezara girer gibi yatağa yatıyoruz. Ölümün küçük kardeşi olan uykuya dalıyoruz sonra sabah olunca İsrafil’in sura üflemesi misal uyanıyoruz. Sonra her kış mevsiminde ben beyaz kefeni giymiş yerin altında geçmiş baharı hafızlarında taşıyan tohumcukların gelecek bahar da geçmişin aynı ve misli ile dirilişine şahit oluyoruz. Ölmüş kurumuş kemiğe benzeyen ağaçların dallarının tekrar etlenmesi misali olan yeşil üniformalarını giyip ellerinde tatlı meyveleri yaz sofrasında insanlara ikram ederken görüyoruz. Bütün bunlar olurken oluşu ile buna benzeyen ahiretin olmayacağını düşünmek geçmişte binler baharı ihya eden zata karşı saygısızlık olur
Williams'in dediği gibi, bedenin yok sayılması kişi kimliği düşüncesinin tamamen yok sayar. Eğer bir kriter olarak bedenin devamlılığı yok sayılırsa, ayniyet ile tam benzerlik ve doğru hafıza iddialan ile sözde hafıza iddiaları arasında bir ayırım yapma imkanı kalmayabilir. Bununla beraber, "bu benim kendisi ile geçen sene İngiltere'ye gittiğim aynı kişi" demek, "Ahmet benim geçen sene kendisi ile İngiltere'ye gittiğim Mehmet ile benzer kişiliğe sahip" demek açıkça birbirinden farklı şeylerdir. Ayniyet ve benzerlik arasındaki bu ayırım, ancak kişi kimliğinden bedenli devamlılık ile yapılabilir. Nesneler hakkında tam benzerlik ve ayniyet arasında bir ayrım yapmak mümkün iken, karakter ve hafıza durumunda bunu yapmak pek kolay görünmemektedir. Çünkü Ahmet ve Mehmet aynı karaktere ve hafızaya sahip dediğimiz zaman, bu onların karakter ve hafızalarının tıpa tıp aynı oldukları anlamına gelmektedir.

Ayrıca, Ahmet'in Mehmet'in gördüğünü iddia ettiği E olayı ve yaptığını öne sürdüğü A eylemini aynı şekilde gördüğünü ve yaptığını hatırladığı iddiasının doğru olduğuna inanmak için hiç bir neden ve delil yoktur. Bu "ancak Ahmet'in eylemlerinin şahitlerine müracaat ile" bilinebilir. Bu şahitliğin geçerli olabilmesi için, bu şahitlerin Ahmet'in şimdi hatırladığını iddia ettiği eylemleri görmüş olmaları gerekir. Açıkça görülüyor ki, bunu tespit etmenin yolu da yaptığım ve gördüğünü iddia ettiği eylemler süresince Ahmet'in fizik devamlılığının bulunmasıdır. Bu nedenle, "beden devamlılığına dayanmak zorunludur."

Penelhum da benzer bir şekilde şöyle demektedir:

Biz bir kimsenin kendisine olduğunu hatırladığını düşündüğü durumlar ile onların gerçekte olmadığı durumları birbirinden ayırt edebilmemiz gerekir. Bunu biz şahsın hatırlamaları ile yapamayız. Yapan ya da tecrübe eden kişinin Smith olup olmadığını tespit etmenin bazı bağımsız yolları olmak zorundadır. Ve bu, öyle görünüyor kî, söz konusu durumda o şahsın fizik varlığı olmak zorundadır.

Diğer kişilere doğru bir şekilde davranmak için bir kişinin kimliğini tespit etmek önemlidir. Çünkü kişilere olan tavrımız bir çok durumda o kişinin babam, annem, eşim vb. olmasına bağlıdır. Örneğin, eğer ben önümde yatan kişinin şuurunu kaybetmiş hasta babam olduğunu düşünüyorsam, ona gereği gibi bakmaktan bir an olsun çekinmem. O benim babamdır, fakat aynı zamanda o "katı, uzanımlı," diğer insanlar gibi maddi bir varlıktır. Eğer babam bedene sahip olmasaydı, geriye her ne kalacaksa onun babam olduğunu nasıl anlayacaktım? Bu nedenle sanırım bedenli devamlılık, kişi kimliği için zorunlu bir şarttır.

Yukarıda da ifade edildiği gibi, Williams, bana göre, haklı görünmektedir: "bedenin yok sayılması kişi kimliği düşüncesinden bütün içeriği kaldırır." Sonuç olarak, bir tür bedenli devamlılığın kimlik için yeterli olmasa da zorunlu bir şart olduğuna inanıyorum; fakat beden kriterinin çok önemli olduğunu kabul etmesek de, psikolojik özellik ve hafıza gibi diğer seçenekleri düşünmek neredeyse imkansızdır.

Ayrıca, beden kriterinin ölüm sonrası hayat inancının makullüğüne karşı bir durum arzettiğini düşünmüyorum. Bu materyal aleme neden olan, onun bir benzerine de neden olabilir. Eğer bu mümkünse, nasıl ki bu maddi dünyanın varlığı ile Tann'nm varlığı arasında bir çelişki yoksa, diğer bir bedenli hayat ile Tanrı inancı arasında bir çelişki olmaması gerekir. Bir başka ifade ile, Tanrı inancı bu maddi dünyada ne kadar makul ve anlamlı ise, bir tür bedenli bir ölüm sonrası hayatta da benzer şekilde makul ve anlamlıdır.

Kişisel kimlik problemi tartışmamız bizi, ölüm sonrası hayatın mümkün olup olmadığı sorusuna getiriyor. Eğer mümkünse, kişiler bedenlerinin ölümünden sonra hangi şekillerde hayatlarına devam edebilirler? Ölüm sonrası hayatın imkanı için gerekli şartlar nelerdir? Sonuncu soruyu cevaplayarak bu bölüme başlamak istiyorum. Felsefeciler kişinin ölüm sonrası hayat hakkında konuşabilmek için iki temel şartın bulunması gerektiğinden bahsetmektedir. Bunlardan ilki, kişinin ölümünden sonra da bu dünyadaki kişisel kimlik özelliklerine sahip olmasının gerekliliğidir. Diğeri ise, kişinin kendisinin ölümden sonra bu dünyadaki şahısla aynı olduğu kanaatine sahip olması gerekir. Eğer kişi ölümden önceki şahsın öldükten sonraki devamı olduğunu düşünmüyorsa veya bu bilgiye sahip değilse, ölüm sonrası bir hayattan söz etmek zor görünmektedir. Kısaca tekrar edecek olursak, ölüm sonrasının imkanı kişisel kimliğin devamlılığı ve kişinin bu devamlılık hakkında bilgisinin olmasına bağlıdır.

Teist dinlerde (Yahudilik, Hıristiyanlık, ve İslam başta olmak üzere) iki farklı ölüm sonrası hayat inanışı görmekteyiz. Bunlardan birisi bedenli diriliş, diğeri ise ruhun ölümsüzlüğüdür. Birincisine göre, kişi öldükten sonra bir şekilde bir tür fizik yapı ile tekrar hayata dönecektir. Beden olmazsa ölüm sonrası hayat büyük oranda anlamını yitirir.

İkincisine göre, bedenin ölümü ile ruhun bedenden ayrıldığı ve varlığım bir başka boyutta devam ettirdiği inancı savunulur. Bu anlamda kişi ruh adı verilen fiziki olmayan saydam cevher olarak varlığını devam ettirir. Felsefecilerin bir kısmının kişisel kimlik problemi tartışmalarında kullandıkları şuur-hafıza terimi ile kastettikleri şeyin, teist dini düşüncelerde ruh olarak isimlendirilen cevher ile benzerlik gösteriyor.

Eğer kişisel kimlik için, bu dünyadaki beden kriter olarak alınırsa, ölüm sonrası hayatın devam etmesi mantıki bir imkansızlık olarak görülmektedir. Çünkü bir kişinin varlığına ve aynılığına esas kabul edilmiş olan bu bedenin ölüm ile devamlılığı sona ermektedir. Eğer bir devamlılık yok ise, o kişinin ölümden sonra hayatını devam ettirdiğini iddia etmek çelişkili bir düşünce olacaktır. Yok olan bir şeyin varlığından söz etmek mümkün değildir. Bununla birlikte beden kriterini savunan bazı teist teolog ve felsefeciler, beden kriterinin kabul edilmesi durumunda da ölümden sonra hayatın mümkün olduğu görüşünü dile getirmişlerdir.

Onlar her şeyi yapmaya gücü yeten Tanrı inanışını kendilerine postulat yaparak, kişilerin öldükten sonra Tanrı tarafından mucizevi olarak tekrar diriltileceklerini iddia ederler. Bu nedenle, beden kriterini savunan teist düşünürler, ölüm sonrası hayatın sadece ve sadece kişinin bedeninin tekrar diriltilmesi ile mümkün olabileceğini iddia ederler.

Bu konuya geçmişte olduğu gibi bugün de pek çok kişi tarafından itiraz edilmiştir. Bu itirazların en ciddilerinden birisi olarak, ölümün pek çok çeşidinin olmasından hareketle, insan bedenin yanıp kül olması veya vahşi yaratıkların kurbanı olması durumunda, Tann'nın bu bedeni nasıl dirilteceği sorusunu görüyoruz. Ateş, vahşi hayvanlar ya da ilkel insanlar tarafından yok edilmiş veya küle döndürülmüş ya da sıvıda çözünmüş bedenlerin tekrar diriltilmesi nasıl mümkün olabilecektir? Tanrı hem yok edilen kişinin hem de onunla beslenerek varlığını sürdüren varlığın bedenlerini tekrar diriltirken, hangi parçayı hangisine verecektir? Birisinin diriltilmesi diğerinin de dirilülmesine engel değil midir? Ölümden sonra diriltilecek bedenin, bu dünyadaki beden ile aynı olduğuna inanan klasik anlayışa göre, Tanrı bu dağılmış parçalan toplayıp düzenleyerek dağılan bir bedeni yeniden oluşturacaktır. Tanrı bu bilgiye ve güce sahiptir.

Ayrıca, bugün bilim adamları "vücudumuzdaki bütün hücrelerin her yedi ya da sekiz yılda bir tamamen yenilendiğini," yani eskilerin yerine yeni hücrelerin oluştuğunu tespit etmiş bulunmaktadır. Eğer beden kriterine dayanarak bedenli diriliş savunulacak olursa, dinlen beden hangi zaman dilimindeki hücrelerin oluşturduğu bedendir? Bedenli diriliş taraftan teist düşünürlerin çoğunluğu bugün, diriliş için aynı zerrelerin bulunması şartından vazgeçmiş görünüyorlar. Stephen T. Davis'e göre, Tann yeni madde kullanarak da dünyadaki şahsın bir benzerini ölümden sonra da yaratabilir.

Burada önemli olan bir sonuç da, Tann inancı olmayan ve beden kriterini savunan bir materyalist için ölüm sonrası hayatın imkansız olduğudur. Eğer Kartezyen felsefecilerin yaptığı gibi hafıza kriter olarak alınırsa ve hafıza ile bedenden bağımsız olarak var olabilen ruh gibi bir cevherin varlığı kabul edilirse, kişi devamlılığını bu hafıza yolu ile sağlayabilir. Böylece kişi öldükten sonra, daha doğrusu bedeninin ölümünden sonra, var olmaya devam edebilir. John Perry ruhun ölümsüzlüğü fikrini tutarsız bulur.

Ona göre, bunun nedenlerinden biri, materyal olmayan ruhlar kişi kimliğini tesis edemez çünkü var olup olmamalarını, var iseler bir insanda kaç tane olduklarını tespit etme imkanı bulunmamaktadır. Bir kişinin zaman içerisinde aynı ruha sahip olduğunu ortaya koymaya yarayacak her hangi bir kriter yoktur.

Ayrıca Perry ruhun ölümsüzlüğü fikrini savunanların dayandığı hafıza kriterinin kişisel kimliği tesis etmede yeterli olmadığını iddia etmektedir. Çünkü insan geçmişte olanların bir kısmını unutabilir ya da hafıza olayları yanlış hatırlayabilir. Bu durumda gerçek hatıraları görünüşteki hatıralardan ayırt etmek güçleşir. Buradan hareketle, bir kişinin öldükten sonra bir kişinin hatıralarına sahip olduğunu iddia etmesi onun gerçekten ölümünden sonra hayata devam eden o kişi olduğu sonucunu doğurmaz. Her şeyden önce şuur ya da ruhun ölümden sonra varlığını devam ettirdiklerine dair kesin bir bilgimiz yoktur. Fakat yukarıda beden kriterini savunan teist felsefecilerin iddiasının bir benzeri hafıza kriteri için de yapılabilir; o da Tanrı nasıl mucize bir şekilde ölümünden sonra bir bedeni tekrar yaratabiliyorsa, ruhu da yaratabilir ve ölümsüzlüğü temin eder.

Şunu da vurgulamak gerekir ki, ruhun ölümsüzlüğü fikrine sahip olanlar, çoğunlukla bir Tanrı inanışına sahip kişiler olup, dünya hayatının kutsal/ahlaki bir amaca yönelik olduğuna ve bu amacın nihai olarak ölümden sonra gerçekleşeceğine inanan kişiler arasından çıkmaktadır. Bedenli diriliş de ruhun ölümsüzlüğü düşüncesi de temelde Tanrı inancından beslenmekte ve insan hayatını anlamlı görme çabasının bir uzantısı olarak kendini göstermektedir. Her iki kişisel kimlik kriteri de problemli olduğuna, bunlardan hareketle kişi ölümsüzlüğü düşüncesinin açık ve net bir şekilde ortaya konması problemli olduğuna göre, ölüm sonrası hayat düşüncesi, eğer yapılması gerekiyorsa, ancak her şeye gücü yeten mutlak yaratıcı fikrine dayandırılarak savunulabilir.

Ölüm ruhun bedenden ayrılma olayıdır. Ölen ruh değil, bedendir. İnsan ise asıl olarak ruh demektir. Beden onun hanesi yahut elbisesi hükmündedir. Elbisenin değişmesiyle, yahut parçalanması, yok almasıyla kişinin varlığına bir zarar gelmez. Bu dünya hayatında bize bu bedeni giydiren ve kainatla olan münasebetimizi böylece kuran Rabbimiz, bizi bu alemden göç ettirdiğinde ruhumuzu bu elbiseden ayırmakta, bu binadan çıkarmaktadır. Berzah dediğimiz kabir hayatından sonra, insanlar ebedi bir hayat için yeniden diriltildiklerinde, yani ruhlara o aleme uygun bedenler verilecektir. Ölüm yokluk değildir. Hiçlik değildir.
Bu konuda Nur Külliyatından şu hikmet dersini aktarmak isteriz:
İnsan-ı mümine nur-u iman ile gösterir ki: Mevt, idam değil; tebdil-i mekândır. Kabir ise, zulümatlı bir kuyu ağzı değil; nuraniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise, bütün şaşaasıyla âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Elbette zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana çıkmak ve müziç dağdağa-i hayat-ı cismaniyeden âlem-i rahata ve meydan-ı tayeran-ı ervaha geçmek ve mahlukatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzur-u Rahmana gitmek; bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir. (Sözler, 204)
Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir inidam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksandokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır. (Mektubat, 226)
Nasılki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir; öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir. Çünki en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i sanat olduğunu gösteriyor. Zira meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti; tefessüh ile çürümek ve dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizacat-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülât-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sünbülün hayatıyla tezahür ediyor. Demek çekirdeğin mevti, sünbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi, hayat kadar mahluk ve muntazamdır.
Hem zîhayat meyvelerin yahut hayvanların mide-i insaniyede ölümleri, hayat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe olduğundan; "o mevt, onların hayatından daha muntazam ve mahluk" denilir.
İşte en edna tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti; böyle mahluk, hikmetli ve intizamlı olsa, tabaka-i hayatın en ulvîsi olan hayat-ı insaniyenin başına gelen mevt, elbette yer altına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yer altına giren bir insan da, Âlem-i Berzahta, elbette bir hayat-ı bâkiye sünbülü verecektir. (Mektubat,8)
Alaaddin Başar (Prof.Dr.)

Selam ve dua ile...

Ölülerin Berzah aleminde birbirleriyle görüşmeleri:

Ruhların yeri konusunda da belirtildiği gibi, berzah alemindeki ruhlar iki kısımdır: Nimet içinde olanlar ve azapta olanlar İbnü'l-Kayyim'in açıklamasına göre azapta olan ruhlar birbirleriyle görüşmeye fırsat bulamazlar Onlar bir nevi tutuklu gibidirler Ama tutuklu olmayıp serbest olan yani nimet içindeki ruhlar birbirleriyle buluşup görüşürler, birbirlerini ziyaret ederler Dünyadaki olmuş ve olacak şeyleri müzakere ederler Her ruh, amelde kendi dengi ve kendi derecesinde olan arkadaşlarıyla beraber olur Hz Peygamber (S) in ruhu ise Refiku'1-A'lâ (en yüksek mertebe) dadır

Nisa Suresi'nde: "Kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın endilerine nimet verdiği Peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve sâlihlerle beraberdirler Onlar ne güzel arkadaştırlar"(1) buyurulmuştur ki, bu beraberlik dünyada, berzahta ve âhirette olmak üzere üç yerdedir Bu üç âlemin hepsinde de kişi sevdiği ile beraberdir (2)

Bu âyet-i kerimede ruhların berzah âleminde birbirlerine kavuşacakları haber verilmektedir Çünkü bu âyetin iniş sebebi olarak şöyle bir olay anlatılmaktadır: Ashaptan biri, öldükten sonra Hz Peygamber (S) in makamının kendilerinden çok yüce olacağını ve Hz Peygamber (S) den ayrı kalacaklarını düşünerek üzülmüş ve ağlamış Üzüntüsünün sebebini soran Hz Muhammed (S) e: "Biz dünyada senden ayrılmaya hiç tahammül edemiyoruz va Rasulullah Öldükten sonra senin merteben bizden yüce olacağı için seni göremeyeceğiz Senin ayrılığına nasıl tahammül edebilirim?" diye derdini açar Bu olay üzerine yukarıdaki âyet nâzil olmuş (3) ve Allah'ı ve Rasulullah'ı sevenlerin berzah âleminde ve âhirette de, dünyadaki gibi, Hz Rasûl ile birlikte olacakları bildirilmiştir

Allah Tealâ ÂI-u îmrân Suresi'nde şehitlerin diri ve Rabbleri indinde rızıklanmakta olduklarını, arkalarında bulunanlara da korku ve üzüntü olmadığının müjdelenmesin! istediklerini, Allah'ın nimet ve keremiyle sevinç duyduklarını haber vermiştir(4) Bu âyet-i kerime de berzah alemindeki ruhların birbirleriyle buluşup konuştuklarına delâlet eder Çünkü âyette geçen "yestebşirûn" kelimesi, "müjde verilmesini isterler" anlamına geldiği gibi, "sevinirler ve birbirlerini müjdelerler" manasına da gelir (5) Birbirlerine müjde verdiklerine göre demek ki birbirleriyle görüşüp konuşmaktadırlar

Ebu Hureyre, Rasulullah (S) in: "Muhakkak Cennet ehli orada (Cennet'te) birbirlerini ziyaret ederler" buyurduğunu söylemiştir(6) Mü'min ruhlarının berzah âleminde Cennet'te olacaklarını belirtmiştik Buna göre bu hadis-i şerifteki Cennet ehliyle, berzah âleminde Cennet'te olanlar kastedilmiş olabilir Hadisin bu şekilde anlaşılmasını, Ebû Tâlib'in kızı Ümmü Hâni'den (40/ 660) rivayet edilen şu hadis de doğrulamaktadır: Ümmü Hâni' bir gün Hz Peygamber (S) e şöyle soruyor: "Ölünce de birbirimizi görür ve ziyaretleşir miyiz?" Rasulullah (S) in cevabı şudur: "Ruh, Cennet meyvelerinden yiyen bir kuş olur Kıyamet günü olunca da her ruh kendi cese dine girer"(7) Bu cevaptan da anlaşılan, mü'minlerin ruhlarının Cennet'te birbirleriyle görüştükleridir

İbn Ebi'd-Dünyâ'nın naklettiği bir haberde de Rasulullah (S) e: "Ölüler birbirini bilir mi?" diye sorulunca Rasulullah (S) in cevabı: "Evet, nefsim yed-i kurdetinde olan Allah'a yemin ederim ki onlar, kuşların ağaçların tepelerinde birbirlerini bildiği (tanıdıkları gibi) birbirlerini bilirler" şeklinde olmuştur(8) Bu soruyu ashaptan Bişr b Berâ' b Ma'rûr'un annesi sormuş ve ölülerin birbirleriyle tanışıp biliştiklerini öğrenince hemen Beni Seleme'den ölmek üzere olan birinin yanına varıp, oğlu Bişr'e onunla selâm göndermiştir(9) Hadisin bir diğer rivayetinde Cennet'te kuşlar gibi birbirleriyle buluşup tanışacak olan ruhların "iyi ruhlar " oldukları zikredilmiştir

Ashaptan BÜâl b Rebâh (v 20/641) vefat edeceği zaman hanımı ah, vah etmeye başlar Hz Bilâl ise: "Ne büyük neşe ne büyük sevinç Yani sevgiliere, Muhammed'e ve onun gurubuna kavuşacağım" demeye başlar, (10) Burada Bilâl berzahta Rasulullah (S) e ve ashabına kavuşacağını ve tıpkı dünyadaki gibi, orada da onunla bir arada olacaklarını müjdelemektedir(11) ve hanımının ah, vah edip üzülmemesi gerektiğini, aslında sevinmesi gerektiğini hatırlatmaktadır bu sözüyle

Beyhakî'nin hasen bir senetle İbn Abbas'dan tahric ettiği kabir suâliyle ilgli bir hadis-i şerifte, kabirdeki sorgulama sırasında iyi cevap veren mü'minin ruhunun diğer mü'minlerle beraber olacağı haber verilmiştir(12)

Yine Beyhakî'nin "Şu'abu'1-İman" da Ali b Ebi Tâlib'den tahric ettiği haberde Hz Ali şöyle demiştir: "İki mü'min ve iki kâfir dost vardı Bunlardan mü'min olanların biri öldü Cennetle müjdelenince arkadaşını hatırlar ve: "Allahım, benim falan arkadaşım bana her zaman sana ve Rasulûne itaati emreder, hayırla tavsiye eder, kötülükten nehyederdi" diyerek onun kendisinden sonra sapıtmaması ve kendisine verilen nimetlerin ona da verilmesi için dua eder Sonra öbür arkadaşı da ölünce ruhları bir araya gelir ve birbirlerine: "Ne güzel kardeş, ne güzel arkadaş ve ne güzel dost" derler

Kâfir olan iki arkadaştan birisi ölüp de azapla müjdelenince diğer arkadaşını hatırlayıp şöyle der: "Allahım, arkadaşım bana hep sana ve senin Rasulûne isyanı emrediyor, kötülüğü yapıp iyiliği yapmamamı söylüyordu Allahım, onu benden sonra hidayete erdirme ki, benim gördüğüm azabı o da görsün ve bana kızdığın gibi ona da kızasın" Sonra diğeri de ölür, ruhları bir araya gelince birbirlerine: "Ne kötü kardeş ve ne kötü arkadaş" derler"(13) Bundan da iyi ve kötülerin ruhlarının berzahta birbirleriyle buluştukları anlaşılmaktadır

Ebû Katâde ve Câbir'den tahric edilen ölülerin kefenlerinin güzel yapılması ile ilgili hadis-i şerifin Suyûtî ve Beyhakî tarafından rivayet edilen şeklinde: "Muhakkak ki onlar kabirlerinde birbirlerini ziyaret ederler" cümlesi de yer almaktadır(14)

Beyhakî "Şu'abu'1-Iman" da Ebu Katâde'den (54/673) hadisi naklettikten sonra bu hadisin şehitler hakkındaki onların rızık-landırıldıklannı haber vererr Âl-u îmrân, 3/169-170 âyetiyle mutabakat arzettiğini söylemiştir (15)

Rasulullah (S) in Miraç gecesinde semâda Hz Âdem (As) İle karşılaştığında Hz Âdem'in sağ ve solunda bir takım karartılar görmesi ve bunların kimler olduğunu sorunca, cennetlik ve cehennemlik olanların ruhları olduklarının bildirilmesi de,(16) berzahta iyi ve kötülerin -Hz Ali'nin de, dediği gibi- bir arada olacaklarına delildir

Ruhların berzah âleminde birbirleriyle görüştükleri ve konuştuklarının bir delili de, ölümü müteakip semâya yükseltilen mü'min ruhunun rahmet ehli tarafından karşılanıp, dünyadan ve dünyadakilerden haber soracaklarını bildiren hadis-i şeriftir Ebu Eyyûb el-Ensârî'den rivayet edilen hadls-i şeriflerinde Peygamber efendimiz (S) şöyle buyurmuştur: "Mü'minin ruhu kabz olunca onu Allah katında rahmet ehli karşılarlar" (17) Tıpkı dünyada müjde getiren birinin karşılandığı gibi (Bu esnada yeni ölmüş olanın ruhunu getiren melekler) derler ki:

-Onu bırakın, fırsat verin de bir dinlensin Çünkü o büyük bir sıkıntı içinde idi Ona:
-O benden önce ölmüştü, derse;
-İnnâ Lillâh ve İnnâ İleyhi Râci'ûn (biz Allah'a aidiz ve yine ona döneceğiz), ebedi kalış yeri olan Hâviye'ye (kızgın ateşli Cehennem'e) gitmiş O ne kötü yer ve ne kötü terbiyecidir, derler (18)

Bu hususta Abdullah b Mübârek'in de şöyle dediği rivayet edilir: "Kabir ehli haberleri beklerler Bir Ölü oraya gittiği zaman ona falan ne yaptı, filan ne yaptı diye sorarlar Birisi için: "O öldü, size gelmedi mi?" deyince: "İnnâ lillâh ve İnnâ İleyhi Râciûn" derler ve: "Bizim yolumuzdan başka yola gitti o" diye ilave ederler"(19)

Tabiinden Sa'id b el-Müseyyeb (v 94/712) de: "Bir adam öldüğü zaman (daha önce ölmüş olan) çocuğu onu, seferden dönen gaibin karşılandığı gibi karşılar" demiştir (20)

Ölülerin berzahta birbirleriyle görüştüklerini ve yeni ölüp de aralarına katılanlardan haber aldıklarını bildiren bu hadis ve haberleri, evlât, torun ve yakın akrabaların amellerinin kabirdeki baba ve yakınlarına arz olunacağım, onların da amelleri kendilerine arz edilen akrabalarının iyiliklerinden ötürü sevineceklerini, kötülükleri sebebiyle de üzüleceklerini bildiren haberler de desteklemektedir

Kabir ehli, geride bıraktıkları akraba ve arkadaşlarının yaptıkları işlerden haberdar olup, iyi amellerinden ötürü sevinir, kötülüklerine de üzülürler (21) Mücâhid'in bu hususta şöyle dediği sahih rivayetle gelmiştir: "Kişi kabrinde kendinden sonra çocuğunun iyilikleri (salahı) ile müjdelenir"(22)

Sa'id b Cübeyr'in (v 95/714) de şöyle dediği rivayet edilir: "Muhakkak ki ölülere dirilerin haberleri gelir Daha önce bir yakını ölmüş, olan hiç bir kimse yoktur ki ona geride kalan akrabalarının haberleri gelmesin Eğer gelen haber iyi ise sevinir ve ferahlar; kötü ise o zaman da üzülür" (23)Ashaptan Ebu'd-Derdâ (v 32/652) da şöyle dua ederdi: "Allahım, ölülerimin rezil olacağı bir iş yapmaktan sana sığınırım''(24)

Abdullah b Mübarek de ashaptan Ebu Eyyûb el-Ensarî'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Dirilerin amelleri ölülere arz olunur Eğer bir iyilik görürlerse sevinir, birbirlerine müjdelerler; bir kötülük görünce de, Allah’ım onu ondan geri çevir, derler" (25)

Yukarıdaki yeni gelen ölüden haber sormalarından da anlaşılacağı üzere, ölülerin dirilerden bizzat haberdar olduklarını -Allah'ın diledikleri müstesna- söyleyemeyiz Bu sebeple buradaki haberdar oluşlarını, yeni gelen ve aralarına katılanlardan öğrenirler şeklinde anlıyoruz Yeni gelenlerden haber alışları da, ruhların berzahta birbirleriyle görüşüp konuştuklarına delâlet eder

Ölmüş olanların ruhları, berzah âleminde birbirleriyle görüşüp konuşuyorlar Acaba henüz ölmemiş ve dünyada yaşamakta olanların da berzahtakilerle görüşüp konuşmaları mümkün müdür? Ve ölülerin dirilerle bir takım münâsebetleri var mıdır? Şimdi de bu husus üzerinde duralım:

Hayattakilerin Berzahtakilerle Görüşmeleri:

Henüz hayatta olanların berzahtakilerle görüşmeleri uyanık ve uyku halinde olmak üzere iki şekildedir

Uyanıkken görüşmenin en büyük misâli ve olabilirliğinin delili, Rasulullah (S) in Miraç'ta bazı Peygamberlerin ruhlarıyla karşılaştığını haber veren ve kabir ziyaretini öğreten hadislerdir

Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de, Hz Muhammed (S) e hitaben: "Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerden sor ki; biz, Rahman'dan başka ibadet olunacak ilâhlar yapmış mıyız?"(26) buyurmaktadır Müfessirlerden bir kısmı buradaki sorma fiilinin sadece İsrâ ve Miraç gecesine has olduğunu söylerken,(27) bazıları da her istediği zaman Allah Tealâ'nın Rasulullah (S) e önceki peygamberlerle konuşma imkânı verdiği şeklinde tefsir etmişlerdir Bu ikinci görüşte olanlara göre âyetteki mutlak lafzı (sözü), İsrâ ve Miraç gecesi ile takyid etmek (kayıtlamak) hatalı bir te'vil olur Ve âyetin olduğu gibi anlaşılıp, her istediği zaman Rasulullah (S) e bu imkânın verileceğini söylemek daha isâbetlidir(28)

Hz Peygamber (S) in önceki peygamberlerle daha kendisi hayatta iken görüşmesi, vukuu mümkün olan işlerdendir Ve Allah'ın kudretine göre bunda hiç bir zorluk yoktur Allah Tealâ görüştürünce de bu olay gerçekleşmiştir ki, Hz Peygamber (S) Miraç gecesinde, uyanık halde iken diğer Peygamberlerin ruhlarıyla Beytü'l-Makdis'de (Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'da) bir araya gelmiştir Daha sonra semâvât (gökler) âleminde de onlardan bazıları ile bir araya gelip konuştuğuna sahih haberler delâlet etmektedir,(29)

Yine Hz Ömer'den rivayet edilen bir hadisinde Rasulullah (S), Hz Musa (As) in Allah Tealâ'ya dua edip, Hz Adem (As) ile görüşmeyi dilediğini ve Yüce Allah'ın, henüz hayatta iken ve uyanıkken, Adem (As) ı Hz Musa'ya gösterip ve birbirleriyle konuşmuş olduklarını haber vermiştir, (30)

Peygamberlerden başkasının hayattayken ve uyanıkken berzahtakilerle görüşmeleri ise ancak Allah'ın ikram ettiği kimselere nasip olmuştur ki, bu hususta Allah'ın veli kullarının, Hz Peygamber (S) ve bazı büyük zevatla görüştüklerine dair pek çok olay anlatılmaktadır (31)

Kabir ziyaretinde ziyaret edene "zâir", ziyaret edilene "mezür" denilmesi de, ziyaret edilenin ziyaret esnasında ziyaretçisini duyup bildiğine delidir Çünkü ziyaret edilen, ziyaretçisini bilmezse buna "mezûr= ziyaret edilen" denmez Kaldı ki, Peygamberimiz (S) ziyaret adabını öğretirken, kabristana varınca ölülere selâm verilmesini öğretmişlerdir ki, bu da onların dirilerle olan münâsebetleri cümlesindendir(32)

Hayattakilerin berzahtakilerle rüyada görüşmeleri ise, İbnu'l-Kayyim'in belirttiğine göre, nübüvvetin bir parçası olan sâlih rüyalardandır ve İlim ifade eder(33) Erzurumlu İbrahim Hakkı da: "Ölüleri rüyada hayırla veya şerle görmek, onların halini aynen bilmektir Bu, Ölünün halini bildirmek veya uyanık olmayı sağlamak içindir,"(34) diyerek ölüleri rüyada görmenin, sâdık rüyalardan olduğuna işaret etmiştir

Rüya ya da keramet yoluyla -Peygamberlerden gayri için- olan bu görüşmeler ve görülenler, kelâm âlimlerine göre umum için değil, ancak sahibi için (gören kişinin kendisi için) delil olabilir Ancak bizim burada onlardan bahsedişimiz, sadece imkânını belirtmek içindir

Hayattakilerle berzahtakilerin rüyada görüşmeleri, ikisinden birinin arzusu ve bazı gayeler için bu görüşmeyi Allah Tealâ'dan istemesiyle Allah'ın bir lütfü olarak meydana gelmektedir Hayattakilerin görüşmeyi istemesine -hepimizin en büyük arzusu olan ve pek çok mü'mine nasib olan- Hz Peygamber (S) i rüyada görmek istemeyi, ya da çok sevdiğimiz yakınlarımızdan âhirete göçmüş olanları rüyada olsun görmek isteyişimizi misâl verebiliriz

İbnü'l-Kayyim diyor ki: "Rüyada ölülerle buluşmak ve onlarla bazı haber alışverişinde bulunmak; falan yerde hazine var, filan yerde şu var, falan iş şöyle olacak, filan zamanda bize geleceksingibi haberler vermeleri ve bunların da aynen çıkması, bu buluşmanın gerçekliğini ifade eder"(35)

Rivayete göre Ashab-ı kiramdan Sa'b b Cessâme ile Avf b Mâlik (v 73/692) kardeş olmuşlar ve öldükten sonra da birbirimizden haberdar olalım diye sözleşmiş-ler Aradan bir müddet geçtikten sonra Sa'b ölüyor Avf bir gece rüyasında, aynen hayattaymış gibi Sa'b'ın kendisine geldiğini görüyor ve Sa'b'a hesap ve suâlin nasıl geçtiğini soruyor O da şimdilik iyi olduğunu söyleyip Allah'a hamdediyor Bu arada Avf, Sa'b'ın göğsünde gördüğü bir kara lekenin sebebini soruyor O da bir yahudi-den on dirhem ödünç aldığını ve paraların asılı olduğu yeri söyleyerek, o paranın sahabine verilmesini istiyor Yine evdeki kedisinin öldüğünü, kızının da yakında öleceğini haber veriyor ve bütün bunlar aynen çıkıyor Sabah olup da Avf, arkadaşının evine gidince, paranın aynen haber verilen yerde olduğunu görüyor ve alıp yahudiye götürüyor Yahudiye, ölmüş olan arkadaşının kendisinden ödünç para alıp almadığını sorunca, yahu-di aldığını ve miktarını söylüyor Bunun üzerine rüyada gördüklerinin gerçek olduğunu anlayan Avf, elindeki paralan, arkadaşının rüyadaki vasiyetine uyarak ya-hudiye veriyor

Hülasa, ölülerle dirilerin gerek uyanıkken, gerekse rüyada görüşmeleri imkansız değildir, mümkündür Allah Teala dilediği kulları için bunu yaratır Nitekim yukarıdaki misallerde bunun gerçekleşmiş olduğunu göstermektedir Ruhalrın insanlara zarar vermez
1- Nisa, 4/69
2- Îbnu'l-Kayyim, age, s 17; Suyûti, Büşra'1-Keîb, v 147 b; Hasan el-'Idvî, age, s 74; Rodosîzâde, age v 19 a
3-tbnu'lKayyim, age, s 17; Ibn Kesir, Tefsir, c I, s 522; Rodosîzâde, age v 19 b
4-bkz Al-u Imran, 3/169-170
5-Mu'cemu'l-Vasit, c I, s 57; Atay Kardeşler ArapçaTürkçe Büyük Lügat, c I s 128; Abnu'l-Kayyim, age, s 18
6- Ab Hanbel, Müsned c II, s 335
7- A b Hanbel Müsned c VI, s 425; A Siracuddin, age, s 106-107
8- Suyûtî, B el-Keib, v 144 b
9- A Siracuddin, age s 107; tbnu'l-Kayyim, ege, s 19
10- Suyûtî, B el-Keib, v 148 b
11- Abdullah Siracuddin, age s 107
12- bkz Suyûtî, Şerhu's-Sudûr v 53 a
13- Suyûtî, Şerhu's-Sudûr, v 38 b; v 173 b
14- Suyûtî, Büşra'1-Keib, v 147 b; Suyûtî, Şerhu Süneni'n-Nesâî, c IV, s 34; Hasan el-'Idvî, age, s 73; Abdullah Siracud
15- Suyûti ŞSünen'n-Nesâî, c W, s 34; H el-'Idvî, age, s73
16- Miraç hadisi için bkz Buhârî Sahih, Salât, l, c I s 91-92; Müslim, Sahih, imân, 74 c I, s 148; A b Hanbel Müsned, c V s 143; ibn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihaye, c I, s 97, Beyrut, 1977
17- Hadis-i Şerifin, ibn Hıbbân'ın Sahih'inde Ebu Hureyre'den rivayet edilen şeklinde: "Mü'minlerin ruhlarının yanına getirilir ve ğaib olan birini bulanların sevinci gibi sevinirler" denilmektedir, bkz Abdullah Siracuddin, age, s 106
18- bkz Nesâi, Cenâiz, 9, c IV, s 8-9; Suyûti, Ş Sudur, v 37 a; B el-Keîb, v 144 b; İbnu'l-Kayyim, ag e, s 20; Rodosîzâde, age, v, 26a; A Siracuddin, age s 106
19- İbnu'l-Kayyim, age s 19: Birgivî, R FÎ Ah Etfâlİ'l-Müslimin, s 85; Birgivî bu konuyu işledikten sonra, vasiyyet etmeden ölenlerin berzahta konuşamayacaklarım ve berzah ehlinin sorularına cevap veremeyeceklerini ilave eder (bkz age, s 85)
20- İbnu'l-Kayyim, age, s 19; Rodosîzâde, age v 25 a
21- Rodosîzâde, age v 7 b
22- Ibnu'l-Kayyim, age, s 12
23- Hasan el-'Idvî, age, s 16, Mısır, 1316
24- Aynı eser, a yer
25- Ibnu'l-Kayyim, age, s 7; Rodosîzâde, age, v, 8 b
26- Zuhruf, 43/45 '
27- bkz Ibn Kesir, Tefsir, c IV, s 129
28- bkz Abdullah Siracuddin, age, s 109-110
29- Bu husustaki hadisler için bkz Buhârî, Sahih, Salât, l, c I, s 91-92; Enbiyâ, 5, c IV, s 106-107; MüslimSahihlman, 74, cI,sl48; Fezâil,42,cIV,sl845; Nesâî, Sünen, Kıyâmu'1-Leyl, 15, c m, s 215; A-b Hanbel, Müsned, c ffl, s 120, 248; c V s 59,143
30- Ebu Davud, Sünen, Sünne, 17, c W, s 226
31- bkz Abdullah Siracuddin, age, s 110-113
32- Ibnu'l-Kayyim, age, s 8; Rodosîzâde, age, v 8 b; Vücûdî, Muhammed b Abdulaziz, Ahvâl-i Alem-i Berzah, v 9 a, elyazma, ist SüleymaniyeKüt Halef Ef Böl Nr 237
33- Ibnu'l-Kayyim, age, s 29; Rodosîzade, age, v 39 b
34- Erzurumlu ibrahim Hakkı, Mârifetname, c I, s 60

Prof Dr Süleyman Toprak, Kabir Hayatı, s 247-258

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder